Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ dünya ve âhireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratmıştır. Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Allah-u Teâlâ’nın, kullarına muradını bildirmek, onlara emir ve yasaklarını haber vermek, irşad ve ikaz etmek üzere seçtiği ve vazifelendirdiği insanlara peygamber adı verilir.
İnsanların en hayırlıları ve en seçkinleridirler. Allah-u Teâlâ onları yol gösterici ve öğüt verici olmaları için bizzat kendisi terbiye etmiş, din ve dünya işlerinde önder kılmıştır. Onlar beşeriyetin ilk mürebbileridirler. Her biri birer numunedirler.
Âyet-i kerime’sinde: “Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik.” buyuruyor. (En’am: 86)
Her hususta doğru sözlüdürler, asla yalan söylemezler. Her türlü itimada haiz olup, istikametten ayrılmazlar. Masumdurlar; günah işlemezler. Son derece iffet ve ismet sahibidirler. İnsanların en zekisi ve en akıllılarıdırlar. Kuvvetli bir iradeye sahiptirler. Allah’tan aldıkları emir ve nehiyleri olduğu gibi insanlara bildirirler.
Allah-u Teâlâ lütfundan, ikram ve ihsanından olarak, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’den sonra da vekillerini gönderdi ve onları da peşpeşe gönderdi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki: “Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır.” (Fâtır: 32)
Hayır yarışlarında öne geçenler ümmet-i Muhammed’e yol gösterici olur. İşte asıl vâris-i enbiya olan öncüler bunlardır.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhî’yi taşır. Hazret-i Allah’ın tecelliyatgâhı olan insan-ı kâmil’dir. İlimleri vehbidir, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hepsi de ayrı ayrı gönderilmişlerdir.
Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onlar hem ahkâm-ı ilâhiyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ’nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Şüphesiz ki cennetlikler, üzerlerindeki köşk sahiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark vardır.”
Ashâb-ı kiram: “Yâ Resulellah! Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz.” deyince buyurdular ki:
“Bilâkis!.. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, onlar Allah’a iman eden ve peygamberleri tasdik eden bir takım adamlardır.”(Müslim: 2831)
1. Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı.
2. Sıddıklar.
3. Şehitlerin Önde Gelenleridir.
Öncüler Allah-u Teâlâ’nın lütfuna mazhar, faziletine nâil olanlardır. Onları sevmiş, seçmiş ve huzuruna kadar çekmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Bunlar O’nun has kullarıdır.
Peygamber, haberci mânâsına gelir. Arapça’daki Nebi ve Resul kelimelerinin karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Allah-u Teâlâ’nın, kullarına muradını bildirmek, onlara emir ve yasaklarını haber vermek, irşad ve ikaz etmek üzere seçtiği ve vazifelendirdiği insanlara peygamber adı verilir.
Peygamberlik vazifesine “Nübüvvet” ve “Risalet” adı verilmektedir. Nübüvvet vazifesi alana “Nebi”, risalet vazifesi alana “Resul” denir. “Enbiya” nebi kelimesinin, “Mürselin” ise resul kelimesinin çoğulu olarak kullanılır.
Allah-u Teâlâ dünya ve âhireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratmıştır. Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
İnsanlar önce hak din üzerinde idiler. Sonradan ihtilâf ve tefrikaya düşerek doğru yoldan saptılar. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara azabı ile korkutan ve rahmetini müjdeleyen peygamberler gönderdi.
İlk peygamber Âdem Aleyhisselâm’dır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise yaratılış itibarı ile ilk, peygamber olarak da son peygamberdir.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamberdim.” buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
Bu arada birçok peygamberler gelip geçmiştir. Kur’an-ı kerim’de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Kimisi bir kabileye gönderilmiştir, kimisi bir ümmete, kimisi bir nesle gönderilmiştir. Kimisi de bütün asırlar boyunca ümmetlerinin peygamberi olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir.” (Bakara: 253)
Bu bakımdan bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere sahiptirler.
Peygamberlik Allah-u Teâlâ’nın bir inâyetidir, bir lütf-u ihsanıdır, çalışmakla elde edilmez. Dilediği kullarını irşadla vazifelendirmiştir.
Onlar en yüksek ahlâka ve vasıflara sahip mümtaz ve müstesnâ insanlardır. Her biri birer numune-i imtisaldir. Hepsi de Hakk’al-yakîn mertebesindedirler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar bizim katımızda seçilmişlerden ve hayırlılardan idiler.” (Sâd: 47)
Ahiret yurdunu düşünüp bunun dışında her türlü dünyevî ve nefsanî düşüncelerden sıyrıldıkları gibi, zihinlerini ve gönüllerini bütünüyle âhiret hayatını hatırlatmaya çevirmişlerdir.
Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ mertebelerini yüceltmiş, onlara hiç kimsenin ulaşamayacağı makamlar vermiştir.
“Onların hepsi sâlihlerdendi.” (En’am: 85)
Üzerlerine düşen kulluk vazifelerini hakkıyle yapıyor, sakınılması gerekenden sakınıyorlardı.
İnsanların en hayırlıları ve en seçkinleridirler. Allah-u Teâlâ onları yol gösterici ve öğüt verici olmaları için bizzat kendisi terbiye etmiş, din ve dünya işlerinde önder kılmıştır. Onlar beşeriyetin ilk mürebbileridirler. Her biri birer numunedirler.
Âyet-i kerime’sinde:
“Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik.” buyuruyor. (En’am: 86)
Her hususta doğru sözlüdürler, asla yalan söylemezler. Her türlü itimada haiz olup, istikametten ayrılmazlar. Masumdurlar; günah işlemezler. Son derece iffet ve ismet sahibidirler. İnsanların en zekisi ve en akıllılarıdırlar. Kuvvetli bir iradeye sahiptirler. Allah’tan aldıkları emir ve nehiyleri olduğu gibi insanlara bildirirler.
Âyet-i kerime’de:
“Onları emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık.” buyuruluyor. (Enbiyâ: 73)
Onlar din ve dünya işlerinde kendilerine uyulan önderlerdir. Allah-u Teâlâ’nın emriyle insanlara hak ve hakikati gösterdiler.
•
Peygamberlere iman etmeyen kimse, Allah-u Teâlâ’ya iman etmemiş olur. Birine iman etmemek de, hepsini inkâr etmek gibidir.
Acziyetlerini her zaman için itiraf eden, azamet-i ilâhî karşısında korkan ve titreyen bu peygamberler, insanları Allah’ın birliğine davet ve kul olmaya teşvik ettiler.
Bu mukaddes vazifeyi yaparken de hiçbir maddi menfaat, hiçbir karşılık gözetmediler.
Hakk’ı tebliğ ettikleri topluluklara:
“Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabb’ine âittir.” demişlerdi. (Şuarâ: 109)
Kur’an-ı kerim’de ibretli kıssaları, güzel halleri anlatılmış, yürüdükleri yoldan ve izden gitmemizin, onları numune almamızın gerektiği beyan edilmiştir:
“O peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup onlara uy, o yoldan yürü.” (En’am: 90)
Onların hepsinin tuttukları Tevhid, doğruluk, dine bağlılık, fazilet yolunu tut, o yolu takip et.
“Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar.” (Hûd: 120)
Zorluklarla karşılaşan kimseler, böylece teselli bulmuş olurlar. İmanları artar, gönülleri rahatlar.
“Bunda da sana hak ve müminlere öğüt ve uyarı gelmiştir.” (Hud: 120)
Çünkü müminler yapılan öğüt ve uyarılardan yararlanırlar, vakit kaybetmeden yola koyulurlar.
Dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratan Allah-u Teâlâ, bunun içindir ki ilk insanı ilk peygamber kılmış, insanlar arasından seçtiği ve görevlendirdiği peygamberleri vasıtası ile insanları varlığından haberdar etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ta ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmasın.” (Nisâ: 165)
Bu Âyet-i kerime’de peygamberler gönderilmesinin insanlar için bir zaruret olduğu, daha sonra insanların: “Ey Rabb’imiz! Vaktiyle bize hükümlerini bildiren bir elçi gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tâbi olsaydık, bu felâketler başımıza gelmeseydi!” gibi ortaya atacakları bahanelere yer verilmeyeceği anlaşılmaktadır.
İnsan akl-ı selim sayesinde her ne kadar iyiliklerin faydalarını, kötülüklerin zararlarını idrak edebiliyorsa da, çoğunlukla insanlar onlardan gaflette bulunmaktadırlar. Dolayısıyle insanlar hak yolunu bilen, kendilerine o yola girmelerini emreden ve bu hususta teşvikte bulunan, muhalefet halinde uyaran bir öndere muhtaçtırlar. Çünkü insanlar kendi leh ve aleyhlerinde olan şeylerin bilgisini ancak aracı yoluyla alacak kabiliyette yaratılmışlardır.
