Hüdhüd, bütün bu olup bitenleri gelip olduğu gibi Süleyman Aleyhisselâm’a haber vermişti.
Nihayet Belkıs’ın gönderdiği elçiler geldiler, Süleyman Aleyhisselâm’ın huzuruna çıkarak getirdikleri en kıymetli hediyeleri takdim ettiler. Fakat onların en değerli dedikleri hediyeler, Süleyman Aleyhisselâm’ın saltanatı karşısında çok sönük kalmıştı.
Süleyman Aleyhisselâm gönderilen hediyeleri kabul etmediği gibi iltifat dahi etmedi, hiç bir şekilde ilgilenmedi.
“Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz?” buyurdu. (Neml: 36)
Onların hediyelerine güvendiklerini, müslüman olma çağrısına hediyelerle karşılık verdiklerini anlamıştı.
Sözlerine devamla şöyle buyurdu:
“Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Hediyenizle ancak siz sevinirsiniz!” (Neml: 36)
Bu öyle bir sözdür ki, kendisinden sonra gelecek olanlara, hususiyetle Allah yolunun davetçilerine bir nümune, bir mihenk olacak vasıftadır. Davet vazifesini yürütürken herhangi bir ücret beklememeye bir ölçüdür.
Allah-u Teâlâ’nın Süleyman Aleyhisselâm’a verdiği ihsan ve ikramlar, onların mal ve mülklerine karşı herhangi bir arzu besletmeyecek derecede bol ve yeterlidir.
Teklifini kabul etmedikleri takdirde savaşa hazır olduğunu ilân etti. Hediyeleri geri çevirirken heyet başkanına hitaben son kararını şöyle açıkladı:
“Onlara dön! İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak surette hor ve hakir bir halde oradan çıkarırız.” (Neml: 37)
Belkıs’ın elçileri hediyelerle birlikte memleketlerine geri döndüler. Süleyman Aleyhisselâm’ın tehditkâr sözlerini, saltanatının büyüklüğünü, ordusunun kuvvetini, görüp işittiklerini bir bir anlattılar.
Gerçekten de o devrin en güçlü devleti onun idaresinde idi ve ezici bir güce sahip ordusu vardı. Onun gayesi memleketleri istilâ etmek değil, yoldan çıkan insanları Allah-u Teâlâ’nın varlığından birliğinden haberdar etmekti.
Belkıs Süleyman Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen ve desteklenen bir peygamber olduğunu, tehdit ve uyarılarında haklı bulunduğunu, emrine karşı gelmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini anlamakta gecikmedi. Bu kanaatını kavmine de açıklamaktan çekinmedi.
Bunun üzerine hep birlikte Süleyman Aleyhisselâm’a müslüman olarak teslim olmaya karar verdiler. Başlarında Belkıs’la beraber, kavminin ileri gelenleri ve kalabalık bir insan topluluğu yola çıktılar.
Belkıs yola çıkmadan önce hükümdarlık tahtını sarayın en muhkem ve gizli bir yerine koyarak, kapılarını kilitlemeyi ihmal etmemişti.
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’la beraber Sebe heyetinin gelmekte olduğunu öğrenince, Allah-u Teâlâ’nın kendisine tahsis buyurduğu mucizelerden bir kısmını onlara göstermeyi, böylece hiç tereddüde kapılmadan iman şerefiyle müşerref olmalarını arzu etti.
Emrinde çalışan cinlerin ve insanların ileri gelenlerini toplayarak onlara dedi ki:
“Ey ileri gelenler! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir?” (Neml: 38)
Bu, Hüdhüd’ün haber verdiği taht idi. Kendisinden önce o muhteşem tahtının Kudüs’e celbedilmesini muvafık görmüştü.
Âyet-i kerime’de:
“Cinlerden bir ifrit” (Neml: 39)
Diye geçen, şer ve kötülükte, şeytanlıkta ileri gitmiş, tuttuğunu koparan, kuvvetli ve becerikli bir cin şöyle dedi:
“Sen makamından kalkmadan, ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve benim sözüme güvenilir.” (Neml: 39)
Bu beyanı ile en küçük bir ihanette bulunmayacağına, bir ziyana uğratmadan, bir yerini değiştirmeden getireceğine teminat vermiş oluyordu.
Süleyman Aleyhisselâm o zamanı uzun buldu. Daha önce gelmesini arzu buyurdu.
Bu hassas ve ince nokta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kitap’tan ilmi olan kimse ise ‘Sen gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm.’ dedi.” (Neml: 40)
Kitap’tan ilmi olan bu zâtın Hızır Aleyhisselâm olduğu mervidir.
Onun iddiâsı İfrit’inki gibi kuru bir iddiâ olarak kalmamış, getiririm demesiyle tahtın yanlarında hazır olması bir olmuştu. Yani söyleyinceye kadar getirmişti bile. Çünkü ilmini biliyordu.
Kendileri gelmezden önce, tahtını olduğu şekliyle getirmenin harikulâde bir hadise olduğu şüphesizdir.
Süleyman Aleyhisselâm, bir benzeri başkasına verilmemiş olan bu saltanat ve nimetleri sonsuz şükürle karşılıyor, bunu kendisine müyesser kılan Allah-u Teâlâ’ya şükranlarını arzediyordu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Süleyman, tahtı yanı başına yerleşivermiş görünce dedi ki:
Bu Rabbimin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek istiyor.
Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, muhakkak ki Rabbim müstağnidir, kerem sahibidir.” (Neml: 40)
Allah-u Teâlâ “Gani”dir, kimsenin teşekkürüne muhtaç değildir. Şükrün terkedilmesi, Zât-ı ehadiyetine halel getirmez. “Kerim”dir, şükretmeyen kullarını da nimetlerinden istifade ettirir, onları hemen cezalandırıvermez.
Süleyman Aleyhisselâm daha sonra, gelmek üzere olan Belkıs ile âni karşılaşmanın hazırlıklarına başladı. Geldiği zaman tahtını tanıyıp tanımayacağını denemek için, bazı vasıflarının değiştirilmesini emretti.
Buyurdu ki:
“Onun tahtını tanınmaz hale getirin. Bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanımayacak mı?” (Neml: 41)
Süleyman Aleyhisselâm, Belkıs’ın hidayet yolunu bulmasına yardımcı olmak için böyle yapmayı arzu etmişti.