Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - Medeniyetler Savaşı Ve Türkiye - Ömer Öngüt
Medeniyetler Savaşı Ve Türkiye
GÜNDEM
Uğur Kara
1 Temmuz 2001

 

Medeniyetler Savaşı ve Türkiye

 

Türkiye’nin Batı karşısındaki siyasi ve askerî direnişinde muvaffak olabilmesi için temsil ettiği medeniyetin “Batı Medeniyeti” karşısındaki üstünlüğünü ortaya koyabilmesi, en azından “Batı Medeniyeti”nin zaaflarına etkili şekilde vurgular yapması gerekmektedir. Aksi takdirde paraya ve medyaya hükmeden Batı ülkeleri Türkiye’yi Saddam’ın Irak’ı pozisyonuna düşürebilir veyahut üzerimizdeki uluslararası çemberin daralmasında daha etkin hareket edebilirler.

Türk basınında dahi Kuzey Kıbrıs ve Kuzey Irak’ta sergilediğimiz farklı tavırları birbiriyle çelişiyor gibi göstermeye çalışan kalemler bulunduğu göz önüne getirilirse siyasi ve askeri direnişimizin fikrî taarruzlarla desteklenmesinin gereği daha iyi anlaşılacaktır. Askerî-siyasî-diplomatik savunma stratejileri fikrî-psikolojik-ideolojik stratejilerle desteklendiği takdirde kalıcı neticeler almak daha kolay olacaktır.

Sömürgeciliğin doruğa ulaştığı Birinci Dünya Savaşı yıllarında ABD başkanı Wilson’ın ilan ettiği “Wilson ilkeleri” emperyalist Avrupa’dan kurtulmak isteyen birçok ulusun ümidi olmuş, Türkiye’de bile Amerikan mandasını isteyen birçok kimse türemişti. O günün şartlarında ABD’nin -samimiyeti ve iyi niyeti şüpheli- bu çıkışı büyük yankı bulmuş, belki de ABD’nin Avrupa karşısındaki yükselişinin önünü açmıştı.

Sezer gibi bir cumhurbaşkanına sahip olmamız bize bu tür bir çıkışta büyük avantajlar sağlayabilir. Böyle bir çıkış yapabilmek için bazı şartların oluşması ve her şeyden önce ülkemizin güvenlik stratejilerini geliştiren insanlarımızın zihinsel olarak bu işe kendilerini hazırlamaları gerekir.

Soğuk Savaş’ın bittiği yıllarda Huntington’nun meşhur “Medeniyetler Çatışması” tezi özellikle Batı’da büyük yankılar bulmuştu. Huntington analizinde çatışmaları öne çıkarttığı için birçok tepkilerle de karşılaştı.

Kim ne derse desin, Batı ülkelerinin dayatmalarını kabul etmediği müddetçe eninde sonunda bu çatışmanın içine düşecek olan Türkiye Batı’nın üstün medeniyeti(!)ni kabul etmeyen bir üçüncü dünya ülkesi yaftası yemeden, “Batı Medeniyeti”nin gerçek şifrelerini ortaya döken ve karşısında dikilen yeni ve üstün bir medeniyetin temsilcisi olmaya kendisini hazırlamalıdır. Bu sayede Batı koalisyonunda gedikler açabilir, Avrupa halklarının bazılarını etkileyebilir, emperyal güçlerin tacizlerinden bîzar duruma düşmüş ülkelerin desteğini kazanabilir ve hatta dünya milletlerine huzur ve adalet götürmeye çalışan önder bir ülke durumuna yükselebiliriz.

Ahlakî, idarî, ekonomik yetersizliklerimizin zirveye çıktığı şu günlerimize bakarak bu sözlerimizi gerçekleştirilmesi zor birer hayal gibi görmek isteyenler çıkabilir. Ancak biz inanıyoruz ve bekliyoruz ki Türkiye Batı’dan daha üstün bir medeniyeti ortaya koyabilecek ve uygulayabilecek yeteneklere sahiptir.

Bu yeteneklerimiz kullanılarak yapılacak psikolojik ve fikri bir harekat beklenenden çok daha büyük siyasi ve askeri neticeleri de beraberinde getirebilecektir. Ve hatta Türkiye’nin hakettiği konuma gelebilmesinin olmazsa olmaz koşulların en önemlisidir.