İnsanlardan bir kısmı hem sapar hem de saptırırlar. Toplumun düzeni, ancak bunlara dur denilmesi ve hizaya getirilmeleri yoluyla mümkün olabilir.
Bir kısmı ise kısmen isabetli görüşlere sahiptirler. Bunlar doğru yola tam mânâsıyla ulaşamazlar. Bir şeyi elde ederlerse, pek çok şeyi kaçırırlar. Bunlar kendilerini kemâl mertebesine ulaşmış, rehbere ihtiyacı olmayan mükemmel insanlar şeklinde görürler. Dolayısıyle onlara içerisinde bulundukları cehaleti hatırlatmak ve onları uyarmak gerekir.
Allah-u Teâlâ’nın yüce hikmeti, zaman zaman hak ve hakikat bilgisine sahip üstün insanlardan birini göndermeyi gerekli kılar. Allah-u Teâlâ onların gönderilmesini insanların karanlıklardan aydınlığa çıkmaları için bir sebep kılar ve kullarına hem kalplerini hem de yüzlerini ona çevirmelerini farz kılar. Mele-i âlâ’da ona itaat eden ve ona katılan kimseye karşı hoşnutluk; karşı çıkan ve düşmanlık edene karşı ise lânet tahakkuk eder. Allah-u Teâlâ insanlara bu durumu haber verir ve gönderdiği kimselere uymalarını emreder. İşte bu zevât-ı kiram’a peygamber adı verilmektedir.
“Allah Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Nisâ: 165)
Hükmüne karşı gelinmez, yaptığını hikmetiyle sağlam yapar. Peygamber gönderip kitap indirmek de bu hikmetler arasındadır.
Allah-u Teâla peygamber gönderip de emir ve yasaklarını duyurmadıkça hiçbir ferde ve topluluğa azap etmez. Eğer edecek olsaydı onlar şöyle diyebilirlerdi:
“Ey Rabb’imiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, böyle zelil ve rezil olmadan evvel âyetlerine uysaydık.” (Tâhâ: 134)
Bu duruma göre kıyamet günü hiçbir ferdin mâzeret beyan edip uhrevî mesuliyet ve felâketten kurtulması mümkün olmayacaktır.
Allah-u Teâlâ onları yol gösterici ve öğüt verici olmaları için bizzat kendisi terbiye etmiş, din ve dünya işlerinde önder kılmıştır. Onlar insanların en hayırlıları ve en seçkinleri, beşeriyetin ilk mürebbileridirler. Her biri birer numunedirler.
İnsanları Allah yoluna çağırdılar. O’nun emir ve yasaklarını dinlemeye ve itaat etmeye teşvik ettiler. Yoldan sapanların âkıbetlerinin kötü olacağını, dünya saâdetinden ve ahiret selâmetinden mahrum olacaklarını haber verdiler. “İşittik, itaat ettik!” diyenleri A’lây-ı illiyyîn’e çıkardılar, söz dinlemeyenleri kendi hallerine bıraktılar.
Üzerlerine aldıkları bu ağır vazifeden dolayı dünyevî hiç bir ücret ve herhangi bir karşılık beklemediler; Liveçhillâh, rızâenlillâh yaptılar. Almak için değil, vermek için; yaşamak için değil, yaşatmak için gönderilen bu mübarek hidayet kandilleri her türlü gösterişten ve debdebeden uzak oldular.
Yol onlarla aydınlandı, yön onlarla tayin edildi.
Sayıları yüzyirmidörtbini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhî’nin birer tecellileridirler. Hâlik-ı azîmüşan’ı en iyi bilenler onlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Geçmiş her ümmet için mutlaka bir uyarıcı peygamber gelip geçmiştir.” (Fâtır: 24)
Kur’an-ı kerim’de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bir kısım peygamberlerin kıssalarını sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık.” (Nisâ: 164)
Acziyetlerini her zaman için itiraf eden, azamet-i ilâhî karşısında korkan ve titreyen bu peygamberler, insanları Allah-u Teâlâ’nın birliğine dâvet ve kul olmaya teşvik ettiler.
Allah-u Teâlâ lütfundan, ikram ve ihsanından olarak, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’den sonra da vekillerini gönderdi ve onları da peşpeşe gönderdi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır.” (Fâtır: 32)
Hayır yarışlarında öne geçenler ümmet-i Muhammed’e yol gösterici olur. İşte asıl vâris-i enbiya olan öncüler bunlardır.
“İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır: 32)
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhî’yi taşır. Hazret-i Allah’ın tecelliyatgâhı olan insan-ı kâmil’dir. İlimleri vehbidir, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.
“Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır: 32)
Bunlar nadiren gelenlerdir, yüz senede bir defa gelirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hepsi de ayrı ayrı gönderilmişlerdir.
•
Allah-u Teâlâ öncüleri tasvir ederken, onların büyük bir kısmının öncekilerden, bir kısmının da sonrakilerden olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Onların büyük bir kısmı eski ümmetlerdendir. Bir kısmı da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 13-14)
Önceki ümmetlerden öncülerin çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm’dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamanı saâdetlerine gelinceye kadar yüzyirmidörtbin peygamber gelip geçmiştir.
Binaenaleyh “Kimi öncekiler”den maksat, geçmiş ümmetlerdir, sonrakiler ise bu ümmettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Bizler en sonra gelmişken, kıyamet gününde en başa geçecek olanlarız.” (Buhârî)
Bu sâbikûn yani öncüler Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın nurunu ve vekâletini taşıyan mukarreblerdir. Bunlar mârifetullah ehlidir.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Her asırda benim ümmetimden ‘Sâbikûn=önde gelenler’ vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.”(Nevâdirü’l-usûl)
Enbiyâ-i izam Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a dâvet ederler.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine vermemiştir.
Sevdiği ve seçtiği kulunu kendisine çeker, yüzüne yüzü ile tecelli eder, dilediğini lütfeder.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:)
“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)
Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir.” (Ebu Nuaym, Hilye)
Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onlar hem ahkâm-ı ilâhiyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ’nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)
•
Allah-u Teâlâ’ya yakın olanlar, O’nun dilemesiyle emir nisbetinde hem tasarruf ederler, hem de vazife görürler. Şehitler başka bunların vazifesi başka.
Bunlar sıdk makamına kadar çıkmışlardır. Bunlar şehitlerden de üstündürler. Yalnız bazı şehitler de bu kısma girer.
Nasıl ki cinler Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiği izin ile her kılığa ve kıyafete girebiliyorlarsa; gerek has kulları olan sıddıklar, gerekse şehitlerin önde gelenleri, Allah-u Teâlâ’nın izniyle istedikleri surete girebilmektedirler. Tasarruf memurları yanında bulunurlar, fakat sen görmezsin.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Uhud savaşında kardeşlerimiz şehit olunca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Onlar cennet nehirlerinden içerler, meyvelerinden yerler ve Arş’ın gölgesi altında asılı bulunan altın kandillere konarlar.” (Müslim-Ebu Dâvud)
Hem şehitler, hem sıddıklar bu hâle geçebilirler.
Sıddıkların esrârı ayrıdır. Onları Allah-u Teâlâ dilediği şekilde yürütüyor.
Şehit, kazandığının mükâfatını görüyor, safâsını sürüyor. Sıddıkların esrârı ise ayrıdır. Onları Allah-u Teâlâ lütfu ile dilediği şekilde yürütüyor. O Hakk’a yakındır, yine vazifededir. Dünyaya daima tasarruf ederler. Allah-u Teâlâ’nın destek vermeyi dilediğine destek vermeye çalışırlar.
Bu hususta bir sır ifşâ edelim:
Her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri gönderdiği peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm’dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun zaman-ı saâdetine erişirlerse mutlaka ona iman edip yardım edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini ümmetlerine müjdelediler ve âhir zaman nebisinin zaman-ı saâdetini idrak ederlerse hemen iman edip dinine yardım edeceklerine dair onlardan söz aldılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı Sübhânî’si ile peygamberleri arasındaki bu ahdi kuvvetli bir misak olarak kaydetmiş, bu kesin sözü yeminle pekiştirmiştir.
“Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek.” (Âl-i imran: 81)
O zât-ı âlî, peygamberler zincirinin son halkasını teşkil edecek olan peygamber Muhammed Aleyhisselâm’dır.
“Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken, hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştı. Hepsi de kendilerini tasdik eden Muhammed Aleyhisselâm’a iman ve yardım için Allah-u Teâlâ’ya söz vermişlerdi.
“‘Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti.” (Âl-i imran: 81)
Peygamberlerden misak alındığının belirtilmesi, onlara tâbi olan ümmetlerinden de alındığını gösterir.
