Muhterem Okuyucularımız;
Eskiden nehir düz akıyordu, şimdi ise ters akıyor. İslâmiyet yaşanıyordu, her yerde yaygındı, İslâm âdeti üzerinde ilâhî hükümlere bağlı olarak hareket ediliyordu. İslâm yolunda yürümek kolaydı. Herkes gidiyor, sen de kendiliğinden gidiyordun. Kendini o kaynağa kaptırdığın zaman seni götürüyordu.
Şimdi ise tamamen ters akıyor. Senin Hakk’a doğru gidişin, o suya doğru vurmana benziyor. Hatta o su da üstelik âfât suyu oldu. Eğer mâzallah insan bırakıldığında, ayağı kayar ve o âfâta kapılarak, imanını da ebedî hayatını da kaybeder.
İslâm dini hem dıştan hem de içten çok büyük hücumlara ve tehlikelere maruz kalmıştır. İslâm bugün tam bir garip duruma düşmüştür. İmanı muhafaza etmek zor, imandan kaymak kolay olmuştur. Öyle bir ifsat ki misli görülmemiş. Günahlar açık olarak işleniyor ve isyana dönüşüyor, her türlü kötülüğün anası bugün mevcut.
Allah-u Teâlâ’nın emirleri alenen reddediliyor, nehiyleri çiğneniyor, küfür ve nifak âdetleri yayılmaya çalışılıyor. Halk haramı-helâli kaldırmış, besmelesiz kesilen etleri yiyor. Şer’i nikâh ve mehir nedir bilinmiyor. Zekât ve öşür zaten verilmiyor. Dünyaya aşırı bir muhabbet bağlanmış, her kötülük moda olmuş, İslâm’ı yaşamak ayıp olmuş. Fuhuş alenen yapılacak hale gelmiş, içki su gibi içiliyor, kumarın her türlüsü oynanıyor. Fâiz alıp-verme son haddini bulmuş, bölücülük ateşi her yeri sarmış. Seyyiat zamanındaki bu fitne ve fesatlar; birçok sıkıntıyı, musibeti, felâketi, uğursuzluğu ve bereketsizliği celbediyor ve çok ciddi maddi-mânevi sıkıntıları beraberinde getiriyor.
Hiç şüphe yok ki bu efdâl ümmet içinde, yağmurun toprağa düşmesi ile ölü toprağın nebat fışkırttığı gibi; Hakk’ın izni ile ölmüş kalpleri diriltenler de mevcuttur. Bütün engel ve güçlüklere rağmen, yalnız Allah için mücâhede ve mücâdele etmektedirler.
Dini, bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır.
Hazret-i Allah bu bahtiyar kullarını Âyet-i kerime'lerinde meth-ü senâ ediyor:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de salih amel işleyen ve (Doğrusu ben müslümanlardanım) diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
Âyet-i kerime her ne kadar Resulullah Aleyhisselâm ve onun Ashâb-ı kiram'ı hakkında nâzil olmuşsa da; Allah'a dâvet, amel etmek ve "Müslümanlardanım." demekten ibaret olan güzel hasletleri kendisinde toplayan herkese şamildir.
Rivayete göre Ashâb-ı kiram’dan Sâlebe’tül-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize bu Âyet-i kerime’nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
“Yâ Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak.
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır.”
Ashâb-ı kiram: “Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani sizden kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)” diye sorduklarında buyurdu ki:
“Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar.” (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ’ya sığınan ve O’nun dinine yardım için cihad eden müminler, hiçbir engelden çekinmezler, cihad sahasına atılmaktan kaçınmazlar.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalı beri böyle bir devir gelmiş değil... Öyle bir ifsat ki, misli görülmemiş. Öyle bir isyan ki her türlü kötülüğün anası bugün mevcut. Seyyiat zamanındaki bu fitne ve fesatlar; birçok sıkıntıyı, musibeti, felâketi, uğursuzluğu ve bereketsizliği celbediyor ve çok ciddi maddi-mânevi sıkıntıları beraberinde getiriyor.
Günümüzde bambaşka bir cehâlet hüküm sürmektedir. İman ile küfür, mümin ile kâfir, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet birbirine karışmış, ayırt edilemez bir hâle gelmiştir.
İslâm dini hem dıştan hem de içten çok büyük hücumlara ve tehlikelere maruz kalmıştır. İslâm bugün tam bir garip duruma düşmüştür. İmanı muhafaza etmek zor, imandan kaymak kolay olmuştur. Öyle bir ifsat ki misli görülmemiş. Günahlar açık olarak işleniyor ve isyana dönüşüyor, her türlü kötülüğün anası bugün mevcut.
Allah-u Teâlâ’nın emirleri alenen reddediliyor, nehiyleri çiğneniyor, küfür ve nifak âdetleri yayılmaya çalışılıyor. Halk haramı-helâli kaldırmış, besmelesiz kesilen etleri yiyor. Şer’i nikâh ve mehir nedir bilinmiyor. Zekât ve öşür zaten verilmiyor. Dünyaya aşırı bir muhabbet bağlanmış, her kötülük moda olmuş, İslâm’ı yaşamak ayıp olmuş.
Fuhuş alenen yapılacak hale gelmiş, içki su gibi içiliyor, kumarın her türlüsü oynanıyor. Fâiz alıp-verme son haddini bulmuş, bölücülük ateşi her yeri sarmış.
Seyyiat zamanındaki bu fitne ve fesatlar; birçok sıkıntıyı, musibeti, felâketi, uğursuzluğu ve bereketsizliği celbediyor ve çok ciddi maddi-mânevi sıkıntıları beraberinde getiriyor.
Öyle bir devirdeyiz ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar.
Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe, saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ’nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: “Bu doğru söylüyor.” deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyurulmaktadır:
“Bir takım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce: 3954)
Eskiden nehir düz akıyordu, şimdi ise ters akıyor. İslâmiyet yaşanıyordu, her yerde yaygındı, İslâm âdeti üzerinde ilâhî hükümlere bağlı olarak hareket ediliyordu. İslâm yolunda yürümek kolaydı. Herkes gidiyor, sen de kendiliğinden gidiyordun. Kendini o kaynağa kaptırdığın zaman seni götürüyordu.
Şimdi ise tamamen ters akıyor. Senin Hakk’a doğru gidişin, o suya doğru vurmana benziyor. Hatta o su da üstelik âfât suyu oldu. Eğer mâzallah insan bırakıldığında, ayağı kayar ve o âfâta kapılarak, imanını da ebedî hayatını da kaybeder.
İşte zaten;
“Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda sünnet-i seniye’me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır.” (Beyhakî)
Hadis-i şerif’inin sırrı burada toplanıyor. Bugün Sünnet-i seniye’ye riâyet edenler yüz şehit sevabı ile müjdelenmektedirler. Böyle bir mükâfatın verilmesi, yürüyenin çok az ve yürüyebilmenin çok güç olması sebebiyledir.
Hiç şüphe yok ki bu efdâl ümmet içinde, yağmurun toprağa düşmesi ile ölü toprağın nebat fışkırttığı gibi; Hakk’ın izni ile ölmüş kalpleri diriltenler de mevcuttur. Bütün engel ve güçlüklere rağmen, yalnız Allah için mücâhede ve mücâdele etmektedirler.
Dini, bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu o gariplere!” (Müslim)
“Garipler kimdir?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
“Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.” (Tirmizî)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur.” buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram’dan Sâlebe’tül-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize bu Âyet-i kerime’nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
“Yâ Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak.
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır.”
Ashâb-ı kiram: “Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani sizden kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)” diye sorduklarında buyurdu ki:
“Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar.” (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
“Çağırmak” mânâsına gelen “Dâvet” kelimesi, terim olarak hususiyetle “İslâm dinine ve İslâm dininin esaslarının uygulanmasına çağrı” mânâsına gelmektedir.
“Dâvet” mefhumu Kur’an-ı kerim’de muhtelif Âyet-i kerime’lerde değişik ifadelerle belirtilmektedir:
“İslâm’a dâvet edilirken Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?” (Saf: 7)
Böyle birisinden daha zâlim hiç kimse elbette ki olamaz.
“Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye dâvet ettiği halde ne diye Allah’a iman etmiyorsunuz?” (Hadid: 8)
Halbuki o sizi en kuvvetli delillerle irşad etmeye çalışıyor. Dünya saâdetine, ahiret selâmetine ermenizi istiyor.