Bu fikrî harekat iki temel üzerine bina edilmeli ve bu temellere gayet ustalıkla vurgular yapılmalıdır:

Birincisi; Batı Medeniyeti, söylemleri ile uygulamaları çelişen, insanlığa huzur sağlamayı amaç edinmemiş, globalizm adı altında yeni bir sömürgecilik peşinde koşan, 3. dünya ülkelerini yoksullaştırmak pahasına kendi çıkarlarını öne çıkartan, bir tür gizli faşizmin egemen olduğu sahte bir medeniyettir, “Vitrin medeniyeti”dir. Yani birinci vurgu Batı Medeniyetinin zaafları ve sahtekarlıkları üzerine yapılmalıdır.

İkincisi; Seçme ve seçilme hakkı dışında Batı’nın sahiplenmeye çalıştığı her şey bizden, bizim medeniyetimizden alınmış birer taklittir. Batı karşısında mahcup vaziyette kapıkulu gibi durmayı bırakın, özgüvenimizi fazlasıyla ikame edebilecek, eksikliklerimizin tedavisinde görülmemiş bir hız sağlayabilecek hiçbir dünya milletinin sahip olmadığı bir mirasa sahibiz. Fakat üstü örtülü duran bu miras, keşfedilmeyi bekleyen bir define gibi sahibini beklemektedir. Bu define dünyanın en kıymetli hazinesidir. Unutulmamalıdır ki, bazı manevi değerler o kadar kıymetlidir ki, hiçbir para onu satın alamaz. Özet olarak ikinci vurgu; ihtiyacımız olan değerler bizzat bizim kendi değerlerimizdir. Sahibi biziz.

Bu iki temel vurguya bağlı olarak ulaşılması gereken sonuç şudur: Türkiye sözde değil “özde” bir medeniyetin temsilcisidir. Biz dünya milletlerine tepeden bakan onları sömürgeleştirmeye çalışan, ahlaksızlıklarını ihraç eden bir millet değiliz. Tarih boyunca da olmadık. Batılı insanların sebebi teşhis edilememiş bunalımının kaynağı olan özdeki boşluğu doldurmaya talibiz. Sadece batının postmodern ekonomik, ahlaki, külterel işgaline karşı direnmek isteyen ülkelerin temsilciliğine talip değiliz. Batılı ülke insanlarının sahip çıktıkları “Vitrin Medeniyeti”nin eksikliklerini tamamlamaya ve onlara dahi aradıkları huzuru götürmeye çalışan bir anlayışın öncüsü olmaya talibiz.

Bilindiği üzere “Yeni Dünya Düzencileri”ni en çok korkutan husus, Türkiye’de bağımsız ve özüne dönmüş bir zihniyetin hakim olmasıdır. Dolayısı ile böyle bir fikrî taarruz muhataplarımızı öyle derinden yaralıyacaktır ki, hiç şüphe olmasın en tehlikeli bombadan daha büyük tesirler icra edecektir.

Bu tesbit ve tavsiyelerden sonra kendi medeniyetimizin ve Batı Medeniyetinin temellerini biraz daha açmaya, anlamaya çalışalım:

 

Öncelikli Bir Tesbit:

Bizim medeniyetimizin İslam dininden ayrı olarak ele alınması ve ayrı bir kalıba oturtulmaya çalışılması elbette mümkün değildir. Ancak gerek İslam dini’ni yaşadığını, uygulamaya çalıştığını iddia edenlerin yanlış uygulamaları gerek yahudi tekelindeki dünya haber ajans ve medyasının sınırsız katkıları sebebiyle hem bizim insanımızın hem de dünya insanlarının kafası çok karışıktır. Ve hatta İslam dünyasının büyük bir imaj problemi bulunmaktadır. Nasıl ki tarihinde hiçbir soykırım lekesi bulunmayan bu millet çok haksız ithamlara maruz kalmış ise, İslam dini de çok haksız itham ve saptırmalara maruz kalmıştır.

Üstelik bugün Batı Medeniyeti’nin kendisine mal etmeye ve yarım yamalak uygulamaya çalıştığı modern ilkelerin hemen hemen tamamı Allah sevgisi ile dünyayı aydınlatan müslümanların tabi olduğu yüce dinin eseridir.

Hukukun üstünlüğü; hukuk önünde eşitlik; halkın sınıflara ayrılmadığı, faşizmin olmadığı bir toplum; sosyal adalet; gelir dağılımında adalet; birey haklarının devlet karşısında garantiye alınması; dolayısı ile insan hakları, ahlak, adalet gibi temel kavramların tamamı yüce dinimizden kaynağını almıştır.

