Allah-u Teâlâ infak etmeyenleri kınadıktan sonra Mekke’nin fethinden önce infak etmenin, fetihten sonra yapılacak infaktan hayırlı olduğunu şöyle beyan buyuruyor:
“İçinizden fetihten önce infak edenler ve savaşan kimseler, daha sonra infak eden ve savaşanlarla bir değildir.” (Hadid: 10)
Elbette öncekilerin dereceleri daha yüksektir. Çünkü Fetih’ten önce müslümanlar büyük bir darlık içinde idiler, sayıları azdı. Fetihten önceki infak ve cihatta daha büyük fedakârlık bulunduğu için mükâfat da pek fazladır. Fetih’ten sonra Allah-u Teâlâ İslâm’ı güçlendirdi, insanlar bölük bölük İslâm’a girdiler.
“Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha üstündür.” (Hadid: 10)
Her iki kısım da mükâfatı haketmiştir ve fakat birinin mertebesi diğerinden üstündür. Çünkü onlar en nazik durumlarda Allah yolunda canlarını bile tehlikeye attılar, mallarını çekinmeden sarfettiler.
“Allah hepsine de en güzel olanı (cenneti) vâdetmiştir.” (Hadid: 10)
Her ne kadar dereceleri farklı bile olsa, hepsi de en güzel olanı seçmişlerdir. Farklılığa rağmen hepsine de güzel mükâfat verilecektir.
“Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Hadid: 10)
Açığını da gizlisini de bilir ve ona göre size karşılığını verir.
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak vasıflandırmaktadır:
“Kim Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır.” (Hadid: 11)
“Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.
İnfakın Karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli verilmesi, riyâ karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi, verilirken başa kakılmaması şarttır.
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat kat iâde edeceğini vadetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saâdet ve selâmet verir. Ahirette ise mükâfat olarak birçok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat artırır.
“Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır.” (Hadid: 11)
Allah-u Teâlâ’nın cömertçe vereceği mükâfatın büyüklüğü bizim tasavvurumuzun haricindedir. Bu gibi kimseler cennetlere ve ilâhi tecellilere ereceklerdir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil olunca Ensar’dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh- “Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu istiyor?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca “Yâ Resulellah! Elini bana göster.” dedi ve Resulullah Aleyhisselâm’ın elinden tutarak “Bahçemi Rabbime borç olarak veriyorum.” buyurdu.
Bahçesinde altıyüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı. Yanlarına gelerek “Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabbime borç verdim.” dedi. Âilesi ise sevincini belirterek “Çok kârlı bir alış-veriş yapmışsın!” cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış bulunuyor.” (İbn-i Kesir)
Müminlere ahirette amellerine göre nur verilecek, yüzleri de gece karanlığındaki ayın parlaklığı gibi parlayacaktır. Bu nur dünyada kazanılır, dünyadan ahirete intikal eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde itaatkâr müminlerden ve nurlarından haber vererek şöyle buyurmuştur:
“O günde erkek müminlerle kadın müminleri önlerinden ve sağlarından nurlarını koşarken görürsün.” (Hadid: 12)
Bu nur sadece müminlere mahsustur. Kâfirler dünyada iken nasıl ki karanlıklar içinde yaşamışlarsa, orada da karanlıklar içinde kalacaklardır.
Müminler mahşer meydanından cennete doğru giderlerken, sırat üzerinden geçerlerken, nurları da onlarla beraber koşacaktır.
Onlara şöyle denilir:
“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir.” (Hadid: 12)
Cennetle müjdelenen bir insan için artık hiçbir endişe kalmaz. Bu ne büyük bir saâdettir.
“İşte büyük kurtuluş budur!” (Hadid: 12)
Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazlarının sonunda yaptığı duâlarının bir bölümünde şöyle münacaatta bulunurlardı:
“Ey Allah’ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver, önüme bir nur arkama bir nur ver, üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma bir nur gözüme bir nur ver, saçıma bir nur ver, derime bir nur ver, etime bir nur kanıma bir nur ver, beynime bir nur kemiklerime bir nur ver!
