Allah-u Teâlâ dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanıması için yaratmıştır. Bunun içindir ki; ilk insanı ilk peygamber kılmış, insanlar arasından seçtiği ve görevlendirdiği peygamberleri vasıtası ile insanları varlığından haberdar etmiş, onlar vasıtası ile emir ve yasaklarını bildirmiş, insanı talim ettirmiştir.
Azâmet-i İlâhi karşısında korkan ve titreyen bu seçkin rehberler, insanları daima Allah’ın birliğine dâvet etmişler, dünya saâdetini, ahiret selâmetini kazanmaları için uyarmış ve çalışmışlardır. Peygamberlik Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizle sona ermiş, varis-i nebi olan vekilleri tarafından irşad vazifesi devam etmiştir. Din-i İslâm’ı bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır. Her devirde insan yetiştirmişler, hakikat yolunu göstermişler, etraflarına nur saçmışlar, kendilerine uyanları dalâlet batağından kurtarıp, hakikati göstermiş, böylece ebedî felaketten onları kurtarmışlardır.
Âyet-i kerime’de:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” buyuruluyor. (A’raf: 181)
Onlar her zaman Kur’an’ı yaşamış, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında etraflarını aydınlatmışlar ve nurlandırmışlardır. Dünyasını ahiretine göre düzenleyen, yüzünü ihlâsla Rabb’ine doğru yöneltmiş olan, vuslattan sonra da son durağı cennet ve Cemâlullah olan o bahtiyar kullarına ne mutlu. Şeytanın adımlarına uyan ve onun askerleri olan bedbahtlara ise ne yazık!
Şeytanın yolunda olanlar her zaman İslâm ve müslüman kılıfına bürünmüş şeytanlaşmış insanlar olarak hem kendilerine yazık ettiler, hem de İslâm’ın yüz karası oldular.
Dünya üzerinde ilk kan, ilk peygamber olan Adem Aleyhisselâm gibi büyük bir peygamberin çocukları arasında dökülmüştür. Adem Aleyhisselâm ile Havvâ Vâlidemiz’den pek çok erkek ve kadınlar husule gelmiş, yeryüzünde insanlar çoğalmıştı. Havvâ Vâlidemiz her doğum yaptığında biri erkek, biri kız olmak üzere ikiz doğuruyordu. İlk batında Kabil ile kızkardeşi, ikinci batında Hâbil ile kızkardeşi doğmuştu. Allah-u Teâlâ birinci batında doğan erkekle ikinci batında doğan kızı, ikinci batında doğan erkekle birinci batında doğan kızı evlendirmesini Adem Aleyhisselâm’a emir buyurdu. Aradan yıllar geçip evlilik çağları gelmiş bulunuyordu. Her ikisi de birer kızkardeşle dünyaya geldikleri için, bu durumda birbirlerinin ikizi olan kızlarla evlenmeleri gerekiyordu. Fakat Kabil, kendi ikizi evlenmesi gereken kıza göre daha güzel olduğu için, kendi ikiziyle evlenmeyi gözüne koydu. Adem Aleyhisselâm’ın şeriatına uymak istemedi, oysa kendi ikiziyle Hâbil evlenebilirdi. Mesele, şeytanın tuzaklarıyla kıskançlık ve hasede dönüştü. Adem Aleyhisselâm’ın araya girmesi de fayda etmedi. Kabil râzı olmadı, Adem Aleyhisselâm işin halli için Allah-u Teâlâ’ya birer kurban takdim etmelerini emretti. Kurbanı kabul edilenin haklı, kabul edilmeyenin haksız olduğu belli olmuş olacaktı.
Allah-u Teâlâ Hâbil’in kurbanını kabul buyurdu. Bunun üzerine fazlasıyla üzülen Kabil, kıskançlık duygusuyla kardeşi Habil’i öldürdü. Böylece ilk peygamber olan Adem Aleyhisselâm’ın iki oğlu arasında ilk adam öldürme, kardeş kanı dökme hadisesi meydana geldi.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! Onlara Adem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat. Hani ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de, birisininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kabul edilmeyen: ‘Andolsun ki seni öldüreceğim!’ deyince kardeşi şöyle demişti: ‘Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.’
‘Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’
‘Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. Zâlimlerin cezası işte budur.’
Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” (Mâide: 27-30)
Kabil kardeşinin kanlı cesedi başında donup kalmıştı. Habil yeryüzünde ilk ölen kimse olduğu için cesedine ne yapacağını bilemiyordu. O sırada birbiriyle dövüşen iki karga gördü, biri diğerini öldürdü. Sonra gagası ve ayakları ile hemen bir çukur kazdı, öldürdüğü kargayı açtığı çukura iteleyerek üzerini toprakla örttü. Kabil yaptığı işin üzüntüsü ve pişmanlığı içinde, kardeşini toprağa gömdü.
