İnsanın ilk vazifesi; kendisine hayat bahşeden Allah’ını bilmek, bulmak ve O’na gönülden bağlanmaktır.
Dostluğu kazanılmaya ve sevilmeye en lâyık olan mutlak varlık O’dur. Bütün sevgiler, Allah sevgisiyle bütünleşince kemâle erer.
Âyet-i kerime’de:
“İnsanların O’ndan başka dostu yoktur.” buyuruluyor. (Kehf: 26)
Her şeyi O var etti, her şey O’nun varlığı ile kâimdir. Kendisine itaat edeni etmeyeni, sevdiğini sevmediğini ayırt etmeden bütün mahlûkatına dünyada sayısız nimetler bahşeder, onları esirger. Ahirette ise yalnız müminlere merhamet eder. Koyduğu ilâhi emir ve hükümlere can-ı gönülden riayet ettikleri ve koyduğu hududu, sabır edip aşmadıkları için onlara daha büyük ve ebedi nimetler vererek mükâfatlandırır.
İnsanı yoktan var etti, sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler verdi. Onu kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor. Bütün istek ve ihtiyaçları O verir, ihtiyaçlar yalnız ve yalnız O’ndan talep olunur. Dilekleri yalnız ve yalnız o yerine getirir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Zengin eden O’dur, sermaye veren O’dur.” buyurmaktadır. (Necm: 48)
Öyle bir Allah’tır ki dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalıyor, hâcetler artıkça in’am ve ikramı da artıyor, iyilik ve güzellikleri bitmez ve tükenmez. Güzelden gelen güzelliklerin devam etmesi, kullarının dünya ve ukbada mutluluklarını temin için hükümler koyan, hudutlar çizen, niyaz ve dileklerini işitip muratlarını veren Zât-ı Ecell-ü Âl’a’dır. Üstün sıfatlarla mükerrem olarak yarattığı insanların dünya saâdetine, ahiret selâmetine kavuşabilmeleri için, hayatlarını tanzim edecek hükümler, emir ve yasaklar koyma hakkı yalnız Hazret-i Allah’a âittir. Bunun içindir ki ilk insanı ilk peygamber kılmış, insanların irade ve terbiyesini peygamberleri vasıtası ile gönderdiği ilâhi hükümlerle bizzat üzerine almıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Yolun doğrusunu göstermek Allah’a âittir.” buyuruyor. (Nahl: 9)
Hazret-i Allah’ın bütün hükümlerinde, emir ve yasaklarında birer hikmet, insanlar için birer menfaat vardır. Bu hikmet ya bir zararı gidermek veya bir menfaat sağlamak içindir.
Bir diğer Âyet-i kerime’sinde:
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır, kim Allah’ın hudutlarını aşarsa, kendine yazık etmiş olur.” buyuruyor. (Talâk: 1)
Binaenaleyh neyi emretmişse seve seve yapmak, neleri yasaklamışsa onlardan uzak durmak üzerimize farzdır.
İslâm dini fâiz ile fâizin girdiği bütün kazanç yollarını kesin olarak haram kılmıştır. Haram oluşu hem Âyet-i kerime ile hem de Hadis-i şerif’ler ile sabittir. Cahiliye adetlerinden en yaygın olanlarından birisi de fâizdir. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Vedâ Hacc’ında cahiliye adeti olan fâizi ayakları altına aldığını ve kaldırdığını beyan etmişti. Kaldırdığı ilk fâiz de amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-ın fâizi idi. İnsanlar arasındaki sevgi, saygı ve yardımlaşma duygusunu yok eden, mal hırsını artırıp Allah’a karşı kulluk ve infak vazifesini unutturan, fâiz ile fâizin girdiği bütün kazanç yollarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Fâizi yemeyiniz.” (Âl-i imran: 130)
“Allah alışverişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” buyurmuştur. (Bakara: 275)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Allah fâizi yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizi)
“Fâizde alan veren eşittir. (Günaha ortaklar)” buyurmaktadır. (Müslim)
Daha da ağırı Allah ve Resul’üne harp ilân etmektir ki Âyet-i kerime’de:
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” buyuruyor. (Bakara: 279)
“Ben müslümanım, inandım, iman ettim” diyen bir insan fâizin zerresinden bile kaçar. Fâiz almak Hazret-i Allah’a ve peygamberine açılmış savaş sayılır.