Ey Allah’ım! Nûrumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir nur yarat!” (Tirmizi)
Allah-u Teâlâ kıyamet günü müminlerin durumunu açıkladıktan sonra, münâfıkların durumunu açıklayarak şöyle buyurdu:
“O gün ki, erkek münâfıklarla kadın münâfıklar, iman edenlere: ‘Bize bakınız, nurunuzdan alalım!’ diyeceklerdir.” (Hadid: 13)
Müminler nurlar içinde muradlarına ererken, münâfıklar karanlıklar içinde kalacaklardır.
Müminlerden merhamet isteğinde bulunmalarının hiçbir faydasını göremeyecekler, hasretler ve pişmanlıklar içinde terkedileceklerdir. Çünkü onlar bu merhamete lâyık değillerdir. Onlar karanlık dünyaların adamıdırlar.
“Onlara: ‘Dönün ardınıza da bir nur arayın!’ denilir.” (Hadid: 13)
Siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeye sebep arardınız. Şimdi dönebilirseniz dönün dünyaya da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak yoktur.
Müminler onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip, dalâletten kurtarmak istedikleri halde; onlar müminlerin inançlarıyla, ibadetleriyle hep alay etmişler, alaya eğlenceye almışlardı, şimdi ise alay etme sırası müminlere geldi.
“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapalı bir sur çekilir.” (Hadid: 13)
Kıyamet gününde müminlerle münâfıkların arasını ayırmak için bir sur konulur. Müminler oraya varınca kapısından girerler, kapı kapanır ve münâfıklar surun arkasında karanlık ve azap içinde kalırlar. Öyle ki onlar kapının öte tarafına aslâ geçemezler. Kapının içi cennet tarafına baktığı için rahmettir, dışı ise cehennem tarafına baktığından dolayı azaptır.
“Münâfıklar müminlere: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ diye seslenirler.” (Hadid: 14)
Biz de kelime-i şehadet getirmemiş miydik? Sizin gibi camiye gitmiyor muyduk, namaz kılmıyor muyduk, oruç tutmuyor muyduk? O halde aramızdaki bu fark nereden geliyor?
“Müminler de derler ki: ‘Evet amma, siz kendinizi aldattınız.’” (Hadid: 14)
Müslüman gibi göründüğünüz halde münafıklık yaptınız. İslâm ile küfür arasında bocalayıp durdunuz. Gerçekten iman etmediniz, İslâm’a hiçbir zaman gönülden bağlanmadınız. Nurdan tiksindiniz, zulmeti tercih ettiniz. Sonunda da sapıklıkta kaldınız. Kendi elinizle kendinizi ateşe attınız, helâk oldunuz.
“Bize pusu kurdunuz.” (Hadid: 14)
“Biz de müslümanız.” diyerek bu perde altında icraatınızı yaptınız. Hep müminlerin zararını istediniz durdunuz.
“Şüpheye düştünüz.” (Hadid: 14)
Allah-u Teâlâ’nın dilediği şekilde bir türlü inanamadınız, ilâhi hükümleri hep hafife aldınız, kendi arzu ve heveslerinize göre hareket ettiniz. Bunun içindir ki hiçbir zaman müminlerle beraber olmadınız.
“Kuruntu sizi aldattı.” (Hadid: 14)
Bu münafıklık sayesinde kârlı çıkacağınızı, isteklerinize ereceğinizi zannettiniz.
“O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı.’” (Hadid: 14)
“Allah Ğafur’dur, Rahim’dir. diyerek, şeytanın iğvâsına kapıldınız ve bu sapıklığınız bir ömür boyu sürdü, bu halde iken de ölüm size yetişti, tepetakla yuvarlandınız, cehennemin dibini buldunuz.
“Bugün artık sizden de inkâr edenlerden de fidye kabul edilmez.” (Hadid: 15)
Sizin gibi gizlice değil, açıkça inkâr edenler de cehennem odunu olacaklardır. Orada kâfirlerle beraber olacaksınız. Kurtuluşu hiçbir zaman ümit etmeyin. Kendinizi kurtarmak için ne kadar kurtuluş bedeli verecek olsanız kabul edilmez.
“Varacağınız yer ateştir!” (Hadid: 15)
Zorunlu olarak oraya varacaksınız ve hiç çıkmamak üzere oraya döküleceksiniz.
