Geçtiğimiz ay; 11 Eylül hadisesinin dünyanın askeri, siyasi ve daha önemlisi fikrî gündemini değiştirdiğinden bahsetmiş, askerî ve siyasî sahadaki gelişmelerin büyük felaketlerin habercisi olduğunu ortaya koymuştuk.
Dikkat edilirse ABD’nin “Terörizmle Savaş” ismi altında yürüttüğü savaşın, askerî ve enformatik iki boyutu bulunmaktadır. ikinci boyut en az birincisi kadar önemlidir. Bu sebeple bu sahada da donanımlarımızı geliştirmek, siperlerimizi iyi tahkim etmek ve neyin ne olduğunu güzel kavramamız gerekmektedir. Zira insanların zihinlerini ve vicdanlarını ipotek altına almaya, İslâm Dini ve İslâm Dünyası’nı töhmet altında bırakmaya çalışan yayınların dozu artırılmıştır.
Düşman açıkça din kelimesini kullanmadan hareket ettiği, kavram karmaşası içinde tepkileri tesirsiz kılmaya çalıştığı için tahribatın boyutları da büyümektedir.
Türkiye ne kadar bu tartışmalardan sıyrılmaya çalışsa da bunda muvaffak olması mümkün görünmemektedir. Zira iç gelişmeler ve yakın geleceğimizi ilgilendiren bölgesel problemler de aynı temel üzerinde şekillenmektedir. Nitekim Türkiye’nin AB macerasından uluslararası düşünürlerin geleceğe dair teorilerine, Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelerden ABD’nin Afganistan’ı bombardımanına kadar farklı sahalarda yaşanan farklı boyutlardaki hadiselerin ortak bir nokta üzerinden yorumlanmaya, bu ortak nokta üzerinde şekillenmeye başladığı görülmektedir. Bu noktayı çözüme kavuşturmadan, Dışişleri Bakanı’nın ağzından Türkiye’nin önüne koyduğu Avrasya’nın belirleyici önemli bir ülkesi olmak hedefine ulaşmamız mümkün değildir.
Yıllar yılı çağdaşlık ve uygarlık hedefi olarak önüne Batı’yı koymuş olan Türkiye Bosna katliamı ile başlayan ve küresel sermayenin vahşi saldırıları ve IMF’le ilişkileri ile devam eden süreçte Batı’nın gerçek yüzünü daha yakından görme fırsatı bulmuş, kudretli bir devlet olmak için Batı ile mücadele etmek zorunda olduğunu farketmiştir. İşte bu noktada bir bocalamanın içine düştüğümüz söylenebilir. Daha doğrusu Batı Uygarlığı’nı ulaşılması zor bir hedef olarak ütopya haline getirmiş ve hatta din gibi bu hedefe sarılmış insanlarımız, içinde bulundukları durumdan çıkamamış ve bir bocalamaya girmişlerdir. Tarihi ve dini değerlerimizin bir düşman olarak bellenmesi bu bocalamanın boyutlarını büyütmektedir.
Batıcılık dinine intisap etmişlere fayda sağlamak zordur. Ancak en azından kafası karışıklara yardım edebilmek için Batı Medeniyeti’nin gerçek şifrelerini ortaya dökmeye ve kendi medeniyetimizin küllerini süpürmeye ihtiyacımız bulunmaktadır.
Batı’nın maddi terakkiyatı, teknolojik gelişmeler, devlet ve toplumsal kurumların işleyişinde elde edilen başarılar birçok insanın gözünü kamaştırmış, bu maddi üstünlük küresel hakimiyet tesisinde ve sömürgecilikte araç olarak kullanılmıştır. Ancak medeniyet bu mudur? Batılı’nın sahip çıkmaya çalıştığı bazı değerler olmadan Medeniyetten bahsedilebilir mi? Tabii ki hayır? Manevi terakkiyat olmadan maddi gelişmenin bir medeniyet tesis edebilmesi mümkün değildir.