Bu hakikatlere dayanarak İslam dini Batı kaynaklı kelime ve kavramların, kalıpların içine sokulmaya çalışılmaktadır. Ancak bu tür yaklaşımlar hatalıdır. Biz kendimizi “Batı’nın Vitrin Medeniyeti” kaynaklı kelimelerle tanımlamak zorunda değiliz. Zira yukarıda da söylediğimiz gibi Batı’nın eksikliğini duyduğu şeyler bizim medeniyetimizde mevcuttur. Bizim medeniyetimiz çok daha üstün değerlere sahiptir.

 

Bizim Medeniyetimiz Tasavvuf Medeniyetidir:

Türklerin müslüman olmasında Tasavvufun çok büyük hatta birinci derecede etkisi olmuştur. (Hoca Ahmed Yesevî -k.s- bu tesirin mücessem bir temsilcisidir.) Ve hatta Selçuklu’nun ve özellikle Osmanlı’nın gerek kuruluşunda gerek inkişafında tasavvufun ve tasavvuf ehli hakiki Allah dostlarının büyük katkıları vardır.

İslam Medeniyeti’nin hızlı yükselişinin ve yayılışının yaşandığı ilk iki yüzyılda da tasavvufun ismi yoktu ancak kendisi vardı.

Bu konu o kadar önemlidir ki, ispatı ve daha iyi kavranabilmesi için aşağıdaki uzun alıntıyı yapmamız icap etmektedir:

“Hüccetül-İslâm İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri İhyâ-u Ulûmid-dîn adlı eserinin “İlim kitabı” bölümünde “Lâfızları ile delâlet ettikleri mânâ değiştirilen ilimlerin beyanı” mevzuunda şöyle buyururlar:

“Şunu iyi bil ki, zemmedilmiş zararlı ilimlerin şeriat ilimleri ile karıştırılmalarının sebebi; kötü maksatlarla, o güzel kelimelerin mânâlarını tahrif edip, birinci asırdaki iyi insanların (selef-i sâlihinin) kastettiği mânâları başka mânâlara çevirmektir.

Tebdil edilerek başka mânâlar alan terimler beş adettir:

Fıkıh, İlim, Tevhid, Tezkir, Hikmet

Görüldüğü gibi, bu terimler güzel terimlerdir. Bu terimlerin ifâde ettiği mânâlara vâkıf olanlar, dinde rütbe sahibi kimselerdir.

Fakat ne yazık ki, zamanımızda bütün bu terimler asıl mânâlarını kaybetmişler ve kötü mânâlara âlet edilmişlerdir.

Bunun içindir ki saf gönüller; bu terimler kötü ilimlerde kullanıldığı için, bunların mânâları ile vasıflanan kimseleri işittikleri zaman nefret edip kaçmaktadırlar.

1.Fıkıh:

Bu terimi asıl mânâsından başka mânâlara değiştirip, başka mânâlarda kullanmamışlardır. Şu kadar var ki bu terimi bazı teferruatlara hasrederek, kelimenin ihata ettiği geniş sahaları ihmal etmişlerdir.

...Halbuki Ashab-ı kiram zamanında âhiret yolunu, nefsin âfetlerinin inceliklerini, amelleri ifsad eden şeyleri bilmeye; dünyanın sevilecek bir meta olmadığını tam mânâsıyla bilmeye, âhiret nimetlerine bağlanmaya ve Allah korkusunun kalbi kaplamasına birden “Fıkıh ilmi” denirdi.

Nitekim fıkhın bu mânâda kullanıldığına Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’si en bariz delildir:

“Müminlerin hepsinin de toptan savaşa çıkmaları doğru değildir. İçlerinde her sınıftan bir taîfe, dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları korkutmaları gerekmez mi? Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe: 122)

İnsanlar ne ile korkutulurlarsa ve hangi ilim Allah korkusunu kalplere yerleştirirse, işte bu şeyin adı “Fıkıh ilmi” idi. Yoksa talâk, itak, lian, selem ve icâre meselelerini bilmek değildir. Çünkü bütün bunlarla kalbin korkutulması mümkün değildir. Tam tersi, bu meselelerle uğraşanların kalpleri büsbütün katılaşır. Niketim zamanımızda müşahede ettiğimiz gibi, Allah korkusu kalplerden silinir gider.

...Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz dinî meseleleri görüşmek üzere gelen bir heyet hakkında:

“Bu gelenler âlimlerdir, hakimdirler, fakihdirler.” buyurmuştur.

Takvâ; fetvâların ve hükümlerin değil, bâtın ilimlerin meyvesidir.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Size tam fakihin kim olduğunu haber vereyim mi?” diye sorunca “Evet yâ Resulellah!” dediler.

Şöyle buyurdu:

“İnsanları Allah’ın rahmetinden ümitsiz etmeyen, Allah’ın azabından emin kılmayan, Allah’ın engin rahmetinden ümitlerini kestirmeyen, Kur’an’ı bırakıp başka kitapların arkasına takılmayan kimsedir.”

