Türkiye’nin iç ve dış gündemi o kadar dolu ki her gün yazı konusu yapılabilecek birçok hadise ile karşılaşıyoruz. Bunlardan herhangi birini bu yazının konusu yapmak mümkün. Ancak dergimiz ayda bir yayınlandığı için kendi bilgimiz dahilinde ülkemizi en çok ilgilendiren konuyu tesbit etmeye ve bunu okuyucularımızın dikkat nazarlarına arzetmeye gayret ediyoruz.
Bir hadisenin veya memleket meselesinin maddi öğelerini tesbit etmek, uygulanacak yöntemler hakkındaki en doğru yolu göstermek elbette önemlidir. Fakat unutulmamalıdır ki, bizler zannımızla, elimizde bulunan haber ve bilgilerle bir sonuca gitmeye çalışıyoruz, yorumlarda bulunuyoruz.
Ancak, sizlerin dikkat nazarlarınıza arzetmek istediğimiz önemli bir ayrıntı var. Biz haber ve bilgilerimizi yargıya dönüştürmeye çalışırken manevî “Vazifedar kullar”dan duyduğumuz gerçek haberler ışığında fikirlerimizi olgunlaştırmaya gayret ediyoruz. Bu gayretimiz sebebiyle öyle ümit ediyoruz ki kısıtlı haber ve bilgi kaynağımıza rağmen birçok konuda dikkate alınması gereken bulgulara ve değerlendirmelere ulaşıyoruz.
Zira hiçbir bilgi Hazret-i Allah’ın lütfuyla haberdar ettiği kullarının verdiği haberden daha doğru değildir. Ve hiç kimse onların haber verdiği gibi haber veremez.
Bu konu manevîyat konusu. Ancak memleket meselelerimizin selameti bakımından çok önemlidir, hatta bu işin temeli buraya dayanmaktadır.
Hazret-i Allah’ın öyle kulları vardır ki, onlar Hazret-i Allah’ın bildirmesiyle O’nun bildirdiği kadarını bilirler. Bu bildiklerinden bazılarını etraflarına, yakınlarına söyledikleri gibi, gelecek tehlikelerden de halkı haberdar etmeye çalışırlar.
İnsanoğlunu bekleyen en büyük tehlike imansız bir şekilde ahirete intikal etmektir. Bu kullar evvela bu büyük tehlikeden insanları kurtarmaya çalışırlar. Bununla beraber “Gönderildikleri” toplulukların dünya saadetleri için de ellerinden geleni yapar, bela ve musibetlerin def’i için Hazret-i Allah’a naz ve niyazda bulunurlar.
Eğer bir kul bu “Vazifedarlar’ın dediklerine kulak verir, onlara sarılırsa kendisini kurtarmış olur. Hem dünyada hem de ahirette. Eğer ki bu kul idare makamında ise hem kendisini kurtarır hem de tabiyeti altındakileri.
Bilindiği üzere Resulullah Aleyhisselâm gelecekte ve ahir zamanda olacak hadiseleri bir bir haber vermiştir. Sanılmasın ki kendisi neler olacağını bilmiyordu. Bilakis Allah-u alem televizyon seyreder gibi her şeyi görerek konuşuyordu.
Delilini şöyle arzedelim: Uzun bir Hadis-i şerif’lerinde kıyamete yakın yapılacak savaşları anlatırken bir cümleleri aynen şöyledir: “Hatta kuşlar o çarpışan mücahitlerin yanlarından uçacaklar da bir türlü onları geride bırakıp (harp sahasını) geçemeyeceklerdir ve nihayet ölü olarak yere düşeceklerdir.”
Bunun gibi Hadis-i şerif’lerde birçok rumuzlar vardır. Deccalin bineği anlatılırken, “Eşeğinin iki kulağının arası 40 arşındır” buyurulmakta, Yecüc Mecüc’den bahsedilirken yeryüzü ahalisinin işini bitirdik, gökyüzü ahalisinin işini bitirelim diyerek mızraklarını gökyüzüne atacakları ve kana boyanmış olarak geri döneceği haber verilmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm haber verdiği gibi onun vekili, Hazret-i Allah’ın Vazifedarları da zaman zaman haber vermişlerdir.
Şeyh Edebâlî’nin Osman Gazi’ye büyük bir devletin kurucusu olacağını haber vermesi, Hacı Bayram Veli -k.s- Hazretleri’nin İstanbul’un fethinin Fatih’e nasip olacağını söylemesi, Akşemseddin Hazretleri’nin fethin gününü Fatihe bildirmesi, Emir Sultan Hazretleri’nin Yıldırım Bayezid’i Timur ile savaşmaktan vazgeçirmek için birçok gayret göstermesi, muvaffak olamayacağı yönünde ikazlar yapması tarihten bilinen meşhur hadiselerdendir.
Bu “Vazifedarlar” her asırda mevcuttur. Bu “Vazifedarlar”ı kılavuz edinenler ahiret selametine kavuştukları gibi, dünya işlerinde de destek ve yardım görürler.
Bu asırda da Hazret-i Allah’ın vazifedar kıldığı kulları mevcuttur. Böyle bir kulunu bize buldurduğu için Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretsek azdır. Bu kul bizleri ikaz ve irşad ederken, bizlere iman kalesinin en büyük düşmanlarını bildiriyor. Bu iman kalesinin düşmanı din bölücülerinin aynı zamanda vatanda da bölücülük yaptığını bunların fitnesinin her fitneden çok daha büyük olduğunu bizlere duyuruyor. Bununla beraber dünya işlerimizde de bize yol gösteriyor.
