Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ - Vâkıa Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (6) - Ömer Öngüt
Vâkıa Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (6)
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Dizi Yazı - Tefsir
1 Mayıs 2001

 

Vâkıa Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (6)

 

Şerefli Bir Kur’an:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, hareket halinde iken yıldızların mesken edindiği yüksek menzilleri bulunan göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin etmektedir.

“Hayır! Yıldızların yerleri üzerine andolsun ki!” (Vâkıa: 75)

Kur’an-ı kerim’in verdiği bu bilgi, yıldızların yerlerinin büyüklüğünü göstermektedir.

Milyonlarca yıldız ve gezegen arasında çıplak gözle görülebilenler olduğu gibi, teleskoplarla da görülemeyenler vardır. Hatta görmek şöyle dursun, gerekli âletlerin farkına varması mümkün olmayanları dahi bulunmaktadır.

Halbuki ışığın saniyedeki hızı üçyüz bin kilometredir ve ışık dünyanın çevresini bir saniye zarfında 7.5 defa dönebilecek bir hıza sahiptir.

“Bu, eğer bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir.” (Vâkıa: 76)

Şayet siz bu yeminin ne kadar büyük olduğunu bilmiş olsaydınız, hakkında yemin edilen şeyi de gerektiği gibi tâzim ederdiniz.

“Muhakkak ki o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır.” (Vâkıa: 77)

Hoşnud olunmuş olan bu yüce Kitab-ı kerim’in ismi bizzat Allah-u Teâlâ tarafından verilmiştir. İlimlerin özü ve kaynağıdır. İyilikler ve bereketler menbaıdır. Allah katındaki değeri tasavvur bile edilemez.

“Koruma altında olan bir kitaptadır.” (Vâkıa: 78)

Onun âyetleri Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesindedir, bâtıl hiçbir surette ona ulaşamaz.

Bu ilâhî hitap, Kur’an-ı kerim’in kıyamete kadar baki ve daim olacağına en büyük delildir. Bindörtyüz yıldan bu yana bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacak, hiç kimse lâfzını ve hükmünü değiştiremeyecektir.

“Temizlenmiş olanlardan başkası ona el süremez.” (Vâkıa: 79)

Mushaf-ı şerif’in kendisine abdestsiz dokunulamadığı gibi, ahlâk-ı zemimeden, hayvani sıfatlardan arınmamış, hürmet ve tazîm nuru ile parlamamış olan kalbler de Allah kelâmının hakikatını anlayamaz, hakiki mânâsına da nüfuz edemez.

Çünkü o;

“Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” (Vâkıa: 80)

Gerçek bu olunca, O’nun Kitab-ı kerim’ini küçümsemek, değil bir Âyet-i kerime’sini, bir tek harfini bile kabul etmemek, kişiyi küfre ve nankürlüğe götürür.

 

Âhirete Göçerken:

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in şan ve şerefini yücelttikten sonra ilâhi hükümleri umursamayanları, emir ve yasaklara uymayı kibirlerine yediremeyenleri, bunca nimetlere karşılık nankörlük edenleri uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?” (Vâkıa: 81)

Onu hafife alan, leke sürmeye cesaret eden siz misiniz? Temizlenmeden onu kirletmeye mi kalkışıyorsunuz?

“Rızkınıza karşılık şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?” (Vâkıa: 82)

Bütün bu rızıkları size hiçbir karşılık beklemeden veren Zât-ı kibriya’ya karşı yalanlamayı şükür yerine mi koyuyorsunuz? Sizin bu inkârınızdan dolayı kârınız ne olacak?

“Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz.” (Vâkıa: 83-84)

Etrafındakiler onun ölüm sarhoşluğunu görürler, kurtaracak hiç bir şey yapamazlar, âcizlik ve çaresizlik içinde kara kara bakar dururlar. Ortada sadece cesedi görürler, perde arkasında nelerin olup bittiğini bilmezler.