“Onlar da: ‘Kabul ettik.’ demişlerdi.” (Âl-i imran: 81)
O Azîz Peygamber’e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî’yi kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
“Allah da: ‘O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.’ buyurmuştu.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ nasıl ki bütün enbiyâ-i izam hazerâtından Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini destekleyeceklerine dair söz aldıysa; hiç şüphe etmeyin ki onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vârislerini, zamanın idarecisini de desteklerler. Hiç şüphe etmeyin buna.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.” buyurmuşlardır. (K. Hafâ)
Bazı Enbiyâ-i izâm Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’le bizim öyle yakın ilgimiz vardır ki, size söylememiz mümkün değildir. Onlardan hiç ayrı-gayrı işimiz olmaz, bunlar size bildirilmez.
Onun içindir ki gerek onlar gerekse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vârisi olan velilerin hepsi nazar ederler ve emir nisbetinde destek vermeye çalışırlar. Bu husus çok gizlidir.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i destekleyeceklerine dair söz almış, onu desteklemeye memur olanlar, onun vekilini de desteklemeye memurdurlar.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İşte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraberdirler.” (Nisâ: 69)
Bu bağ dünyada iken temin ediliyor ve oraya intikal ediyor. Böylece orada da onlarla oluyor.
Hülâsa olarak, şehitlerle sıddıkların durumu ayrılmış oldu. Şehit kazandığının mükâfatını alacak, bunlar ise memurdurlar ve her an vazifededirler.
•
Onlar Hazret-i Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır.
Onların ahiretteki hâl ve şanları bizim her türlü takdirimizin fevkinde güzeldir. Uğur ve bereketleri gerçekten de gıpta edilecek bir durumdur. Nâil olacakları nimetlerden dünyada haber vermek mümkün değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İşte onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır. Naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 11-12)
Bunlar, Hazret-i Allah’ın zâtına seçtiği, hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhiyesine aldığı, sevip beğendiği, hem nuru ile hem de kudsi ruhu ile desteklediği, sıddıkıyet makamına çıkardığı has ve hususi kullarıdır.
İşte bu öncü olan zâtlar naim cennetlerinde olacaklardır. O pek büyük ve yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, maddi ve mânevi hikmetlerle devamlı huzur ve lezzet içindedirler.
“Muttakiler için Rabb’leri katında Naîm cennetleri vardır.” (Kalem: 34)
•
Dünyada iken Allah-u Teâlâ’ya tam bir teslimiyetle bağlanan, ahidlerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine getiren sıddıklara ahirette büyük müjdeler vardır.
“Allah şöyle buyurur: Bu, sâdıkların sadâkatlerinin fayda vereceği gündür.” (Mâide: 119)
Kâfirlerin küfrü, müşriklerin şirki, fâsıkların fıskı kendilerini esfel-i sâfiline indirirken, sâdıkların sadâkati onları a’lây-i illiyyin’e çıkaracaktır.
“Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.” (Mâide: 119 - Beyyine: 8)
Bütün gönüllerin aradıkları kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızâdır. Ulviyeti her türlü tasavvurların fevkindedir.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’ın hoşnut olması en büyük şeydir.” buyuruluyor. (Tevbe: 72)
Rıdvanın zevkine tamamen ermiş bulunurlar. Haklarında tecelli eden böyle bir lütuf ve ihsandan dolayı fevkalâde mahzun olarak kalben müsterih, lisanen de arz-ı şükranda bulunurlar.
“Bu, Rabb’inden şiddetle korkan kimseye mahsustur.” (Beyyine: 8)
Haşyet; korku mânâsına gelen “Havf”dan daha şiddetli bir korku demektir. Bütün kemâlât işte bu Haşyetullah’ın içindedir.
Azamet-i ilâhi karşısında bu haşyete sahip olanlara büyük müjdeler vardır:
“Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)
“İşte büyük kurtuluş budur.” (Mâide: 119)
Bu, daha büyüğü olmayan bir kurtuluştur.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
“Vallahi Allah sevdiği kulunu cehenneme atmaz.” (Münâvî)
Allah-u Teâlâ sevip seçtiği, zâtına çektiği, kendisine yaklaştırdığı öncülerin cennetteki durumlarını ise şöyle haber vermektedir:
“Cennet muttakilere yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.” (Kâf: 31)
Cennete yaklaştıkça oranın nefis kokusunu için için duyarlar, her nefes alıp vermede şevkleri ve ümitleri bir kat daha artar. Gözler görmedik, kulaklar işitmedik, beşer gönlünden geçmedik şeyler görürler.
Ve taraf-ı ilâhî’den taltif olunurlar:
“İşte bu cennet; Allah’a yönelen, O’nun buyruklarına riâyet eden, görmediği halde Rahman’dan korkan, Allah’a yönelmiş bir kalp ile gelen sizlere, hepinize vaad olunan yerdir. Oraya esenlikle girin!” (Kâf: 32-33-34)
Sanki yaratıldıklarından beri orada oturuyorlarmış gibi, yollarını şaşırmadan ve hiç kimseye yol sormadan konaklarına giderler.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1343)
Sehl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmişbin veya yediyüzbin kişi girecek. Öyle ki sonrakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf hâlinde girecekler.) Yüzleri ayın ondördü gibi olacaktır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1344)
Bunlar kimlerdir?
Bunlar, Allah-u Teâlâ’nın şefaat izni verdiği kimselerdir. Bu, derece derecedir. Onlara bahşedilen bu şefaat sayesinde, en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi girmeyecektir.
“Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Onların üzerine karşılıklı olarak yaslanırlar.” (Vâkıa: 15-16)
Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarına kolaylık sağlamak için o nimetleri dünya nimetlerinin isimlerini anarak zikrediyor.
Yoksa bunların vasıflarını bütünüyle anlamamız ve kavramamız imkânsızdır. Cennetteki nimetler, orada bulunan herkesi doyasıya ihata eden nâmütenahi nimetlerdir.
Bu öncü olan zâtlar altından örülmüş, inciler ve yakutlar ile süslenmiş o güzide tahtların üzerinde birbirlerine kemâl-i hürmetle nazar ederler.
“Tahtlar üzerinde karşılıklı oturmaktadırlar.” (Sâffât: 44)
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
Müteakip Âyet-i kerime’lerde öncülerin Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve ikramlarına nâil olacakları temsillerle beyan buyuruluyor:
“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.
Akıp giden şarap kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.
Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.” (Vâkıa: 17-18-19)
Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde akıp duran ırmaklar şaraplarla doludur.
Güzel yüzlü, tatlı sözlü, yaşlanmayan, tazelik ve zerafetini kaybetmeyen inci görünümlü gençler hizmet ederler.
Başağrısı yapmayan, şuuru zedelemeyen, aklı gidermeyen ve neşe veren içecekler sunulur.
Bu nimetlerin ne sonu, ne bitimi vardır. Sermedi ve ebedi olarak devam eder.
“Onlara canlarının istediği meyveden ve etten bol bol veririz.” (Tûr: 22)
Cennette arzu edilen nimetler her an hazır olduğu için hiçbir sıkıntıları olmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz İbn-i Mes’ud -radiyallahu anh-a:
“Sen cennette iken canın kuş arzu edecek, o da senin önüne kızarmış olarak düşüverecektir.” buyurmuşlardır.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın hoşnut kalacağı ameller işlemişlerdir.
“İşledikleri amellerine karşılık olarak, gün görmemiş inciler gibi ceylan gözlü huriler vardır.” (Vâkıa: 22-23-24)
Hurilerin vasıfları anlatmakla tükenmez, tarif de edilemez.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehlinden derecesi en düşük olanın seksenbin hizmetçisi, yetmişiki zevcesi vardır.” (Tirmizî: 2565)
Öncülere verilen bir ikram-ı ilâhî’dir.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hurilerin vasıflarını şöyle teşbih buyuruyorlar:
“Cennet ehlinden bir kadın, yeryüzündeki insanlara görünecek olsa, dünya ve içindekileri, yerle gök arasını aydınlatır, yerle gök arasını güzel koku ile doldururdu.
Onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” (Tirmizî: 2525)
Bu güzelliğin derecesini dünya ölçüleri ile kaleme dökmek elbette ki imkânsızdır.
“Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar, sadece selâma karşılık selâm sözü işitirler.” (Vâkıa: 25-26)
Selim sözler konuşurlar. Birbirlerinden ancak esenlik ihtivâ eden sözler işitirler. Lâubalilik, boş söz, kötü söz duymazlar. Kendi aralarında selâmı yayarlar ve ard arda selâmlaşırlar.
“Melekler her kapıdan yanlarına varırlar. ‘Sabretmenize karşılık size selâm olsun. Burası dünyanın ne güzel bir sonucudur!’ derler.” (Ra’d: 23-24)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ikram ve ihsan-ı ilâhisine mazhar olmuş kimselerdir ki onları mükâfat olarak cennetlerine ve engin nimetlerine dahil etmiş, en büyük lütuf olarak Cemâlullah’ı bahşetmiştir.