İyi ile kötü, faydalı ile zararlı olanı ayırmak, kötü ve zararlı olanı ortadan kaldırmaya çalışmak lazımdır. Faydalı bakteriler de bir mikroorganizmadır, hastalık yapan virüs de bir mikroorganizmadır; bal arası da arıdır, eşek arısı da arıdır. Binaenaleyh din ehlinin hakikisi ile sahtesi arasındaki fark bu canlılar arasındaki farktan çok daha büyüktür. Cennet ile Cehennem arasındaki fark ne ise, hakiki vazifedar ile sahte din önderi arasındaki fark da odur. Birisi insanları Cennete, kurtuluşa davet eder, diğeri cehenneme davet eder. Birisi medeniyetin, nezafetin, aydınlığın kaynağıdır, diğeri bağnazlığın, yobazlığın, ahlaksızlığın kaynağıdır. Birisi bir toplum için en lüzumlu bir gıdayı temin eder, diğeri topluma devamlı zehir zerkeder. Birisi ne kadar lüzumlu ise, ne kadar muhafaza edilmeye layıksa, diğeri de o kadar zararlı ve yok edilmeye layıktır.
Birisi Hoca Ahmed Yesevîlerin, Şeyh Edebâlî’lerin, Emir Sultan’ların, Hacı Bayram Veli’lerin, Akşemseddin’lerin varisidir, diğeri, Nizamülmülkleri şehid eden Bahailerin, Hasan Sabbah’ların varisidir.
Birisinin gayesi ve vazifesi insanları dünya ve ahiret selametine kavuşturmaktır, diğerinin gayesi dünyayı elde etmek, makam, nam, şan şöhrettir. Birisi vazifesini Hakk’tan alır, diğeri Şeytan’dan...
Memleketimizde ahlaki, sosyal, idari sıkıntıların, bela ve musibetlerin en büyük müsebbibi sahte din önderleri ve onlara tabi olan şuursuzlardır.
Millet olarak ahireti unuttuk dünyaya sarıldık, Hazret-i Allah’ı bıraktık, nefsimize hoş gelen işlerin peşine düştük.
Halbuki dünyanın ahirete nisbeti, anne karnının dünyaya olan nisbeti gibidir. İnsan ahirete intikal ettiğinde dünyanın ne kadar basit olduğunu, Hazret-i Allah’ın azamet ve ululuğunu gerçek bir gözle müşahede edecek, ancak iş işten geçmiş olacak.
Biz bu hakikatleri Hazret-i Allah tarafından “Gönderilenler”den öğreniyoruz. Bu Gönderilenler bütün insanların öldükten sonra gördüğü hakikati daha dünyada iken görmüşlerdir. Bu sebeple onlar dünyaya iltifat etmezler. Makam, madde, saltanat peşinde koşmazlar. Bütün gayeleri insanları ahiret selametine ulaştırmak, iman nuruyla müşerref olmalarına vesile olmaktır. Zira bunlar bu gaye ile gönderilmişlerdir. Vazifeleri budur.
Bütün gaye imandır. Zira Hazret-i Allah’ın değer verdiği ve bizden beklediği şey “İman”dır.
Hazret-i Allah’ın “Gönderilenler”i insanları imana davet ederler. Bununla beraber onların aramızda bulunması bizim için büyük bir lütuftur. Hadis-i şerif’te “Sizler onlar sayesinde yer ve içersiniz, vuku tasavvur olunan bela ve musibetler onlar sebebiyle kaldırılır.” buyurulmaktadır.
Millet olarak büyük kabahatlarimiz var. Geçmiş ümmetlerin helakına vesile olan günahların her çeşidi bugün mevcut.
Bela ve musibetlerden kurtulabilmemiz için Hazret-i Allah’a yönelmemiz ve sığınmamız, Hazret-i Allah’ın sevip seçtiği, vazifedar kıldığı kullarına olan sevgi ve saygımızı vesile kılmamız, onlar ile Hazret-i Allah’a yönelmemiz gerekiyor.
Hazret-i Allah’ın ne zaman ne takdir ettiği bilinmez. Ancak gerek Ayet-i kerime’lerde gerek Hadis-i şerif’lerde vaad edilen bir akibet var ki, ne kadar sığınsak azdır.
Hazret-i Allah’ın vazifedar kıldığı iman kurtarıcı kullarının şefkat kanatları altına girmemizin önündeki en büyük engel evvela kendi nefsimizdir. Kimisi daldığı günah denizinden çıkamaz, kimisi nefsinin heva ve hevesini ilah edinmiştir, kimisi sahte ve çürük fikirlere bel bağlamıştır. Çok kimse hakikatı göremez, sanal bir alemin içinde yuvarlanır, durur.
Ancak bu engelleri aşıp bu şefkat kanatlarının altına giren; dünyada selamet sahillerinde dolaşır, ahirette yardımcı gerçek bir dost edinmiş olur.
Akibetini düşünen, ailesini düşünen, memleketini düşünen bu selamet sahiline demir atmak zorundadır. Her kaptan gemisini düşünmek zorundadır. Aile reisi aile gemisinin, memleket idarecileri vatan gemisinin...