“Biz ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)

Onun o anda çektiği sıkıntıyı O bilir. Dilerse ruhunu pek kolay alır, dilerse güçlük çektirerek alır. İnsanlar bunların hiç birini idrak edemezler. Onun başına gelen azabın bir zerresine bile mâni olamazlar.

Bu Âyet-i kerime doğrudan doğruya Vahdet-i Vücud’a işaret etmektedir.

Allah-u Teâlâ her şeyden her şeye yakın olduğunu, her zerrede ulûhiyet sırlarının mevcut olduğunu beyan ediyor. Zerreyi de O halketti, insanı da O halketti, kâinatı da O halketti. O’ndan başka hiç mevcut yok zaten.

Zira vücut O, mevcut O... Mevcudatın; vücut nurunun zerrelerinin zuhur mahalli olduğunu, O’ndan başka ne vücud ne de mevcut olmadığını, “İman-ı kâmil sahibi olan mârifetullah ehli”nden başkası bilemez. Bu bilgi ancak onlara mahsustur.

 

Çıkmak Üzere Olan Can:

Ecel gelip can boğaza dayanınca, onu artık geri çevirmek mümkün değildir. İnsan isterse de istemese de, bir gün ahirete intikal edecektir.

“Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddianızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!...” (Vâkıa: 86-87)

Bunu yapamadıklarına göre, ki yapamazlar, ne kadar yalancı ve âciz oldukları teşhir edilmiş oluyor.

 

Üç Sınıf İnsan:

Ölmek üzere olan “Hâlet-i nezi”deki insanlar üç sınıfa ayrılır:

a- Mukarrebler:

Bunlar Hakk katında yakınlık kazanmış, mânevî olgunluğa erişmiş olan sabikun, yani öncülerdir.

Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Ölen kişi Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti var.” (Vâkıa: 88-89)

Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler vardır.

O kişiye Âyet-i kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister, Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.

Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhiden şu hitapla taltif edilirler:

“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabbine. Gir salih kullarımın içine, gir cennetime!” (Fecr: 27-28-29-30)

Bu hitap ona hem vefat anında hem de kıyamet gününde söylenir.

Mutmain nefis; Hakk’ta karar kılmış, yakîn serinliğinin yatıştırmış olduğu nefistir.

Allah’ımızdan bizleri de o mübarek kulları ile beraber haşretmesini, onların maiyetlerinde bulundurmasını niyaz eyleriz.

“Ey Rabbimiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!” (Âl-i imran: 193)

b- Ashâb-ı Yemin:

Bunlar amel defterleri sağlarından verilen müminlerdir. Ruhları alınırken bunlar da bir sıkıntı görmezler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Eğer sağcılardan ise; ‘Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!’ denir.” (Vâkıa: 90-91)

Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.

Onların bir mükafatı da meleklerin iltifatlarıdır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler iner ve derler ki:

(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin!” (Fussilet: 30)

“Biz dünyada da ahirette de sizin dostlarınızız.

Çok bağışlayıcı, çok rahmet edici Allah’ın bir fazl-u keremi olarak canlarınız neyi isterse hepsi sizindir, ne isterseniz hepsi sizin!” (Fussilet: 31-32)

Melekler böylece onların bu yeni hayata intibakları sırasında onlara yardımcı olurlar. Kabirdeki yalnızlıklarında, Sur’a üfürülüş esnasındaki durumlarda kendilerini teselli edeceklerini, Allah-u Teâlâ’nın kendileri için her türlü üzüntü ve kederden yana emniyet altında olmayı takdir buyurduğunu müjdelerler.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onlar meleklerin ‘Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin!’ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.” (Nahl: 32)

Onlar ki, şirkten, şüpheden, her türlü kötülüklerden arınmışlar ve böyle bir takdir ve övgüye layık olmuşlardır.

c- İnkârcı Sapıklar:

Yüce Allah’a inanmayan, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ve bunun neticesi olarak amel defterleri sollarından verilecek olan kâfirlerin âkıbetleri hakkında da Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.” (Vâkıa: 92-93-94)

İlk geldiklerinde onlara çekilecek ziyafet, aşırı sıcaklığından karınları eritecek olan kaynar sudur. Ne fena bir ziyafettir o kaynar su!