•
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır.” (Nâziât: 40-41)
Allah-u Teâlâ Rahman sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır. Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 46-47)
Bu iki cennetten birisi dünyada iken gönül cennetine girmektir, ahirette ise dilediği lütfunu onlara bahşeder.
Makamın Allah-u Teâlâ’ya izafe edilmesi, hükümranlığın yalnız O’na mahsus olmasından dolayıdır.
“Rabb’inin makamı”; âlemlerin Rabb’i olan Allah-u Teâlâ’nın her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.
Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir.
Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Hazretleri bir gün düşünüp kıyamet, mizan, cennet, cehennem, meleklerin dizilmeleri, göklerin katlanışı, dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülmesi ve yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş ve:
“Arzu ederdim ki, ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni yeselerdi ve ben yaratılmamış olsaydım” demişti.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ’nın huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet verileceğine dair Âyet-i kerime nâzil oldu.
Ki birisi cismani cennet, diğeri ruhani cennet.
Ve bu iki cennet “Mukarrebler”e mahsustur.
Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“İki cennet Allah-u Teâlâ’ya çok yaklaştırılmış olan öncülere (mukarreblere) verilecektir. Onların oradaki eşyaları altından olacaktır.
Diğer iki cennet de, kitapları sağlarından verilen Ashâb-ı yemin’e verilecektir. Onların eşyaları da gümüştendir.” (Feth’ül-bâri)
Daha sonra Allah-u Teâlâ mukarreblere bahşedeceği iki cenneti Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“İkisi de çeşit çeşit ağaçlarla doludur.” (Rahman: 48)
Bu ağaçların güzel, yemyeşil dalları vardır. Bu dallar en iyi cinsten olgun meyvelerle yüklüdür. Gölgeleri de pek lâtiftir, manzarası bakanları usandırmaz.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 49)
Allah-u Teâlâ mümin kullarını cennetlerde bu türlü nimetlere nâil buyuracaktır. Bunları inkâra kim cüret edebilir?
“İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.” (Rahman: 50)
Bu iki pınar tatlı ve güzel su akıtırlar. Birine Tesnim, diğerine Selsebil denilir.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 51)
Bunlar öyle ulvî nimetlerdir ki, bunlardan ancak inkârcılar mahrum bulunacaklardır.
“İkisinde de her türlü meyveden çift çift bulunur.” (Rahman: 52)
Yaşı da vardır, kurusu da, istenilen meyve istenildiği zaman ve mekânda mevcuttur. Getirmek, götürmek, ağacından toplamak zahmetleri yoktur.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 53)
Bu lezzetli nimetlerin hangi birini inkâr edebilirsiniz?
“Orada örtüleri kalın, parlak atlastan (istebraktan) yataklara yaslanırlar.” (Rahman: 54)
Örtüleri bu kadar güzel olursa yüzlerinin güzelliğini Allah-u Teâlâ bilir.
“İki cennetin meyveleri kolayca toplanır.” (Rahman: 54)
Oturan da ayakta duran da ve yatan da uzanıp alabilir. Onlar dünya meyvelerine benzemez.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 55)
Böyle bir nimet sahibine nasıl nankörlük edilir?
“Oralarda bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş eşler vardır.” (Rahman: 56)
Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Gören bir gözü başkasına bakmak istemeyecek derecede kendilerine bağlarlar.
“Bu kocalarından önce kendilerine ne insan ne de cin dokunmamıştır.” (Rahman: 56)
Bilâkis onlar bakiredirler.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 57)
Bu husustaki vaad-i Sübhânî katidir, nasıl olur da bunlar inkâr edilebilir?
“Sanki onlar yakutturlar, mercandırlar.” (Rahman: 58)
Saflık bakımından yakut, beyazlık bakımından da mercan gibidirler.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 59)
Bu pek güzide hanımlar ne büyük birer nimettirler. Bunları da mı inkâr edeceksiniz?
“İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (Rahman: 60)
Dünyada iyilik ve güzellikte bulunan müminler, ahirette iyilik ve güzellikle mükâfatlandırılırlar.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 61)
Bu ilâhi lütuflardan bihaber yaşamak kulluğun şânına yakışır mı?
Mukarrebler için hazırlanan iki cennetten sonra Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde amel defterleri sağlarından verilen ve “Ashâb-ı yemin” denilen müminler için de iki cennet olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır.” (Rahman: 62)
Allah-u Teâlâ o iki cenneti sonraki iki cennetten derece ve mertebe itibarıyla üstün kılmıştır. Hadis-i şerif’te geçtiği üzere mukarreblerin oradaki eşyaları altından olduğu gibi, bu iki cennette bulunanların eşyaları da gümüştendir.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 63)
Bunları da inkâr etmek cehalet ve nankörlük değil midir?
Allah-u Teâlâ bu iki cennetin vasıflarını da Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Koyu yeşildirler.” (Rahman: 64)
Yeşilliklerinin ileri derecede olmasından dolayı siyahı andırırlar. Bakanların gönüllerine ferahlık verirler.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 65)
Bütün bu cennetler birer nimettir, bunları inkâr etmek akıl kârı değildir.
“İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır.” (Rahman: 66)
Fışkırır, püskürür dururlar, hiç kesilmezler. Seyredenler mesrur olur.
Cennette her şey daima mamur ve ebedi olduğu için, oranın sefâsı dünyanın sefâsına kıyas kabul etmez.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 67)
Hayat menbaı olan bu çeşmeler de ilâhî nimetlerdendir. Bunlar da elbette inkâr edilemez.
“İçlerinde çeşitli meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır.” (Rahman: 68)
Hurma ve nar da meyve olduğu halde, “Çeşitli meyveler”den sonra ayrıca zikredilmiştir. Bu ise diğer meyvelerden daha üstün olduğunu göstermektedir.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 69)
Bütün bunlar bir atiyye-i Sübhâniye’dir, bunları da inkâra hiç kimsenin salâhiyeti yoktur.
“İçlerinde güzel huylu güzel yüzlü kadınlar vardır.” (Rahman: 70)
Onlarda kin, haset, kıskançlık gibi kötü huylardan hiçbiri yoktur. Aynı zamanda eşlerinin memnun olacağı güzellikteki simalara sahip olacaklardır.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 71)
Bunları inkâr edenler kendi cehaletlerini teşhir etmiş olurlar.
“Çadırlar içinde örtülü (gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş) huriler vardır.” (Rahman: 72)
Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır.
Cennet her ne kadar sorumluluk yeri değilse de, onlar mahremleri dışında kimseye gözükmezler. Çünkü bunlar gizli şeyler kabilindendir.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 73)
Elbette ki bunları inkâr etmek akıl kârı değil, sapıklığın ta kendisidir.
“Bunlara onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmamıştır.” (Rahman: 74)
İffet ve temizlik hususunda buradaki hurilerle o iki cennetteki huriler birbirine benzemektedirler.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 75)
Bu kadar ulvî nimetlerden hangi birisi inkâra cür’et edilebilir?
“Yeşil yastıklara ve harikulâde işlemeli yataklara yaslanırlar.” (Rahman: 76)
Şüphesiz ki bütün bu nimetler, burada belirtilen vasıflardan çok daha üstün ve yücedirler.
“Öyleyken Rabb’inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 77)
Bütün bu nâmütenâhi nimetler birer ihsan-ı ilâhidirler. Müminler bu nimetlere nâil olacaklardır. Bunları inkâr edenler ise imansızlıklarının cezasına kavuşacaklar, bu nimetlerden ebediyyen mahrum kalacaklardır.
“Azamet ve ikram sahibi Rabb’inin adı ne yücedir!” (Rahman: 78)
Her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi O’dur.
Azamet, ululuk, yücelik, kibriyâ... gibi büyüklük nişânesi olan ne kadar kemâlât varsa hepsi O’na mahsustur. Her türlü övgü ve tâzim ancak O’na yaraşır.
Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O’nun ikramı, O’nun ihsanıdır.
Cennet şaraplarının en güzeli ve en değerlisi olan Tesnim’den “Mukarreb”ler saf olarak aynen içerler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bu öyle bir pınardır ki, ondan sadece Allah’a yakın olan Mukarrebler içer.” (Mutaffifin: 28)
Bu mânevi kurbiyete mazhar olamayanlar o pek güzide pınarın suyundan içmek şerefine nâil olamazlar.
Tesnim adı verilen bu pınar Mutaffifîn sûre-i şerif’inin 25. Âyet-i kerime’sinde geçen “Ağzı mühürlü saf içki”den daha üstün ve daha güzeldir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rabb’leri onlara tertemiz bir içki içirir.” (İnsan: 21)
Bu doğrudan doğruya alemlerin Rabb’i tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu, Cemâlullah’a kavuşma neşesidir.