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel söz ve nasihatla dâvet et.” (Nahl: 125)
Hidayete ermeleri için teşvikte bulun. Kalplerinin içine ulaşacak şekilde etkili sözlerle onlara nasihat et.
“Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilenleri görmedin mi? Aralarında hüküm vermek üzere Allah’ın kitabına çağırılıyorlar da, sonra onlardan bir grup yüz çevirerek dönüyorlar.” (Âl-i imran: 23)
Onlar Kitab’ın hükmüne uymanın gerekli olduğunu bildikleri halde, Kitab‘a uymaya yanaşmıyorlar.
“İçinizden insanları hayra çağıran, iyilikleri emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i imran: 104)
Hayra dâvet, birliğin ve İslâm’ın esasıdır. İyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır.
“Ey kavmim! Bu başıma gelen nedir? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz!” (Mümin: 41)
Ben sizi cennete götüren imana dâvet ediyorum, siz ise beni cehenneme götüren kâfirliğe dâvet ediyorsunuz.
“Allah esenlik yurdu olan cennete çağırır.” (Yunus: 25)
Gerçek şenlik ve esenlik cennetlerdedir. Sonu gelmeyen hayat, ihtiyaç bırakmayan zenginlik, zillete yer vermeyen şeref ve itibar ancak cennette mevcuttur.
“Ey iman edenler! Allah ve Peygamber’i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icâbet edin!” (Enfâl: 24)
Resulullah Aleyhisselâm’ın dâveti Allah-u Teâlâ’nın dâveti demektir. Çünkü Resulullah Aleyhisslâm Allah-u Teâlâ’nın emri ile bu dâveti yapmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
"Din nasihattır." buyurdular.
Nasihat; çok şümullü, dünya ve ahiret iyiliklerini toplayıcı bir kelimedir. Nasihat, dinin direği ve temelidir.
Temüm'üd-Dârî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Kimin için nasihat?" dediler.
Buyurdu ki:
"Allah için, Allah'ın kitab'ı için, Resul'ü için, müslümanların imamları ve bütün müslümanlar için." (Müslim: 55)
O'na iman etmek, bütün kemâl ve celâl sıfatlarıyla tavsif, bütün noksan sıfatlardan tenzih eylemek, O'na itaatta bulunmak, ibadetlerde niyeti halis tutmak, O'nun için sevip, O'nun için buğzetmek. O'na itaat edeni dost, isyan edeni düşman edinmek, küfürde bulunanlarla cihad, bütün bu sayılan hususlara dâvet ve teşvik etmektir.
Kur'an-ı kerim'in Allah kelâmı ve O'nun tarafından nâzil olduğuna, hiçbir kulun sözlerine benzemediğine, hiçbir beşerin onun benzerini getiremeyeceğine iman etmek, sonra ona tâzimde bulunmak, âdâbına riayet ederek huşû ile okumak, ahkâmına vâkıf olmak, ilimlerini temsillerini anlamaya çalışmak, öğütlerine kulak vermek, insanları bu hususların tamamına dâvet etmektir.
Risaletini tasdik, getirdiği şeylerin hepsine iman, emir ve nehiylerine inkıyat, düşman olana düşman, dost olana dost olmak, son derece tâzim ve saygıda bulunmak, tarikat ve sünnetini ihyâ etmek, dâvetini yaymak, şeriatını neşretmek, dinine yöneltilen ithamları izâle etmek, ahlâkı ile ahlâklanmak, edebi ile edeplenmek, ehl-i beyt'ine, Ashâb-ı kiram'ına muhabbet beslemek, sünnetine bid'at sokan veya Ashâb-ı kiram'ına dil uzatanlardan uzak durmak... gibi hususlardır.
Ulül-emre itaat, hak uğrunda onlara yardım, Hakk'tan ayrılmamalarını tenbih etmek, gaflete düştükleri ve müslümanlar için yerine getirilmesi gerekli haklardan kendilerine ulaşmayan durumlarda ikaz ve irşad etmek, isyan etmemek, halkı da onlara itaat için teşvik etmektir.
Din ve dünyalarına faydalı olan şeyleri kendilerine göstermek bilmediklerini öğretmek, muhtaç olanlara kavlen ve fiilen yardımda bulunmak, kusurlarını görmemezlikten gelmek, onlara gelebilecek zararlara engel olmak, iyiliği emir, kötülüğü nehyetmek, büyüklerine hürmet, küçüklerine şefkatte bulunmak, onları aldatmamak ve haset beslememek, kendisi için dilediğini onlar için de dilemek, kendilerini bu sayılan hususlarla ahlâklanmaya, onları teşvik etmek gibi şeylerdir.
Görülüyor ki nasihat, gerçekten de pek çok mânâları üzerinde toplayan bir kelimedir.
•
"Nâsih", nasihat eden mânâsına geldiği gibi, terzi yani kumaş parçalarını birleştirip elbise yapan kimse mânâsına da gelir. Dinde nâsih olan; Allah-u Teâlâ'nın kulları ile, o kulların âhiret saâdetlerine vesile olacak şeylerin arasını birleştirir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kur’an-ı kerim’de “Allah’ın dâvetçisi” mânâsına gelen “Dâiyallah” olarak vasıflandırılmıştır.
“Ey kavmimiz! Allah’a çağıran (Muhammed’e) uyun ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun.” (Ahkaf: 31)
Onun size yaptığı iman çağrısını kabul edin ki, en şiddetli cehennem azabından sizi kurtarsın.
“Allah’a çağıran (Muhammed’e) uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Kendisinin O’ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Ahkaf: 32)
Onlar hidayetten mahrum kalmış kimselerden başkası değildirler.
Ayrıca pek çok Âyet-i kerime’lerde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vazifesinin ancak “Tebliğ” olduğu zikredilmektedir.
“Resul’ün görevi sadece tebliğ etmektir. Allah neyi açıklayıp neyi gizlediğinizi bilir.” (Mâide: 99)
Peygamber’e gereken, yükümlü olduğu tebliğ vazifesini yapmak; bu ilâhi dâveti duyanlara gereken de, yükümlü oldukları şekilde ona inanmak, dinlemek, itaat etmek ve emirlerine uymaktır. Zira Allah-u Teâlâ ve O’nun yüce Resul’ü mutlaka iyiyi ve doğruyu emreder.
“Eğer yüz çevirirlerse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız tebliğ etmektir.” (Şûrâ: 48)
Onları zorla inandırmakla yükümlü olmadığı gibi, İslâm’ı din olarak seçmemelerinin sebebi de kendisinden sorulmayacaktır. İman ederlerse menfaati, etmezlerse zararı ve mesuliyeti onlara aittir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Biz, onlara vaadettiğimiz (azabın) bir kısmını sana göstersek de, yahut seni vefat ettirsek de, sana düşen ancak tebliğdir. Hesap görmek ise bize düşer.” (Ra’d: 40)
Yani onlara vaadettiğimiz ceza ve azabın hepsi gerçekleşecek. Sen bazısını dünyada gözlerinle görecek olsan da, hiçbirini sana göstermeden seni bu dünyadan alacak olsak da, sen buna bağlı değilsin. Sen onların başına geleceği görüp görmeyeceğini düşünmeden vazifeni yapmaya devam et. Senin işin yalnızca tebliğ etmektir. Yaptıklarının cezasını vermek bize aittir. Binaenaleyh bu uğurda can vermek gerekse bile tebliğini yap, gerisini bize bırak.
İslâm’da savaşın “Cihad” diye adlandırılması, savaşın gayesinin insan öldürüp üstünlük sağlamak olmayıp, insanları Hakk’a ve hakikata dâvet etmek, onların doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmaya ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmak olduğunu gösterir.
Zira cihadın ilk safhası dâvet olup, dâvet imkânının olması halinde silâhlı savaşa gerek kalmaz. Dâveti kabul edenler artık müslümanların kardeşleridir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Mekke devrindeki cihadı bu şekilde idi. Bütün engellere rağmen müslümanlık hızla yayılıyordu. Onun için bu cihad "Cihâd-ı Ekber" adını almıştı.
Âyet-i kerime'de:
"Onlarla büyük cihad yap." buyuruluyor. (Furkan: 52)
Çünkü bu, ötekinin temeli olmuştur. Cephe savaşlarında bile savaş başlamadan evvel, karşı tarafı Allah ve Resul'üne itaat etmeye dâvet etmek gerekiyor. İslâm'ı kabul ederlerse savaş yapılmaz.
