Teknoloji ve sanayi altyapısı kendi ayakları üzerinde durabilecek seviyeye gelen, ciddi bir bilgi birikimine ulaşan ve daha önemlisi genç bir nüfusa sahip olan Türkiye bu özellikleri ve tarihsel birikimi sayesinde dünya siyaset sahnesinin önemli bir aktörü olabilecek potansiyele sahiptir.
Bu potansiyel sayesinde karşı konulamaz bir büyüme trendi yakalamaya çalışan Türkiye’nin krizlerle, diplomatik taarruz ve baskılarla karşılaşmış olmasını sadece tesadüflerle yahut kendi beceriksizliklerimizle izah etmeye çalışmak büyük bir eksikliktir.
Türkiye konumu ve özellikleri itibari ile üzerinde en çok hesap yapılan ülkelerin başında gelmektedir.
Bu hesapları boşa çıkarabilmek ve muvaffakiyet tesis edebilmek için yaşanan olayların arkasındaki güç odaklarını ve ülkelerin niyet ve hesaplarını doğru tahlil etmek icap etmektedir.
Uluslararası güçler arasındaki çekişmelerin ve çıkar çatışmalarının her alanda ve her coğrafyada devam edeceğini düşünmek tahlil hatalarından birisidir. Zira bazı bölgelerde çatışan çıkarlar, bir başka bölgede çakışabilmekte veyahut karşılıklı çıkarlar pazarlık konusu yapılarak bir neticeye bağlanabilmektedir.
Uluslararası sistemin güçlü aktörlerini sadece bazı devletlerden ibaret görmek de bir eksikliktir. Dünyadaki paranın önemli bir kısmını idare eden, birçok ülke yönetiminde söz sahibi olan bir “Uluslararası Gizli Çete” bulunmaktadır. Bu gizli çetenin idare yeri ABD’deki yahudi diasporasıdır ve bu çete en büyük ve koşulsuz desteğini ABD’den almaktadır. Türkiye’de yaşananlar bu çetenin ülkemiz içindeki uzantılarından kurtulma savaşıdır. Bu sebepledir ki bu mücadele bir bağımsızlık savaşıdır. Ve bu mücadelenin görünenden çok daha büyük bir uluslararası boyutu bulunmaktadır.
Türkiye’nin işi gerçekten zordur. Ancak ortaya çıkarılabildiği takdirde bu zorlukların üstesinden kalkabilecek güç ve yeteneğe sahiptir.
Uluslararası Çete’nin ve destekçisi ABD’nin her şeyi istediği gibi yaptırabildiğini düşünmek elbette mümkün değildir. Ancak istemedikleri şeyi engellemek konusunda daha maharetli olduklarını da kabul etmek gerekmektedir. Ülkeleri iç karışıklıklara sürüklemek, savaşlar vasıtası ile yıpratmak, iç hesaplaşmalar ile güçsüz düşürmek gibi mekanizmaları hareket ettirebilecek yetenekleri vardır. Bu sebeple çok uyanık olmak uygun vakitte doğru hamleyi yapmak büyük önem arzetmektedir.
Türkiye’nin bağımsız ve güçlü bir devlet olması ne bu Çete’nin işine gelir, ne ABD’nin, ne Avrupa ülkelerinin, ne Rusya’nın, ne de Çin’in... Türkiye üzerinde uluslararası bir konsensusun bulunduğunu söylemek fazla abartılı bir yaklaşım değildir. Zira yukarıda sayılan devletlerin hemen tamamının Orta Asya, Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkanlarda önemli hesapları vardır. Nitekim gerek Kıbrıs meselesinde, gerek Ermeni meselesinde bu konsensusun izleri müşahede edilmiştir.
Güçlü ve bağımsız bir Türkiye bu dört bölgede ve hatta bütün dünyada söz sahibi olabilecek coğrafi, tarihi ve dini bir konuma sahiptir. Üstelik bırakın Türkiye gibi bir ülkeyi, dünyanın herhangi bir yerindeki bağımsız bir devlet dahi Küreselleşme ideolojisinin en büyük düşmanıdır. ABD’nin MIT üniversitesinde yapılan Ortadoğu konulu bir konferansta konuşan Noam Chomsky’nin aşağıdaki sözleri vaziyeti gayet güzel özetliyor:
“Gerçekte tehdidin, Soğuk Savaş’tan bu yana tüm dünyada olduğu gibi “radikal milliyetçilik” ya da “bağımsız milliyetçilik” denen şey olduğu artık kabul ediliyor. Siyasal spektrumun neresinde yer aldığı önemli değil. Ama eğer bağımsızsa, bir tehlike oluşturmaktadır; dünyanın istikrarını, yani ABD’nin temsil ettiği çıkarları tehdit ettiği için mücadele edilmelidir.”