Ve onlara şöyle denir:
“Bu sizin için bir mükâfattır, çalışmalarınız mükâfâta lâyık görülmüştür.” (İnsan: 22)
Mukarrebler huzur-u ilâhi’de bütün mertebelerin ilerisinde bulunan öncülerdir.
Tesnim onların şarabıdır. Onlar Tesnim ile kanar, onunla lezzet alırlar.
Tesnim cennet pınarlarının en üstünü olduğu gibi, mukarrebun da cennetliklerin en üstünüdür.
Ruhani cennette Tesnim, marifetullah ve O’nun Cemâl-i bâkemâline nazar lezzetidir. Mukarrebun Tesnim’den başkasını içmezler, yani ancak Allah-u Teâlâ ile meşgul olurlar.
Hiç şüphe yoktur ki Allah-u Teâlâ’nın rahmeti ve merhameti gadabından üstündür.
Âyet-i kerime’sinde:
“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” buyuruyor. (A’raf: 156)
O’nun rahmetinin dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir. Hiçbir müslüman ve kâfir yoktur ki, dünyada O’nun rahmetinin ve nimetlerinin eserleri üzerlerinde bulunmasın.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah mahlûkâtı yaratınca Levh-i mahfuz’daki, yani Allah katında Arş’ın üstündeki kitabına: ‘Muhakkak ki rahmetim gadabıma üstündür.’ diye yazmasını (Kalem’e) emretti.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1319)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ kullarına bir ikram ve ihsan olarak peygamberler göndererek, o mübarek şahsiyetler vasıtasıyle sapanları yoluna dâvet etmiştir.
Âyet-i kerime’de:
“Her toplumun hidayet rehberi bir yol göstericisi vardır.” buyuruluyor. (Ra’d: 7)
Peygamberlerin dâvetinden uzak kalmış hiçbir topluluk yoktur.
•
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’den sonra da peşpeşe vekillerini gönderdi. Her asırda ikaz ve irşadda bulundurdu.
Allah-u Teâlâ bu ümmetin çölağacı misali otlardan olmadığına, diğer ümmetler gibi yalnız kendi maslahat ve menfaati için değil, beynelminel bir vazife için çıkarıldığına işaret ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i imran: 110)
Sizin bu faziletiniz Hakk katında malumdur ve Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Size bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
“İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)
Bu efdal ümmetin bütün ümmetlerden üstün olması; tâbi oldukları âlicenap peygamberin bütün peygamberlerden hayırlı olmasından dolayıdır.
Allah-u Teâlâ bu ümmeti en seçkin ümmet yapınca; onlara dinlerin en mükemmelini, yolların en güzelini bahşetti. Her şeyin en iyisini lütfetti.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani hiçbir peygamberin ümmetine “Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker” vazifesi verilmemiş, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte bundan ötürü sen onları tevhide, birliğe davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma.” (Şûrâ: 15)
Bunlar ümmet-i Muhammed’in öncüleridir.
Hiçbir ümmet yoktur ki arzularının peşine düşmesin; mide ve şehvetlerine bağlı olup, onlar için yaşayıp, onlar uğruna ölmesin.
Ümmet-i Muhammed’e gelince; bu ümmet insanların faydasına çıkarılıp “Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker” yapan, Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanıp O’nun uğruna cihad eden mümtaz bir ümmettir. Allah-u Teâlâ onları kullara tapmaktan kurtarıp Hakk’a kul olmaya, bâtıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslâm’ın adaletine çıkarmak için göndermiştir.
Muhammed Aleyhisselâm’ın yolundan başka bütün yollar kapalıdır. Hidayet rehberi odur. Hazret-i Allah’a varan hedefe onun yolundan gidilir. O, hakikatin köprüsüdür. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı onun irşad sahası içindedir.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre;
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucûrât: 7)
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz.?” (Âl-i imran: 101)
Âyet-i kerime’lerinden o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor. Resulullah Aleyhisselâm’ın Vekilleri o nuru taşımaktadırlar.
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır. Fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hele bu zamanda, her gün bir bölücü, her gün bir fitne türüyor.
Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.” (K. Hafâ)
Resulullah Aleyhisselâm’a Mâide sûre-i şerif’inin 67. Âyet-i kerime’si ile emir buyurulan tebliğ vazifesi, dini tebliğe ve tazelemeye memur oldukları için, bu peygamber vârislerine de şâmildir.
Enbiyâ-i izâm Aleyhimüsselâm Hazeratı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a dâvet ederler, ahkâm-ı ilâhî’yi takviye ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i imran: 104)
Hem kendileri kurtulur, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“İnsanları Allah’a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve ‘Doğrusu ben Müslümanlardanım!’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet: 33)
Âyet-i kerime her ne kadar Resulullah Aleyhisselâm ve onun Ashâb-ı kiram’ı hakkında nazil olmuşsa da; basiret ile Allah’a dâvet eden dâvetçilerin de bu kapsama dahil olduğunda şüphe yoktur.
Allah’a dâvet en güzel sözdür.
•
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir.
Bu gönderilme hususunu size şöyle arzedelim: İsa Aleyhisselâm Antakya halkını Tevhid’e dâvet etmek için Havâriler’inden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi Kur’an-ı kerim’inde şöyle haber veriyor:
“O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı.” (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk’a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmeden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.” (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da o halkı aynı surette Tevhid’e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antakya halkına:
“Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi.” (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Allah-u Teâlâ “Biz gönderdik.” buyuruyor. “Biz gönderdik.” buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ’nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Allah-u Teâlâ’nın emrini tebliğ ediyorsa, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor. Niçin? Gönderilmiş olduğu için.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir. “Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?”
İmamına iman edenler, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hiçe saydıkları için iman ettikleri imamın orada peşinde olup onunla cehennemi boylayacaklar.
Âyet-i kerime’de:
“İnsan sınıflarından herbirini biz o gün imamları ile beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
Binaenaleyh hiç şüphe yok ki bu azgınları da yola getirmek için Allah-u Teâlâ bir ikazcı gönderir. Bu ikazcı O’nun tarafından gönderilir ve kıyamete kadar bunları eksik bırakmaz.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “Sehm-i nübüvvet” ve “Sehm-i velâyet”inden nasip alanlar Hakk iledirler ve Hakk’tan bahsederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif ediyor:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onlar hem ahkâm-ı ilâhî’yi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ’nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.
Şimdi de bu ilimle bu bölücüler dâvet ediliyor.
Halkı ebedî saâdet ve selâmete, cennet-i a’lâ’ya dâvet ettiğimiz gibi, Firavun’un çevresinde de iman edenler vardı; Firavun’u ve etrafını imana dâvet ediyordu.
Firavun kudret ve saltanatını koruma çarelerini düşünmeye başlamıştı. Etrafı da az-çok işin farkındaydı. Firavun’u Musa Aleyhisselâm’a karşı tahrik ederek harekete geçirmek istediler ve dediler ki:
“Musa’yı ve kavmini yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yapsınlar; seni de, ilâhlarını da terketsinler diye mi bırakıyorsun?” (A’raf: 127)
Bu halkın senin hakkındaki düşünce inancını bozacaklar, seni ve ilâhlarını terk edecekler, milli bütünlüğü ortadan kaldıracaklar. Hiç bunlar bırakılır mı?
Firavun, Musa Aleyhisselâm’ı öldürme cesaretini kendinde bulamıyordu. Âsâ’dan öyle gözü yılmış, Musa Aleyhisselâm’dan öyle korkmuştu ki; Musa denildiği zaman, yerden göğe ağzını açmış, kendini yutmaya hazır bir ejderhânın üzerine atıldığının hayali zihninde canlanıyor, lâkin bu korkusunu gizlemeye çalışıyordu.
Kavminin ileri gelenlerinin fikirlerine şöyle karşılık verdi:
“Oğullarını öldürtürüz, kadınlarını sağ bırakırız.” (A’raf: 127)
Nitekim daha önce de böyle bir tedbire başvurup, İsrailoğulları’ndan çok sayıda erkek çocuklarını öldürtmüştü.
“Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz.” (A’raf: 127)
İktidar bizim elimizdedir. Kahredici gücümüzle, ezici yönetimimizle istediğimiz gibi hepsini ezebiliriz. Çoğalıp başkaldırmalarına meydan vermeyiz.
Onlar Musa Aleyhisselâm’ı ne şekilde öldürecekleri hususunda görüşmeler yaparken, Allah-u Teâlâ kendi adamlarından bir iman kahramanını karşılarına çıkartmıştı.