Hazret-i Allah bu bahtiyar kullarını Âyet-i kerime'lerinde meth-ü senâ ediyor:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de salih amel işleyen ve (Doğrusu ben müslümanlardanım) diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
Âyet-i kerime her ne kadar Resulullah Aleyhisselâm ve onun Ashâb-ı kiram'ı hakkında nâzil olmuşsa da; Allah'a dâvet, amel etmek ve "Müslümanlardanım." demekten ibaret olan güzel hasletleri kendisinde toplayan herkese şamildir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Ashâb-ı kiram Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize:
“Aziz ve Celil olan Allah’ın yolunda cihad etmeye muadil ne olabilir?” diye sordular.
“Sizin ona gücünüz yetmez!” buyurdu. Bu sözü kendisine iki veya üç defa tekrarladılar. Hepsinde: “Sizin ona gücünüz yetmez!” buyurdular.
Üçüncüde:
“Allah yolunda cihad eden kimsenin misali; oruç tutan, namaz kılan, Allah’ın âyetlerine itaatkâr olan bir kişi gibidir. Ki, Allah-u Teâlâ’nın yolundaki mücahid dönünceye kadar ne oruçtan gevşer ne de namazdan.” buyurdu. (Müslim: 1878)
Müslim’in diğer bir rivayetine göre Allah-u Teâlâ bu hususta Tevbe sûre-i şerif’inin 19. Âyet-i kerime’sini indirmiştir.
Şöyle buyurulmaktadır:
“Siz hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i haram’ı onarma işini; Allah’a ve ahiret gününe inananla, Allah yolunda cihad edenle bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değildirler. Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe: 19)
•
Bilindiği üzere bir önderin başkanlığı altında cihad yapmanın dinimizce çok mühim bir yeri vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hak ile bâtıl arasındaki mücadelenin kıyamete kadar sürüp gideceğini haber vermiştir.
Allah-u Teâlâ müminlere cihadı emretmiş ve Âyet-i kerime’sinde:
“Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” buyurmuştur. (Hacc: 78)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Cihad etmeniz size farzdır.” (Ebu Davud: 2533)
Çünkü müslümanların iç ve dış düşmanlarına karşı koyabilmeleri için tesanüde, birliğe ve beraberliğe ihtiyaçları vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.” (Tevbe: 73)
Bu ilâhi emir Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize ait olduğu gibi, ulül-emre de aittir.
Bu Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; “Cihad etmek” kelimesi “Savaşmak” kelimesinden daha geniş muhtevalı ve daha şümullüdür. Zira münafıklar gizli kâfir oldukları için diğer açık kâfirler gibi savaş şeklinde bir cihad söz konusu değildir.
Münafıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, iki yüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
Nifaklarını ortaya koydukları takdirde, onlara karşı da kılıçla cihad edilmesi gerekir.
Âyet-i kerime’de:
“Karşı gelen kesim ile Allah’ın emrine (hükümlerine) dönünceye kadar savaşınız.” buyuruluyor. (Hucurat: 9)
Çünkü münafıklar:
“İslâm’dan sonra küfre saptılar.” (Tevbe: 74)
Bunun içindir ki müslümanların kâfirlerle ve münafıklarla güçlerinin yettiği nisbette cihad etmeleri gerekmektedir. Eğer iman etmişlerse.
Gerçekten de cihad kılıçla, dille, yazı veya yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak demektir. Savaş ise cihadın sadece bir çeşididir.
•
Bir mümin yalnız başına da olsa Allah yolunda cihad etmekle yükümlüdür.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun.” (Nisâ: 84)
Sana hiçbir kimse yardım etmese bile, sen yine de cihada atıl, yalnız da kalsan bu vazifeni yap, çünkü Allah-u Teâlâ bu yolda çalışanlara yardımını ve muzafferiyeti vaad buyurmuştur.
“İman edenleri de savaşa teşvik et!” (Nisâ: 84)
Hakiki iman sahiplerinin gönüllerine ve dimağlarına bu ruhu nakşet, onları cesaretlendir.
“Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar.” (Nisâ: 84)
Bu beyan-ı ilâhî Allah-u Teâlâ’nın kâfirlerin, münafıkların gücünü kıracağına, bütün muhalif grupları darmadağın edeceğine dair bir vaadidir. O’nun umut vermesi hiç şüphesiz ki gerçekleşmesi kesin olan vaaddir. Ne zaman! Dilediği zaman.
Nitekim asırlar boyunca bu böyle olmuş, müminlere olan vaadi gerçekleşmiş, Allah-u Teâlâ muhaliflerin gücünü kırarak hezimete uğratmış, dinini yüceltmiştir.
“Gücü en şiddetli olan ve cezası en ağır olan Allah’tır.” (Nisâ: 84)
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ’ya sığınan ve O’nun dinine yardım için cihad eden müminler, hiçbir engelden çekinmezler, cihad sahasına atılmaktan kaçınmazlar.
•
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın ve ona tâbi olan bahtiyar müminlerin Allah yolunda yaptıkları cihad sebebiyle ne kadar büyük, ulvî ve ebedî mükâfatlara nâil olduklarını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Fakat o peygamber ve onun maiyetinde bulunan müminler, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler.” (Tevbe: 88)
Allah-u Teâlâ’nın cihad emr-i şerif’ine muhalefet etmediler. Çünkü kendilerinden daha üstün olan peygamberleri de cihad etti.
“İşte bütün hayırlar onlarındır, saâdete erişenler de onlardır.” (Tevbe: 88)
Onlar sadece geçici zevklerle yetinmeyip, ebedi olan isteklerine de ulaşan kişilerdir.
Müminlerin canları ve mallarıyla cihada atılmalarına karşılık olarak Allah-u Teâlâ’nın ihsan ve ikram edeceği mükâfat elbette ki büyüktür:
“Allah onlar için altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır.
İşte bu en büyük kurtuluştur.” (Tevbe: 89)
Allah yolunda bilfiil cihad edenler, güzel niyetleri sebebiyle mükâfata erecekleri gibi, bu mühim vazifeyi severek yaptıkları için ayrıca mükâfata müstehak bulunmuşlardır. Cehennemden kurtulmuş, cenneti ve oradaki nimetleri elde etmişlerdir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kim Allah’a ve Resul’üne inanır, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Hakk yolunda cihad etse de veya doğduğu yerde otursa da, Allah onu cennetine koymayı vâdetmiştir.”
–Yâ Resulellah! İnsanlara bunu müjdeleyeyim mi?
“Elbet cennette yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Allah’tan istediğiniz zaman Firdevs’i isteyiniz. Çünkü o, cennetin ortası ve yücesidir. Üzerinde Allah’ın arşı vardır, ondan cennetin ırmakları akar.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1179)
Allah-u Teâlâ’nın cennet sakinlerine lütfettiği nimetler, beşer aklına gelmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Bunların birbiri arasındaki farklar da büyüktür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Allah yolunda cihad edenin, sabahtan kuşluğa kadar veya öğleden akşama kadar yapacağı bir yürüyüş, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” (Buhari)
“Allah yolunda ayağı tozlananları, Allah cehenneme haram kılmıştır.” (Buhari)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Benden önce Allah’ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin, ümmetinden havarileri ve sünnetine tâbi olan, emrine uyan ashabı olmasın.
Sonra onların ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkar.
İşte kim ki onlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim ki onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim ki onlara karşı kalbiyle mücadele ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi de yoktur.” (Müslim: 80)
Allah-u Teâlâ’nın sözü Kelimetullah’ın daha yüce olması, İslâmiyet’in dimdik ayakta durması, fitne ve fesadın önlenmesi için O’nun yolunda her türlü fedakârlığa katlananlar, bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa cihad edenler; lâyık oldukları mükâfatlara bir bir kavuşunca, vaadinde sâdık olan Allah-u Teâlâ’nın her an övülmeye lâyık olduğunu düşünerek derin bir sevgi ve saygı ile hamd ve senâ edecekler ve şöyle diyecekler:
“Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi cennete vâris kılan Allah’a hamd olsun. Cennette dilediğimiz yerde oturuyoruz. (Allah için) çalışanların mükâfatı ne güzelmiş!” (Zümer: 74)
Allah-u Teâlâ bunları bir mükâfat olarak Allah için cihad edenlere nasip buyurdu.
Müslümanlar son nefesine kadar bu vecibeyi yerine getirmekle vazifelidirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır. Allah’ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da insanları O’nun yolundan alıkoydular.” (Tevbe: 8-9)
O’nun yolu, O’na ulaştıran yoldur.