Dünya ülkelerine dayatılan ve bazı kalemler tarafından karşı konulamaz bir tabu gibi takdim edilen küreselleşme hareketi küresel sermayeye ve tek kutuplu dünyaya hizmet eden bir araçtır. Asya‘da ve Türkiye’de büyük bir iştahla ülkeleri hortumlayan, ülkelerin mahvolması pahasına yerli işbirlikçiler ile büyük paralar kazanan ve zamanı geldiğinde parasını güvenli yerlere kaçıran küresel tefeci sermayenin kötü niyeti, Asya ülkelerinde ve Türkiye’de büyük tepkilere sebep olmuştur.
Malezya Başbakanı Mahathir Muhammed aynen şunları söylemişti: “Sınırlarımıza yığınak yapıyorlar. Her şeyimizi yağmalayacaklar. Kafalarını koparmak istiyorum. Ancak buna gücüm yetmiyor.”
Bütün bu yaşananlar acı birer tecrübe edinmemize sebep olmuştur. Evvela tarihin yeni bir anlayışla kaleme alınması gerektiği ortaya çıkmıştır. Savaşların ve güç mücadelelerinin arkasındaki ekonomik sebepler daha titiz araştırılmalı ve yeni nesillere öğretilmelidir. Özellikle saniyeleşme devriminden sonra sermayedarların devletlerüstü bir yapıya kavuşmasının uluslararası düzene etkileri iyi tahlil edilmelidir.
Türkiye’nin uydu devlet rolüne razı olan birçok insanımızın bulunması gerçekten üzücü bir durumdur.
“ABD’nin uydusu olmayacaksak, AB’nin uydusu olalım.” Ya da “Emperyalist Batı’dan yakamızı kurtarıp Rusya’nın, o da olmazsa Çin’in uydusu olalım.” şeklindeki yaklaşımlar artık bir son bulmalıdır.
Bu Mandacı Zihniyet’i en iyi tanıyanlardan birisi olan Rauf Denktaş 25 Ocak’ta basınla düzenlediği sohbet toplantısında şunları söylemişti:
“Kıbrıs’ın, Türkiye’nin AB üyeliğine engel olduğunu söyleyenler, Türkiye’nin AB ve Kıbrıs politikasını bilmiyorlar. Kıbrıs’ı verelim AB’ye girelim kampanyasına ve aleyhimize yapılan suçlamalara karşı bir aydınlatma kampanyası ile cevap verebiliriz. Bu fikirde olanların hepsi vatan haini değil, sorunun nasıl çözüleceği konusunda yanlış fikre sahipler. Anadolu’nun Kurtuluş Savaşı’nda da birçok aydın başta mandayı savunuyordu. Sonra yanlışlarını anladılar, Kurtuluş Savaşı’na katıldılar. Biz de birçok arkadaşımızı kazanabilir miyiz, fikrini değiştirebilir miyiz diye yola düştük.”
Türkiyenin kendisi bir çekim merkezi olmak zorundadır. Bunu başarabilmenin birinci koşulu bağımsızlık, ikinci koşulu tarihimizle barışmak, dini ve milli değerlerimize sahip çıkmaktır. 1900’lerin materyalist felsefesi içinde kendi kendimizi eritmekten başka bir şey elde edemeyiz. Zira bilimin materyalizmi desteklediği zannedilen devirler son bulmuş, dünya yeniden dini arayışlara yönelmiştir.
Emperyalist ABD bizim için iyi şeyler düşünmüyor diye her sahada ABD’ye veya başka bir ülkeye savaş ilan etmek akıllı bir yöntem değildir. Anti emperyalizm adı altında Mavi Akım’a hoş nazarla bakan, ve hatta Sırpları desteklemeye kadar vardırılan garip yaklaşımlarla karşılaşılmaktadır.
