Muhterem Okuyucularımız;
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tebliğ vazifesini yaptığı ilk yıllarda Mekke-i mükerreme ve çevresindeki müşriklere “Göklerin ve yerin yaratıcısı kimdir?” diye sorulduğunda “Allah!” derlerdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’dan istenecek şeyleri putlardan, yıldızlardan ve bazı canlı yaratıklardan isterlerdi. Bunun içindir ki onlara hem putperest, hem de müşrik denilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, elbette: ‘Onları güçlü olan ve her şeyi bilen Allah yarattı.’ derler.” (Zuhruf: 9)
Bunu itiraf ettikleri halde, cehalet ve beyinsizlikleri yüzünden, O’nunla birlikte başkasına ibadet ettiler.
“De ki: Siz onu bırakıp da kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz?” (Ra’d: 16)
Size fayda vermek şöyle dursun, onlar kendi kendilerine de fayda ve zarar veremezler.
Ancak ve ancak, âlemlerin Rabbi olan Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl olur ve zarar önlenir.
Nasıl ki putlar kendi kendilerine tesir etmek gücünden mahrum ve yoksun iseler, Azamet-i ilâhî karşısında bütün varlıklar aynı durumdadırlar.
“Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay’ı musahhar kılan kimdir?’ diye sorsan, ‘Allah’tır!’ derler.
O halde nasıl çevrilip döndürülüyorlar?” (Ankebût: 61)
Her şeyin yaratıcısı olduğunu ister istemez kabul ederlerken, ulûhiyete gelince nasıl O’ndan dönüp şirke sapıyorlar?
“Andolsun ki onlara: ‘Gökten su indirip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?’ diye sorsan, şüphesiz ki: ‘Allah!’ diyecekler.
De ki: ‘Hamd Allah’a mahsustur.’ Onların çoğu aklını kullanmazlar.” (Ankebût: 63)
Zira Allah-u Teâlâ’nın, yaratan ve rızık veren olduğunu söylüyorlar da, başkasına ibadet ediyorlar.
“De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?”(Ra’d: 16)
Burada körden maksat, kalp gözü kör olan kâfirdir. Görenden maksat; Hakk ile hakikatı görüp kabul eden, Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyetini tasdik eden muvahhid mümindir.
Yoktan var eden, nimetlerle donatan, her yarattığı şeyde hassalar koyan ve kâinatı insanlara musahhar kılan Zât-ı kibriyâ Hazret-i Allah’tır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Göklerde olanları, yerde olanları hepsini size musahhar kılmıştır.” (Câsiye: 13)
Bütün bu varlıklar Allah-u Teâlâ tarafından yaratılmış ve insanların faydalanmaları gayesi ve hikmeti ile hizmetlerine verilmiştir.
Mülkünde bulunduruyor, en güzel nimetlerle merzuk ediyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” (Bakara: 29)
Bütün bunları insanı yaratmak ve yarattıktan sonra da mesut yaşatmak için yarattı. Hepsini insanlara itaatli ve çekici kıldı.
Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.
“O her an yeni bir iştedir.” (Rahmân: 29) Âyet-i kerime’si an be an tecelli etmektedir. O her an yeni bir yaratma halindedir.
Allah-u Teâlâ varlığına, kudret ve hikmetine şehâdet edip duran bir kısım eserlerini ve beşeriyet hakkındaki nimet ve ihsanlarını En’âm sûre-i şerif’inin 99. Âyet-i kerime’sinde intibah nazarlarına arzetmektedir:
“O gökten suyu indirdik. İşte biz bitip yetişen her bitkiyi onunla yetiştirdik.” (En’âm: 99)
Bulutlardan yağmuru indiren ve onunla her türlü hububâtı, meyve ve sebzeleri, ağaçları ve otları çıkaran O’dur. Hiçbir şey plânsız, programsız, kendiliğinden varolmayacağı apaçık bir gerçektir.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
“Eğer Yeryüzündeki Bütün Ağaçlar Kalem, Denizler de Mürekkep Olsa ve Hatta Buna Yedi Deniz Daha Eklense, Yine de Allah’ın Kelimeleri Tükenmez. Şüphe yok ki Allah Aziz’dir, Hükmünde Hikmet Sahibidir.” (Lokman: 27)
Allah-u Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısının Zât-ı Akdes’i olduğunu, kendisinden başka ilâh bulunmadığını bir Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmaktadır:
“De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” (Ra’d: 16)
Gökleri ve yeri yaratan ve onların işlerini idare eden kimdir? Hayatınızı idame ettiren şeyleri, rızıklarınızı size kim sağlıyor?
Böyle bir soruya verilebilecek tek cevap:
“De ki Allah’tır!” (Ra’d: 16)
Göklerin ve yerin bir Rabbi’nin olduğu ve her şeyin O’nun hükümranlığı altında bulunduğu, O’nun emriyle hareket ettikleri ve musahhar kılındıkları gayet açıktır. O’ndan başka Rabbül-âlemin yoktur.
Hep O, hep O’ndan.
“O, göklerin yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O Rahman’dır.” (Nebe: 37)
Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.
“Eğer inanıyorsanız O, göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbidir.” (Duhan: 7)
İnsanların O’nu bırakarak tapındıkları şeyler aslâ ilâh olamazlar.
“Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve tardedilmiş olarak kalırsın.” (İsrâ: 22)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tebliğ vazifesini yaptığı ilk yıllarda Mekke-i mükerreme ve çevresindeki müşriklere “Göklerin ve yerin yaratıcısı kimdir?” diye sorulduğunda “Allah!” derlerdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’dan istenecek şeyleri putlardan, yıldızlardan ve bazı canlı yaratıklardan isterlerdi. Bunun içindir ki onlara hem putperest, hem de müşrik denilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, elbette: ‘Onları güçlü olan ve her şeyi bilen Allah yarattı.’ derler.” (Zuhruf: 9)
Bunu itiraf ettikleri halde, cehalet ve beyinsizlikleri yüzünden, O’nunla birlikte başkasına ibadet ettiler.
“De ki: Siz onu bırakıp da kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz?” (Ra’d: 16)
Size fayda vermek şöyle dursun, onlar kendi kendilerine de fayda ve zarar veremezler.
Ancak ve ancak, âlemlerin Rabbi olan Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl olur ve zarar önlenir.
Nasıl ki putlar kendi kendilerine tesir etmek gücünden mahrum ve yoksun iseler, Azamet-i ilâhî karşısında bütün varlıklar aynı durumdadırlar.
“Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay’ı musahhar kılan kimdir?’ diye sorsan, ‘Allah’tır!’ derler.
O halde nasıl çevrilip döndürülüyorlar?” (Ankebût: 61)
Her şeyin yaratıcısı olduğunu ister istemez kabul ederlerken, ulûhiyete gelince nasıl O’ndan dönüp şirke sapıyorlar?
“Andolsun ki onlara: ‘Gökten su indirip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?’ diye sorsan, şüphesiz ki: ‘Allah!’ diyecekler.
De ki: ‘Hamd Allah’a mahsustur.’ Onların çoğu aklını kullanmazlar.” (Ankebût: 63)
Zira Allah-u Teâlâ’nın, yaratan ve rızık veren olduğunu söylüyorlar da, başkasına ibadet ediyorlar.
“De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?” (Ra’d: 16)
Burada körden maksat, kalp gözü kör olan kâfirdir. Görenden maksat; Hakk ile hakikatı görüp kabul eden, Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyetini tasdik eden muvahhid mümindir.
Küfür ve şirk kat kat karanlıktır. Önü de karanlık sonu da karanlıktır. Delili ve isnadı yoktur. Mârifetullah ise nûrdur, aydınlıktır. İnsanlar o nûr ile Allah-u Teâlâ’yı bilirler ve bulurlar.
“Yoksa Allah’a, O’nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler?” (Ra’d: 16)
Böyle bir şey imkan dahilinde midir ki, sapıklıklarının mazereti budur denilebilsin?
Durum böyle değildir. Hiçbir şey O’na benzemez. O’nun dengi, veziri, yardımcısı yoktur. O bütün bunlardan münezzehtir.
“De ki: Allah’tır her şeyi yaratan.” (Ra’d: 16)
O’ndan başka yaratıcı yoktur, yaratmada hiç bir ortağı da yoktur. Şey denilebilen ne varsa hepsini yaratan O’dur.
“O Vâhid’dir, Kahhar’dır.” (Ra’d: 16)
Yaratıcılıkta, ulûhiyette, rubûbiyette eşi ve benzeri olmayan, bütün yaratılmışları hükmü altına alan ve onların mukadderatlarını kudretiyle elinde tutan bir Rabb’dir.
O ki, zâlimlerin zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.
Güneş, dünyanın da dahil olduğu güneş sisteminin merkezi, aynı zamanda dünyaya en yakın olan yıldızdır. Büyük görünmesinin sebebi de bu yakınlığıdır. Güneş dünyaya ısı, ışık, dolayısıyle hayat veren kaynaktır. Güneş olmasaydı, dünyada hayat olmayacaktı.