Medeniyet denilen şeyin insana huzur ve adalet götüren bir düzen olması icap etmektedir. Batı Medeniyeti kendinden olmayan insanlara huzursuzluktan başka bir şey getirmemiş, kendi insanına getirdiği huzur ise bazı maddi isteklerin tatmin edilmesinden öteye geçememiştir.
Bunun en büyük sebebi Batı insanının vitrine hitap eden zihin yapısıdır. Bu haliyle Batı insanının sinema artistlerinin ışıltılı dünyasına benzer ışıltılı bir dünya tesis ettikleri, içe nüfus edemedikleri görülür. Görünen yüz, düşünme kabiliyetinden yoksun kalabalıkların imrendiği bir yüz iken, görünmeyen arka yüzde cinnet geçirmiş, buhranlara ve bunalımlara düşmüş bir insan vardır. Üstelik insanların kendisini seyretmediği bu arka yüzü ile başbaşa kaldığında dünya üzerinde büyük katliamların, soykırımların, sömürülerin müsebbibidir.
Bugün Batı Toplumu cinnet geçirmektedir. Uyuşturucu ve cinsel sapıklık girdabında boğulmakta, gittikçe azalan genç nüfus gayesiz hayatlarında kendilerini tatmin uğruna her türlü sapıklığa meyletmektedir. Aile kurumunu yıktıkları için nesli kesilmeye başlayan ve gittikçe yaşlı bir halk haline gelen bu ülkeler yokoluşa doğru giden bu yoldan büyük bir ürküntü duymaktadırlar.
Bu çöküşü tesbit edemeyen zavallı bazı insanlarımız üç beş kuruş zenginlik umudu ile AB kapısında dilenci olarak kalmaya razı olmaktadır.
Halbuki Batı insanını içinde bulunduğu manevi boşluktan kurtarmaya, çifte standartların kaynağı iki yüzlülüğünü tedavi etmeye talip tek ve gerçek din İslâm dinidir. Ancak idari düzeyde sözü geçen insanlar bu üstün İslâm medeniyetine tabi olmak yerine savaş açmayı tercih etmiştir. Bu savaş çok büyük bir savaştır.
Yüz yılı aşkın bir süredir genelde İslâm Dünyası özelde Türkiye üzerinde icra edilen sinsi plan 11 Eylül’den sonra artık açıkça icra edilmeye başlanmıştır.
Bu tavır değişikliğini özellikle ABD basınındaki köşe yazarlarında rahatça görmek mümkündür:
“Michael Kelly (Washington Post): "Amerikalı itirazcılar, bundan sonra da Amerikalıları öldürmeye devam edecek kâtillerin yanında yer alıyorlar; onlar objektif olarak terör-yanlısı, şer ve yalancı..." Jonathan Alter (Newsweek):"İşkence, Amerikan tarihinin en büyük cürmü ile ilgili soruşturmaları hızlandırabilir." Bill O'Reilly (Fox-Tv):"ABD Afganistan'ın altyapısını berhava etmelidir; havaalanı, enerji tesisleri, su kaynakları, yollar, her şey... Tâlibân'dan Afganlar sorumlu. Sivilleri hedef almayalım, ama suçlu hükümete karşı çıkmazlarsa aç kalırlar, tamam mı?" A. M. Rosenthal (Washington Times):"Afganistan'a ek olarak, Irak, Libya, Sudan, İran ve Suriye de bombalanmalı..." Ann Coulter (National Review'da):"Teröre, ülkelerini işgal ederek, liderlerini öldürerek, insanları Hıristiyanlaştırarak cevap vermeliyiz..." Charles Krauthammer (Washington Post):"Savaşıyoruz, çünkü bu piçler beşbin insanımızı öldürdüler; biz onları öldürmezsek gelip yine bizi öldürecekler..." Thomas Friedman (New York Times):"Teröristlerle kuralsız savaşalım. Savaşa şans vermek gerekiyor..." (Bkz:F.Koru, Y. Şafak, 17 Kasım)
Bush’un “Haçlı” gafı (!), Berlusconi’nin “Bizim üstün medeniyetimiz” anlamındaki sözleri, “Ya bizdensiniz, ya da onlardan” söylemleri Batı insanının zihnindeki gerçeğin en yalın ifadeleridir. Nitekim Fukuyama “Tarihin Sonu” teorisi ile bunu açıkça dile getiren bir düşünürdür. Bu zihniyete göre dünyada daha üstün bir medeniyetin gelmesi mümkün değildir. Ancak bu zihniyet; hem kendi çirkinliklerini görmeyen bir çifte standart örneğidir, hem de kendilerini besleyen “Gerçek Bir Medeniyet”e karşı nankörlüktür.