...

2. İlim:

Bu terim asr-ı saâdette Allah-u Teâlâ’nın zâtını, âyetlerini ve kulları hakkındaki muamelesini bildirmek için kullanılırdı.

Hatta Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- vefat ettiği zaman İbn-i Mesud -radiyallahu anh- “İlmin onda dokuzu öldü.” buyurmuştur.

Zamanımızın insanları bu terimi de aynı birinci terimde olduğu gibi, fâsid bir daireye tahsis etmişlerdir. Hatta o kadar ki fıkıh ve diğer meselelerde karşılıklı münazara mânâsında kullandılar. Meselâ fıkhi konularda hasımları ile iyi ve inandırıcı bir şekilde münazara eden insana hakiki âlim, ilimde aşılmaz büyük âlim dediler. Fakat bu gibi mücadeleye girmeyenler, münazara usulünden kaçınanlar ise; hakiki âlimlerden sayılmayıp, alelâde âlimler arasında kaldı.

İşte ilim tâbiri de hakiki mânâsının dışında bir takım tâlî meselelerde kullanılmaktadır. Halbuki Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerde faziletinden bahsedilen ilim ve âlimler; Allah-u Teâlâ’nın zâtını, ahkâm, ef’al ve sıfatlarını bildiren ilim ve âlimlerdir. Zamanımızda ise şer’i ilimlerden ancak cedel ve hilafiyâtı bilen, mücadeleye girişip hasmını ilzâma kalkışan kimselere âlim denmektedir. Bu insanlar tefsir, hadis, mezhep ve sair ilimlerden habersizdirler.

İşte bu terimin değiştirilmesi, ilim talebinde bulunan birçok kimselerin helâk olmasına sebep oldu.” (1. cilt)

Gerçekten İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin çok açık ve güzel beyanları var. O kadar mühim yere değinmiş ki, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma ve uzaklaşma yolunu ayırt ediyor. Bunu ayırt edemeyen ve bilmeyenler sözde kaldılar, öze inemediler. Esas budur, çoğu bunu bilemedi ve Hakk’ı bulamadı.

Bu zât-ı muhterem özü tarif ediyor. Çünkü Cenâb-ı Allah’tan gelen ilim esastır. O ilim Hakk’tan gelir, Hakk’a gider.” (Ömer Öngüt, Sözler ve Notlar 5, sh: 110-113)

Gerek Türk milleti gerek diğer İslam milletleri bu özden uzaklaştıkları için büyük bir gerileme ve çöküş yaşamışlardır. Ancak bizim medeniyetimize alternatif olarak ortaya çıkan Batı Medeniyeti bizim temsil ettiğimiz öze ulaşamamış, bütün zenginliğine, bütün ihtişamına ve bütün reklamlara rağmen dünya üzerinde büyük bir boşluğun ve huzurluğun müsebbibi olmuştur.

Müslümanlar hakkında yapılan bütün kötü reklama rağmen Avrupa milletleri arasında en hızlı yayılan dinin bizim dinimiz olması söylediklerimizin en büyük ispatıdır. Burada tekrar bir tesbitte bulunalım ki, Avrupa ülkeleri nezdinde İslam dininin yayılmasındaki en büyük amil Tasavvuf’tur.

Tasavvuf İslam’ın bir cüz’ü değil, bizzat İslâm’ın özüdür, İslâm’ın özünü kavrama ve yaşama yoludur. Bu öz Allah korkusuna, Allah ve Resulullah sevgisine dayanır. Bu öyle bir terbiye ve öğretidir ki, yüksek değerlerin kaynağı olduğu gibi insanlığa huzuru getirebilecek yegane yöntemdir. Zira bu öğreti dünyayı, maddeyi değil, manayı temel alan, maneviyatı, Allah sevgisini amaç edinen bir öğretidir. (Başka şeyleri amaç edinenler ne kadar tasavvuf ismi alsalar bile iddialarında yalancıdırlar. Nasıl ki İslam’ın ilk yıllarında ismi olmadığı halde tasavvufun kendisi var ise, bugün de ismini almış kendisinden bihaber birçok sahteler vardır.)

Bu öğretiye sahip çıkan İslam milletleri ve özellikle Türkler hem kendileri huzur bulmuşlar hem de bütün dünyaya numune bir medeniyet inşa etmişlerdir. (Osmanlı’nın gerileme döneminin başladığı tarihle zahirî ilim - batınî ilim tartışmalarının başladığı tarihlerin çakışması bir tesadüf değildir.)