Firavun’un yakınlarından olan bu zât Musa Aleyhisselâm’ı çok severdi. Sarayda büyümesine yardım etmişti. Daha sonra Musa Aleyhisselâm’a inanmıştı. Önceleri temkinli hareket etmiş, imanını gizlemişti. Gizliden gizliye bir süre Firavun’u avutmuş ise de, nihayet Musa Aleyhisselâm’ın kesin kararlılığı karşısında meydana çıkmak lüzumunu hissederek önce nasihata başlamış, sonra da açıktan açığa meydana atılmıştır.
Bu mümin dâvetçinin Firavun’a ve kavmine karşı olan nasihatlarını ve mücadelesini Allah-u Teâlâ Mümin sure-i şerif’inde beyan buyurmuş, bu sureye onun adına izafe olarak “Mümin sûresi” denilmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Firavun âilesinden olup imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki:
“Rabb’im Allah’tır diyen bir adamı mı öldüreceksiniz?” (Mümin: 28)
Oldukça çirkin bir işi bunun için mi işleyeceksiniz? Onun Rabb’i, aynı zamanda sizin de Rabb’inizdir, sadece onun değil.
“Halbuki o Rabb’inizden size apaçık delillerle (mucizelerle) gelmiştir.” (Mümin: 28)
Bütün bunlar onun doğru sözlü olduğuna şehâdet ediyor.
“Eğer yalancı ise yalanı kendisinedir.” (Mümin: 28)
Allah’a yalan isnadı, başka birine yalan isnadı ile bir değildir. Eğer bir kimse haddi aşmış ve yalancı ise, Allah ona mucizelerini göstermez ve kendisini bu mucizelerle desteklemezdi.
“Eğer doğru sözlü ise, sizi tehdit ettiklerinin bir kısmı başınıza gelebilir.” (Mümin: 28)
Çünkü o peygamber, sizin kendisine muhalefet etmeniz halinde, dünya ve ahirette azaba uğramakla tehdit etmektedir. Haber verdiği azapların hepsi değil bir kısmı bile size isabet edecek olsa, bu bir kısımlık azap sizin helâkiniz için yeterlidir.
“Doğrusu Allah, haddi aşan, yalancı olan kimseyi doğru yola iletmez.” (Mümin: 28)
Bu sözde, Firavun’a tariz vardır. Çünkü o, Allah-u Teâlâ’ya karşı son derece haddi aşan ve yalancı birisidir. İlâhlık dâvâsında bulunmaya cüret etmiştir.
•
İman kahramanı mümin zât onları Allah-u Teâlâ’nın hışmından sakındırdı. Mülk ve saltanatları kendilerini kurtaramayacak olan ilâhî azap ile korkutarak nasihatlarına şöyle devam etti:
“Ey kavmim! Bugün memlekette hükümranlık sizindir, başta olanlar sizsiniz.” (Mümin: 29)
Siz Mısır’da İsrâiloğulları’na üstün ve galipsiniz. Bugün onları ezmiş ve köle edinmiş durumdasınız.
Allah-u Teâlâ size bu mülkü vermek, bu üstünlüğü sağlamak ve çok büyük yetkilere sahip kılmakla size nimet vermiş bulunmaktadır. Bu nimetlere şükrederek karşılık verin. Elçisini yalanlamanız halinde gelecek azabı bekleyin.
“Amma Allah’ın hışmı bize gelip çatarsa, kim bizi Allah’ın hışmından kurtarır?” (Mümin: 29)
Elbette ki kimse yardım edemez. Bu orduların, bu askerlerin hiçbir faydası olmaz. O sizi azaplandırmayı dileyecek olursa, o azabı hiçbir kuvvet geri çeviremez.
Mümin zât, kendisini de o toplumun bir ferdi gibi gösteriyordu ki, kendisini onlardan ayrı görmediğini ve hepsinin de iyiliğini düşündüğünü bilsinler. Umulur ki nasihatları dinlenir de hidayete erip imana kavuşurlar.
•
Firavun bu sözlere kızmamış, ancak söylediklerine de kulak asmamıştı. Gururu kendisini o derece kaplamıştı ki, bu sâlih kişiye cevap vermek üzere kavmine şöyle dedi:
“Ben size yalnızca kendi görüşümü söylüyorum ve size ancak doğru yolu gösteriyorum.” (Mümin: 29)
Firavun yalan söylüyordu. Çünkü şiddetli bir korku duyuyordu. Fakat dışarıya karşı kendisini cesurmuş gibi gösteriyordu. Eğer korkmasaydı, hiç kimseyle aslâ istişâre etmezdi.
Firavun’un ve kavminin görüşlerindeki ısrarı karşısında mümin zât, başka bir üslupla nasihatına devam etti. Dikkatleri tarihte gelip geçen eski kavimlerin âkıbetlerine çekti. Olur ki bu defa ürperir, katılaşan kalpleri yumuşar.
“Ey kavmim! Doğrusu sizin için, Nuh kavminin, Âd, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden korkuyorum.” (Mümin: 30-31)
Geçmiş devirlerde Allah’ın dâvetçilerini yalanlayan kavimlerin uğradıkları azap gününün size de gelip çatmasından çekiniyorum. Allah’ın azabı onlara gelmişti de, hiç kimse onlardan bu azabı geri çekip engelleyememişti.
Bu zât gerçekten çok büyük bir cihad yapıyordu. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cihadın en büyüğü zâlim sultana hakikati tebliğ etmektir.” (Ebu Dâvud)
Hakikati söylemenin cihadın en büyüğü olması, gerçeği söylemekten duyulan korkudur. Çünkü delil ve hüccetle yapılan cihad, silâhla yapılandan çok daha büyüktür.
“Allah kullarına zulmetmek istemez.” (Mümin: 31)
Onları aleyhlerine ileri sürülecek delil sabit olmadan helâk edecek ve günahsız yere kendilerini cezalandıracak ve aralarındaki zâlimi de intikam almadan salıverecek değildir. Haddi aştıkları, azabı hakettikleri takdirde artık azabın gelmesi, adaletin yerini bulması demektir. Böylece onları görenlere ve daha sonra gelecek nesillere onların durumunu ibret olarak gösterir.
Mümin kişi daha sonra ahiret azabını da hatırlatıp sakındırmak maksadıyla nasihatlarını şöyle sürdürdü:
“Ey kavmim! Âh-u figân gününden sizin hesabınıza korkuyorum.” (Mümin: 32)
Siz de peygamberinize muhalefette ısrar ederseniz, sizin de başınıza böyle bir felâketin gelmesi şüphesizdir.
Âyet-i kerime’de geçen “Tenad günü” çağrışma, bağrışma günü demektir ki, kıyamet gününün bir ismidir. Her taraftan gelen bağırıp çağırmaların birbirlerine karışıp, mahşerdeki itişme ve kakışmalardan meydana gelen manzara gerçekten çok korkunçtur.
“Arkanıza dönüp kaçacağınız gün, Allah’a karşı sizi himaye eden bulunmaz. Allah’ın saptırdığını doğru yola getirecek yoktur.” (Mümin: 33)
Hidayet ancak Allah’tandır. İnsanlardan kimin hidayete lâyık, kimin sapıklığa müstehak olduğunu en iyi bilen O’dur.
“Daha önce Yusuf da size apaçık muziceler getirmişti. Onun size getirdiği şeyler hakkında da kuşkulanıp durmuştunuz.” (Mümin: 34)
Atalarınızın o şek ve şüpheleri bugün sizin aranızda da devam edip durmaktadır.
“Hatta o vefat edince ‘Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez.’ dediniz. “ (Mümin: 34)
İnkâr ve isyanınız üzere kalmaya devam ettiniz. Bütün bunlar bedbahtlığınızdan ileri gelmektedir.
“İşte Allah, haddi aşan şüpheci kimseleri böyle şaşırtır.” (Mümin: 34)
Artık gözleri önünde parlayan nice nice hakikatleri göremez olurlar. Hiç bir hüccet ve delile dayanmaksızın Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaya girişirler.
Nitekim mütebâki Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde, Allah’ın âyetleri hakkında tartışırlar.” (Mümin: 35)
O âyetleri bertaraf etmek ve çürütmek maksadıyla kesin delillere, cehâletleri ile karşı çıkarlar.
“Gerek Allah katında gerek iman edenlerin yanında bu davranışa karşı kızgınlık ve öfke büyümüştür.” (Mümin: 35)
Allah-u Teâlâ’nın da iman edenlerin de onlara duydukları öfke alabildiğine büyüktür. Onların bu durumlarını Allah-u Teâlâ öfke ile karşılar, müminler de bu gibi kimselere karşı öfke duyar. Allah-u Teâlâ’nın âyetlerine dil uzatanlar ilâhî azaba mahkûm oldukları gibi, kalplerinde hidayete açılan kapı kapanmıştır. Böylece de sapıklık girdabına gömülüp kalırlar. Artık hiç kimse onları kurtaramaz.
“Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” (Mümin: 35)
Kalpleri mühürlenenler ilâhi dâveti alamazlar. Kalp mühürlü olduğu için işitme kabiliyetleri de yok olmuş demektir.
İsyana dalma kalbin hastalığı olduğu gibi, inkâr da onun ölümüdür.
Akıllı kişi kalbinin mühürlenmesiyle değil, göğsünün açılmasıyla sonuçlanacak sebeplere sarılmalıdır.
•
Firavun ve kavmi sapıklık ve inkârlarında devam ederken, o mümin kişi de onları hak ve hakikate çağırmaya devam etti.
Buyurdu ki:
“Ey kavmim! Siz bana uyun ki size doğru yolu göstereyim.” (Mümin: 38)
Öyle bir yol ki, bu yolu tutan kimse maksadına erişir, hidayete kavuşur, kurtuluşa ve cennet yoluna ulaşır.
“Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak geçici bir menfaatten ibarettir.” (Mümin: 39)
Fazla geçmeden zeval bulacaktır, fânidir, orada bulunan faydalar basit ve önemsizdir. Kendisinden muvakkat bir zaman için istifade edilir. Kazanılanlar kişinin ölümü ile elinden çıkar. Dünyaya büsbütün meyletmek, her türlü fitnelerin kaynağıdır.
“Âhiret ise, devamlı olarak durulacak yerdir.” (Mümin: 39)
İstikrar ve ebedîlik yurdudur, zevâlsizdir, geçici değildir. Orada ya nimetler içerisinde veya cehennemde ebedî kalmak vardır. Nazar-ı itibara alınıp, ehemmiyet verilmesi gereken yer orasıdır.
“Kim bir kötülük işlerse, ancak onun misliyle cezalandırılır.” (Mümin: 40)
Herhangi bir artırma olmaksızın sadece kötülüğü kadar ceza görür.
“Erkek olsun kadın olsun, kim de inanmış bir mümin olarak amel-i sâlih işlerse, işte onlar cennete girerler ve orada hesapsız olarak rızıklandırılırlar.” (Mümin: 40)
Onlara verilecek karşılık belli bir ölçü ile değildir. Allah-u Teâlâ sonu gelmeyen ve tükenmeyen ecirlerle onları mükâfatlandıracaktır.
“Ey kavmim! Bu başıma gelen nedir? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz!” (Mümin: 41)
Ben sizi cennete götüren imana dâvet ediyorum, siz ise beni cehenneme götüren kâfirliğe dâvet ediyorsunuz.
“Siz beni Allah’ı inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyi O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz, ben ise sizi Azîz olan, bağışlaması çok olan Allah’a çağırıyorum.” (Mümin: 42)
Siz beni Allah’ı inkâr etmeye, O’na şirk koşmaya dâvet ediyorsunuz; ben ise sizi bir olan, güçlü olup mağlup edilemeyen ve kullarının günahlarını çokca bağışlayan Allah’a dâvet ediyorum.
“Sizin beni kendisine ibadete çağırdığınız şeylerin, ne dünyada ne de âhirette hiçbir dâvet gücü yoktur.” (Mümin: 43)
Nasıl oluyor da onlara tapıyorsunuz, körü körüne peşlerinden gidiyorsunuz?
“Hepimizin dönüşü Allah’adır.” (Mümin: 43)
Öldükten sonra tekrar hayata kavuşacak, Rabb’imizin mahkeme-i kübrâ’sına sevkedileceğiz. O, herkese yaptığının karşılığını verecektir.
“Bütün haddi aşanlar şüphesiz ki cehennemliktirler.” (Mümin: 43)
Sapıklık ve taşkınlıkta aşırı gidenler, kuşkusuz cehennemde ebedî kalacaklardır.
•
Bu imanı gür mümin, bunları canını dahi kaybedeceğini bilmesine rağmen azgın Firavun’un ve maiyetinin yüzüne karşı tereddütsüz ve korkusuzca haykırmıştır. Artık söyleyeceğini söylemiş, vicdanı rahatlamış olarak işi Allah’a bırakmaktan başka yapılacak şey kalmamıştır.
Yaptığı samimi öğütlerin pek yakında hatırlanacağını, fakat bu hatırlayışın kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağını beyan ederek konuşmasını tamamlamış, yapması gereken ulvî vazifeyi yerine getirmiştir.
Bundan ötesi Allah’a âittir.
“Size söylemekte olduklarımı yakında hatırlayacaksınız.” (Mümin: 44)
Azabı gördüğünüzde bir kısmınız diğerine benim nasihatımdan söz edecek, sözlerimin doğru olduğunu anlayacaksınız. Pişmanlığın fayda vermediği bir zamanda pişman olacaksınız.
“Ben işimi Allah’a havale ediyorum.” (Mümin: 44)
O’na tevekkül ediyor, O’ndan yardım diliyorum ve sizinle bütün ilişkilerimi kesiyorum.
“Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir.” (Mümin: 44)
Onların hallerinden hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
Bu dâvetçi mümini öldürmek istemişlerse de Allah-u Teâlâ onu muhafaza etmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nihayet Allah onu, onların kurmak istedikleri tuzakların kötülüklerinden korudu.” (Mümin: 45)
Gizli plânlarını boşa çıkardı.
•
Bir gün Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz oldukça kalabalık bir cemaate şunu sordu:
“Bana insanların en kahramanının kim olduğunu haber verir misiniz?”
Onlar da hep bir ağızdan:
“Sensin!” diye cevap verdiler ve aralarındaki konuşma şöyle devam etti:
-Ben bugüne kadar kiminle vuruşmak üzere karşılaştımsa, mutlaka intikam almak istedim. O bakımdan siz bana en kahraman kişinin kim olduğunu haber verin.
-Bilmiyoruz. Yâ Ali! En kahramanın kim olduğunu lütfen sen söyle.
-Ebu Bekir -radiyallahu anh-dir. Çünkü Kureyş müşrikleri Resulullah Aleyhisselâm’ın etrafını çevirip, kimi itip kakıyor, kimi eteğini çekip: “İlâhlarımızı tek ilâh yapan sen misin?” diyor ve bir sürü zorluk öne sürüyorlardı. Allah’a yemin ki, o en sıkıntılı günlerde Ebu Bekir -radiyallahu anh-den başka bizden hiç birimiz müdahale edemiyorduk. O tek başına koştu, kimini vurup itti, kimini bir tarafa çekti, kiminin önüne geçip engel oldu ve sesini şöyle yükseltti:
“Yazıklar olsun size! Rabb’im Allah’tır diyen bir adamı mı öldürüyorsunuz!”
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu hadiseyi anlatırken hırkasının bir ucunu kaldırıp yüzüne doğru götürdü ve sakalı ıslanıncaya kadar ağladı ve arkasından şunu sordu:
“Şimdi Allah için söyleyin, Firavun hanedanından olan o kahraman mümin mi, yoksa Ebu Bekir -radiyallahu anh- mı daha hayırlıdır?”
Kimse cevap veremedi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh-: “Cevap versenize!” dedi. Daha sonra kendi sorusunu şöyle cevaplandırdı:
“Allah’a yemin ederim ki Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın bir saati, imanını gizleyen o kahraman müminin -ki Allah onu kendi kitabında övüyor- bütün vakitlerinden daha hayırlıdır. Zira Ebu Bekir -radiyallahu anh- imanını açıklayıp bütün malını ve gücünü Allah ve Peygamber’i yolunda harcamıştır.” (Ebu Nuaym, Hilye)
Bir kâfirin bir müslümana vereceği en büyük ceza, işkence yaparak veya idam ederek onu öldürmesidir.
Ve fakat Allah-u Teâlâ onu iman şerefi ile müşerref etmiş ise, şehâdet rütbesine ulaşarak ebedî saâdete ermesine vesile olur.
“Şehit” cennetlik olduğuna şâhitlik edilen kişi demektir. Allah yolunda öldürülen müminlerin ruhunu Allah-u Teâlâ’ya yükseltmek için birçok melekler hazır olur ve onun Allah yolunda öldürüldüğüne şâhitlikte bulunurlar.
Şehitlik Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına bahşettiği en yüksek mertebelerden birisidir. Kur’an-ı kerim’de onbeş yerde şehitler övülmekte, Âyet-i kerime’lerde Allah yolunda hayatlarını fedâ etmekten çekinmeyen muhterem şehitlerin yüksek mertebeleri, ilâhî lütuflara mazhar kılındıkları, ruhânî bir haz içinde ebedî bir hayat ile berhayat oldukları haber verilmektedir:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın.” (Âl-i imran: 169)
Bu hitâb-ı ilâhî her ne kadar Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ise de, kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlara şâmildir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin.” (Bakara: 154)
Buyurularak onlara “Ölü” denilmesi yasaklanmıştır. Çünkü onlar Allah yolunda hayatlarını cömertçe feda ettiler. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir.