Hevâ ve heveslerine uyanlar Allah yolunu kestiler, o yola engeller koydular. Basit dünya menfaatlerini Allah’ın nurlu yoluna tercih ettiler. O yoldan hem kendileri yan çizdiler, hem de başkalarının o yolu bulmasına ve izlemesine mâni oldular.
“Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür!” (Tevbe: 9)
Fakat onlar bunun hiç farkında değiller.
İslâm’a zarar getiren herkesin üzerine şiddetle gidilmiş, o zararı savmak ve defetmek için cihad yapılmaktadır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İnanmayanlara de ki: ‘Elinizden gelen çalışmayı yapın. Biz de (hakikatı duyurmak için) gerekeni yapıyoruz.’” (Hûd: 121)
Hakk’ı tasdik edeceğiz ve Rabbimizden gelen emir ve hükümleri olduğu gibi kabul edip Hakk ve hakikat yolunda çalışmaya devam edeceğiz.
Dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratan Allah-u Teâlâ, bunun içindir ki ilk insanı ilk peygamber kılmış, insanlar arasından seçtiği ve görevlendirdiği peygamberleri vasıtası ile insanları varlığından haberdar etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Tâ ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmasın.” (Nisâ: 165)
Bu Âyet-i kerime’de peygamberler gönderilmesinin insanlar için bir zaruret olduğu, daha sonra insanların: “Ey Rabbimiz! Vaktiyle bize hükümlerini bildiren bir elçi gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tâbi olsaydık, bu felâketler başımıza gelmeseydi!” gibi ortaya atacakları bahanelere yer verilmeyeceği anlaşılmaktadır.
İnsan akl-ı selim sayesinde her ne kadar iyiliklerin faydalarını, kötülüklerin zararlarını idrak edebiliyorsa da, çoğunlukla insanlar onlardan gaflette bulunmaktadırlar. Dolayısıyla insanlar hak yolunu bilen, kendilerine o yola girmelerini emreden ve bu hususta teşvikte bulunan, muhalefet halinde uyaran bir öndere muhtaçtırlar. Çünkü insanlar kendi leh ve aleyhlerinde olan şeylerin bilgisini ancak aracı yoluyla alacak kabiliyette yaratılmışlardır.
İnsanlardan bir kısmı hem sapar hem de saptırırlar. Toplumun düzeni, ancak bunlara dur denilmesi ve hizaya getirilmeleri yoluyla mümkün olabilir.
Bir kısmı ise kısmen isabetli görüşlere sahiptirler. Bunlar doğru yola tam mânâsıyla ulaşamazlar. Bir şeyi elde ederlerse, pek çok şeyi kaçırırlar. Bunlar kendilerini kemal mertebesine ulaşmış, rehbere ihtiyacı olmayan mükemmel insanlar şeklinde görürler. Dolayısıyla onlara içerisinde bulundukları cehaleti hatırlatmak ve onları uyarmak gerekir.
Allah-u Teâlâ’nın yüce hikmeti, zaman zaman hak ve hakikat bilgisine sahip üstün insanlardan birini göndermeyi gerekli kılar. Allah-u Teâlâ onların gönderilmesini insanların karanlıklardan aydınlığa çıkmaları için bir sebep kılar ve kullarına hem kalplerini hem de yüzlerini ona çevirmelerini farz kılar. Mele-i âlâ’da ona itaat eden ve ona katılan kimseye karşı hoşnutluk; karşı çıkan ve düşmanlık edene karşı ise lânet tahakkuk eder. Allah-u Teâlâ insanlara bu durumu haber verir ve gönderdiği kimselere uymalarını emreder. İşte bu zevât-ı kiram’a peygamber adı verilmektedir.
“Allah Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Nisâ: 165)
Hükmüne karşı gelinmez, yaptığını hikmetiyle sağlam yapar. Peygamber gönderip kitap indirmek de bu hikmetler arasındadır.
Allah-u Teâla peygamber gönderip de emir ve yasaklarını duyurmadıkça hiçbir ferde ve topluluğa azap etmez. Eğer edecek olsaydı onlar şöyle diyebilirlerdi:
“Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, böyle zelil ve rezil olmadan evvel âyetlerine uysaydık!” (Tâhâ: 134)
Bu duruma göre kıyamet günü hiçbir ferdin mâzeret beyan edip uhrevî mesuliyet ve felâketten kurtulması mümkün olmayacaktır.
Allah-u Teâlâ onları yol gösterici ve öğüt verici olmaları için bizzat kendisi terbiye etmiş, din ve dünya işlerinde önder kılmıştır. Onlar insanların en hayırlıları ve en seçkinleri, beşeriyetin ilk mürebbileridirler. Her biri birer numunedirler.
İnsanları Allah yoluna çağırdılar. O’nun emir ve yasaklarını dinlemeye ve itaat etmeye teşvik ettiler. Yoldan sapanların âkıbetlerinin kötü olacağını, dünya saâdetinden ve ahiret selâmetinden mahrum olacaklarını haber verdiler. “İşittik, itaat ettik!” diyenleri a’lây-ı illiyyîne çıkardılar, söz dinlemeyenleri kendi hâllerine bıraktılar.
Üzerlerine aldıkları bu ağır vazifeden dolayı dünyevî hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık beklemediler; Liveçhillâh, rızâen lillâh yaptılar. Almak için değil, vermek için; yaşamak için değil, yaşatmak için gönderilen bu mübarek hidayet kandilleri her türlü gösterişten ve debdebeden uzak oldular.
Yol onlarla aydınlandı, yön onlarla tayin edildi.
Sayıları yüzyirmidörtbini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhî’nin birer tecellileridirler. Hâlik-ı azîmüşan’ı en iyi bilenler onlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Geçmiş her ümmet için mutlaka bir uyarıcı peygamber gelip geçmiştir.” (Fâtır: 24)
Kur’an-ı kerim’de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bir kısım peygamberlerin kıssalarını sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık.” (Nisâ: 164)
Acziyetlerini her zaman için itiraf eden, azamet-i ilâhî karşısında korkan ve titreyen bu peygamberler, insanları Allah-u Teâlâ’nın birliğine dâvet ve kul olmaya teşvik ettiler.
Hiç şüphe yoktur ki Allah-u Teâlâ’nın rahmeti ve merhameti gadabından üstündür.
Âyet-i kerime’sinde:
“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” buyurmaktadır. (Âraf: 156)
O’nun rahmetinin dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir. Hiçbir müslüman ve kâfir yoktur ki, dünyada O’nun rahmetinin ve nimetlerinin eserleri üzerlerinde bulunmasın.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah mahlûkatı yaratınca Levh-i mahfuz’daki, yani Allah katında Arş’ın üstündeki kitabına ‘Muhakkak ki rahmetim gadabıma üstündür.’ diye yazmasını (Kalem’e) emretti.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1319)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ kullarına bir ikram ve ihsan olarak peygamberler göndererek, o mübarek şahsiyetler vasıtasıyla, sapanları yoluna dâvet etmiştir.
Âyet-i kerime’de:
“Her toplumun hidayet rehberi bir yol göstericisi vardır.” buyuruluyor. (Ra’d: 7)
Peygamberlerin dâvetinden uzak kalmış hiçbir topluluk yoktur.
•
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizden sonra da peşpeşe vekillerini gönderdi. Her asırda ikaz ve irşadda bulundurdu.
Allah-u Teâlâ bu ümmetin çölağacı misali otlardan olmadığına, diğer ümmetler gibi yalnız kendi maslahat ve menfaati için değil, beynelminel bir vazife için çıkarıldığına işaret ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i imran: 110)
Sizin bu faziletiniz Hakk katında malûmdur ve Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Size bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
“İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)
Bu efdal ümmetin bütün ümmetlerden üstün olması; tâbi oldukları âlicenap peygamberin bütün peygamberlerden hayırlı olmasından dolayıdır.
Allah-u Teâlâ bu ümmeti en seçkin ümmet yapınca; onlara dinlerin en mükemmelini, yolların en güzelini bahşetti. Her şeyin en iyisini lütfetti.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani hiçbir peygamberin ümmetine “Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker” vazifesi verilmemiş, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte bundan ötürü sen onları tevhid’e, birliğe dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma!” (Şûrâ: 15)
Bunlar ümmet-i Muhammed’in öncüleridir.
Hiçbir ümmet yoktur ki arzularının peşine düşmesin; mide ve şehvetlerine bağlı olup, onlar için yaşayıp, onlar uğruna ölmesin.