Tasavvuf aynı zamanda sağlam karakterli imanlı nesiller yetişmesinde çok büyük bir amil olmuştur. Allah sevgisi öyle bir kuvvet öyle bir ahlakın temelidir ki, bu sevgi ve aşka sahip milletler barış zamanında münevver ve aydınlık bir toplum oldukları gibi savaş zamanında da amansız ve azimli birer savaşçıdırlar. Yakın geçmişte bağımsızlık mücadelesi veren İslam milletlerinde tasavvuf ehlinin azim ve gayreti dikkatlerden kaçmamıştır. En güzel numune ise Ruslara karşı destansı bir direniş sergileyen Çeçenler ve efsane liderleri Şeyh Şamil’dir.

Tasavvuf öğretisi Türk milletinin derinliklerinde büyük izler bırakmıştır. Bütün aykırı hareketlerimize rağmen yine de bu millet Peygamberine, evliyaullaha saygı ve sevgide kusur göstermemeye çalışır. Bu sevgidir ki, askerimizi korkusuz kılar. Bunu biz pek bilmeyiz fakat düşmanlarımız gayet güzel bilirler.

 

Kötü Örnekler:

Bu maneviyata düşman bir anlayışı simgeleyen Vahhabilik yayıldığı yerlerde hem İslam medeniyetinin yıkılmasına hem de bir Türk düşmanlığına sebep olmuştur. Şu günlerde Vahhabiliğin Çeçenistan dahil bütün dünyada yayılmaya çalışılması Körfez Savaşı ile ekonomik zorluklar yaşamaya başlamış ve yan gelip yatmaktan başka şeye fazlaca kafası çalışmayan Suudluların tek başına becerebilecekleri bir iş olmasa gerektir.

Bunun gibi bizim üstün medeniyetimizi temsil iddiasında olan gerek ülke içinde gerek dünya üzerinde bir çok grup ve hatta ülkeler bulunmaktadır. Ancak öyle bir devirde yaşıyoruz ki İmam-ı Gazali Hazretlerinin beyanlarından anlaşılacağı gibi bu iddia sahiplerinin tamamına yakını yanlış bir yol takip etmekte, bu yanlışları yüzünden de bütün dünyaya kötü birer örnek teşkil etmektedirler. Bu sebeple özellikle ülkemizdeki din bölücüleri kesinlikle sahiplenmeyi haketmiyorlar, hatta bu bölücüler dinimizin ve milletimizin önünde büyük bir engel teşkil ediyorlar.

 

Kötü Örnekler Emsal Olamaz:

Evet kötü örnekler emsal olamayacağı gibi, bu kötü örneklerden sıyrılmak ve kendi özümüzü bulmak zorundayız.

Ülke olarak üstün bir medeniyete ulaşabilmemiz Batı’yı taklit etmekten değil, kendi üstün medeniyetimizin üstünlüklerini yeniden sahiplenmekten geçmektedir. Üstelik “Batı’nın Vitrin Medeniyeti” kan emici sermaye vampirleri üreterek dünyaya büyük bir kötülük yapmış ve yapmaya devam etmektedir.

 

Batı Medeniyetinin Temelleri:

Avrupa Medeniyetinin temeli Haçlı zihniyetine dayanır. Haçlı zihniyetinin en önemli unsuru para ve madde hırsıdır. Zira kilise papazları halkı doğunun zenginlikleri ve altınlarını vaad ederek bu serüvene sürükleyebilmişti. Bu yüzdendir ki Haçlılar bir zamanlar kendi dindaşlarının şehri olan İstanbul’u günlerce yağmalamışlardı. Bu yağma zihniyeti yeni kıtanın işgalinde de devam etmiş, Amerika kıtası’nın maden ocaklarında yerli halk ölümüne çalıştırılmış ve koskoca kıtanın halkları inkalardan kızılderililere büyük bir soykırım yaşamıştır. Bu zihniyet Afrika’nın işgali ve köle ticareti ile devam etmiş, yağmacı sömürgeci zihniyet 20. yy.a kadar büyük bir gayretle devam ettirilmiştir. 20. yy.ın ilk yarısında milyonlarca Afrikalı tıbbî deneylerde kobay olarak kullanılmıştır. Bazı iddialara göre AIDS bu deneyler sebebiyle yayılmıştır ve en çok Afrika’da görülmesinin sebebi de budur.

Maneviyattan ve “Özde bir medeniyet”den yoksun olan Avrupa ülkelerinin derinliklerine işlemiş olan işte bu yağmacı zihniyettir.