“O sizin yardımcınızdır.” (Hadid: 15)
Dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı dost ve yardımcı edinmediniz. Şimdi artık yardımcınız cehennemdir. İşte size lâyık olan en uygun cezâ!
“O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadid: 15)
Küfür ve nifakın cezası işte böyle müebbettir.
Allah-u Teâlâ gaflet içinde yaşayan müminleri Âyet-i kerime’sinde uyanmaya dâvet ediyor. Zikrullah ile ve Kur’an-ı kerim ile kalplerinde Allah korkusunun tecelli etmesini tavsiye ediyor.
“İman edenlerin zikrullah için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?” (Hadid: 16)
Müminlerin, kalplerini Allah’ın zikrine vermeleri ilâhi bir emirdir. Kalplerin Allah’tan gafil olma tehlikesinden korunması ancak zikrullah ile mümkündür. Zikrullah, kalplerin yumuşaması için bir sebeptir.
Allah-u Teâlâ’nın bu azarlamasında bir sevgi ve teşvik gizlidir. Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ kullarını tatlı bir korkutma ile uyarmaktadır.
“Ve O’ndan inen gerçek için.” (Hadid: 16)
Çünkü Kur’an-ı kerim hem bir zikir bir hatırlatma, hem de bir öğüttür. Gerçek bir müminin, onun emir ve yasaklarına riayet etmesi, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenlemesi gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında müminlerin, kendilerinden önce Kitab’ı yüklenmiş bulunan yahudi ve hıristiyanlar gibi olmamalarını, onlara benzemelerini yasaklamaktadır:
“Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar.” (Hadid: 16)
Çünkü onlar aradan geçen uzun zamanda ellerinde bulunan Allah’ın Kitab’ını değiştirdiler ve onu az bir dünyalık karşılığında sattılar. Hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka rabler edindiler. Hak ve hakikatı bırakıp bâtıla yöneldiler, sıradan insanların peşlerine takıldılar.
“Onların üzerlerinden uzun zamanlar geçti ve kalpleri katılaştı.” (Hadid: 16)
Onlarla peygamberleri arasında zaman geçti, ardı arkası kesilmeyen arzular peşine düştüler. Kendilerine katılık ve duygusuzluk hâkim oldu. Tevrat ve İncil’i okuyup dinlediklerinde hâsıl olan haşyetullah kayboldu. Kalpleri taş gibi, hatta daha da katılaştı.
Artık onların kalpleri hiçbir öğüdü kabul etmez ve hiçbir tehdit sebebiyle de kalpleri yumuşamaz.
“Zaten onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Hadid: 16)
Dinlerinin sınırını aşmış, kitaplarındaki ilâhî hükümleri terketmişlerdir.
•
Müminler Mekke döneminde daha gayretli ve daha bağlı idiler. Medine-i münevvere’ye hicret ettiklerinde bolluk ve rahata kavuştular. Bunun üzerine kalbî hassasiyetlerini biraz kaybettiler. Bunun üzerine bu Âyet-i kerime indi ve Allah-u Teâlâ tarafından azarlandılar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- der ki:
“Allah-u Teâlâ müminlerin kalplerinde bir ağırlık görerek Kur’an’ın inişinin onüçüncü senesine girerken bizi azarladı.”
Bu Âyet-i kerime Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in huzurunda okunmuştu. Yemame halkından bir grup da orada bulunuyordu, alabildiğine ağladılar.
Onlara bakıp şöyle buyurdu:
“Kalplerimiz katılaşıncaya kadar işte bizler de böyleydik.”
Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.
“İyi bilin ki Allah ölümünden sonra yeryüzünü diriltiyor.” (Hadid: 17)
Çoraklaşıp kuruyan toprağı, yağmurla canlandırıyor.
Hiç şüphe yok ki kuru toprağı su ile dirilten Allah-u Teâlâ, mânevi hayattan mahrum kalan kimselerin ölü kalplerini de Zikrullah ve Kelâmullah vasıtası ile diriltiyor.
“Aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.” (Hadid: 17)
Zamanın uzaması ile kalp katılığına düşmemek için Zikrullah’a ve Kelâmullah’a sımsıkı sarılırsınız.