Çıkarlarımız çakıştığı takdirde formülüne uydurularak ABD, Rusya, Çin veya başka bir ülkeyi kendi menfaatlerimiz doğrultusunda kullanabilmeliyiz. Veyahut çeşitli mekanizmaları harekete geçirerek rakiplerimizi safdışı edebilme kabiliyetine kavuşmalıyız.
Bu sahada başarılı olabilmek için de ülkeleri, her bir ülke içindeki güç odaklarını ve dünya üzerinde etkili diğer küresel güçleri tanımalı, bunların niyetlerini tahlil edebilmemize yarayacak araçları güzel değerlendirmeli ve dış istihbaratımızı güçlendirmeliyiz.
Her devletin dış siyasetinde söz sahibi olan değişik dinamikleri bulunur. Bunlardan birisi de devleti oluşturan halkın inanışının, tarihten gelen mizaç ve karakterinin ülke yönetimine yansımalarıdır.
Nasıl ki her insanın ayrı bir mizacı ve karakteri var ise milletlerin de kendine has bir mizacı, karakteri vardır. İnsanların ve milletlerin karakter ve mizacını şekillendiren en önemli unsur şüphesiz ki inançlarıdır.
Amerika’ya yerleşen bir Ermeni’nin pişmanlıkla kaleme alınan itiraflarından bir kısmını dikkatle okuyalım:
“Türkiye’nin asıl efendisi bizdik. Biz hepimiz kanunların haricinde yaşardık. Memurları elde etmeyi bir sanat haline koymuştuk. Para, eğlence, kadın... icabına göre her vasıtayı kullanırdık. Vergilerden sıyrılmanın yolunu bulurduk, askerlikten ya bütün bütün yakayı kurtarırdık... Ticaret aleminde kimse bizimle rekabet edemezdi. İmtiyazlı bir sınıftık. Rüzgarın esişine göre bazen fes giyer, koyu Türk kesilir, Türk ahbaplara sokulurduk, bazen fesi atar, Tük ahbapları tanımaz hale gelir, içimizi açığa vururduk.”
Gayr-i Milli unsurlar nasıl ki zaman içinde birer iç tehdit durumuna gelmiş ise, insanlarımıza sahtekarlık, ikiyüzlülük, dilencilik ve hırsızlık aşılayan din ve vatan bölücülerinin de bu gayr-ı milli unsurlardan hiçbir farkı yoktur. Hatta bizden göründükleri için tehlikeleri daha büyüktür.
Gerek içimizdeki unsurların gerekse dışımızdaki millet ve ülkelerin gizledikleri niyetleri teşhis etmekte yetersiz kalan Osmanlı bunu pahalıya ödemişti.
Dünya üzerinde öyle milletler vardır ki, kimisi sahtekar, ikiyüzlü, fesatçı bir karaktere sahiptir, kimisi dini bir bağnazlığın pençesinde kıvranmaktadır, kimisi dünyevi hırs ve ihtiraslarına, emellerine ulaşabilmek için her türlü yöntemi meşru görür, kimisi sapıklık derecesine varan icraatları işlemekten zevk alır. Dünyanın savaşlar içinde herc-ü merc olması bazıları için önemli değildir.
ABD vücutu hıristiyan beyni yahudi bir insan gibidir. Dolayısı ile düşünce mekanizması Ortadoğu merkezlidir. Öncelikli tehdit olarak İslam’ı ve Arapları görmektedir. Türkiye’nin İslam kimliği ve Ortadoğu ülkesi olması ABD için İsrail üzerinden değerlendirilen bir olgudur.
Avrupalı insanlar ise yüzyıllar boyunca Türk tehlikesi ile korkutulmuştur. Türkiye’nin tarihi onlar için bir kabus gibidir. Yönünü Avrupa’ya, sırtını İslam’a dönmüş bir Türkiye yüreklerine uzun yıllar su serpmiştir. Ancak Türkiye korkuları o kadar büyüktür ki, aralarına almayı kesin ve kesin düşünmemektedirler. Sadece yönümüz değişmesin diye bizi oyalamaktadırlar. Burada Kara Avrupası ile İngiltere arasındaki nüans farklarını da görmekte fayda vardır. İngiltere Kara Avrupası kadar bağnaz bir kişiliğe sahip değildir. Uzun vadede bu ülkeyi lehimize çevirebilmenin yolları aranabilir. Ayrıca Fransa ve Almanya arasındaki tarihi çekişme gözardı edilmemelidir.