Ümmet-i Muhammed’e gelince; bu ümmet insanların faydasına çıkarılıp “Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker” yapan, Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanıp O’nun uğruna cihad eden mümtaz bir ümmettir. Allah-u Teâlâ onları kullara tapmaktan kurtarıp Hakk’a kul olmaya, bâtıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslâm’ın adaletine çıkarmak için göndermiştir.
Muhammed Aleyhisselâm’ın yolundan başka bütün yollar kapalıdır. Hidayet rehberi odur. Hazret-i Allah’a varan hedefe onun yolundan gidilir. O, hakikatın köprüsüdür. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı onun irşad sahası içindedir.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre;
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucurat: 7)
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?” (Âl-i imran: 101)
Âyet-i kerime’lerinden o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor. O ise Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyan vekilleridir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır. Fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hele bu zamanda, her gün bir bölücü, her gün bir fitne türüyor.
Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrâil’in Peygamberleri gibidir.” (K. Hafâ)
Resulullah Aleyhisselâm’a Mâide sûre-i şerif’inin 67. Âyet-i kerime’si ile emir buyurulan tebliğ vazifesi, dini tebliğe ve tazelemeye memur oldukları için, bu peygamber vârislerine de şâmildir.
Enbiyâ-i izâm Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiya olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a dâvet ederler, ahkâm-ı ilâhîyi takviye ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i imran: 104)
Hem kendileri kurtulur, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“İnsanları Allah’a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve ‘Doğrusu ben müslümanlardanım.’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet: 33)
Âyet-i kerime her ne kadar Resulullah Aleyhisselâm ve onun Ashâb-ı kiram’ı hakkında nâzil olmuşsa da; basiret ile Allah’a dâvet eden dâvetçilerin de bu kapsama dahil olduğunda şüphe yoktur.
Allah’a dâvet en güzel sözdür.
•
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir.
Bu gönderilme hususunu size şöyle arzedelim. İsâ Aleyhisselâm Antakya halkını Tevhid’e dâvet etmek için Havârilerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi Kur’an-ı kerim’inde şöyle haber veriyor:
“O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı.” (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk’a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmedden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.” (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da o halkı aynı surette Tevhid’e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antalya halkına:
“Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi.” (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Allah-u Teâlâ “Biz gönderdik.” buyuruyor. “Biz gönderdik.” buyurulması, İsâ Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ’nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Allah-u Teâlâ’nın emrini tebliğ ediyorsa, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor. Niçin? Gönderilmiş olduğu için.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir. “Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?”
İmamına iman edenler, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hiçe saydıkları için iman ettikleri imamın orada peşinde olup onunla cehennemi boylayacaklar.
Âyet-i kerime’de:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” buyuruluyor. (İsrâ: 71)
Binaenaleyh hiç şüphe yok ki bu azgınları da yola getirmek için Allah-u Teâlâ bir ikazcı gönderir. Bu ikazcı O’nun tarafından gönderilir ve kıyamete kadar bunları eksik bırakmaz.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “Sehm-i nübüvvet” ve “Sehm-i velâyet”inden nasip alanlar Hakk iledirler ve Hakk’tan bahsederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif ediyor:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onlar hem ahkâm-ı ilâhiyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ’nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.
Şimdi de bu ilimle bu bölücüler dâvet ediliyor.
Elli seneden bu yana, öyle imansız imamlar türedi ki, çeşitli din kurucuları türedi ki, öyle fesatçı ifsatçılar meydana geldi ki, bu türemeler o kadar çoğaldı ki! Dünya kuruldu kurulalı böylesine bir isyan görülmedi.
Geçmişte isyan eden bütün ümmetlerin helâkına vesile olan isyan sebeplerinin, günümüzde hepsi mevcut.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki bu (zamanda) zulmedenlerin de (geçmişteki zâlim) arkadaşlarının paylarına benzer (azaptan) payları vardır.” (Zâriyat: 59)
Ve bu türemelerin çıkacağını Resulullah Efendimiz çok evvel haber verdi. Haber verdiği gibi, Allah-u Teâlâ Müminun sûre-i şerif’inin 52-56. Âyet-i kerime’lerinde ve bunlara benzer birçok Âyet-i kerime’lerde bunların yoldan saptığını açıkladı ve ilân etti. Bu yoldan sapmışları haber verdi.
Dini dünyaya âlet edip, ne kadar rezalet yapacaklarını, İslâm’a ne kadar büyük leke ve zarar vereceklerini, ne kadar vurguncu ve dilenci olacaklarını bir bir haber verdi.
Bu bölücüler, din-i İslâm’ı âlet ederek, menfaat, şöhret, nam sebebiyle, dinlerini ayakta tutmak için, her fırsatta dinlerini, partilerini tebliğ ettiler. Din-i İslâm’ı paramparça etmek istediler ve etmeye çalışıyorlar.
Öyle bir ifsat, öyle bir irtidat ki; bir mürted kilise, havra ve puthaneye gitmediği ve bir dinden diğerine geçtiğini ilân etmediği içindir ki, müslümanların nazar-ı dikkatini çekmez. Ne ikaz ederler ne de irtibatlarını keserler. Dinden çıkan mürted de onların arasında yaşamaya, bütün haklarını kullanmaya devam eder. Hatta bazen onlara hakim bile olur.
Geçmiş devirlerdeki mürtedler müslümanların arasından ayrılır, yeni benimsedikleri dinin cemaatine iltihak ederler, bu uğurda karşılaşacakları her türlü sıkıntı ve zararları peşinen göz önüne alırlardı. Fakat günümüzde İslâm’dan alâkasını kesen mürtedler müslümanların arasında yaşamakta, müslümanların güvenini istismar ederek ifsatlarını içten içe ve sinsice yaymaktadırlar.
Bir defacık bunların ağzından, Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a tâbi olmak ve sadakatından ötürü emr-i ilâhiye uymak gerektiğini duydunuz mu? Gördünüz mü? Bu emre uyan, ancak Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmiş olur.
Fakat, dini İslâm’dan sapan münafıklar küfre kaydılar. Hep imamlarından ve partilerinden bahsettiler. Onlardan hep bunu duyarsın. Hiçbir zaman Allah-u Teâlâ’nın emrettiği iyilikleri ve yasakladığı kötülükleri bahsetmezler.
“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” (Mâide: 67)
Âyet-i kerime’si mucibince, Allah’tan korktuğum için, Hazret-i Allah’ın kelâmını, Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanını yani Hadis-i şerif’lerini açık açık herkese duyurmaya çalıştım. Mesul olmamak için.
Bu fesatçılara, ifsatçılara, din kuruculara, türemelere, deccallere, sahte İsa, sahte dabbetül-arz gibi yalancılara, süleymancılara, narcılara, kaplancısına, refahçısına ve bütün bölücülere açık açık ilâhi hükümleri tebliğ ettim. Kitaplar yazdım, bütün dünyaya duyurmaya çalıştım.
Onlara yakınlık göstermek şöyle dursun, meyletmek bile insanı ateşe müstehak kılar.
Bu nûr ışığı altında müslümanları Allah ve Resul’de birleştirmeye çalışıyoruz. Başka isimlerle din kuranları ve bunlara uyanları da İslâm’a dâvet ediyoruz. Bu birleşme Hazret-i Allah ve Resul’de birleşmekle olur. Ahmet’te Mehmet’te değil.
Bizim gayemiz bu fitnenin sönmesi, ümmet-i Muhammed’in Hazret-i Allah ve Resul’ünde birleşmesidir. Başka hiç bir gayemiz yok. Ben kendimi Hazret-i Allah’a boyun bükenlerin hiçmetçisi olarak ilân etmişimdir. Hiç kimseden bir şey beklemiyorum.
Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bu berzahlara dikkat edin. İmanla küfrü, müminle kâfiri, hakikat ile dalâleti ayırıyorum. “Bu söyledikleriniz doğru değildir.” diyenlerden de cevap bekliyorum. İslâm lâf işi değildir. Ben sizin dininize tâbi değilim. Bunları sırf bir kişi için yazıyorum. “Acaba kurtulur mu?” diye!
Zira bu kadar bölücüye karşı durmam için Allah-u Teâlâ bu ilmi bahşetti.
Ölünceye kadar bu bölücülerle mücadele etmeye azimliyim.
Allah-u Teâlâ’dan şöyle bir niyazım var: “Ayaklarımı rızânda sâbit kıl, lütfunla destekle. Alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir.”