Bütün dezenformasyon çalışmalarına ve medyatik taarruzlara rağmen bu gerçeği bilen ve dile getiren insanlar da vardır.
Hewlett Packard'ın Yönetim Kurulu Başkanı Carly Fiorina'ya ait aşağıdaki konuşma 11 Eylül saldırısından iki hafta sonra yapılmıştır:
“Bir zamanlar dünyada çok büyük bir medeniyet vardı.
Bu medeniyet bir okyanustan diğerine, kuzey iklimlerinden tropiklere ve çöllere uzanan kıtalararası bir süper devlet yaratmayı başarmıştı. Hakimiyetinde farklı din ve etnik kökenden oluşan yüz milyonlarca insan adalet ve barış içinde bir arada yaşadı.
Dillerinden biri dünyanın çoğunun evrensel dili ve yüzlerce ülkenin insanları arasında bir köprü haline geldi. Orduları birçok farklı milliyetten oluşuyordu ve daha önce hiç görülmemiş bir barış ve refah düzeyinin yaşanmasını sağladı. Ticari sınırları Latin Amerika'dan Çin'e kadar uzanıyordu.
Ve bu medeniyet her şeyden çok yeni buluşlarla gelişimini sürdürdü. Mimarları yerçekimine meydan okuyan binalar dizayn ettiler. Matematikçileri bilgisayarların yapılmasını ve encryption'in (şifreleme sistemi) bulunmasını sağlayan cebir'i ve algoritma'yı yarattılar. Doktorları insan vücudunu incelediler ve birçok hastalığa çare buldular. Astronomları göğü incelediler, yıldızları adlandırdılar ve uzay araştırmaları ile uzaya yolculuğun önünü açtılar.
Yazarları binlerce hikaye yarattı: Cesaret, aşk ve gizem hikayeleri. Şairleri aşk'ı yazdılar, onlardan öncekiler bunları düşünmekten bile korkarken.
Diğer milliyetler düşünce'den korkarken, bu medeniyet düşünce'yi geliştirdi ve canlı tuttu. Geçmiş medeniyetlerin bilgisi sansür tarafından tehdit edilirken, bu medeniyet ilmi yaşattı ve geleceğe miras bıraktı.
Evet, İslam medeniyetinden bahsediyorum: 800'lerden 1600'lere kadar hüküm suren ve Osmanlı İmparatorluğunu, Bağdat Krallığı'nı, Şam'ı, Kahire'yi ve Kanuni Sultan Süleyman gibi aydın yöneticileri içine alan İslam Medeniyeti'nden.
Bizler çoğunlukla bu medeniyete olan teşekkür borcumuzun farkında olmasak da, onun hediyeleri bizim mirasımızın büyük bir parçasını oluşturuyor. Arap matematikçilerinin katkısı olmadan bugünün endüstri teknolojisi varolamazdı. Mevlana C. Rumi gibi sufi şair-filozoflar şahsiyet ve hakikat kavramlarımıza meydan okudular. Kanuni Sultan Süleyman gibi liderler ise tolerans ve sivil liderlik düşüncesine önemli katkılarda bulundular.
Ve belki de Kanuni'den şöyle bir ders çıkarabiliriz: Tevarüse değil, bireysel yeteneğe dayalı bir liderlik. İçinde Hırıstiyan, Müslüman ve Yahudi geleneklerini barındıran çok çeşitli bir halkın bütün yeteneklerinden yararlanan bir liderlik anlayışı.
Kültürü, kalıcılığı, farklılığı ve cesareti besleyen böyle aydın bir liderlik, 800 yıllık bir gelişim ve başarıya önderlik etti.