Güneş kendi sistemindeki gezegenlerin merkezidir. Bu gezegenler güneş etrafında yörünge çizerler. Bu gezegenleri ayakta tutan da güneştir.
Güneşle, güneşin etrafındaki yörüngelerin üzerinde dolaşan gezegenler ve bu gezegenlere bağlı uyduların hep birlikte meydana getirdiği uyarlı ve hareketli topluluğa güneş sistemi adı verilmektedir.
Ay ise dünyanın tek uydusudur. Dünya, güneşin çevresinde nasıl dönerse, o da dünyanın çevresinde öyle döner. Bu şekilde aynı zamanda dünya ile beraber güneşin de çevresinde dönmüş olur. Ayın dünya etrafındaki hareketi bir yörünge üzerindedir. Bu yörünge dünyanın güneş etrafındaki yörüngesi gibi, bir elips biçimindedir.
Allah-u Teâlâ güneşin ve ayın; kudretinin kemâline, saltanatının büyüklüğüne işaret eden alâmetler olduğunu Âyet–i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Gökte burçlar yaratan, orada ışık saçan güneşi ve nurlu ay’ı vâreden Allah, yüceler yücesidir.” (Furkan: 61)
Güneş bu burçlarda gezinir, dünyaya ışık saçar. Geceleri yeryüzünü aydınlatan parlak ay da bu burçlarda yer almaktadır.
Kaynağı kendinden değil de başka bir cisimden alıp yansıttığı için aya nur denilmiştir.
“Güneşi ışık, ayı nur yapan O’dur.” (Yunus: 5)
Allah-u Teâlâ güneşten çıkan şualara “Işık”, ayın şualarına da “Nur” adını vermiştir.
Ayın nuru, güneşin ışığının bir yansımasıdır. Güneşin ışığı aslından, ayın nûru ise güneştendir.
“(Göğe) ışık saçan bir kandil astık.” (Nebe: 13)
Allah-u Teâlâ’nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması sebebiyledir ki, bütün yeryüzündekiler için parlar ve onları ısıtır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde güneş üzerine, onun sürekli aydınlığına ve ardından gelen aya yemin etmiştir.
“Andolsun güneşe ve aydınlığına, ardından gelmekte olan aya!” (Şems: 1-2)
Güneşten dünyaya doğru yayılan bir çok faydalar bulunabilmekle beraber, bunlar içinde en belli olan ısı ve ışıktır.
“Andolsun toplu hâle geldiği (dolunay olduğu) zaman aya!” (İnşikâk: 18)
Ay’ın gerek kamerî ayın ilk yarısında, gerekse sonunda güneşin batmasına tâbi olarak “Bedir” ve “Hilâl” şeklinde görünmesi güneş sisteminin emsalsiz bir düzene ve şaşmayan hesaba göre hareket ettiğinin başlıca delillerinden biridir.
•
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor.
“Görmez misiniz, Allah yedi göğü birbiriyle âhenkdar olarak nasıl yaratmıştır?” (Nuh: 15)
Öyle harikulâde bir surette vücuda getirmiştir ki, hiç birinde bir eksiklik ve düzensizlik bulunmaz.
“Onların içinde ayı bir nur yapmış, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır.” (Nuh: 16)
Ay ile geceleri yeryüzü aydınlanmakta, güneş ile de gecelerin karanlıkları kaybolmakta ve ziyalar içinde kalmaktadır.
•
Güneş ve ay, bir tür hesabın işaretidirler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Güneş’i ve ay’ı da hesap için bir ölçü kılmıştır.” (En’âm: 96)
Gündüzün alâmeti olan güneş ile, gecenin alâmeti olan ay hesap vasıtalarıdır zamanın hesabı onların hareketleriyle bilinir. İnsanlar günlerin sayısını, haftaları, ayları, mevsimlerin vaktini, meyvelerin ve bitkilerin olgunlaşma zamanlarını bunlarla tesbit edebilmektedirler.
Canlılar, güneşin yeryüzünden belli mesafede tutulması sebebiyle varlıklarını sürdürebilmektedirler. Eğer güneş ölçüsüz hareket etseydi, yeryüzüne az da olsa yaklaşsa veya uzaklaşsa idi, hayatın idâmesine imkân olmazdı.
•
Bu nizam ve intizam olmamış olsaydı, yeryüzünde bu tarz bir hayat görülmezdi.
Güneşin doğuşundaki ve batışındaki sonsuz hikmetleri bir düşün!
Eğer güneş olmasaydı, dünya karanlık olurdu. Bu karanlık dünyada insanlar birbirleriyle anlaşamaz, işlerini göremezlerdi. Aynı zamanda hayati ihtiyaçları için çalışamazlardı. Güneş ışığı olmasa gözlerden istifade edilmez, renkler görülmezdi.
Güneşin hareketi olmasaydı, devamlı gündüz olacağından insanlar durup dinlenmez, gündüzden faydalanmak için devamlı çalışırlardı.
Geceleyin çalışmaya mecbur olduğumuz zamanlarda ay ışığından faydalanırız. Ayın ışığı mutedildir. İnsanların geceleyin rahatça çalışmaları ve yorgun düşmemeleri için ısısı ve ışığı azdır.
Bir düşün! Allah-u Teâlâ geceyi istirahat zamanı, gündüzü de mâişet zamanı olarak tayin etti.
Güneşi hergün doğudan doğduruyor, tâ batıya kadar hiçbir boşluk bırakmadan ısısını ve ışınlarını her yere ve her canlıya ulaştırıyor. Güneşin bu nimetlerinden doğu ile batı arasında hiç bir yer ve hiç bir canlı mahrum bırakılmıyor, her şey ölçülü olarak istifade ediyor.
Bir bak! Mevsimlerin meydana gelmesi için güneşin eksenini nasıl eğik tuttu?
Mevsimler sayesinde insanlar, hayvanlar ve bitkiler muhtaç oldukları yaşama zeminini bulurlar.
Kış mevsiminde ağaç ve bitkilerdeki ısı azalır, bu suretle ağaç ve bitkilerin tomurcukları husûle gelir. Hava sıcaklığının düşmesiyle bulutlar ve yağmur meydana gelir.
İlkbaharda tomurcuklar harekete geçer. İzn-i ilâhî ile bitkiler doğar, ağaçlar çiçek açar.
Yazın havalar ısınır, meyveler olgunlaşır, hasat yapılır.
Sonbaharda hava ılır, geceler uzamaya başlar.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın Ulûhiyet’ini ve Samediyet’ini açıkça gözler önüne serer. Her şey, her an O’na muhtaçtır, O’nun hayat vermesiyle hayat bulmakta, varlıklarını devam ettirmektedirler.
•
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.
Bütün bunlar O’nun yarattıkları hakkında dilemiş olduğu hikmet ve takdire göre olmakta, son derece hassas ve mükemmel bir şekilde cereyan edip durmaktadır.
“Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın!” (Âl-i imran: 27)
Bir yandan gece kırpılıyor, gündüze ekleniyor; bir yandan da gündüz kesiliyor, geceye ekleniyor. Yavaş yavaş gecenin karanlığı gündüzün aydınlığında kayboluveriyor, gecenin karanlığı içerisinden şafağın aydınlığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
Kış mevsiminin başlangıcında yavaş yavaş geceler uzuyor ve gündüzden kırpmaya başlıyor. Bir müddet sonra da yavaş yavaş gündüzler uzuyor, geceler kırpılmaya başlıyor ve yaz mevsimi geliyor.
•
Gece ve gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin çevresinde dönmesiyle meydana gelmektedir.
Dünya güneşe karşı kendi etrafında dönerken, onun her bir noktası güneşe karşı dönüşünü yapar. Bu nokta gündüz olur. Nihayet o nokta güneşi görmez olunca, oradan gündüz soyulup çıkartılır, orayı karanlıklar kaplar. Bu hadise her bir nokta üzerinde düzenli bir şekilde ardı ardına sürüp gider.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Gece onlar için bir delildir. Biz geceden gündüzü sıyırıp çekeriz de, onlar birden karanlıkta kalıverirler.” (Yâsin: 37)
Dünya kendi etrafında güneşe karşı dönmeseydi, gece ve gündüz olmazdı. Kendi etrafında şimdikinden daha hızlı dönmüş olsaydı her şey yıkılır gider, darmadağın olurdu. Eğer kendi çevresinde şimdikinden daha ağır dönmüş olsaydı, sıcaktan ve soğuktan bütün insanlar ölürdü. Kendi etrafında deveranı olmasaydı, bütün denizlerin suları boşalırdı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! De ki: Hiç düşündünüz mü? Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka size ışık getirecek bir ilâh var mıdır?” (Kasas: 71)
Buna kim kâdir olabilir, kim güç yetirebilir?
“Hâlâ işitmeyecek misiniz?” (Kasas: 71)
İnançsız kimseler her ne kadar işitseler de, işittikleri gibi icraat yapmadıkları için işitmeyen sağır mesabesindedirler.
Gece ve gündüz olmasaydı, bu kâinatın kanunları çerçevesinde hayat diye bir şey olmazdı. Her şey bir ölçüye göredir.