Halkı ebedî saâdet ve selâmete, cennet-i a’lâ’ya dâvet ettiğimiz gibi; Firavun’un çevresinde de iman edenler vardı, Firavun’u ve etrafını imana dâvet ediyordu.
Firavun kudret ve saltanatını koruma çarelerini düşünmeye başlamıştı. Etrafı da az-çok işin farkındaydı. Firavun’u Musa Aleyhisselâm’a karşı tahrik ederek harekete geçirmek istediler ve dediler ki:
“Musa’yı ve kavmini yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yapsınlar; seni de, ilâhlarını da terketsinler diye mi bırakıyorsun?” (Â’raf: 127)
Bu halkın senin hakkındaki düşünce inancını bozacaklar, seni ve ilâhlarını terk edecekler, milli bütünlüğü ortadan kaldıracaklar. Hiç bunlar bırakılır mı?
Firavun, Musa Aleyhisselâm’ı öldürme cesaretini kendinde bulamıyordu. Asadan öyle gözü yılmış, Musa Aleyhisselâm’dan öyle korkmuştu ki; Musa denildiği zaman, yerden göğe ağzını açmış, kendini yutmaya hazır bir ejderhânın üzerine atıldığının hayali zihninde canlanıyor, lâkin bu korkusunu gizlemeye çalışıyordu.
Kavminin ileri gelenlerinin fikirlerine şöyle karşılık verdi:
“Oğullarını öldürtürüz, kadınlarını sağ bırakırız.” (A’raf: 127)
Nitekim daha önce de böyle bir tedbire başvurup, İsrailoğullarından çok sayıda erkek çocuklarını öldürtmüştü.
“Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz.” (A’raf: 127)
İktidar bizim elimizdedir. Kahredici gücümüzle, ezici yönetimimizle istediğimiz gibi hepsini ezebiliriz. Çoğalıp başkaldırmalarına meydan vermeyiz.
Onlar Musa Aleyhisselâm’ı ne şekilde öldürecekleri hususunda görüşmeler yaparken, Allah-u Teâlâ kendi adamlarından bir iman kahramanını karşılarına çıkartmıştı.
Firavun’un yakınlarından olan bu zât Musa Aleyhisselâm’ı çok severdi. Sarayda büyümesine yardım etmişti. Daha sonra Musa Aleyhisselâm’a inanmıştı. Önceleri temkinli hareket etmiş, imanının gizlemişti. Gizliden gizliye bir süre Firavun’u avutmuş ise de, nihayet Musa Aleyhisselâm’ın kesin kararlılığı karşısında meydana çıkmak lüzumunu hissederek önce nasihata başlamış, sonra da açıktan açığa meydana atılmıştır.
Bu mümin dâvetçinin Firavun’a ve kavmine karşı olan nasihatlarını ve mücadelesini Allah-u Teâlâ Mümin sure-i şerif’inde beyan buyurmuş, bu sureye onun adına izafe olarak “Mümin sûresi” denilmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Firavun âilesinden olup olup imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki:
“Rabbim Allah’tır diyen bir adamı mı öldüreceksiniz?” (Mümin: 28)
Oldukça çirkin bir işi bunun için mi işleyeceksiniz? Onun Rabbi, aynı zamanda sizin de Rabbinizdir, sadece onun değil.
“Halbuki o Rabbinizden size apaçık delillerle (mucizelerle) gelmiştir.” (Mümin: 28)
Bütün bunlar onun doğru sözlü olduğuna şehâdet ediyor.
“Eğer yalancı ise yalanı kendisinedir.” (Mümin: 28)
Allah’a yalan isnadı, başka birine yalan isnadı ile bir değildir. Eğer bir kimse haddi aşmış ve yalancı ise, Allah ona mucizelerini göstermez ve kendisini bu mucizelerle desteklemezdi.
“Eğer doğru sözlü ise, sizi tehdit ettiklerinin bir kısmı başınıza gelebilir.” (Mümin: 28)
Çünkü o peygamber, sizin kendisine muhalefet etmeniz halinde, dünya ve ahirette azaba uğramakla tehdit etmektedir. Haber verdiği azapların hepsi değil bir kısmı bile size isabet edecek olsa, bu bir kısımlık azap sizin helâkiniz için yeterlidir.
“Doğrusu Allah, haddi aşan, yalancı olan kimseyi doğru yola iletmez.” (Mümin: 28)
Bu sözde, Firavun’a tariz vardır. Çünkü o, Allah-u Teâlâ’ya karşı son derece haddi aşan ve yalancı birisidir. İlâhlık dâvâsında bulunmaya cüret etmiştir.
•
İman kahramanı mümin zât Allah-u Teâlâ’nın hışmından sakındırıp mülk ve saltanatları kendilerini kurtaramayacak olan çetin azabından korkutarak nasihatlarına şöyle devam etti:
“Ey kavmim! Bugün memlekette hükümranlık sizindir, başta olanlar sizsiniz.” (Mümin: 29)
Siz Mısır’da İsrâiloğullarına üstün ve galipsiniz. Bugün onları ezmiş ve köle edinmiş durumdasınız.
Allah-u Teâlâ size bu mülkü vermek, bu üstünlüğü sağlamak ve çok büyük yetkilere sahip kılmakla size nimet vermiş bulunmaktadır. Bu nimetlere şükrederek karşılık verin. Elçisini yalanlamanız halinde gelecek azabı bekleyin.
“Amma Allah’ın hışmı bize gelip çatarsa, kim bizi Allah’ın hışmından kurtarır?” (Mümin: 29)
Elbette ki kimse yardım edemez. Bu orduların, bu askerlerin hiçbir faydası olmaz. O sizi azaplandırmayı dileyecek olursa, o azabı hiçbir kuvvet geri çeviremez.
Mümin zât, kendisini de o toplumun bir ferdi gibi gösteriyordu ki, kendisini onlardan ayrı görmediğini ve hepsinin de iyiliğini düşündüğünü bilsinler. Umulur ki nasihatları dinlenir de hidayete erip imana kavuşurlar.
•
Firavun bu sözlere kızmamış, ancak söylediklerine de kulak asmamıştı. Gururu kendisini o derece kaplamıştı ki, bu sâlih kişiye cevap vermek üzere kavmine şöyle dedi:
“Ben size yalnızca kendi görüşümü söylüyorum ve size ancak doğru yolu gösteriyorum.” (Mümin: 29)
Firavun yalan söylüyordu. Çünkü şiddetli bir korku duyuyordu. Fakat dışarıya karşı kendisini cesurmuş gibi gösteriyordu. Eğer korkmasaydı, hiç kimseyle aslâ istişâre etmezdi.
Firavun’un görüşündeki ısrarı karşısında mümin zât, başka bir üslupla nasihatına devam etti. Dikkatleri tarihte gelip geçen eski kavimlerin âkıbetlerine çekti. Olur ki bu defa ürperir, katılaşan kalpleri yumuşar.
“Ey kavmim! Doğrusu sizin için, Nuh kavminin, Âd, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden korkuyorum.” (Mümin: 30-31)
Geçmiş devirlerde Allah’ın dâvetçilerini yalanlayan kavimlerin uğradıkları azap gününün size de gelip çatmasından çekiniyorum. Allah’ın azabı onlara gelmişti de, hiç kimse onlardan bu azabı geri çekip engelleyememişti.
Bu zât gerçekten çok büyük bir cihad yapıyordu. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cihadın en büyüğü zâlim sultana hakikatı tebliğ etmektir.” (Ebu Dâvud)
Hakikatı söylemenin cihadın en büyüğü olması, gerçeği söylemekten duyulan korkudur. Çünkü delil ve hüccetle yapılan cihad, silâhla yapılandan çok daha büyüktür.
“Allah kullarına zulmetmek istemez.” (Mümin: 31)
Onları aleyhlerine ileri sürülecek delil sabit olmadan helâk edecek ve günahsız yere kendilerini cezalandıracak ve aralarındaki zâlimi de intikam almadan salıverecek değildir. Haddi aştıkları, azabı hakettikleri takdirde artık azabın gelmesi, adaletin yerini bulması demektir. Böylece onları görenlere ve daha sonra gelecek nesillere onların durumunu ibret olarak gösterir.
Mümin kişi daha sonra ahiret azabını da hatırlatıp sakındırmak maksadıyla nasihatlarını şöyle sürdürdü:
“Ey kavmim! Âh-u figân gününden sizin hesabınıza korkuyorum.” (Mümin: 32)
Siz de peygamberinize muhalefette ısrar ederseniz, sizin de başınıza böyle bir felâketin gelmesi şüphesizdir.
