Savaş alanını dolduran mahşeri kalabalığı son bir kez daha süzdü. Ufuk, göz alabildiğince zırhlara bürünmüş insanlarla kaplı idi. Haçlılar kendi ordusuna nisbetle kat kat fazla olmasına rağmen metanetinden hiçbir şey kaybetmedi. Şöyle bir ordusuna baktı. Dedesi Yıldırım Bayezid de 48 sene önce Niğbolu’da böyle iman abidesi askerler ile büyük bir zafer elde etmemiş miydi? Rabb’ine hamd ve senâdan sonra ellerini derin bir tevekkülle kaldırarak şöyle niyazda bulundu:
“Yâ İlâhî, mü’min kullarını, benim günâhım çokluğundan ötürü küffâr elinde zebûn etme! İlâhî, Habib’in hürmeti içün, ümmetini Sen sakla ve Sen mansûr-u muzaffer eyle!”
Ellerini yüzüne götürdükten sonra zihni geçmişe doğru uzandı.
Dedesinin alt ettiği Macar Kralı Sigismund’un gayri meşru çocuğu olan Hunyadi Yanoş, Balkanlarda Türkler’e kök söktürmeye başlamış, aynı anda Karamanoğlu İbrahim Bey de Macaristan-Lehistan kralına “Sen öteden, ben beriden yürüyelim. Rumeli senin, Anadolu benim olsun. Osmanlı’yı ortadan götürelim!” diyerek saldırmaya başlamıştı. Bu sırada büyük oğlu Alâeddin Ali’nin vefatı ile iyice sarsılmış, üzüntüsüne üzüntü eklenmişti.
Bir sulh yaparak devleti birkaç sene içerisinde kalkındırmak isteği, içerisinde gittikçe olgunlaşmaya başlamıştı. Rumeli’den Anadolu’ya, Anadolu’dan Rumeli’ye koşmakla hiçbir şey elde edemeyeceğini anlamıştı. Ayrıca barış sayesinde Balkanlar’da bir rahatlama sağlanacak, yeniden toparlanmak için zaman kazanılacaktı.
Netice olarak Macaristan-Lehistan ile 10 yıllık Segedin Antlaşması yapılmış, ardından çıkılan Karaman seferinin neticesi olarak Karamanoğlu İbrahim Bey ile de bir sulh antlaşması yapılmıştı.
“Oğlumu hâl-i hayatımda taht’a geçireyim, tâ ki gözüm bakarken görem, ne vechile padişahlık eder?” fikri ile, Karaman seferinden döndükten sonra, bütün orduya tahtı oğlu Sultan II. Mehmed’e bıraktığını ilân etmiş, kendisi de Manisa Sarayı’na çekilmişti. Ömrünün kalan kısmını huzur içerisinde ve ibadet yaparak geçirmek istiyordu.
Ancak işler umduğu gibi gelişmemişti. Tahta bir çocuğun geçtiği ve çok tecrübeli bir hükümdar olan II. Murad’ın saltanattan ferâgat ettiği haberi, Niğbolu’nun intikamını almak isteyen hıristiyanların iştahını kabartmış, papazlar ‘kâfirlerle yapılan antlaşma, onlara edilen yemin bağlayıcı değildir’ diyerek Macaristan-Lehistan kralının İncil üzerine etmiş olduğu yemini bozdurtmuşlardı.
Netice olarak 5. Haçlı seferi Macaristan-Lehistan Krallığı, Almanya İmparatorluğu, Fransa Krallığı ve Venedik Cumhuriyetinin katılımlarıyla 100.000 kişilik bir kuvvetle Osmanlı üzerine yola çıkmıştı.
Bu tehlikeli durum karşısında Edirne’de toplanan saltanat şûrası, tek çarenin Sultan Murad’ı davet olduğuna ittifakla karar vermişti. Kararı vezîr-i âzam Halil Paşa:
“Düşmana cevâb-ı mukavemet imkânı yok. Meğer baban Sultan, yerine gelmekle mümkin ola. Beylerin dahi ittifâkı bunun üzerinedir, maslahat bunu görürler. Düşmana karşı anları gönderesiz, siz safânızda olasız. Bu vak’a def’olduktan sonra, yine saltanat sizindir.” diyerek oğlu II. Mehmed’e bildirmişti.
Bunun üzerine Sultan Mehmed babasını dâvet etmiş, fakat o bunu reddetmişti. Oğlunun otoritesini kırıp, onu müşkül bir durumda bırakmak istemiyordu. Fakat II. Mehmed’in:
“Eğer padişah biz isek size emrediyoruz, gelip ordumuzun başına geçin; yok siz iseniz, gelip devletinizi müdafaa edin!” diyerek kaleme aldığı mektubu okuyunca kaçacak yeri kalmamış, ‘Mehmed bu defa bizi fena köşeye sıkıştırdı!’ diye içinden geçirmişti.
Edirne’ye gelerek 40.000 kişilik seçkin bir ordu ile harekete geçti ve düşmanını 10 Kasım 1444 günü Varna limanı yakınlarında yakaladı.