Bir Avrupa ülkesi sizin hakkınızda İnsan hakları taarruzu yapmaya başladığında bir de bakarsınız ki bu ülkenin bir şirketinin sizin ülkenizde istediği bazı şeyler vardır.

Avrupa Medeniyeti’nin bütün ilkeleri yağmacı yayılmacılığının aracı olarak kullanılmaktadır. Kendi ülkelerindeki işçi uluslar ekonomik bir değer ifade ettikleri için kıymetlidir. Bu kıymetlerinin ortadan kalktığı gün en faşizan uygulamalara muhatap kalmaları an meselesidir.

 

Batı’nın Yağmacılığına Bazı Sınırlamalar Getirmek
En Tabi Hakkımızdır:

Siyasi serbestliğin hakim olduğu bir parlamenter sistem maddi ve istihbari imkanları çok fazla olan Batı ülkeleri için bulunmaz fırsatlar sunar. Batı ülkelerinin bu fırsatları kendilerinden olmayan milletlerin aleyhine, kendi menfaatleri doğrultusunda değerlendirmek istemeleri, bir çok millete ve devlete pahalı ve acı tecrübeler yaşatmıştır.

Yine serbest piyasa adı altında sermayeye sınırsız haklar tanıyan gelişmekte olan ülkeler bu serbestlikten de bir hayır görmezler. Zira yine paraya ve istihbari gücüne dayanan Batı ülkelerinin sermaye babaları bu ülkeleri yok etmek pahasına para oyunları ile meşgul olurlar.

Batının Vitrin Medeniyeti karşısında muvaffak olabilmek için siyaset ve sermaye güruhuna tanınan serbestliklere bazı sınırlamalar getirilmesi kaçınılmazdır.

Bahsettiğimiz sahalarda sınırlama tavsiye edenler direk Demokrasi düşmanlığı ile yaftalandıkları için bu söylediklerimizin gerekçelerinin iyi anlaşılması icap etmektedir.

Bir defa Batı’dan hangi kurumu ithal edersek edelim, özde bir yenilenme yaşamadıkça, temelleri aslında bizim medeniyetimizde olan ilkelere sahip çıkmadıkça muvaffak olmamız çok zordur.

Siyasete ve seçim sistemine kendimize has düzenlemeler getirebilir, aynı zamanda daima liyakatlı ve milletperver, vatanperver, dürüst insanların önünü açacak bir sistem inşa edebiliriz. Para baronlarının ve uluslararası büyük güçlerin iç işlerimize karışmasının önünü kesecek sınırlamalar getirilmesi ise en tabi hakkımız olmalıdır.

 

Batı Kaynaklı Bazı Kavramlara Eleştiriler:

Batı Medeniyeti’nin tabulaştırdığı bazı değerlerini aynı şekilde kabullenmemiz de ayrı bir hatadır. Batıcılığın bile tabu haline geldiği ülkemizde, batı kaynaklı değerlerin eleştirisini yapmanın zorlukları ve tehlikeleri vardır. Bu öyle bir tabudur ki, bir silahlı kuvvetler mensubu bile batıyı eleştirirken, konuşmasının bir yerine hedef olarak AB’yi koyma zorunluluğu hisseder.

Bu tesbitlerden sonra Demokrasi, parlamenter sistem, düşünce özgürlüğü gibi kavramları teker teker ele almaya çalışalım:

Demokrasi ve Parlamenter Sistem: Batı Medeniyeti’nin en büyük ihraç malzemesi ve ihtiraslarının kılıfı olarak kullanılan demokrasi kavramı genel olarak seçme ve seçilme hakkının varlığı ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Bu sistem mükemmel bir yol gibi takdim edilmektedir. Bu yaklaşım aksayan yönlerini ve uygulamadaki farklılıkları görmemizi engellemektedir. Zira genel olarak bütün Batı ülkelerinde seçim sistemi uygulanmakla beraber, hemen her ülkedeki siyasal sistem birçok farklılıklar arzeder. ABD kendine has bir başkanlık sistemi uygularken, temsilciler meclisi bu ülkenin federal yapısından kaynaklanan özel durumu sebebiyle ortaya çıkmış bir kurumdur. İsviçre ve Belçika’daki bakanlar kurulu yapılanmaları bu ülkelerdeki farklı etnik ve dini grupların bir uzlaşma ile yürütmeye yansıtılmasını ifade eder. Fransa; krallığı ve kiliseyi hedef alan bir devrim yaşadığı için bu ülkedeki toplumsal yapı ile diğer Avrupa ülkeleri arasında farklar vardır. Birinci Dünya Savaşının mağlup ülkelerinde genel olarak krallık ortadan kalkmış iken, bazı galip devletlerde (İngiltere gibi) krallık ve toplumsal sınıflar -etkisi zayıflamış bir şekilde- devam etmektedir. Batı ülkelerindeki zenginlik birçok problemin üzerinin örtülmesine sebep olmaktadır. Seçim sisteminin huzur getirmediği yerler de vardır. En bariz örnek Kuzey İrlanda’dır. Avrupa tarihi halk ile devlet (krallar) arasındaki çatışmalarla doludur ve günümüzdeki sistemin çıkışı biraz da bu çatışmalara bağlıdır. Ancak özellikle Türk milletinde böyle bir çatışma yaşanmış olmadığı gibi, halk devletine, devlet başkanına (eski tabirle padişaha) gönülden bağlı olduğu gibi çoğu zaman devlet başkanı da halkına karşı müşfik olmuştur. Günümüz hükümetleri gibi tarihte de kötü yönetim uygulayan iktidarlar elbette gelmiştir. Ancak özellikle Selçuklu ve Osmanlı tarihinde halkına zulüm yapmayı meslek edinmiş bir yönetime rastlanmaz.