Şu anda içinde bulunduğumuz ekonomik durum ortada. Ne kadar acıklı bir halimiz var bunun cezasını çok ağır bir şekilde ödüyoruz. Dünya yaratıldığından beri bütün yarattıklarını belli bir vakite kadar yaşatıp vadesi gelince takdir ettiği saniyede nice peygamberleri, kralları, padişahları, nice nice makam ve mevki sahibini, zenginini fakirini yerlere sermedi mi?Hani nerede onlar?
Ribâ (fâiz), cahiliye devri Arapları arasında bilinen bir şeydi. Hatta zenginlerinin genellikle yediği, içtiği hep ribâ idi. Biri öbürüne altın, gümüş veya belli bir para borç verirdi. Aralarında kararlaştırdıkları vâdeye göre, geçen süre için belli bir miktar da fazladan ödeme yapılacağını önceden şart koşarlardı. Bu fâiz Âyet-i kerime’si indiği zaman aralarında en yaygın ribâ bu idi. Herhangi bir borçta vade geldiği zaman borçlu borcunu ödeyemiyecekse alacaklısına, “veremeyeceğim, ribâ et.” yani artır derdi. Yine bir miktar ribâ eklenir ve böylece her vade yenilendikçe borcun miktarı da artardı ve arta arta ana paranın birkaç mislini bulurdu. Borcun aslına ana para anlamına gelen “Re’sü’l-mal” ve ona eklenen fazlalıklara da, “Ribâ” adı verilirdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Bu Âyet Kur’an’ın en son nazil olan âyetlerindendir. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-bunu bize bütün yönleriyle açıklamadan göçtü, bundan dolayı ribâyı ve rîbeyi bırakınız.” (İbn-i Mace)
Yani mevcut açıklamalara göre ribâ olduğu iyice bilinen şeyleri bıraktığınız gibi, ribâ şüphesi bulunanları da bırakınız. Bundan dolayıdır ki İslâm’da “Helâl olan şeyler apaçık, haram olan şeyler de apaçıktır ve ikisinin arasında birtakım şüpheli şeyler de vardır, iyice şüpheden kurtuluncaya kadar, sana şüpheli gelenleri de bırak.” (Buhari-Tirmizi-Ebu Davud)
Hadis-i şerif’i gereğince, genel olarak şüpheli şeylerden uzaklaşmak mendup olduğu ve takvâ sayıldığı halde, özellikle ribâ şüphesi bulunan şeylerden kaçınmak vacip cinsinden bir görev olmuştur. Bundan dolayı fıkıh ilminde “Ribâ şüphesi ribâdır. Zira ribâ konusunda şüphe geçerlidir.” diye bir kural vardır.
Ribâ ile ilgili hükümler peygamberlik yıllarının sonuna doğru ve Mekke’nin fethi sıralarında nâzil olmuştur ve hatta halka duyurulması ile ilk uygulaması da Vedâ Hacc’ına rastlamıştır. Nâzil olan Âyet-i kerime’ler fâiz yiyenlerin dünya ve ahiretteki zelil durumlarını Allah’a ve Resul’üne açılan savaşın sonucunu, hüsranını ve acıklı durumunu bize bildiriyor.
Âyet-i kerime’lerde:
“Fâiz yiyenler: “Fâiz ticaret gibidir.” dedikleri için kıyamet günü kabirlerinden şeytan çarpmış gibi (ihtiyaçlar içinde) kalkacaklardır. Oysa Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir ve fâizcilikten vazgeçerse, geçmiş (günahları, daha önce aldığı) kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a âittir. Kim de tekrar fâize dönerse onlar cehennemliktirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.
Allah fâizle kazanılanı eksiltir, bereketini tamamen giderir. Sadakası verilen malları ise artırır. Allah küfrân-ı nimette bulunan günahkâr hiç kimseyi sevmez.
İman edip sâlih amel işleyenlerin, namaz kılıp zekât verenlerin, Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar.
Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın.
Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Eğer bilirseniz sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.