Allah-u Teâlâ bu durumu Âyet-i kerime’sinde şöyle haber veriyor:
“Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim.’ dedi. Bu sebeple ettiğine pişmanlık duyanlardan oldu.” (Mâide: 31)
Bu ilk kan dökme hadisesini, Kabil’in yaptığı zulmün büyüklüğünü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle haber vermektedir:
“Herhangi bir kimse zulmen öldürürse, onun kanından bir hisse Adem’in ilk oğlu Kâbil’e ayrılır. Çünkü o adam öldürme çığırını ilk açandır.” (Buhari)
Bu kan döküş ilk peygamberin çocukları olan Kabil ve Hâbil ile başlayıp günümüze kadar devam etmiş, kıyamete kadar da devam edecektir.
İnsanlar ve milletler, devletler, kavimler zaman zaman o kadar kendilerini büyük görmüşler, Hazret-i Allah’ı unutup kendilerini en güçlü görmüşler çeşitli zulümlerde bulunmuşlar, kanlar dökmüşler, hatta nefisleri o kadar azmıştır ki bazıları; yahudiler gibi peygamberlerini bile öldürmüşler, lânetli bir kavim olmuşlardır. Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz bile şehit edilmişler, mübarek Peygamber Efendimiz’in torunlarını bile şehit edecek kadar nefisleri azmış, şeytanın adımlarına uymuşlardır.
Halbuki Allah-u Teâlâ bütün yarattıklarına bir ömür biçmiştir. Belli bir süreye kadar hayat vermiştir. Zamanı gelince her şey ölecek ve Zât-ı kibriya’sından başka herşey yok olacaktır. Bu bir imtihan sahnesidir, herkes icraatını yapacak, gideceği yere gidecek.
Âyet-i kerime’de:
“Nerede olursanız olun, sarp ve sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size ulaşır. Onlara bir iyilik erişirse: ‘Bu Allah’tandır.’ derler, başlarına bir kötülük gelince de: ‘Bu senin yüzündendir.’ derler. De ki: ‘Hepsi Allah’tandır.’ Bu gürûha ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!” buyurulmaktadır. (Nisâ: 78)
Ölüm yalnızca insanlara değildir, milletlerin ölümü, kavimlerin ölümü olduğu gibi dünyanın sonu da elbette gelecektir. Başı olanın mutlaka sonu da olacaktır. Yaratılan her ne varsa mutlaka ölecektir.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir. Ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir. Orası imtihanın sonucudur. Ölümü daima göz ününde bulunduran kimse, hazırlığını ona göre yapar. Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini hakkıyla riâyet ederek ubudiyet vazifelerini yerine getirmeye çalışır. Yapacağı amellerin en güzelini yapmaya gayret eder. İnsanlar, kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman darlık, kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık, kimi zaman sıhhatla, kimi zaman depremle, kimi zaman terörle imtihandan geçmektedir. Allah-u Teâlâ mal ve can vermiş, insanları da bunlarla imtihan etmektedir. Bu imtihan ecel gelinceye kadar devam eder.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden bir çok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, bilmiş olun ki bu, üzerinde sebat edilecek işlerdendir.” (Âl-i imran: 186)
“Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara: 155)
Sabredenler, bu ibtilâlar başlarına geldiğinde tahammül edip Allah-u Teâlâ’ya sığınan ve yönelenlerdir. Bu bir teslimiyettir ve Hakk’a boyun eğmektir. Allah-u Teâlâ insanların her birine belli bir ecel tayin ve taksim etmiştir.
Âyet-i kerime’de:
“O sizi çamurdan yaratmış, sonra da size bir ecel takdir etmiştir. Bir de O’nun katında belli bir ecel vardır. Böyle iken siz hâlâ şüphe edip duruyorsunuz.” buyuruluyor. (En’am: 2)
Eceli geldikten sonra hiç kimseye mühlet verilmez. Her kim olursa olsun insanoğlundan hiçbir ferde Allah-u Teâlâ bu dünyada ebedî kalmayı nasip etmemiştir.
Âyet-i kerime’de:
“Resulüm! Biz senden önce hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar.” buyuruluyor. (Enbiyâ: 34)
Devlet ve milletlere, kavimlere de insanlara takdir ettiği gibi belli bir ömür takdir etmiştir. İnsanlar doğduğu, büyüdüğü, ihtiyarladığı ve sonuçta öldüğü gibi devletler de kurulur, gelişir ve nihayet Allah-u Teâlâ’nın takdir ettiği gün gelince yıkılıp tarihe karışır, insanlar gibi bunların da bazıları uzun ömürlü, bazıları ise kısa ömürlü olur.