Onlar Allah-u Teâlâ’ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ affetmeyecektir.” (Muhammed: 34)

Zira küfrün affı yoktur. Ancak dünyada iman etmekle affolunur.

“Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiç bir sevinç haberi yoktur ve ‘(size sevinmek) yasaktır yasak!’ derler.” (Furkan: 22)

Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır. Müjde ancak müminlerin hakkıdır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Nefislerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldığı kimseler (ölümü görünce) teslim olurlar.

‘Biz hiç bir kötülük yapmıyorduk!’ derler.

Melekler de onlara ‘Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.’ diye cevap verirler.” (Nahl: 28)

Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete sürüklemişlerdir.

Onların canları cehenneme, öldükleri andan itibaren girecek, kabirlerinde cehennemin sıcak yeli kendilerini kuşatacak, kasıp kavuracaktır.

Melekler canlarını şiddetle ve zor kullanarak, vura vura çıkartmaya çalışacaklar:

“Fakat melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?” (Muhammed: 27)

Azapları gecikse gecikse, ömürleri sona erene kadar gecikebilir.

Onlar bu âkıbeti kendileri istemişlerdi, kendi elleriyle seçmişlerdi.

“Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah’ı kızdıracak şeylerin ardınca gittiler ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmadılar.

Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 28)

Kâfirin ölüm zamanı geldiğinde melekler kendilerine azabı, cezayı, zincir ve halkaları, cehennemi ve kaynar suları, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın öfkesini müjdelerler.

“Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış ‘Haydi canlarınızı teslim edin! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah’ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bu gün siz horlayıcı, alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız!’ derken bir görsen!” (En’am: 93)

Kendi ruhlarını çıkarmaya güçleri olmadığı halde, meleklerin bu emirleri azaplarını, hasretlerini artırmak, onları tâciz etmek içindir.

Azap melekleri ise ruhlarının cesetlerinden çıkması için yüzlerine ve kıçlarına şiddetle vururlar.

“Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve ‘Haydi, yangın azabını tadın!’ diyerek canlarını alırken onları bir görsen!” (Enfâl: 50)

O kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun gerçekte ne acılar çektiğini ve ne hasretler içinde gittiğini dışarıdakilerin müşahede etmesi mümkün değildir.

Âyet-i kerime’de “O anda onları bir görsen?” buyurulmasında büyük ibretler vardır.

Bu ayrılık anında, dünyadan kopmadan ve uzaklaşmadan dolayı öyle bir acı duyar, öyle bir ızdırap çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak önünde azaba, ardında lânet olarak o âleme sevkedilir. Yeniden dirilişinde de, mahşer yerinde haşroluşunda da bu minval üzere acılar sürer gider.

“Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 95)

İnkârı mümkün değildir, gerçeğin tâ kendisidir.

Âyet-i kerime’de geçen “Hakk’al yakîn” bilgi derecelerinin üçüncü merhalesidir.

“İlmel-yakîn” İlim yolu ile bilgi edinmek; “Aynel-yakîn” gözle görünmek suretiyle anlamak; “Hakkal-yakîn” ise öğrenmek istenilen şeyin içinde bulunup yaşamak suretiyle kesin bilgiye sahip olmaktadır.

Daha doğrusu, Ilmel-yakîn “Bilmek”, Aynel-yakin “Bulmak”, Hakkal’yakin ise “Bulmaktadır”

 

Tesbih:

Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir.

Âyet-i kerime’lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:

“Çok büyük olan Rabbinin ismini tesbih et.” (Vâkıa: 96)

Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemal sıfatlarıyla O’nu övüp tâzimde bulunmasıdır.

Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şanına layık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemal ve cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlak-ı zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.


  Önceki Sonraki