Öyle bir günden korkun ki, o günde hepiniz Allah’a döndürülürsünüz. Sonra herkese kazandıkları noksansız verilir ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaz.” buyuruluyor. (Bakara: 275-281)
Ve şu halkın, esnafın, fabrikatörlerin durumu. İflas edenlerin, kalp krizi geçirenlerin, intihar edip dünyasını ve ahiretini karartanların durumuna bakılırsa, fâizin koca bir milleti ne hale getirdiğini görmeye yeter de artar bile. Dünyadaki cezası bu olursa ahirettekini siz düşünün. Eskilerin bir sözü vardır: “Fâiz bir kapıdan girer üç duvarı yıkar çıkar.” derler. Herkesi perişan, çaresiz, umutsuz, mutsuz yaptığı gibi fakiri de zengini de harpten çıkmış gibi perişan vaziyette. Hemen kendimize dönüp tevbe ederek artık niçin yaratıldığımızı imtihan da olduğumuzu yine O’na dönüp yaptıklarımızın zerresinden hesap vereceğimizi bilmemiz lâzım. Çünkü “Zerreden soracağım” diyor, imtihan için dünyaya gönderildik. İmtihanı bitenin sorguya çekileceğini Zilzal sûre-i şerif’inde bize bildiriyor.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzâl: 7-8)
Fâiz ile ilgili Âyet-i kerime’lerin nâzil oluşu peygamberliğin sonuna doğrudur.
Bu sıralarda da:
“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a râzı oldum.” (Mâide: 3)
Âyet-i kerime’si gereğince İslâm dininin ikmal dönemleri yaşanıyordu. Önce Âl-i imran sûre-i şerif’indeki “Ey iman edenler kat kat katlanmış olarak fâiz yemeyin.” (Âl-i imran: 130) Âyet-i kerime’si sonra da Bakara sûre-i şerif’indeki bu Âyet-i kerime’ler nâzil oldu. Bu bize gösterir ki, ribânın ortadan kaldırılması bir tekamülü ve gelişmişliği hedef tutmaktadır. Fâizin yer aldığı bir toplum henüz tam anlamıyla istenen düzeyde mükemmel hale gelmemiş demektir. Dine ve inanca bağlı, ahlâkları yükselmemiş, sosyal yardımlaşma ve dayanışması sadece sözde kalmış, sosyal yapıları kuvvet ve tahakkümden kurtulup kardeşliğe varamamış olan toplumlar fâiz belasından kurtulamazlar, kurtulmadıkça da gerçekten Allah rızâsı olan ahlâk olgunluğunu ve sosyal düzen sağlamlığını bulamazlar, kamu yararı ile kişisel çıkarların çatışmasını ortadan kaldıramazlar. Herhangi bir toplumda fâizsiz yaşanmayacağı inancı yayılmaya ve fâizin meşru olduğuna çareler aranmaya başladı mı, ortada çöküntü ve çözülme baş göstermiş ve cahiliyet devrine doğru dönüş başlamıştır. “Zaruretler mahzurluyu mübah kılar.” kuralınca zaruretler, mübah görme kapısını açar. Fakirlik azalıp, sosyal yapıdaki düzelme ilerledikçe fâizler kendiliğinden düşecek ve bir gün gelip ortadan kalkacaktır. Fakat fâiz devam ettikçe de servetler tekelleşmeden kurtulamayacak ve fakirlik azalmayacaktır. Günümüz dünyasında fâizin ortadan kaldırılması bir ideal olarak dünüşmeye başlanmış ise de, doğrusu hâl-i hazırdaki eğilimler henüz tamamıyla ortadan kaldırılması değil, aşağı çekilmesi konusunda yoğunlaşmaktadır. Kur’an-ı kerim ve İslâm dini getirdiği hükümlerle hâl-i hazırdaki bütün beşeriyete dahi en yüksek bir tekamülün ilhamını sunacak bir aydınlık kitap, bir ilâhi kanundur. İlâhi rahmet, zenginlerle fakirlerin yaratılış sofrasından samimi bir yardımlaşmayla nimetlenmelerini gerektirirken, bunun aksine hareket eden ve karşılarında fakirlik olmadan nimete eremiyeceğini sanan toplumlar, hiçbir zaman ızdıraptan kurtulamazlar. Böyle mal bölüşümünde fâizi alışkanlık haline getiren toplumun fertleri için fâiz, tiryakilerin afyonu gibi bir ihtiyaç halini alır. Hepsi ister istemez bu çarkın dişleri arasında ezilir gider. O zaman bu zorluğu göğüsleyip de çevresindekilere biraz nefes aldırabilen büyükler “Onlar için Rabbleri katında ecir vardır, onlara korku yoktur ve onlar mahsun da olmazlar.” Âyetinin verdiği müjdeye nail olurlar. Fâizciler ise ebedi bir sara çırpınışları içinde kıvranır dururlar. İşte Hakk Teâlâ bunların bu hallerini açıklamak üzere buyuruyor ki:
(Fâiz yiyenler) yani fâizcilik yapan ve böylece servet elde ediyoruz diye muhtaçların kazançlarını ellerinden alan ve üretimin hedefini kamu yararından kişi çıkarlarına doğru kaydıran, gerçekte ise üretimden ziyade tüketime hizmet eden, velhasıl hayır yoluna infak amacının tamamen zıddına gidenler “Fâiz yiyenler: ‘Fâiz ticaret gibidir.’ dedikleri için kıyamet günü kabirlerinden şeytan çarpmış gibi (ihtiyaçlar içinde) kalkacaklardır.” (Bakara: 275)
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Miraç yolculuğunu bizzat kendileri naklederken buyururlar ki:
“Daha sonra gökyüzüne bir miraç uzatıldı. Ben Miraç’tan daha güzel bir şey görmüş değilim, ölüleriniz ölümleri sırasında gözlerini ona diker, Cibril ile ona binerek yükseldik.”
Dünya semâsının kapısından izinle girip değişik olayları temaşa ettikten sonra:
“Baktım ki Firavun ve arkadaşlarının yolu üzerinde karınları evler kadar şişmiş insanlar var. Firavun ve arkadaşları sabah akşam bunları çiğneyerek geçiyorlar. Bunlar kimlerdir yâ Cebrâil? dedim. “Fâiz yiyenler.” olduğunu söyledi.”
Fâiz yiyen dünya saâdetinden ahiret selâmetinden mahrum kalmıştır, akla hayale gelmeyecek azap onu hazır beklemektedir.
Fâizle birlikte bütün dengeler bozulur. Artık fâiz hesabı yapılmadan hiçbir alışveriş yapılamaz. Esas olan mallar ile onu elde etmeye araç olan para arasındaki denge, araya giren fâiz ile malların aleyhine ve paranın lehine bozulmaya başlar. Emek ve çalışmanın karşılığı, fâiz kanallarından fâizcilerin ellerinde toplanır, derece derece ve gitgide servet tekelleşir. Lüks ve zararlı tüketim meydanı alır, sermaye sahipleri lehine tüketim önem kazanır. Bizzat üreticiler hesabına üretimin değeri düşer. Aracılar da bu ikisi arasında bocalar durur. Bakarsınız hem mal vardır, hem de sermaye, bununla beraber ihtiraslar ve kıvranmalar artıkça artmıştır. Toklar azalmış, açlar çoğalmış, gülenler eksilmiş, ağlayanlar artmıştır. Dünyalar kadar mal yığılı olsa, parası olmayan yine fakirdir. Derken çalışan ve üretime katkıda bulunan emek sahipleri ile sermaye sahipleri arasında kin ve öfke başlar.
Dışardan bakıldığı zaman mutlu ve muhteşem sanılan bir toplum oysa artık içinden çürümüş ve kurtlanmıştır. Sükun içinde kımıldanmak ihtimali bile yok gibi görünen kimseler, ruhlarındaki acının telaşı ile artık patlamaya hazır hale gelmiştir.
Birbirinin zıddı olan nur ile karanlığı birbirinin aynı saymak nasıl bir cinnet ise, fâiz ile alışverişi benzer şeyler saymak da öyledir.
Ve netice olarak Allah dostu Zât-ı muhteremin senelerdir söylediği “Alan alamayacak, satan satamayacak, iki tabaka birden çökecek.” sözü tecelli etmiş ve sistem çökmüştür. İman edip fâizden hatta tozundan bile kaçınanları ise her zaman olduğu gibi Hazret-i Allah lütfuyla muhafaza ediyor.
Allah’ım bu fâiz belasından bizleri bir an evvel kurtarsın, hidayet nasip etsin, hakikatı göstersin. Allah ve Resul’üne savaştan bizleri kurtarsın.