Âyet-i kerime’de geçen “Tenad günü” çağırışma, bağırışma günü demektir ki, kıyamet gününün bir ismidir. Her taraftan gelen bağırıp çağırmaların birbirlerine karışıp, mahşerdeki itişme ve kakışmalardan meydana gelen manzara gerçekten çok korkunçtur.
“Arkanıza dönüp kaçacağınız gün, Allah’a karşı sizi himaye eden bulunmaz. Allah’ın saptırdığını doğru yola getirecek yoktur.” (Mümin: 33)
Hidayet ancak Allah’tandır. İnsanlardan kimin hidayete lâyık, kimin sapıklığa müstehak olduğunu en iyi bilen O’dur.
“Daha önce Yusuf da size apaçık muziceler getirmişti. Onun size getirdiği şeyler hakkında da kuşkulanıp durmuştunuz.” (Mümin: 34)
Atalarınızın o şek ve şüpheleri bugün sizin aranızda da devam edip durmaktadır.
“Hatta o vefat edince ‘Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez.’ dediniz.” (Mümin: 34)
İnkâr ve isyanınız üzere kalmaya devam ettiniz. Bütün bunlar bedbahtlığınızdan ileri gelmektedir.
“İşte Allah, haddi aşan şüpheci kimseleri böyle şaşırtır.” (Mümin: 34)
Artık gözleri önünde parlayan nice nice hakikatleri göremez olurlar. Hiçbir hüccet ve delile dayanmaksızın Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaya girişirler.
Nitekim mütebâki Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde, Allah’ın âyetleri hakkında tartışırlar.” (Mümin: 35)
O âyetleri bertaraf etmek ve çürütmek maksadıyla kesin delillere, cehâletleri ile karşı çıkarlar.
“Gerek Allah katında gerek iman edenlerin yanında bu davranışa karşı kızgınlık ve öfke büyümüştür.” (Mümin: 35)
Allah-u Teâlâ’nın da iman edenlerin de onlara duydukları öfke alabildiğine büyüktür. Onların bu durumlarını Allah-u Teâlâ öfke ile karşılar, müminler de bu gibi kimselere karşı öfke duyar. Allah-u Teâlâ’nın âyetlerine dil uzatanlar ilâhî azaba mahkûm oldukları gibi, kalplerinde hidayete açılan kapı kapanmıştır. Böylece de sapıklık girdabına gömülüp kalırlar. Artık hiç kimse onları kurtaramaz.
“Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” (Mümin: 35)
Kalpleri mühürlenenler ilâhi dâveti alamazlar. Kalp mühürlü olduğu için işitme kabiliyetleri de yok olmuş demektir.
İsyana dalma kalbin hastalığı olduğu gibi, inkâr da onun ölümüdür.
Akıllı kişi kalbinin mühürlenmesiyle değil, göğsünün açılmasıyla sonuçlanacak sebeplere sarılmalıdır.
•
Firavun ve kavmi sapıklık ve inkârlarında devam ederken, o mümin kişi de onları Hakk ve hakikata çağırmaya devam etti.
Buyurdu ki:
“Ey kavmimi! Siz bana uyun ki size doğru yolu göstereyim.” (Mümin: 38)
Öyle bir yola ki, bu yolu tutan kimse maksadına erişir, hidayete kavuşur, kurtuluşa ve cennet yoluna ulaşır.
“Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak geçici bir menfaattan ibarettir.” (Mümin: 39)
Fazla geçmeden zeval bulacaktır, fânidir, orada bulunan faydalar basit ve önemsizdir. Kendisinden muvakkat bir zaman için istifade edilir. Kazanılanlar kişinin ölümü ile elinden çıkar. Dünyaya büsbütün meyletmek, her türlü fitnelerin kaynağıdır.
“Âhiret ise, devamlı olarak durulacak yerdir.” (Mümin: 39)
İstikrar ve ebedîlik yurdudur, zevâlsizdir, geçici değildir. Orada ya nimetler içerisinde veya cehennemde ebedî kalmak vardır. Nazarı itibara alınıp, ehemmiyet verilmesi gereken yer orasıdır.
“Kim bir kötülük işlerse, ancak onun misliyle cezalandırılır.” (Mümin: 40)
Herhangi bir artırma olmaksızın sadece kötülüğü kadar ceza görür.
“Erkek olsun kadın olsun, kim de inanmış bir mümin olarak amel-i salih işlerse, işte onlar cennete girerler ve orada hesapsız olarak rızıklandırılırlar.” (Mümin: 40)
Onlara verilecek karşılık belli bir miktar ile değildir. Allah-u Teâlâ sonu gelmeyen ve tükenmeyen ecirlerle mükâfatlandıracaktır.
“Ey kavmim! Bu başıma gelen nedir? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz!” (Mümin: 41)
Ben sizi cennete götüren imana dâvet ediyorum, siz ise beni cehenneme götüren kâfirliğe dâvet ediyorsunuz.
“Siz beni Allah’ı inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyi O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz, ben ise sizi Azîz olan bağışlaması çok olan Allah’a çağırıyorum.” (Mümin: 42)
Siz beni Allah’ı inkâr etmeye, O’na şirk koşmaya dâvet ediyorsunuz; ben ise sizi bir olan, güçlü olup mağlup edilemeyen ve kullarının günahlarını çokça bağışlayan Allah’a dâvet ediyorum.
“Sizin beni kendisine ibadete çağırdığınız şeylerin, ne dünyada ne de âhirette hiçbir davet gücü yoktur.” (Mümin: 43)
Nasıl oluyor da onlara tapıyorsunuz, körü körüne peşlerinden gidiyorsunuz?
“Hepimizin dönüşü Allah’adır.” (Mümin: 43)
Öldükten sonra tekrar hayata kavuşacak, Rabbimizin mahkeme-i kübrâsına sevkedileceğiz. O, herkese yaptığının karşılığını verecektir.
“Bütün haddi aşanlar şüphesiz ki cehennemliktirler.” (Mümin: 43)
Sapıklık ve taşkınlıkta aşırı gidenler, kuşkusuz cehennemde ebedî kalacaklardır.
•
Bu imanı gür mümin, bunları canını dahi kaybedeceğini bilmesine rağmen azgın Firavun’un ve maiyetinin yüzüne karşı tereddütsüz ve korkusuzca haykırmıştır. Artık söyleyeceğini söylemiş, vicdanı rahatlamış olarak işi Allah’a bırakmaktan başka yapılacak şey kalmamıştır.
Yaptığı samimi öğütlerin pek yakında hatırlanacağını, fakat bu hatırlayışın kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağını beyan ederek konuşmasını tamamlamış, yapması gereken ulvî vazifeyi yerine getirmiştir.
Bundan ötesi Allah’a âittir:
“Size söylemekte olduklarımı yakında hatırlayacaksınız.” (Mümin: 44)
Azabı gördüğünüzde bir kısmınız diğerine benim nasihatımdan söz edecek, sözlerimin doğru olduğunu anlayacaksınız. Pişmanlığın fayda vermediği bir zamanda pişman olacaksınız.
“Ben işimi Allah’a havale ediyorum.” (Mümin: 44)
O’na tevekkül ediyor, O’ndan yardım diliyorum ve sizinle bütün ilişkilerimi kesiyorum.
“Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir.” (Mümin: 44)
Onların hallerinden hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
Bu dâvetçi mümini öldürmek istemişlerse de Allah-u Teâlâ onu muhafaza etmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nihayet Allah onu, onların kurmak istedikleri tuzakların kötülüklerinden korudu.” (Mümin: 45)
Gizli plânlarını boşa çıkardı.
•
Bir gün Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz oldukça kalabalık bir cemaate şunu sordu:
“Bana insanların en kahramanının kim olduğunu haber verir misiniz?”
Onlar da hep bir ağızdan:
“Sensin!” diye cevap verdiler ve aralarındaki konuşma şöyle devam etti:
-Ben bugüne kadar kiminle vuruşmak üzere karşılaştımsa, mutlaka intikam almak istedim. O bakımdan siz bana en kahraman kişinin kim olduğunu haber verin.
-Bilmiyoruz. Yâ Ali! En kahramanın kim olduğunu lütfen sen söyle.