Diğer bir husus, Avrupa’daki serbestliklerin de bir sınırı vardır. En büyük sınır, zenginliklerine ve dünya üzerindeki çıkarlarına zarar verebilecek fikir, kişi ve kurumlar üzerindedir. Bu Batı insanının genlerine işlemiş olan yağmacılık ve faşist zihniyetin doğal bir neticesidir. Batı’nın madde imparatorluğuna zarar vermeyecek hemen her şeyi yapmak serbesttir.

Düşünce Özgürlüğü: Bu kavram Avrupa insanının ahlaksızlıkları ile de bağlantılı olarak genel olarak günah işleme özgürlüğü olarak anlaşılmaktadır. Halbuki bu kavramın her türlü düşünceyi kutsayan bir anlayışla tatbik edilmesi büyük bir hatadır. Zira herkesin itiraz edemeyeceği bir hakikat vardır ki, düşüncenin iyisi olduğu gibi kötüsü de vardır. Devletlerin zararlı düşüncelerle mücadele etmeye hakkı vardır, hatta zararlı düşüncelerle mücadele etmek devletin vazifesidir. Mücadele yöntemleri tartışılabilir ancak mücadele hakkının bertaraf edilmesine yönelik propagandalara müslüman geçinenlerin bile alet olması kabul edilemez bir gaflettir. Hain ve ahlaksız bazı basının zinayı alenen müdafa noktasından daha ileri giderek, homoseksüel ilişkileri müdafa noktasına geldiği düşünülürse söylemek istediklerimiz daha iyi anlaşılacaktır.

 

İthal Kavramların İçini İthalatçılar Doldurur:

İthal ettiğimiz bir uçağa istediğimiz yerden istediğimiz sistemi takamadığımız düşünüldüğünde, ithal ettiğimiz bir kavrama istediğimiz düzeltmeleri yapamayacağımız da ortaya çıkacaktır.

Biz önümüze ulaşılması gereken hedef olarak AB üyeliğini, Batı kaynaklı kavramları koyduğumuz zaman, bu kavramların ithalatçısı gelir bize şunu şunu yapman lazım ki senin ülken demokratik olsun, şunu şunu yapman lazım ki, AB üyeliğine layık olasın deme hakkına sahip olur.

En Büyük Silah:

Bu ezik zihniyetimizi tersine çevirip Batı’nın zihniyetini ezmeye başladığımız zaman, yani fikirsel sahada üstünlükleri elimize geçirmek istediğimiz noktada gerçek bağımsızlığa ve büyük ülke hedefine geri dönülmesi mümkün olmayan bir ivme ile girmiş oluruz. Psikolojik ve fikrî harp sahasında kendimizi göstermek, bu en büyük silahı lehimize çevirmek hiç de zor değil.

 

Bir Deklarasyon Örneği:

Bu uzun izahlardan sonra bir deklerasyon örneği vermeye çalışalım. Böyle bir harekat; üzerinde çok düşünmeyi ve çalışmayı gerektiriyor elbette. Ancak belki bir ışık ve başlangıç olur düşüncesi ile bazı şeyler sıralamaya çalışalım:

- Dünya halklarına huzur, ahlak, refah ve mutluluk götüremeyen bir medeniyet üstünlük iddiasından vazgeçmek zorundadır.