“Bilâkis onlar diridirler, Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i imran: 169)
Bu Âyet-i kerime onların ölü zannedilmemesi hususunda kati bir delildir.
“Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.” (Bakara: 154)
Onlar fani hayatı terk ederek ebedi bir hayata ermişlerdir. Kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda merzuk olmaktadırlar. Yerler, içerler, gezerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmedik bir hayat yaşarlar. Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ onlara nasıl bir hayat bahşetmiştir.
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Uhud savaşında kardeşlerimiz şehit olunca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Onlar cennet nehirlerinden içerler, meyvelerinden yerler ve Arş’ın gölgesi altında asılı bulunan altın kandillere konarlar.
Onlar yiyecek ve içeceklerinin tadını, eğlenip dinlendikleri yerin güzelliğini görünce de: ‘Kardeşlerimizin cihaddan uzak durmamaları ve savaştan yüz çevirmemeleri için, bizim cennette rızıklandırıldığımızı onlara kim bildirecek?’ dediler.
Allah-u Teâlâ: ‘Sizin arzunuzu onlara ben duyururum.’ buyurdu. Bunun üzerine bu âyetler indi.” (Müslim-Ebu Dâvud)
Hadis-i şerif mucibince her sıfata bürünürler, istedikleri kılığa girip çıkarlar, her yeri gezerler, icabında makamdan makama uçarlar.
Buradaki insanlar onları göremezler, bilemezler. Çünkü onlar Âlem-i berzah’ta, Allah-u Teâlâ’nın lütuf desteğindedirler. Âlem-i berzah’ın yanında dünya bir avuç kadardır. Orada perdeleri açıldığı için her tarafı görerek, bilerek hareket ederler. Dünya ile ahireti bir görürler, perde yok çünkü onlarda. Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği her şeyden haberdardırlar. Buradaki insanlar bakar kördürler, onlar ise görüyorlar.
Bu gizli bir hayattır, bu hayata “Hayat-ı hakiki” de denilir. Dünyadaki hayata ise “Hayat-ı hayâlî” denilir.
Gizli hayatta hakiki hayat vardır.
Size o gerçek hayatın zevkini duyurmaya, dünyanın değersizliğini göstermeye çalışıyoruz. Çünkü herkes dünyaya sarılmış gidiyor.
Nuh Aleyhisselâm dünyayı iki kapılı bir han olarak tarif buyurmuş. Bir kapısından girilir, bir kapısından çıkılır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.” buyuruyor. (Duhâ: 4)
Yarın kabirdeyiz. Ondan sonra eyvah!.. Geçti be kardeş!
•
Allah-u Teâlâ yine haber veriyor ki, şehitler hayatın diğer bir hususiyetine de nâil olmuşlardır:
“Allah’ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler.” (Âl-i imran: 170)
Onlara bağışlanan böyle bir kurbiyetten, böyle bir hayatta olmaktan, Rabb’lerinin kendilerini şehitlik gibi bir mertebeye muvaffak kılmasından dolayı sevinirler. Allah-u Teâlâ’nın rızâ-ı Bâri’sinin bulunduğu bir nimet ve rızıktan daha çok hangi şey onları sevindirebilirdi?
“Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.” (Âl-i imran: 170)
Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler. Kardeşlerinden alâkalarını kesmemişler, onlarla olan bağlarını koparmamışlardır.
Cihadda henüz canlarını vermemiş olan mücahid kardeşlerinin, şehit oldukları takdirde, ölümden sonra mazhar olacakları nimetler sebebiyle, hem kendileri adına hem de arkada bıraktıkları kardeşleri adına sevinirler. Çünkü ahirette kardeşlerinin herhangi bir korkuları olmayacaktır ve dünyadan ayrılmalarına da üzülmeyeceklerdir.
“Onlar Allah’tan olan nimet ve keremin; Allah’ın müminlerin ecrini zâyi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (Âl-i imran: 171)
Allah-u Teâlâ sevinçle ilgili olan nimet ve lütfu hatırlatmak için onların sevinçlerini ikinci defa zikretmiştir.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh- der ki:
“Bir defasında üzgün bir halde bulunurken Resulullah Aleyhisselâm’la karşılaştık.
Bana:
‘Seni niye böyle üzgün görüyorum?’ diye sordu.
‘Babam Uhud’da şehit düştü. Geriye bakıma muhtaç bir ıyâl ve bir de borç bıraktı.’ dedim.
Bunun üzerine:
‘Allah’ın babana hazırladığı nimeti sana müjde edeyim mi?’ buyurdu.
‘Evet!’ deyince devam etti:
‘Allah hiç kimse ile yüz yüze konuşmuş değildir, daima perde gerisinden konuşur. Ancak babanı ihyâ etti ve perdesiz konuştu. ‘Ey kulum! Ne dilersen benden iste vereyim!’ dedi. Baban: ‘Ey Rabb’im! Beni dirilt, senin yolunda ikinci sefer bir daha öldürüleyim!’ isteğinde bulundu. Allah-u Teâlâ: ‘Fakat ben daha önce ölenlerin artık geri dönmeyeceklerine dair hüküm koymuştum.’ buyurdu.
Bunun üzerine Âl-i imran suresinin 169. Âyet-i kerime’si nazil oldu.” (Tirmizî: 3013)
Âyet-i kerime’ler Ashâb-ı kiram hakkında nazil olmakla beraber, sebebin hususi oluşu hükmün umumi oluşuna mani olmadığı için; sözü edilen bütün bu ihsanlar, kıyamete kadar gelecek bütün şehitlere ve mücahidlere de şâmildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Ashâb-ı kiram’ı şüphesiz ki bu hususta en büyük ve en canlı numunedirler.
•
Yalnız ve yalnız Allah için harbe giden, hiçbir gaye ve menfaat taşımayan ve Kelimatullah’ın yükselmesi için gayret edenler şehittir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah yolunda öldürülen şehittir.” buyurmuşlardır. (Müslim)
•
Şehitlerin Allah katında kazanmış oldukları mertebe, Resulullah Aleyhisselâm tarafından muhtelif Hadis-i şerif’lerde belirtilmiştir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Şehitten başka cennete giren hiçbir kimse yoktur ki, dünyaya dönmeyi ve yeryüzündeki her şeyin kendisinin olmasını dilesin. Şehit ise gördüğü ikramdan dolayı dönmeyi ve on kere öldürülmeyi temenni eder.” (Müslim: 1877)
Bu Hadis-i şerif, şehitliğin faziletini gösteren delillerin en büyüğüdür.
Bazı rivayetlerde belirtildiği üzere Allah-u Teâlâ: “Bir arzun var mı?” diye sorar. Şehitler hiçbir arzularının olmadığını, sadece yeryüzüne dönerek Allah yolunda tekrar şehit olmayı temenni ettiklerini belirtirler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir başka Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanın aldığı her yara Allah yolundadır. Sonra kıyamet gününde bu yara, vurulduğu günkü kılığında olacak, kan fışkıracaktır. Renk kan rengi, koku misk kokusudur.” (Müslim: 1876)
Şehitin misk gibi güzel kokusu, onun fazilet ve şerefini mahşer halkına duyurmak için yayılacaktır. Kanının ve cenazesinin yıkanmaması da bundandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mertebeyi her vesile ile beyan etmiş ve ümmet-i muhteremesini daima teşvik etmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Muhammed’in nefsini kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi ne kadar isterdim.” (Buhârî - Müslim: 1876)
Aslında savaşa ölmek için değil, düşman öldürmek, saldırı ve azgınlığı durdurmak için gidilir. Ölümden korkmaya gerek yoktur. Çünkü bu, Allah-u Teâlâ’nın değişmeyen kanunudur.
•
Mikdam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Şehide, dökülen ilk kanı esnasında altı haslet verilir:
Günahları bağışlanır. Cennetteki makamını görür. Cennet hurisiyle evlendirilir. (Kıyametin) büyük korkusuna karşı teminat verilir. Kabir azabından emin kılınır. İman elbisesi ile ziynetlendirilir.” (Buhârî)
Şehitlik öyle büyük bir lütuftur ki, cennetin bütün yollarını açar ve hurilerin istikbale çıkmasını sağlar.
Rahmet meleklerinin refakatine sebep olur. Şehidin ruhunu yetmişbin melek elleri üzerinde yükseltir.
Ruhları bedenleri ile devamlı irtibat halindedir. Bu bakımdan birçok şehitlerin bedenleri çürümez.
Yalnız kendileriyle meşgul değil, aynı zamanda dünyadaki müminlerle de yakından ilgilidirler. Şehit düşecek olanları müjdelemekte ve hiçbir korku ve üzüntü görmeyeceklerini haber vermektedirler.