“De ki: Hiç düşündünüz mü? Eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka hangi ilâh istirahat edeceğiniz geceyi getirebilir?” (Kasas: 72)
Elbette ki hiç bir kimse bunu getiremez.
“Hâlâ görmeyecek misiniz?” (Kasas: 72)
Elbette ki Allah-u Teâlâ’dan başka Hâlik, bu gibi tasarruflara kâdir bir ilâh yoktur.
Kendinden ışık neşreden ve aslında birer güneş olan ecrâma yıldız denildiği gibi; böyle olmayıp da herhangi bir yıldızdan yani güneşten ışık alıp ona tâbi olan kütlelere de gezegen adı verilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, hareket halinde iken yıldızların mesken edindiği yüksek menzilleri bulunan göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin etmektedir.
“Andolsun burçlar sahibi gökyüzüne!” (Bürûc: 1)
Bu burçlar, gezegen yıldızların menzil ve meskenleridir.
Kur’an-ı kerim’de herbiri birer güneş olan yıldızlardan sözedilmiş ve hatta bunların bir gün sönüp kararacakları bildirilmiştir.
Milyonlarca yıldız ve gezegen arasında çıplak gözle görülebilenler olduğu gibi, teleskoplarla da görülemeyenler vardır. Hatta görmek şöyle dursun, gerekli âletlerin farkına varması mümkün olmayanları dahi bulunmaktadır.
Halbuki ışığın saniyedeki hızı üçyüz bin kilometredir ve ışık dünyanın çevresini bir saniye zarfında 7.5 defa dönebilecek bir hıza sahiptir.
•
Her biri Allah-u Teâlâ’nın emrine, irade ve tasarrufuna karşı direniş göstermezler.
“Ve her göğe emrini vahyetti.” (Fussilet: 12)
Âyet-i kerime’si mucibince, kendilerine verilen ilâhi emre itaat etmek mecburiyetindedirler. Aldıkları emre uymak, yaratılışlarında vardır.
Hepsi de ilâhi iradeye tâbi, O’nun tedbir ve hikmeti ile cereyan eden memurlardır. Dön derse dönerler, dur derse dururlar, sön derse sönerler. Kendi mukadderatlarına kendileri hâkim olmayan bütün bu cisimler, kendi adlarına ne bir şey icad edebilirler, ne de bir şeye icab edebilirler.
“Yıldızlar da O’nun buyruğuna boyun eğmiştir. Elbette bunların her birinde aklını kullananlar için dersler vardır.” (Nahl: 12)
Dünya güneş sisteminin bir parçasıdır. Güneş sistemi ise içinde bulunduğu galaksinin bir parçasıdır. Galaksi ise bu uçsuz bucaksız kâinatın bir parçasıdır.
•
Allah-u Teâlâ azâmetli kudretine dikkatleri çekerek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, biz onu nasıl bina ettik ve nasıl süsledik?” (Kaf: 6)
Başlarının üzerindeki nice yıldızlar deveran edip durmaktadırlar.
“Onun hiç bir çatlağı da yoktur!” (Kaf: 6)
Dünyadan yüzbinlerce defa daha büyük gezegenler bu kâinat içinde yüzer dururlar. Güneşten binlerce defa daha parlak yıldızlar onun içinde parlarlar. İçinde bulunduğumuz bu güneş sistemi, bütünü ile bu kâinatın sadece bir galaksisinin bir köşesine sıkışmıştır.Sadece bu bir galakside bizim güneşimiz gibi yüzbinlerce sabit yıldız vardır. Şu ana kadar da bu şekilde bir milyon kadar galaksinin varlığı tesbit edilmiştir. Bu yüzbinlerce galaksiden bize komşu olan en yakın galaksi, ışık senesine göre bir milyar senede ışığı yeryüzüne ulaşan bir mesafede bulunmaktadır. Bu da insanoğlunun şu ana kadar bilgisinin ulaşabildiği kâinat, gerçek kâinat karşısında denizde bir damla kadar bile değildir. İnsanlar Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azâmetini ölçmekten ne kadar âcizdirler.
“Biz dünya göğünü kandillerle donattık ve ziynetlendirdik.” (Fussilet: 12)
Yıldızlar gökyüzünün süsleri olup, insanların gönüllerini ferahlatan ilâhî birer lütuftur. Allah-u Teâlâ’nın kudretinin ve âlemi ıslah hususundaki hikmetli idaresinin birer delilidir.
Rüzgâr, hareket halinde bulunan hava demektir. Havayı harekete geçiren sebep ise atmosferdeki basıncın azalması veya yükselmesidir. Sıcak bölgeler “Alçak basınç”, soğuk bölgeler “Yüksek basınç” sahalarını doğurur. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi, çevresini saran atmosferin de aynı şekilde hareket etmesi, rüzgârların da dünyanın hareketi esnasında dönüp dolaşmasına sebep olmaktadır.
Bu ise şüphesiz ki kör bir tesadüf değil, her şeyi en ince teferruatı ile bilen Allah-u Teâlâ’nın takdiridir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Estikçe esenlere andolsun ki!” (Mürselât: 2)
Öyle rüzgârlar ki her tarafa süratle dağılıp gider, ağaçları kökünden söker.
“Savurdukça savuranlara andolsun ki!” (Zâriyât: 1)
Rüzgârların gönderilmesi Allah-u Teâlâ’nın kudretine bir delil olduğu gibi, insanlar için de büyük bir nimettir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Rüzgârları (yağmurun yağacağına, aşılamanın yapılacağına) müjdeciler olarak göndermesi O’nun delillerindendir.” (Rûm: 46)
Yağmurun yağdırılması, buna bağlı olarak mahsullerdeki verimlilik ve rüzgârın esmesi ile birlikte gelen huzur, Allah-u Teâlâ’nın rahmetinin eserlerinden başka bir şey değildir.
“Allah odur ki rüzgârları gönderip bulutları yürütür, onları dilediği gibi gökte yayar ve parça parça eder.” (Rûm: 48)
Dilediği taraflara dağıtır, uzun veya kısa bir müddet havada tutar. Kimi zaman gökyüzünü kapatacak şekilde yayılırken, kimi zaman da dağınık parçalar halinde olurlar.
“Sonra da bulutların arasından yağmurun çıktığını görürsün.” (Rûm: 48)
Yeryüzüne şeffaf damlalar halinde dökülmeye başlar.
“Kullarından dilediğine yağmuru verdiğinde, onlar hemen sevinirler.” (Rûm: 48)
Yağmura ihtiyaçları sebebiyle, yağmur yağdığından dolayı yüzlerinde sevinç parıldar.
“Oysa onlar, daha önceden üzerlerine yağmur indirilmesinden iyice ümitlerini kesmişlerdi.” (Rûm: 49)
Artık yağmurların yağmayacağına, mahsullerin yetişmeyeceğine, kendilerinin ihtiyaç ve zaruret içinde kalacaklarına kanaat getirmiş bulunuyorlardı.
Artık yağmurdan bütünüyle ümitlerini kestikleri bir anda birden yağmur yağmaya başlamış, arazileri kuruduktan sonra yeşermiş, en güzel bitkilerden bitirmeye başlamıştır.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?
Şüphesiz ki O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O her şeye kâdirdir.” (Rûm: 50)
Hazana uğrayıp ölü hale geldikten sonra Allah-u Teâlâ yeryüzünü nasıl bitki bitirir hale getiriyor, çeşitli meyvelerle nasıl canlandırıyor?
Kurumuş, ruhsuz ceset gibi olan toprağa hayat vermeye, otlarla ve çiçeklerle süslemeye kâdir olan Allah-u Teâlâ’nın, öldükten sonra da insanları diriltmeye kâdir olduğu apaçık bir gerçektir. Hiç bir şey O’nu âciz bırakamaz.
Ölü toprakları diriltmek, Âyet-i kerime’de ölen insanları diriltmeye delil olarak gösterilmektedir.
•
Çeşitli zamanlarda ve muhtelif bölgelerde, çeşitli yüksekliklerde, farklı hususiyetlerde esen rüzgârların; kimisi bulutları harekete geçirerek yağmur getirir, kimisi bulutları sürer, kimisi bulutların önünden yağmur için müjdeci olur, kimisi bundan önce yeryüzünü süpürür, kimisi de bitkilerin aşılanmasını sağlar. Bazen soğuk, bazen sıcak, bazen hızlı, bazen durgundurlar. Bu şekilde farklı hareket etmeleri elbette bir tesâdüf eseri olamaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur.” (Fûrkan: 48)
Bulutlarla temas, sağlayan rüzgârın, yağmurdan önce esip gelmesi, yağmur yağacağının habercisi sayılır.
Allah-u Teâlâ yağmuru rahmet olarak vasıflandırmıştır. Çünkü rahmet, yağmurdan bir çok yönden daha geniş mânâ ifade eder.
“O ki rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderir.” (A’râf: 57)
Yağmur yağdırıp hayat vereceği zaman, önce durgun havaları harekete geçirir. O hareketi berekete müjdeci yapar.