Savaşın başlamasıyla birlikte Hunyadi Yanoş, Türk sağ kanadına doğru saldırıya geçti. Sağ kanat sarsılmış fakat zayiat vermemişti. Geri çekilmeyi gören Hunyadi, bu defa sol kanada saldırıya geçti. Bu esnada, Sultan Murad’ın etrafındaki kumandanlar endişeye kapılmışlar, padişaha geri çekilmeyi tavsiye ediyorlardı. Bu tavsiyeleri cevap vermeksizin dinleyen II. Murad, ne geri çekildi, ne taarruza geçti. Sol kanadın da hafif çekilmesi emrini verdi. Bunu gören ve zaferi kazandığını zanneden haçlılar, çılgın bir şekilde merkeze hücuma geçtiler. Artık Hunyadi’nin ordusuna hakimiyeti çok güçtü. Savaşın en kızgın bu ânında Sultan Murad, kanatların düşmanı çevirmesi emrini verdi. Çembere alındığını farkedemeyen haçlılar, süratle imha ediliyordu. Vaziyeti çok geç farkeden Macar kralı Ladislas, müdahale etmek istedi. Fakat kendisini korumakla görevli 50 şövalyeyi öldüren Türkler, Ladislas’ı da çevirdiler. Karşı koymaya çalışan kral, Timurtaş adlı bir Türk askerinin atının ayağına balta ile vurması sonucu yere düşmüş, Koca Karaca Hızır Ağa isimli bir başka yiğit tarafından başı kesilmiştir. Kendisinin imzaladığı Segedin antlaşmasın orjinal nüshasının geçirildiği mızrağın yanında başka bir mızrakta Ladislas’ın kesilen başı teşhir edilince, haçlıların mâneviyatı bozulmuş ve bozgun başlamıştır. Hunyadi Yanoş kaçarak canını kurtarmayı başarmıştır.
Varna zaferi ile Bizans’ın kaderi belli olmuş, Yeniçağ’ın müjdesi verilmiş, Balkanlar’daki Türk hâkimiyeti kesinlik kazanmıştır.
Varna zaferinin tesiri, Avrupa kadar İslâm âleminde de geniş olmuştur. Haberin Kahire’ye geldiği ilk cuma günü, Sultan Çakmak’ın emriyle, bütün Memlûk imparatorluğunda hutbede Abbâsî halifesinin adından sonra Sultan Murad’ın ismi zikrolunmuştur. Varna’da esir edilen baştan aşağı zırhlarla kaplı bir grup şövalye, Azab Bey isimli bir elçi ile beraber Kahire’ye yollanmış, Sultan Çakmak, zafernâmeyi okuyup hediye gönderilen şövalyeleri gördükten sonra: “Allah yardımcın olsun Osmanoğlu!” diyerek Mısır’da şenlik yapılmasını buyurmuştur.
1449 yılının sonuna doğru Sultan Mehmed ile Dulkadiroğlu Sitti Hâtûn’un düğünleri yapılmıştı. Sultan Mehmed, Manisa’ya hareket etmeden önce babasının elini öptü ve vedâ etti. Bu, II. Murad’ın pek sevdiği oğlunu son görüşü oldu.
Bundan sonra Sultan II. Murad, bütün şahsi esirlerini âzat etti. Bu, ahiret hazırlığı mahiyetinde idi. Sürekli gailelerle yıpranmış, zamanından önce ihtiyarlamıştı. 3 Şubat 1451’de sabah vakti, Edirne sarayında 47 yaşında olduğu halde, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Sultan Mehmed, Edirne’ye gelinceye kadar Sultan Murad’ın ölümü 13 gün saklı tutulmuştur. Pek sevdiği ve ölümü ile saltanattan çekilecek derecede üzüntü duyduğu büyük oğlu Alâeddin Ali’nin yanındaki üstü açık türbesine gömülmesini vasiyet etmiştir. Bursa’da bu türbenin bulunduğu semte “Murâdiye” denilmektedir.
“Öldüğüm zaman beni Bursa’ya, camiin yakınındaki oğlum Alâeddin’in 3-4 arşın yanına gömünüz. Mezarımın üstüne, büyük hükümdarlar için yapılan muhteşem türbelerden birini yaptırmayınız. Vücudumu doğrudan doğruya toprağa gömünüz ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine işaret olan yağmur, üstüme yağsın. Mezarımın etrafına dört duvar yapınız ve hâfızların oturmaları için, kenarına mahaller koyunuz. Etrafıma; evlât ve akrabamdan kimseyi gömmeyiniz... Eğer Bursa’da ölmezsem, nâşımı, oraya naklediniz. Bu nakil bir perşembe olsun ki, defin, cuma günü cereyan edebilsin.”
Sultan Murad müstesna dehâda bir devlet adamı ve kumandan idi. Halk tarafından en çok sevilip sayılan bir hükümdar olarak bilinir. Otuz yıllık saltanatı süresince, ülkesini çok büyük bir şan ve şerefle idare ederek, emri altında bulunan herkesin sevgisini kazandı. Halka karşı daima teveccühkâr, fakirlere karşı cömertti. Bu lütuflarını hıristiyanlara da gösterirdi. İnce ruhlu, hassas bir insandı. Çok güzel konuşurdu. İlmi sohbetleri sever, ulemayı himaye eder, onlara muayyen tahsisat verirdi. Dindar, adil ve lütufkâr bir padişahtı.
Hacı Bayram Veli (k.s) Hazretleri’ni Edirne’ye dâvet etmiş, günlerce başbaşa sohbet etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu cevabı almıştı:
“Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah’ın rızâsı vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”
Yine bir gün sohbet esnasında İstanbul’u almayı murad ettiğini söylemişti. Hacı Bayram Veli (k.s) Hazretleri bir müddet sükût etmiş, onun İstanbul’u alamayacağını, bu işin şehzadesi Mehmed’e ve Akşemseddin’e nasip olacağını beyan buyurmuştu. Sultan Murad’ın en büyük mutluluğu, Fatih Sultan Mehmed gibi eşine az rastlanacak bir insanın babası olmaktı.