Çinlilerin komunizmden önce Yahudilerinkine benzeyen bir üstün ırk inanışı bulunmaktaydı. Kendilerinin tanrının çocukları olduğuna inanmaktaydı bu millet.
Rusya’nın tarihten gelen sıcak deniz hayalleri Sovyet Rusya’nın kominizminde de devam etmiştir. Son birkaç yüzyılda daha çok Rusya ile sıcak temasa girmiş olmamız hasebiyle bu ülkenin pozisyonu bizim açımızdan daha önemlidir.
Türkiye’nin dış tehditlere karşı muvaffakiyetinin ilk halkası Rusya’ya üstünlük sağlamaktan geçmektedir. Bu nedenle bu hesaplaşma kaçınılmazdır.
Türkiye kollarını çok uzun açmadan önce yakın çevresindeki problemleri halletmek zorundadır. Kuzey Irak’ta az-çok bir muvaffakiyet tesis edilmiştir. Şimdi Kafkasya’da böyle bir muvaffakiyet tesisine çalışmamız gerekmektedir. Kuzey Kafkasya halklarının bağımsızlığının desteklenmesi Rusya’ya, Ermeni meselesini dayatan Batılı güçlere, ve hatta Çin’e kadar uzanan bir etkiye sahiptir. Bu sahada elde edilecek muvaffakiyet Aliyev sonrası Azerbaycan için bir nevi sigorta gibidir, Ermeni meselesini aşağı yukarı kökten halleder, İran’ın heveslerini kursağında bırakır, boru hatlarında önemli avantajlar sağlar. Böyle bir işte Rus-Alman-İran ittifakından rahatsız olan ABD’yi kullanmanın yolları da bulunabilir.
Unutulmamalıdır ki, Osmanlı’nın yıkılışını hızlandıran büyük savaşların çoğu Rusya ile yaşanmıştır. Rusya ile rekabet halinde bulunan Avrupa devletleri Osmanlı’ya karşı Rusya’yı kullanmaktan, Rusya’ya zımni destekler vermekten geri durmamışlardır. Nitekim 1877 İstanbul konferansında istedikleri tavizleri alamayan Avrupa devletlerinin iradeleri doğrultusunda Rusya Osmanlı’ya saldırmış idi.
Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar’da Rusya’nın potansiyel rakiplerinden birisi olan Türkiye bu ülke tarafından yakın markaj altında tutulmakta, her fırsatta Türkiye’ye sözlü tacizde bulunulmaktadır.
Rusya eski gücünü kaybetse de bazı yeteneklerini muhafaza etmektedir. KGB’nin dış istihbaratını devralan SVR eski gücünden fazla birşey kaybetmiş değildir. ABD ile yaşanan karşı casusluk krizi, Marmariste deniz subaylarımızı ayartmaya çalışan Rus kadınlar; bu teşkilatın nasıl bir faaliyet içerisinde bulunduğunun bazı göstergeleridir.
Dağıstan Operasyonu, Swiss otel eylemi daha çok Rusya’nın işine yaramış ve Türkiye’nin elini zayıflatmıştır. Etkili reklam araçlarına sahip Hattab ve taraftarlarının Çeçen cihadının kendilerine mal edilmesine sebep olacak tarzda sunuş yapmaları uluslararası sahada faydadan ziyade zararlara sebep olmaktadır. Üstelik Hattabın yanındaki 500 kadar adamına karşılık Çeçenistan dağlarında 10.000 kadar mücahid bulunmaktadır.
Türkiye’ye karşı PKK’yı ve Asala’yı desteklemekten zerre kadar sıkılmayan ülkeleri gücendireceğiz diye özgürlük savaşçısı ve anlaşmalarla teyid edilmiş bir ülkenin sahibi olan Kafkas halklarına yardım etmekten kaçınılması kabul edilebilecek bir yöntem değildir. Kafkas halklarına yardım etmek Türkiye’nin hem boynunun borcu hem de ulusal güvenliğimizin ve uluslararası etkinliğimizin hemen hemen en önemli parçalarından birisidir.
Türkiye’nin Rusya ile hesaplaşması, Batı ülkeleri ile hesaplaşmasının ilk ayağıdır. Türkiye bu yeteneğe sahiptir. Türkiye bu fırsatı kaçırmamalıdır.