“Nihayet o rüzgârlar ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete sevkederiz.” (A’râf: 57)
Rüzgârların faydalarından birisi de bulutları derleyip toplamak, yaymak ve yağmura muhtaç olan yerlere götürmek için gökyüzünde tutmaktır.
Yaratılan her şeyde bir mucize bulunduğu gibi burada da apaçık bir mucize görülmektedir. Çünkü hava hafif, bulutlar ise ağırdır. Hafifin ağırı kaldırması ise tabiatına aykırıdır. Bu mucizeye beşer ilmi bin sene sonra vâkıf olabilmektedir.
“Onunla oraya su indirir ve o su ile orada her türlüsünden meyveler çıkarırız.” (A’râf: 57)
Rüzgârlar yağmur ile ağırlaşmış bulunan bulutları kaldırınca, bu bulutları, yağmuru bulunmadığı için ölü durumunda bulunan bir memlekete gönderir ve o yağdırdığı yağmur sayesinde orada meyveler biter.
Allah-u Teâlâ’nın gökten indirdiği yağmur sularıyla ölü toprakları canlandırıp yeşertmesi, cezâ veya mükâfat görmeleri için insanların ölüm sonrası için yeniden dirileceklerine açık bir delildir.
•
Rüzgârlar taşıyıcı ve dağıtıcı oldukları için, faydalarından birisi de ağaçları ve bitkileri aşılamasıdır.
“Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik.” buyuruyor. (Hicr: 22)
Bitkilerin üreme organları çiçeklerdir. Bazı bitkilerde aynı kök üzerinde çiçeklerin bazısı dişi bazısı da erkektir. Bazı bitkilerde ise erkek ve dişi çiçekler ayrı kökler üzerindedir. Aşılanması için erkek ve dişi hücrelerin birleşmesi, çiçek tozunun dişi organın tepeciğine konması gerekir. İşte bu aşılama işi rüzgâr ve böcekler vasıtası ile gerçekleşir.
Bunun meydana gelmesi için de rüzgârın belirli bir miktar ile uygun ve yumuşak bir şekilde esmesi gerekir. Yoksa aşılama yerine bozma olur. Bütün rüzgârlar ilâhî bir tasarruf olduğu gibi, bunların aşılama yapacak derecede esmeleri de ilâhî bir lütuftur.
Bitkilerde rüzgârın yapabileceği bir aşılama yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Bu Âyet-i kerime’nin açıklandığı gerçek bin küsur sene sonra anlaşılmış, bu Âyet-i kerime’nin de bir mucize olduğu meydana çıkmıştır.
Su olmasaydı bu aşılar hükümsüz olurdu. Onun içindir ki rüzgârlara bulutları aşılatarak:
“Gökten de su indirdik, onunla sizi suladık.” (Hicr: 22)
Tesadüfe kalsaydı ne rüzgâr eser, ne aşılama olur, ne de yağmur yağardı.
“Yoksa o suyu siz depolayamazdınız.” (Hicr: 22)
O suyu indiren, kuyularda, pınarlarda, göllerde muhafaza eden de O’dur.
Kur’an-ı kerim’de rüzgârların bulutları taşıdığına, bulut çeşitlerine ve salkım bulutların kar ve dolu gibi yağışlar getirdiğine işaret eden pek çok Âyet-i kerime’ler mevcuttur.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah odur ki rüzgârları gönderip bulutları yürütür, onları dilediği gibi gökte yayar ve parça parça eder.” (Rûm: 48)
Dilediği taraflara dağıtır, uzun veya kısa bir müddet havada tutar. Kimi zaman gökyüzünü kapatacak şekilde yayılırken, kimi zaman da dağınık parçalar halinde olurlar.
“Sonra da bulutların arasından yağmurun çıktığını görürsün.” (Rûm: 48)
Yeryüzüne şeffaf damlalar halinde dökülmeye başlar.
İnsan hayatı üzerinde ısıdan sonra en mühim âmil yağmurdur. Çünkü yağmur, yeryüzündeki tatlı suların kaynağıdır. Gerek insanlara ve gerekse hayvanlara bol bitkiler sağlayan ziraat hayatı yağmura dayanır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görmez misin ki, Allah gökten bir su indirir de bu sayede yeryüzü onunla yemyeşil kesiliverir.
Şüphesiz ki Allah Lâtif’tir, her şeyden haberdardır.” (Hacc: 63)
Rüzgârları gönderir, bulutları kaldırır, yeryüzüne yağmurlar yağdırır, ölü bir halde olan yeryüzü canlanır, kuruluğundan ve kuraklığından sonra yemyeşil hale gelir.
Yağmur Allah-u Teâlâ’nın mülkü olan gökten, yine Allah-u Teâlâ’ya ait olan yeryüzüne inmektedir. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi O’dur.
Bir düşün! Önünde kupkuru bir toprak var. Sonra gözünün önünde gökyüzünden su boşanıyor, o gördüğün kupkuru toprak parçasını hayat kaplıyor. Daha sonra tekrar ölüm, tekrar hayat tekerrür ediyor. Sen ise bu mucizeyi gözünle görüyorsun.
“O’nun âyetlerinden biri de şudur:
Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçer ve kabarır.” (Fussilet: 39)
Toprağı kımıldanır, her türlü bitki ve meyveleri çıkarır, yeniden bir hayata kavuşmuş bulunur.
Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur halinde indiren, bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u Teâlâ’dır. Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar, sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fiziki ve kimyevi hadiseler kendiliğinden değil, ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.
Rüzgârlar bulutları O’nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O’nun tayin ettiği zamanlarda yağmur yağdırırlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İçmekte olduğunuz suyu da söyleyin bana! Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa biz miyiz?” (Vâkıa: 68-69)
İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış, onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
“Eğer dileseydik, onu içilmeyecek tuzlu bir su yapardık. Hâlâ şükretmez misiniz?” (Vâkıa: 70)
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.
Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını sürdürebilmektedirler.
“Size tatlı sular içirdik.” (Mürselât: 27)
Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.
Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.
O’nun mülkünde yaşayan, O’nun verdiği rızık ve O’nun bahşettiği su ile beslenen insan, nasıl olur da kendisini Rabb’inden müstağnî görür?
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in dört Âyet-i kerime’sinde insanları sarsmaması için yeryüzünde sâbit dağlar yarattığını, yedi Âyet-i kerime’sinde ise yeryüzüne sâbit dağlar yerleştirdiğini beyan buyurmaktadır:
“Yer onları sarsmasın diye, onun üstünde sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilmeleri için orada geniş yollar açtık.” (Enbiyâ: 31)
Toprak kütlesinin yaratılması ve dağların kazık gibi oturtulması ile, yeryüzü insanların yaşaması için oturulabilir bir hale getirilmiştir. Eğer yeryüzü sallanıp hareket etseydi, insanlar onun üzerinde yerleşemezlerdi.
“Yeryüzünde sarsılmayasınız diye sabit dağlar yerleştirmiş, doğru yolu bulasınız diye nehirler ve yollar meydana getirmiştir.” (Nahl: 15)
Dünya ekvator itibariyle dakikada 27 km. hızla kendi etrafında, saatte 110 bin km. hızla güneşin etrafında ve güneş sistemiyle birlikte saatte 72 bin km. hızla hareket etmektedir.
Âyet-i kerime’ler dünyanın bu üç ayrı hareketiyle insanları sarsmadığının sebep ve hikmetini açıklamaktadır. Bu ilâhî beyanlardan anlaşılıyor ki, eğer dünya top gibi düz ve pürüzsüz olsaydı; yeryüzünde hayat olmazdı, belli aralıklarla sık sık sarsıntı ve titreşim meydana gelebilirdi. Dağlar olmasaydı, yer kabuğu pek çok şekilde yarılma va çatlamalara maruz kalırdı.
“O gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı. Yere de sizi sarsmasın diye sağlam ve yüksek dağlar koydu ve orada her çeşit canlıları yaydı.” (Lokman: 10)
Dağların yaratılması, insan hayatına sayısız nimetleri de beraberinde getirmiştir.
Yeryüzünü canlıların ve bitkilerin yaşamalarına elverişli verimlilikte yayıp hazırlayan Allah-u Teâlâ; yarattığı her canlıya, yaratılışındaki hususiyete göre bir yaşama zemini hazırlamıştır.
Şöyle ki; dağlarda ve soğuk iklimlerde yaşayan ve yetişen bazı hayvan ve bitki türleri, ovalarda ve çöllerde yaşayamazlar.
Diğer yandan dağlarda sıcaklığın azalmasıyla birlikte nemlilik de artar. Fazla nem ise yoğun bir bitki tabakasının meydana gelmesine yol açar ve iklimi müsbet yönde etkiler.
Üstünde yetişen bitki çeşitlerinin zenginliği, havasının temizliği, insan sağlığı için çok lüzumlu olan oksijeni yayması, kirli havayı temizlemesi, her mevsimde değişen görüntüsü ayrı bir özellik arzetmektedir.
Bütün bunlar kör bir tesadüfün eseri olamaz. İlâhî kudret olmasa kuru toprakta otlar biter miydi, aynı sudan değişik hayatlar meydana gelir miydi?
“İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Şimdi gösterin bana, O’ndan başkaları ne yaratmıştır?