Şu an içinde bulunduğumuz karanlık ve hassas dönemlerde, bizler kendimizi böylesine muhteşem toplum ve kurumlar inşa etmeye adamalıyız. Ve her şeyden çok, liderliğin önemi üzerine odaklanmalıyız; gözüpek, kararlı ve girişimci liderliğin" (Y. Şafak, Yusuf Kaplan, 14 Kasım)
İslâm dinine ve İslâm Mediniyeti’ne en çok saldırı kadının konumu noktasında yöneltilmektedir. Halbuki Batılı birçok kadının İslâm dinini tercih etmesinde birçok ibretler vardır.
Batı’nın üstünlüğü olarak neredeyse birinci sıraya yerleştirilen “kadın” konusu, aslında Batı Medeniyeti’nin çöküşünün birinci halkasını teşkil etmektedir.
Kadının meta haline getirilmesi başlı başına bir problem olduğu gibi, halihazırdaki düzen Batı insanının aile yapısını bozmuş, çocuk yetiştirmek büyük bir külfet olarak algılanmaya başlanmıştır. Sayısı gittikçe azalan aileler yüksek boşanma oranları sebebiyle parçalanmakta, çocuk yetiştirmek gibi zor bir görev genelde annelerin zayıf omuzlarında büyük bir yük olarak kalmaktadır. Üstelik aile ortamından, baba terbiyesinden, anne şefkatinden mahrum yetişen çocuklar birçok problemlerle karşılaşmaktadırlar.
Hazret-i Allah yarattığı kullarına nasıl bir fıtrat yerleştirdiğini elbette en iyi bilecek olandır. İslâm dininin verdiği role razı olan erkek olsun, kadın olsun gerçek aile huzurunu ancak bu sayede bulabilmektedir.
Bu hakikat her insanın günlük yaşamında müşahede edebileceği bir gerçektir. Erkek ve kadının fizyolojik olarak eşit olmadığını gözümüzle gördüğümüz gibi, psikolojik ve duygusal yapısı da eşit değildir. Her birisinin ayrı ayrı hususiyetleri, ayrı ayrı meziyetleri vardır.
Kadını bir meta haline getiren, nefsani arzularını tatmin uğruna sınır tanımaz bir günah içerisinde yuvarlanan insanların bu yaşayıştan birdenbire vazgeçmesi, uyuşturucu mübtelasının bu beladan kurtulmak için gerekli iradeyi gösterememesi ile hemen hemen aynı şeydir.
Günahlar ve dünyevî arzular peşinde bile bile huzursuz bir hayat yaşamak isteyenlere söyleyecek bir sözümüz yoktur. Birçok batı insanı hakikatı arıyor, buluyor. Bizim birçok insanımız ise, Batı Medeniyeti(!)nin günah ve sapıklığını taklit etmek uğruna dinden ve imandan soyuluyor.
Dışişleri Bakanı Kıbrıs konusunda gerekirse en ağır bedeli ödeyebileceğimizi söyledi. Bu ağır bedelin AB üyeliğinden vazgeçmek olduğunu cümle alem biliyor. Ancak bu gerçeği dile getirmekten, sütununa taşımaktan, tartışmaktan, yani böyle bir ihtimali düşünmekten dahi korkan insanlarımız, yazarlarımız bulunmaktadır. Bu insanların hal ve tavırlarına bakılırsa AB üyeliğinden vazgeçmek bu insanlarımız için en yakın akrabalarını kaybetmekten daha büyük psikolojik travmalara sebep olduğu, üzüntüden baygınlık geçirdikleri görülmektedir.
Halbuki Türkiye AB’ye kuyruk olmaya razı olduğu müddetçe uluslararası arenada herhangi bir ağırlık tesis edemez. Bu halimizle Batı ülkeleri nezdinde saygı duyulan bir ülke olmadığımız gibi, müslümanlar nezdinde de saygı duyulmayan bir ülke durumunda kalmaktayız.
Uluslararası toplumun saygı duyulan, onurlu bir üyesi olmak için neyi bekliyoruz?