Âyet-i kerime’lerde:
“Biz hiçbir memleketi yok etmedik ki, onun mutlaka bilinen bir yazısı olmasın.
Hiçbir millet ne süresini geçebilir, ne de ondan geri kalır.” buyuruluyor. (Hicr: 4-5)
Gerek arazisini yerin dibine geçirip batırmak, gerekse halkını yok etmek veya başka âfetlerle helâk edilen memleketlerin hiçbirini körü körüne, tesadüf olarak, helâk edilmiş değildir. Her biri Allah-u Teâlâ’nın hikmeti gereğince takdir edilip, levh-i mahfuzda yazılmış şaşmaz yazısı gereğince helâk edilmişlerdir. Nuh Aleyhisselâm’ın kavminin tufanla helâk olması, Salih Aleyhisselâm’ın kavminin korkunç bir uğultu ve sarsıntıyla helâk olması, Lut Aleyhisselâm’ın kavminin yere batmak suretiyle helâk olması, Hud Aleyhisselâm’ın kavminin rüzgâr ve sesle helâk olması gibi. Nemrudlar, Karunlar, Firavunlar helâk olup gittiler. Hepsinin ömrü sona erince takdir kaçınılmaz olmuştur.
Şimdi küffar kavimlerde kendileri için mukadder olan zaman gelince, bütün şevklerine rağmen ve “En büyük biziz” demelerine rağmen, dünyaya meydan okumalarına rağmen, lâyık oldukları âkıbete kavuşmuş olacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hiçbir millet ne süresinden ileri geçebilir, ne de geri kalabilir.” (Müminun: 43)
Onun her hükmü zamanında meydana gelir, ceza zamanı geldiğinde ise hiçbir surette tehir edilmez.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde zulümlerine rağmen kullarına bir zamana kadar ruhsat verdiğini süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber veriyor:
“Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler.” (Nahl: 61)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde yahudilerinde yeryüzünde iki defa bozgunculuk yaptıklarını ve bunun karşılığı olarak da başlarına gelen felâketleri bir ibret numunesi olarak haber veriyor:
“İsrailoğullarına Kitap’ta: ‘Siz yeryüzünde iki defa fesat çıkarıp bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz.’ diye bildirdik.
Birinci bozgunculuğunuzun ceza vakti gelince üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketin her köşesini kontrollerine alacaklar, evlerin aralarına girip sizi araştıracaklar. Bu, yerine gelecek bir vaaddir.
Bunun ardından sizi o istilâcılara tekrar galip getireceğiz. Mallar ve oğullarla size yardım edecek, sayınızı artıracağız.
İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir. İkinci bozgunculuğunuza karşı vâdedilen cezanın vakti erişince; yüzlerinizi kararta kararta kötülük yapmaları, önceden Mescid’e girdikleri gibi yine girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri mahvetmeleri için tekrar göndereceğiz.
Umulur ki Rabb’iniz size merhamet eder, acır. Eğer dönerseniz, biz de döneriz. Cehennemi kâfirlere bir zindan kılmışızdır.” (İsrâ: 4-5-6-7-8)
Allah-u Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu hükümden kaçınmak mümkün değildir. Ömür de Allah-u Teâlâ’nın yed-i kudretindedir. Ecel kendileri için takdir edilmiş olanlar, ölümleri nerede ve ne zaman takdir edilmişse kendi ayakları ile oraya kadar giderler. Ölümü unutan, bütün gayesi dünya olan, ahiret hazırlığını aklına bile getirmeyen kimse öldüğü zaman kabrini cehennem çukurlarından bir çukur olarak bulur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünyada garip yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!” buyurmaktadır. (Tirmizi)
Bir insanda bu hâlin bulunması çok faydalıdır. Çünkü garip insan kötülük yapamaz, yolcu ise eline çantasını almış, yol almakla meşguldür.
Nefis ölmeyi hiç istemez, onu bu hususta terbiye etmek için birinci planda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır. Nefse öleceğini, bilcümle malından, evlâtlarından ve sevdiklerinden ayrılacağını sık sık duyurmalıdır. Orada “Eyvah!” demememiz için dünyaya niçin geldiğimiz, nereye gideceğimiz, niçin yaratıldığımız ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz.Kazanabilirsek ebedî bir hayat kazanılmış olacak. Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız.
Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ımız Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri kullarına en büyük öğütlerinden birisini vererek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun.
Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imran: 102)
Rabb’imiz hidayetimizi artırsın, imanımızı kemâlleştirsin.