Hayır! Zâlimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Lokman: 11)
Yeryüzünün dörtte üç kadar büyük bir kısmını denizler ve okyanuslar kaplamaktadır.
Dünya girintili ve çıkıntılı olduğu için alçak ve yüksek alanlar bulunduğundan, girinti ve çökük alanlarda sular birikmiş, böylece göller, denizler ve okyanuslar meydana gelmiştir.
Su, Allah-u Teâlâ’nın kulları için yarattığı nimetlerin en büyüklerindendir. İnsan susuz kaldığı zaman, bir yudum su için dünyanın bütün hazinelerini vermekten çekinmez. Bu büyük nimeti Allah-u Teâlâ kulları için ne kadar bol ihsan etmiştir.
Kur’an-ı kerim’de bir çok Âyet-i kerime’lerde denizlerin insanlara musahhar kılındığı haber verilmiştir.
“Allah, emriyle içinde gemilerin yüzmesi ve lütfundan (nasibinizi) aramanız için denizi size boyun eğdirendir.” (Câsiye: 12)
Buna O’ndan başka kimsenin gücü yetmez.
Allah-u Teâlâ hava basıncını, rüzgârın hızını, yeryüzünün çekim gücünü tanzim etmiş, gemilerin yüzmesini sağlayan daha bir çok özellikler bahşetmiştir. Daha sonra da insanlara bütün bunları öğreterek denizlerinden faydalanmalarını mümkün kılmıştır.
“Tâ ki size rahmetinden tattırsın, gemiler O’nun emriyle yüzsün ve siz O’nun lütfundan (nasibinizi) arayasınız.” (Rûm: 46)
Gemiler rüzgârlar sayesinde yüzer, rüzgârlar da O’nun emri ile hareket eder. Bunun içindir ki gemiler hakikatte O’nun emri ile yüzmektedirler.
“Umulur ki şükredersiniz.” (Rûm: 46 - Câsiye: 12)
Bu nimetlerin yalnız O’nun olduğunu bilip mâbud olarak yalnız O’nu tanıyasınız, emir ve yasaklarına uyarak O’na kulluk edesiniz, nankörlükten kaçınasınız.
Elbette ki böyle pek faydalı nimetler ihsan buyuran Allah-u Teâlâ’ya arz-ı şükranda bulunmak icabeder.
“Görmez misin? Allah yerde olanları ve emriyle denizde akıp giden gemileri buyruğunuz altına vermiştir.” (Hacc: 65)
Teshir; bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ettirmek ve boyun eğdirmek demektir.
Gemiler denizde O’nun kolaylaştırması ve musahhar kılmasıyla bu şekilde akıp gitmektedir. İnsanların menfaatı için, O’nun gücü ve dilemesi ile denizde yüzerler.
“Hem onların hem gemilerin üstünde taşınırsınız.” (Mümin: 80 - Müminun: 22)
Hepsi de birer ihsân-ı ilâhidir.
Ateş, ısıtma ve aydınlatmayı sağlayan ilâhî bir nimet, aynı zamanda Allah-u Teâlâ’nın fâil-i mutlak olduğunu belgeleyen bir delildir.
“O ki, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkardı. Siz de ondan ateş yakıyorsunuz.” (Yâsin: 80)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile ağaçtaki odun ve kömürün yanıcılığını değil, sürtme ve temas ile yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı haber vermektedir. Bu ise şimdi bildiğimiz bir elektrik hadisesidir. Âyet-i kerime aynı zamanda elektriğe işaret etmektedir.
Ağaç anılırken yeşil sıfatına yer verilmesi, yeryüzünü kaplayan bitki tabakasının durmadan yakıcı madde olan oksijen neşrettiğini, yanmanın oksijenle gerçekleşebileceğini belirtmektedir.
İki zıddı bir arada toplaması, Allah-u Teâlâ’nın kudretinin sırlarındandır. Şöyle ki; su ateşi söndürdüğü halde, ateş su ihtiva eden yeşil bir şeyden çıkmaktadır.
“Söyleyin şimdi bana, çakmakta olduğunuz ateşi!” (Vâkıa: 71)
Yanan ağacın asıl maddesi ve bu maddenin yanmaya elverişli duruma gelmesi, Allah-u Teâlâ’nın değişmez kanunlarından ve hikmetlerinden biridir.
“Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan?” (Vâkıa: 72)
Allah-u Teâlâ cisimleri bu özelliği ile yaratmamış olsaydı, hiç bir şekilde ateş meydana çıkmaz, elektrik üretimi kâbil olmazdı. Ne günümüzde yaşayan insanların elektrik lâmbası yanar, ne de o çağlarda yaşayanların çakmağı çakardı.
“Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için bir fayda yaptık.” (Vâkıa: 73)
Geçim sebeplerini ateşe bağlı kılmıştır. Ateş sayesinde yemekler pişer, ısınma sağlanır, bir çok madenler eritilerek muhtelif eşyalar yapılır. Ateşin ne büyük bir nimet olduğu düşünülecek olursa, onu Allah-u Teâlâ’nın yarattığı apaçık görülmüş olur. Fakat ateş alışılan bir şey haline geldiği için, insanların gözünde basit bir şeymiş gibi telâkki edilmektedir.
Fakat şuurlu insanlar bu ilâhî nimetin kıymetini her an için takdir ettikleri gibi, ahiret ateşini hatırlatan bir ibret olarak görürler.
•
Allah-u Teâlâ ateşin çok ve yaygın olmasının dünyada huzursuzluğa ve felâketlere sebep olacağını bildiği için, bir lütuf olarak, ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçlarını giderecek kadar hesaplı bir şekilde ve istedikleri gibi kullanabilecekleri şekilde yaratmıştır. Faydaları sayılamayacak kadar çoktur.
Gözümüzle görmekteyiz ki, ateşi kibritin içine gizlemiş.
Büyük bir meydana benzin döküyorsunuz, bir kibrit çakıyorsunuz, bir anda her taraf ateş içinde kalıyor. O ateş daha önce nerede idi? Buna benzer bir çok mucizeler hergün görülmektedir.
Ateşin yakıcılığı ilâhî kudretin mutlak kontrolü altındadır. Nitekim Allah-u Teâlâ’nın emriyle İbrahim Aleyhisselâm’ı yakmamıştır.
Yoktan var eden, nimetlerle donatan, her yarattığı şeyde hassalar koyan ve kâinatı insanlara musahhar kılan Zât-ı kibriyâ Hazret-i Allah’tır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Göklerde olanları, yerde olanları hepsini size musahhar kılmıştır.” (Câsiye: 13)
Bütün bu varlıklar Allah-u Teâlâ tarafından yaratılmış ve insanların faydalanmaları gayesi ve hikmeti ile hizmetlerine verilmiştir.
Mülkünde bulunduruyor, en güzel nimetlerle merzuk ediyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” (Bakara: 29)
Bütün bunları insanı yaratmak ve yarattıktan sonra da mesut yaşatmak için yarattı. Hepsini insanlara itaatli ve çekici kıldı.
•
Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.
“O her an yeni bir iştedir.” (Rahmân: 29)
Âyet-i kerime’si an be an tecelli etmektedir. O her an yeni bir yaratma halindedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Biz orada her güzel çiftten nice bitkiler bitirmişizdir.” (Şuarâ: 7)
Bitkiler dişi ve erkek olmak üzere çift yaratılmışlardır. Dişileri ilkaha muhtaçtır. Aynı hayvanlarda olduğu gibi bitkilerde de birleşme vardır. Bu dişilik ve erkeklik bazen ayrı bazen de bir bitkide olmakta, aşılama işi böcek ve rüzgârla sağlanmaktadır. Bu ise her cins bitkinin aslının korunması ve yaratılmasının tamamlanması içindir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Görmediler mi, Allah yaratmaya nasıl başlıyor? Sonra onu nasıl iâde ediyor?” (Ankebût: 19)
Meyveler bir süre yaşar, sonra yok olurlar. Allah-u Teâlâ onları mevsimi gelince tekrar canlandırır. Diğer canlı varlıklar da böyledir.
“Şüphesiz ki bu Allah’a göre pek kolaydır.” (Ankebût: 19)
Bazı bitkiler hücrelerini çoğaltarak büyür, olgunlaşınca tohum vererek kendine benzeyen yeni bir bitki meydana getirir.
Bitki mi yaptı bunu? Hayır! Ona o emri vermiş, o da o emir üzerine hayatını idâme ettiriyor.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Tohum ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah’tır. Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır.
İşte Allah budur!” (En’âm: 95)
Böyle bütün tabiatlar üzerinde hâkim olur, yaratıcı ve yoktan var edicidir.
“O halde nasıl çevriliyorsunuz?” (En’âm: 95)
O’ndan başkalarına merbudiyet isnad ederek tapınıyorsunuz.