- Üstün bir medeniyete sahip olduğunu iddia eden Batı ülkeleri, diğer ülkelere çıkarlarının penceresinden bakmakta, bütün modern ilkeleri bu pencereden geçirmeye çalışmakla birçok sahada çifte standart örnekleri sergilemektedir. (Amerika’da ve Afrika’da görülmemiş soykırım örnekleri sergileyen bu milletler çıkarları gerektirdiği zaman yalan ve iftira ile ülkemize soykırım suçlamalarında bulunurken herhangi bir utanma, sıkılma duygusu hissetmemektedirler.)

- Tarihte emperyalizmin, yağmacılığın ve soykırımın en üst örneklerini temsil eden bugünün modern(!) ülkeleri, -sivil toplum kuruluşlarının bütün iyi niyetlerine rağmen- dünya milletlerine huzur ve adaleti götürebilecek yetkinliğe sahip değildir.

- Biz tarihin şahit olduğu gibi insanlara huzuru, adaleti, can ve mal emniyetini temin etmiş modern medeniyet ilkelerini insanlığa ulaştıran büyük bir milletiz. Bu tarihi mirasımızın gereklerini yerine getirmek üzere dünya milletlerinin huzuru için elimizden geleni yapmaya, dostluk ve iyiniyet temeline dayalı bir dayanışma içinde bulunmaya talibiz.

- Bizim medeniyetimiz fakiri kollayan ve ona yardım etmeyi ön plana taşıyan bir medeniyettir. Oysa Batı Medeniyeti’nin temsilcisi ülkeler -bazı sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları istisna olmak üzere- ellerindeki gücü ve parayı dünya milletlerinin fakirleşmesine sebep olacak yöntemlerle kullanmakta bir beis görmüyorlar. Globalleşme, sermayenin serbest dolaşımı gibi kulağa hoş gelen kavramlar hiçbir ahlaki ve vicdani kaygı taşımayan büyük sermayedarların bir vampir gibi milletlerin kanını emmesinin aracı haline gelmişlerdir. Bu sermayedarların üslendiği Batı ülkelerinde bu vahşete sessiz kalmayan bir çok insan bulunmakla beraber, ekonomiye ve maddeye dayanan imparatorluklarının devamı için her şeye göz yuman zengin ülkeler büyük bir vebal taşımaktadırlar. Biz mağdur bir ülke olarak bu çemberi kırabilmek için bize dayatılan bazı şeylere dur demek zorundayız. Bunun gibi dünyanın diğer mağdur devlet ve ülkeleri ile her türlü yardımlaşma ve dayanışmaya hazırız.

- Toplumsal ve idari sahaya yön vermesi gereken medeni ilkelerin uygulanması için göstereceğimiz gayretin itici gücü Batı’nın sözde medeniyeti değil bizim öze hitap eden kendi medeniyetimizdir.

- Dünyaya huzur getirmeyen Batı Medeniyeti kendi insanına da huzur getirmemektedir. Büyük bir maddecilik girdabında kıvranan batı insanını medeniyetlerini sorgulamaya ve bu mücadelede bize destek vermeye davet ediyoruz.

- Ahlaktan ve manevî özden yoksun olan hiçbir sistem insanlığa huzur getirmez. Huzuru arayan dünyayı ve özellikle bir vitrin uğruna hayatlarını hiçe müncer eden Batı insanını yağmacılıktan ve gizli faşizmden kurtulmaya davet ediyoruz.

- Kendi ihtirasları uğruna ülkeler arasında sınırlar çizen, çizilmiş sınırları değiştirmeye kalkan, harpler ve ihtilallar tertip etmekten çekinmeyen ülkelerin, mazlum milletlerin hamiliği rolüne soyunmaya hakları yoktur. Batı ülkeleri artık sahne oyununu bırakmalıdır.

- Aksi halde insanlığı bekleyen büyük buhranların ve savaşların çıkması kaçınılması zor bir akibet olarak görülmektedir.

 

Sonuç:

Gerek toplum olarak, gerek devlet olarak birçok eksiklerimiz var. İçinden geçtiğimiz ağır şartlar bize temizlenme ve yeniden yapılanma imkanları sunuyor. Hazret-i Allah bir gün, bizi kemiren yabancı unsurlardan, yiyicilerden ve ahlaksızlardan kurtulma fırsatı verirse, ülkemizin önünde büyük bir yükselişin yolları açılmış olacaktır. O günler için şimdiden çalışmak, yeni durumlara yeni atılımlarla ayak uydurmak, uygun adımı uygun zamanda atabilmek için gerekli donanıma sahip olmak zorundayız. En büyük donanım eksikliğimiz fikrî ve vicdanî sahada yaşanmaktadır. Bu sahayı düşman işgalinden kurtarmamız gerekiyor.


  Önceki Sonraki