Bazı çiçekli bitkilerde ise erkek ve dişi üreme nüveleri vardır. Çiçekler bitkinin üreme organlarıdır, üreme çiçek vasıtası ile olur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bütün meyvelerden yeryüzünde ikişer çiftler yaratan O’dur.” (Ra’d: 3)
Her ne kadar insanların bir kısmı farkına varamasalar bile, yeryüzündeki bütün bitkilerin kendine göre bir faydası vardır. Bütün o hassaları koyan kudret O’dur.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Şüphesiz ki bunlarda (kudretimize) birer nişâne vardır. Yine de onların çoğu iman etmezler.” (Şuarâ: 8)
Allah-u Teâlâ’nın ezeli ilminde onların çoğunun bu mucizelerden ibret almayacakları ve iman etmeyecekleri malumdur. Bu apaçık delillere rağmen onların çoğu inkârlarına devam edeceklerdir.
“Şüphesiz ki Rabb’in Azîz’dir, engin merhamet sahibidir.” (Şuarâ: 9)
İnsanları aciz bırakan delil ve alâmetleri göstermeye kadîr ve güçlüdür. Kâfirlerden intikam alışında Azîz’dir.
Kendisine isyan edenlere ceza vermeyi çabuklaştırmayan, erteleyip mühlet tanıyan ve yaratıklarına merhametli olan Rahîm’dir.
•
Kış mevsimine doğru bitkilerden çoğunun kuruyup çöp haline gelmesi, onların kendilerine mahsus ölümleridir. Geriye ya tohumları ya da kökleri kalır. Bütün bir kış toprak altında bir bakıma kabir safhası geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmurlar yağmaya başlayınca yepyeni bir hayat başlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler.” (Yâsin: 33)
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.
Allah-u Teâlâ ekinleri yaratmakla mahlûkatına olan lütfunu belirttikten sonra, meyvelerden ve onların çeşitlerinden söz etmektedir:
“Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık, içinden pınarlar fışkırttık.” (Yâsin: 34)
Toprağın mahsulünden yemek için o pınarlara ihtiyaç vardır.
Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün meyvelerin renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.
“Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler.
Hâlâ şükretmiyorlar mı?” (Yâsin: 35)
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın onlara rahmetinden başka bir şey değildir.
O bağlara bakmaları, sulamaları ve çapa gibi işlerinde çalışmaları gerekirse de, o mahsuller onların yapısı değil, ilâhi birer lütuf eseridir.
Bunun içindir ki bu nimetleri kendilerine ihsan buyuran Hâlik-ı kerim’e arz-ı şükranda bulunmaları gerekir.
“Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ın şanı ne yücedir.” (Yâsin: 36)
Renkleri, tatları ve şekilleri farklı bütün sınıfları yaratan Allah-u Teâlâ noksan sıfatlardan münezzehtir.
•
Allah-u Teâlâ varlığına, kudret ve hikmetine şehâdet edip duran bir kısım eserlerini ve beşeriyet hakkındaki nimet ve ihsanlarını En’âm sûre-i şerif’inin 99. Âyet-i kerime’sinde intibah nazarlarına arzetmektedir:
“O gökten suyu indirdik. İşte biz bitip yetişen her bitkiyi onunla yetiştirdik.” (En’âm: 99)
Bulutlardan yağmuru indiren ve onunla her türlü hububâtı, meyve ve sebzeleri, ağaçları ve otları çıkaran O’dur. Hiç bir şey plânsız, programsız, kendiliğinden varolmayacağı apaçık bir gerçektir.
“Sonra ondan yeşillikler çıkardık.” (En’âm: 99)
Taneden çıkan bitkinin kökünden yeşillikler, hoş manzaralı dallar ve çiçekler meydana gelmektedir.
“O yeşilliklerden de taneleri üst üste dizilmiş başaklar çıkarırız.” (En’âm: 99)
Buğday ve arpa başakları gibi üst üste dizilmiş taneler o yeşilliklerden çıkar.
“Hurmanın tomurcuğundan birbirine bitişik bol salkımlar olur.” (En’âm: 99)
Hurma tomurcuğunun salkımları ağır olmasından dolayı sarkmakta, toplanması kolay olmaktadır.
“Üzümlerden bağlar çıkarır, zeytin ve nar bitiririz ki, onlardan bir kısmının ağaçları birbirine benzer, meyveleri ise farklıdır.” (En’âm: 99)
Allah-u Teâlâ aynı şekilde yağmurla; üzümden, zeytin ve narlardan birbirine kimisi benzeyen kimisi benzemeyen bir çok bahçeler çıkartmaktadır. Yaprakları birbirine benzer, meyveleri değişiktir. Renk ve tat bakımından da birbirinden farklıdırlar.
“Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birisinin meyvesine bakın!” (En’âm: 99)
Ey insanlar! Bu meyvelerin çıkmaya başlamasından olgunlaşmasına kadar nasıl yetiştiğine, renklerinin, kokularının, küçüklük ve büyüklüklerinin nasıl değiştiğine ibret ve basiret gözüyle bir bakın!
İlk hallerinde meyvelerin bazıları acı bazıları ise ekşidir. Bazılarının hiç bir şeyinden faydalanılmaz. Sonra yetişip olgunlaştığında tatlanır, yenmesi kolay bir hale gelir.
“Şüphesiz ki bütün bunlarda inanan bir topluluk için ibretler vardır.” (En’âm: 99)
Cinsleri, renkleri, tadları, şekilleri farklı olarak bu mevyelerin ve ekinlerin yaratılmasında Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve vahdaniyetine inanan insanlar için, O’nun kudretini ve azâmetini gösteren kesin deliller bulunmaktadır.
•
Allah-u Teâlâ indirmiş olduğu yağmur ile ekin ve meyve gibi bitki çeşitlerini çıkarmıştır. Onların kimisi ekşi, kimisi tatlı, kimisi acıdır. Kimisi insanlar için, kimisi de insanlara hizmeti olan hayvanlar içindir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Sizin için yeryüzünü döşeyen, yollar açan, gökten su indiren O’dur. Biz o su ile türlü türlü, çift çift bitkiler yetiştirdik. İster siz yiyin, ister hayvanlarınızı otlatın. (Tâhâ: 53-54)
Çeşitli bitkilerin değişik fayda ve şifasının olması renklerinin, şekillerinin insanların menfaatine uygun düşecek şekilde farklı farklı oluşu, yeryüzünde bulunan her şeyi insanın menfaatine musahhar kılan Zât-ı zülcelâl’in varlığına delildir.
“Onlarda akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Tâhâ: 54)
Allah-u Teâlâ ne yarattığını, yaratacağını kemâliyle bilir ve yarattığı varlıkların bütün hâl ve ahvâlinden, her türlü ihtiyaçlarından haberdardır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz yarattıklarımızdan habersiz değiliz.” buyuruyor. (Müminun: 17)
Hiç birini ihmal etmez, hepsini gözetir, hepsi de emri ve muhafazası altındadır, hepsinin işlerini görür.
Haklarındaki ilâhi lütufları Âyet-i kerime’lerinde şöyle beyan etmektedir:
“Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik.” (Müminun: 18)
Ne fazla ne eksik, ne yeryüzünü bozacak, her tarafı sel alacak şekilde çok, ne de kuraklıktan çorak arazi haline gelecek kadar az.
Onun için faydalı yağmurlar da zaman zaman değişik ihtiyaca göre değişik miktarda yağarlar.
Yeryüzünün onda yedisi denizlerle kaplıdır. Denizlerin oranı daha az veya daha çok olsaydı, durum bugünkü gibi ölçüsünü koruyamazdı. Sular ısınınca buharlaştığı gibi, soğuyunca da buharlar su haline gelmektedir. Dünya güneşe biraz daha yakın olsaydı, buharlaşma fazla olur, yeryüzünde hayat kalmazdı.
İhtiyaç anında faydalansınlar diye, o yağmuru yeryüzünde kalacak şekilde yerleştirmiştir.
“Onu yerde durdurduk.” (Müminun: 18)
Irmaklarda, kaynaklarda, kuyularda, havuzlarda, göllerde, toprak içi gibi yerlerde durmaktadır. Ana rahminde karar kılan nutfe gibi, sular da yeryüzünde karar kılmaktadır. Toprak o suyu emer ve orada bulunan tane ve çekirdekler de o su ile gıdasını alırlar. Yeryüzünün sudan istifade etmesi, mukadder olan güne kadar devam edip duracaktır.
“Bizim onu gidermeye de gücümüz yeter.” (Müminun: 18)
Dilerse suyu yerin derinliklerine çektirmek suretiyle onu giderir, dünyayı bu en mühim nimetten mahrum bırakır.
Fakat öyle dilememiştir ve dilemeyeceğini de haber vermiştir.
Ne büyük bir nimet ve cömertliktir ki, lütuf ve rahmetiyle, tatlı su halinde bulutlardan yağmuru indirir, yeryüzünün kaynaklarına karışmasını sağlar.
“Onunla size içlerinde sizin için bir çok meyveler bulunan hurma ve üzüm bahçeleri yetiştirdik. Siz onlardan yersiniz.” (Müminun: 19)
İnsanlar hurma ve üzümün yazın tazesini, kışın kurusunu yemektedirler. Bu her iki meyvenin faydaları çok olduğu için hususiyetle anılmışlardır. Bunlar hem yemek hem katık olarak yenildiği gibi; yetiştirilerek, alınıp satılarak ticareti de yapılır.
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkaran Allah’tır.” (İbrahim: 32)
Yağmurla, kullar için yiyecekleri, bir rızık olarak çeşitli ekinleri ve meyveleri çıkarttı.
“Yeryüzünü canlılar için o hazırladı.” (Rahmân: 10)
Yerin bu şekilde aşağıya konulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir. Ki, orada yerleşip Allah-u Teâlâ’nın orada yarattıklarından faydalansınlar.
“Orada meyveler, salkım salkım hurmalar, yapraklı taneler ve hoş kabuklu bitkiler vardır.” (Rahmân: 11-12)
O bitkiler sinirlere ve ruha neşe ve canlılık verir.
•
Yeryüzünün canlıların yaşamasına uygun bir şekilde düzenlenmesi ve döşenmesi, sabit dağların yerleştirilmesi, güzel güzel bitkilerin yetişmesi, hiç şüphesiz ki ilâhî bir plâna göre olmaktadır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Yeryüzünü döşedik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Onda her güzel çiftten yetiştirdik.” (Kaf: 7)
Her türlü ekin, meyve, bitki ve çeşitleri yaratılmış; her birinin manzarası seyredenlere sevinç ve ferahlık vermekte, kudret-i ilâhî’nin azâmetini göstermektedir.
“Gökten bereketli bir su indirdik. Kullarına rızık olmak üzere onunla bahçeler ve biçilecek taneli ekinler, birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik.
Ve biz o su ile, ölü bir toprağa can verdik.
İşte insanların dirilmesi de böyledir.” (Kaf: 9-10-11)
Üzerinde hiç bir bitki eseri olmayan kurak bir arazi, üzerine su inince canlandığı gibi; Allah-u Teâlâ aynı şekilde, ölümlerinden sonra insanları da böylece diriltecektir.
Allah-u Teâlâ dilerse ölmüş bir toplumdan İslâm’ı ortaya çıkarır, yeni bir hayat bahşederek muârızlarına karşı galip getirir.
•
Hayatın kaynağı olan su bir çok değişikliklere uğrasa da, sonunda yine buharlaşır, kendisine karışan yabancı maddelerden arınır ve bulutları meydana getirir, sonra tekrar yeryüzüne inerek bir devr-i dâim yapar. Öyle bir nizam ve intizam ki hiç şaşmaz ve her yönüyle ilâhî kudret’in azâmetini ve sınırsızlığını sergiler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Size gökten su indiren O’dur. O sudan içersiniz. Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de onunla biter.” (Nahl: 10)
Çünkü nehirlerin, kuyuların, pınarların aslı yağmurdur.
“Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her çeşit meyveler yetiştirir.” (Nahl: 11)
Bütün meyvelerden sizin için, tadı en güzel olanları çıkarır.
“Bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (Nahl: 11)
Düşünen bir insan, yalnız bir goncanın bile letâfeti karşısında Yaratan’ın birliğini ve gücünü görür. Düşünmeyen kimseler ise bu gerçeği göremezler.
“Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Bunda da öğüt alan bir topluluk için ibret vardır.” (Nahl: 13)
Gökten inen aynı suyu aldıkları, aynı güneşten faydalandıkları halde, binlerce bitki türünün renkleri, çiçekleri, şekilleri, tadları ve kokuları hep ayrı ayrıdır.
O güzel hayvanlar, ağaçlar, meyveler, madenler ve cansız varlıklar, birbirinden farklı her ne varsa, insanın güzellik duygularını harekete geçirmektedir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır.” (Ra’d: 4)
Bu birbirine komşu olan ve iklimleri farklı farklı bölgelerde çeşitli ekin, hububât, hurma ve yeşil bitkiler vardır. Bunların bazılarında bir kökten iki veya daha fazla bitki çıkar. Bazılarında ise tek bir bitki çıkar.
Tabiat kendi üzerinde hükümran olsa bütün bunlar olabilir mi?
“Bunların hepsi bir su ile sulandığı halde, yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız.” (Ra’d: 4)
Hepsi bir tek su ile sulanır, toprak da birdir. Fakat meyvelerin tatları ve şekilleri ayrı ayrıdır. Üzüm üzüme, hurma hurmaya benzemez. Bir ağaçta aynı dalda yanyana biten iki meyvenin dahi biri öbüründen daha lezzetli olur. Herkes bunun böyle olduğunu görüp durmaktadır.
İşte bunlarda da aklını kullanan bir topluluk için ibretler vardır.” (Ra’d: 4)
Bütün bunlar Fâil-i mutlak’ın gücünü ve azâmetini gösteren delillerdir.
“Çardaklı ve çardaksız cennet gibi üzüm bağları, tadları ve yemişleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, zeytin ve narları, birbirine hem benzer hem de benzemez bir halde meydana getiren Allah’tır.” (En’âm: 141)
İşte bütün bunları, yenilmesi ve faydalanılması için yaratmıştır. Fakat hiç şüphesiz ki bu nimetlerden faydalanırken, onları ilm-i ezeli’sine göre yaratıp kullarının istifadesine arzeden Yaratıcı’ya arz-ı şükranda bulunmak gerekir.
•
Şu kadar var ki insanlar Yaratan’a, nimetlerle donatana, her ihtiyacını karşılayana karşı şükür vazifesini lâyıkıyle yerine getirmemektedirler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki insan çok zâlim ve çok nankördür.” (İbrahim: 34)
Sıkıntı anlarında zâlimdir, şikayet eder, sabretmez. Nimet içinde iken nankördür, şükretmez.
“Hayır! Doğrusu insan, henüz Allah’ın emrettiğini yapmadı.” (Abese: 23)
Allah-u Teâlâ’ya itaat etmesi gerekirken nankörlük yapmakta, kulluk vazifesini yerine getirmekte ihmalkâr davranmaktadır.
Halbuki Allah-u Teâlâ onu kudretiyle nasıl yarattı, doğuşunu rahmetiyle nasıl kolaylaştırdı, onun için geçim vasıtaları hazırladı, yaşamasını sağlayan yiyeceklerini nasıl yarattı?
“İnsan, yediklerine bir baksın!” (Abese: 24)
Gerekli şartları hazırlamamış olsaydı, insanoğlu yiyeceğini elde edebilir miydi?
“Doğrusu biz suyu bol bol indirdik.” (Abese: 25)
Suyu yaratıp o yağmurları yağdıran O’dur.
“Toprağı iyice yardık.” (Abese: 26)
O kupkuru yeryüzü, yağmurların inmesiyle harekete geçer, sonra çatlayıp bitkiler çıkarmaya başlar. İnsanın yaptığı sadece tohumu toprağa atmaktır. O tohumlardan çeşit çeşit bitkileri ve meyveleri çıkaran O’dur. Bu ise apaçık bir mucizedir.
•
İnsan hayatı için gerekli hususlardan birisi de rızıktır. Rızkın esası ise ekip biçmek olduğu için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Şimdi bana ekmekte olduğunuz tohum işini haber verin! Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz mi?” (Vâkıa: 63-64)
Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Hazret-i Allah’tır. İnsanların bu hususta hiç bir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiç bir şey yapmamışlardır.
O dileseydi, bitki mahsulünü vermeden sararıp solar ve saman yığını haline gelirdi.
“Eğer isteseydik ekini tohumsuz bir ot kırıntısı yapardık da siz şaşakalırdınız. ‘Doğrusu biz çok zarara uğratıldık, hatta umduğumuzdan mahrum kaldık’ derdiniz.” (Vâkıa: 65-66-67)
Harcadıkları emeklere, yaptıkları masraflara pişman olurlardı. Fakat Allah-u Teâlâ lütf-u kereminden insanlara mahsuller vermektedir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“O Rabb’in ki topraktan yeşillikleri çıkarmış, sonra da onu kupkuru siyah bir çöpe çevirmiştir.” (A’lâ: 4-5)
İşte dünyanın hâli budur. Başlangıçta ne kadar güzel de olsa, nihayetinde serap olacaktı.
Bütün bunlar Fâil-i mutlak’ın gücünü ve azâmetini gösteren delillerdir.
“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (Nebe: 39)
•
Allah-u Teâlâ’nın incirde yarattığı bereketi bir düşün! Şekil itibariyle bir güzellik verdiği gibi, o küçücük tanelere ne hassalar, ne şifâlar yerleştirmiştir.
Yediyüz elliden fazla çeşidi olan incir, Kur’an-ı kerim’de zikredilen mübarek meyvelerdendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İncire ve zeytine andolsun ki!” (Tin: 1)
Buyurarak, nimetler içinde bu iki meyveden bahsetmektedir.
İncir çekirdeği çok küçüktür, fakat incir çekirdeğinde incir ağacı gizlemiştir.
Bu öyle bir sırdır ki, gerçek mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bilinen kadarıyla anlatılmaya kalkılsa yine çok uzun sürer.
•
Allah-u Teâlâ kan ve gübre arasından sütü çıkardığı gibi, su ile taş arasından da saf, tatlı ve faydalı olan zeytin yağını çıkardı. Bütün bunların hepsi insanların faydalanmaları ve o yüce Yaratıcı’ya şükretmeleri içindir. Düşünen akıllar için bunlarda ne ibretler ve hikmetler vardır.
Zeytin Kur’an-ı kerim’de zikredilmekte ve insanlara çeşitli faydalar sağladığı belirtilmektedir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her çeşit meyveler yetiştirir.
Bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (Nahl: 11)
Tin sûre-i şerif’i ise incir ve zeytine yemin edilerek başlamaktadır.
Nur sûre-i şerif’inin 35. Âyet-i kerime’sinde mübarek, yani bereketli bir ağaç olduğu belirtilmiştir.
•
Bir asmayı düşünün! Üzerinde kilolarca üzüm var. Onun çekeceği su ne olur? Kova ile mi su çekiyor? Görünüşte kök, fakat o kök o aldığı su ile o asmayı besleyemez. O suyu olduran ve o meyvelere dolduran “Ol!” emridir, ancak Allah-u Teâlâ’nın kudretiyle çekiliyor. Dilediği zaman o suyu veriyor, dilediği zaman o meyveleri dolduruyor.
Üzüm, Ku’ran-ı kerim’de zikredilen mübarek meyvelerden birisidir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Kendinize ve hayvanlarınıza rızık olması için orada taneli ekinler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik.” (Abese: 27-32)
Zira sayılan bazı nimetler onlar için yiyecek, bazıları da hayvanları için yemdir.
“Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık, içinden pınarlar fışkırttık.” (Yâsin: 34)
Toprağın mahsulünden yemek için o pınarlara ihtiyaç vardır.
Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün meyvelerin renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.
“Üzümlerden bağlar çıkarır, zeytin ve nar bitiririz ki, onlardan bir kısmının ağaçları birbirine benzer, meyveleri ise farklıdır.” (En’âm: 99)
Allah-u Teâlâ aynı şekilde yağmurla; üzümden, zeytin ve narlardan birbirine kimisi benzeyen kimisi benzemeyen bir çok bahçeler çıkartmaktadır. Yaprakları birbirine benzer, meyveleri değişiktir. Renk ve tat bakımından da birbirinden farklıdırlar.
•
Her meyvenin bir güzelliği olduğu gibi, çileğin de kendine has çekici bir güzelliği vardır. Bunlar yenilerek şifâ alınmakla birlikte, seyredilerek gönüller cilalanıyor. Güzellikleri ile ruhlar safâ buluyor. Zihinlere yüce Yaratıcı’nın güzelliği aksediyor.
•
Allah-u Teâlâ hurmanın emdiği besini nasıl taksim ediyor? Köklere ayrı, dallara ayrı, ihtiyaçlarına uygun besinler gönderiyor. Meyvelerine ayrı bir besin yolladığı gibi, gövdeyi saran liflere de ayrı bir besin yolluyor.
Hurmalar başlangıçta kendilerini koruyan bir kılıf içinde kuvvetlenmeleri, güneşten ve havadan müteessir olmamaları için nasıl muhafaza olunuyorlar? İşte o zaman kılıfları yavaş yavaş açılıyor ve güneşten faydalanıyorlar. Halbuki o bir koruyucu idi. Sonra azar azar, güneşe ve havaya dayanabileceği kadar, kuvveti miktarınca açılıyor. Güneş ve havadan zarar görmeyecek duruma gelince tamamen açılıyor. Bu durumda sen onun en güzel surette olgunlaştığını ve son merhaleye ulaştığını görürsün. Yenildiği zaman lezzet alınır, lüzumlu yerlerde kullanılır.
Sen bunu bütün ağaçlarda düşünebilir, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı, nimetlerle donatıcı gücünü ve ince sanatlarını bunlarda görebilirsin. Çünkü bunda her akıl ve anlayış sahibi için kıyas etme imkânı vardır.
O ağaçlarda ne var? Hiç bir şey yok! Ne varsa, onlara o hassaları veren Yaratıcı’da var. Hep O’nun ihsanları, hep O’nun ikramları.
Kur’an-ı kerim’de ismi geçen meyvelerden birisi de hurmadır.
“Zeytinler, hurmalar.” (Abese: 29)
Insanlar bunlardan pek çok faydalanmaktadırlar.
“Hurmanın tomurcuğundan birbirine bitişik bol salkımlar olur.” (En’âm: 99)
Hurma tomurcuğunun salkımları ağır olmasından dolayı sarkmakta, toplanması kolay olmaktadır.
Hurma sıcak bölgelerde yetişir. Meyvelerin çoğunun suya ihtiyaç görmesine rağmen, hurmanın olgunlaşabilmesi ise az veya çok hiç yağmur yağmamasına ve uzun sıcak mevsime bağlıdır. Yaşı da kurusu da yenir.
•
Narın yaratılışında hayret verici ne ince sanatlar var! İçini açtığında birbiri üzerine dizilmiş taneler görürsün. Sanki elle sıkı sıkı dizilmişler. Hiçbir insan eli onları o şekilde dizmeye güç yetiremez. Kısım kısım bölünmüşler, her kısım ince liflerle ayrılarak derin bir incelikle örülmüşler.
Taneler birer perde ile ayrılmış bulunduğundan birbirlerine dokunup bozulmazlar. Ağaç mı yaptı bu diziyi, yoksa tesadüf mü? Hayır! Her şey Yaratıcı’nın yüce kudretini apaçık gözler önüne sermektedir.
Taneler besin taşıyan kabukçuklar içine nasıl gömülmüş? Bu tanelere besin taşıyan damarlar, bu iç kabuğa doğru nasıl uzanmış?
Kökünün şiddetli acı olmasına rağmen, oradan su emen tanelerin tatlılığına bir bak!
En üstte taneleri sıkı sıkı saran, onu zararlardan koruyan katı, sert, acı bir kabukla nasıl sarıldığını görmüyor musun?
Allah-u Teâlâ o taneciklere nice nice hassalar koymuş.
Nar, Kur’an-ı kerim’de cennet meyvelerinden biri olarak anılır:
“İçlerinde çeşitli meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır.” (Rahmân: 68)
•
Araştıran herkes görür ki, Allah-u Teâlâ ibret ve delillerini yarattığı her şeyde göstermiştir. Bir elma çekirdeğine, koskoca kimya fabrikalarının 10 mikrona küçülten şifrelerini yerleştirmiştir. Elmanın terkibindeki maddeleri eksiksiz yapabilmek için gerekli olan bu fabrikalar, ağaç olduktan sonra; kemik iliği ve kanın temel maddesi olan demiri korumak için özel elma asidi hazırlar ve ona aynı zamanda karbonat iyonları da ekler.
Üstelik bir elmada bulunan demir, milimi milimine bir insanın günlük demir ihtiyacı kadardır. Bütün bunlar bir elmanın kendi kendine aldığı karar olabilir mi? Ona o emirleri veren kim? Hâlâ mı düşünmeyeceksin?
Elmadaki bu sırrı bildiği halde, bunu tesadüfe bağlayanların, ilâhi azâmeti göremeyenlerin aklı akıl değildir.
•
Kavun, karpuz olsun, kabak olsun, bu gibi bitkileri ve onlardaki ilâhî tedbirleri bir düşün!
Bunlar yapısında bol su olan, suya çok muhtaç ve ancak su sayesinde büyüyebilen bitkilerdir.
Allah-u Teâlâ bunların köklerini ağaç gövdesi gibi ayakta değil de, toprağa yayılmış durumda yarattı. Eğer ayakta dik olarak yaratmış olsaydı, o ince ve yumuşak gövdeleriyle bu ağır meyveleri taşıyamaz, olgunlaşmadan dalı, yaprağı, meyvesi yere düşer kırılırdı. İşte bu sebebledir ki kökenleri, meyvesi, dalları, yaprakları, toprağa yayılmış durumdadır.
Gıdasını alması için karpuzun ipi var, sapı var. Aslında ne ipinde ne de sapında bir şey yok. O karpuz nasıl olgunlaştığını bilmiyor, yerlerde de sürünüyor. Fakat içini açtığın zaman lezzeti var, suyu var, kokusu ve rengi var, çekirdekleri sıra sıra dizilmiş. Ne sapında ne de ipinde hiç bir şey olmadığı halde o diziyi ona kim verdi? Hiç düşündün mü?
Yaratan, nimetlerle donatan yalnız Hazret-i Allah’tır.
•
Muz ağacının gövdesinde öyle bir ilâhi sanat var ki, akılları şaşırtır. Ağacın gövdesi toprak altında kök-sap veya soğan halinde bulunur. Yaprakları bu kök-saptan çıkar. Tabandaki çiçekleri meyve verir. Meyvelerin tamamı sarkık bir sapın üzerinde toplu bir halde bulunur. İlâhi kudret, görebilenler için bütün meyvelerde ayrı ayrı kendini göstermektedir.
İnsan vücudunun ihtiyacı olan meddelerin hemen hemen hepsinin bulunduğu, çocuk ihtiyar, hasta sağlam herkes için faydalı ve lezzetli bir meyvedir.