-Ebu Bekir -radiyallahu anh-dir. Çünkü Kureyş müşrikleri Resulullah Aleyhisselâm’ın etrafını çevirip kimi itip kakıyor, kimi eteğini çekip: “İlâhlarımızı tek ilâh yapan sen misin?” diyor ve bir sürü zorluk öne sürüyorlardı. Allah’a yemin ki, o en sıkıntılı günlerde Ebu Bekir -radiyallahu anh-den başka bizden hiçbirimiz müdahale edemiyorduk. O tek başına koştu, kimini vurup itti, kimini bir tarafa çekti, kiminin önüne geçip engel oldu ve sesini şöyle yükseltti:
“Yazıklar olsun size! Rabbim Allah’tır diyen bir adamı mı öldürüyorsunuz?”
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu hadiseyi anlatırken hırkasının bir ucunu kaldırıp yüzüne doğru götürdü ve sakalı ıslanıncaya kadar ağladı ve arkasından şunu sordu:
“Şimdi Allah için söyleyin, Firavun hanedanından olan o kahraman mümin mi, yoksa Ebu Bekir -radiyallahu anh- mı daha hayırlıdır?”
Kimse cevap veremedi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- “Cevap versenize!” dedi. Daha sonra kendi sorusunu şöyle cevaplandırdı:
“Allah’a yemin ederim ki Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın bir saati, imanını gizleyen o kahraman müminin -ki Allah onu kendi kitabında övüyor- bütün vakitlerinden daha hayırlıdır. Zira Ebu Bekir -radiyallahu anh- imanını açıklayıp bütün malını ve gücünü Allah ve Peygamberi yolunda harcamıştır.”
(Ebu Nuaym. Hilye)
“İmanı gür mümin” kıssasının daha sonraki bölümünde uyarılara kulak vermeyenlerin, küfürde inat ve ısrar edenlerin âkıbetlerinden ve ölümden sonra başlarına geleceklerden bazıları beyan edilmektedir:
“Firavun’un kavmini ise o kötü azap kuşatıverdi.” (Mümin: 45)
Ruhları sabah-akşam kıyametin kopacağı zamana kadar cehenneme sunulur. Kıyamet gününde ise ruhları ile cesedleri ateşte bir araya gelecektir.
“Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de: ‘Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun!’ denilir.” (Mümin: 46)
Bu Âyet-i kerime berzah âleminde vuku bulacak azabı ispatlamaktadır.
Firavun hanedanı dünyada kötü bir azap ile mahvoldukları gibi, kabirlerinde ahirete kadar sabah-akşam ateşe sunulmak suretiyle dehşet içinde kalacaklar, kıyametten sonra ise asıl cezayı görecekler, azabın en çetinine sokulacaklardır.
Bu azap sadece firavuna ve kavmine mahsus olmayıp, bütün kâfirler kabirlerinde kıyamete kadar aynı muameleyi göreceklerdir.
Allah-u Teâlâ’nın sâlih kullarına ise, kıyametten sonra da kendilerini bekleyen o güzel cennet manzaraları sabah-akşam gösterilecektir.
Âyet-i kerime’lerde onların cehennemde birbirleriyle atışmalarına ve çekişmelerine misaller verilmektedir:
“Ateşin içinde birbirleriyle çekişip tartışırlarken; güçsüz ve zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara ‘Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını olsun bizden savabilir misiniz?’ derler.” (Mümin: 47)
Kendilerine ne emretmişlerse emirlerini tutmuşlar, onlara uydukları için zaten bu acı sonuca varmışlar.
Onların bu sözden maksatları küfür önderlerini daha çok utandırmak ve içlerine daha çok acı vermektir. Çünkü o liderler kendilerine kuyrukçuluk edenleri uyarılara kulak vermekten alıkoyuyorlar, koyun sürer gibi sürüyorlardı.
Bütün yetkileri, makam ve mansıpları dünyada kalan, yaptıkları tahrip ve tahriklerin, sapma ve saptırmaların cezası ile karşı karşıya bulunan önderler, onların bu isteklerinden ötürü büyük bir sıkıntıya düşerler.
“O büyüklük taslayanlar derler ki: Doğrusu hepimiz bunun içindeyiz. Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi.” (Mümin: 48)
Allah inananları dereceleri farklı farklı olarak cennete, inanmayanları da tabakaları farklı farklı olarak cehenneme koydu. Bu husustaki ilâhî hükme karşı koymaya hiç kimsenin gücü ve salâhiyeti yoktur. Bizler de sizler de hakettiğimiz karşılığı aldık.
Kendilerine yapılan uyarıları dinlemedikleri için bu en büyük azaba çarptırılan cehennemlikler; birbirlerine yaptıkları çağrının bir sonuç vermemesi üzerine bir fayda göremeyeceklerini anlayınca cehennem bekçilerine yönelirler. Dünya günü ile bir gün bile olsa azaplarının hafifletilmesi için Rabblerine talepte bulunuvermelerini onlardan isterler.
“Ateşte bulunanlar cehennemin bekçilerine: ‘Rabbinize yalvarın da, hiç değilse bir gün olsun azabı hafifletsin.’ derler.” (Mümin: 49)
Zebaniler onların bu isteklerini kınayarak ve azarlayarak reddederler ve:
“Size peygamberleriniz apaçık deliller getirmediler mi?” diye sorarlar. (Mümin: 50)
Küfrün ve şirkin mağfiret olunmayacak pek büyük bir suç olduğunu oraya varınca öğrenen kâfirler, yalan söylemeye mecal bulamadıkları için “Belâ=Evet” demek mecburiyetinde kalırlar.
Bekçiler onların bu isteklerini kabul edemeyeceklerini, üstelik onların kurtulmalarını da istemediklerini, onlarla uzaktan yakından bir ilgileri olmadığını bildirecekler ve şöyle diyecekler:
“O halde kendiniz yalvarın.” (Mümin: 50)
Duâlarına icabet olunmayacak, isteklerine cevap verilmeyecek. Artık duâ ve yalvarma zamanı geçmiştir. Ele geçen fırsatları, dile verilen ruhsatları kaçırdılar. Dünyada iken küfür ve nifak tohumlarını ekenler, şimdi orada azap ve gazap biçiyorlar. Küfrün neticesi işte böyle ebedi azaptan başka bir şey değildir.
“İnkârcıların yalvarışı şüphesiz boşunadır.” (Mümin: 50)
Cehennem çukurlarında hiç kimsenin tahammül edemeyeceği azaplar içinde kendilerini kınayıp dururlarken cehennem bekçileri tarafından kendilerine şöyle seslenilecektir:
“Allah’ın gazabı sizin kendi kendinize olan kızmanızdan elbette daha büyüktür.
Zira siz imana çağırıldığınızda inkâr ederdiniz.” (Mümin: 10)
Onlar bu sesi aldıklarında, her birinin başında çeşitli azaplar bulunmaktadır.
•
Allah-u Teâlâ uyarıcılara muhalefet edenleri çarptıracağı “Dünya azabı”nı, “Kabirdeki berzah azabı”nı ve “Cehennem azabı”nı beyan ettikten sonra, bütün bunları peygamberlerine ve müminlere yardım etmek için yaptığını belirterek şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki biz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şâhitlerin dikildiği günde yardım ederiz.” (Mümin: 51)
Muhaliflerinin üzerine her yönden galip kılarız. Delillerle, zaferle ve kâfirlerden intikam ile murada erdiririz.
“O gün zâlimlere özür beyan etmeleri hiç fayda sağlamaz. Lânet onlaradır, en kötü yurt da onlarındır.” (Mümin: 52)
Onların daimi ikâmetgâhları cehennemdir.
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir.
Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Andolsun ki biz onlara en büyük azaptan önce en yakın azabı tattıracağız.” (Secde: 21)
“Azab-ı ednâ” dünya azabı, ‘“Azab-ı ekber” ise ahiret azabıdır.
•
Bu kıssayı anlayarak okumayı ve idrâkini Allah-u Teâlâ size nasip buyursun.
Ey bölücüler!
Bu dâvetçi müminin ikazı gibi, siz de böyle ikaz edilmiyor musunuz?
Tebliğ ettiğimiz Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere iman eden, gerçek imana kavuşmuş, saâdet-i ebediyeye nâil olmuş olur. Gerçek iman sahibi olan müminlerin, Allah-u Teâlâ’nın bir tek kelâmı karşısında yüreği titrer.
Fakat Âyet-i kerime’lerden ikrah eden, bu dâvetlerden yüz çeviren, kulak tıkayan, göz yuman kimsede imandan eser kalmamış demektir.
Eğer zerre kadar imanı olsaydı kalbi titrerdi, vicdanı harekete gelirdi, dâvetçiye kulak verirdi ve imanını kurtarmaya vesile olurdu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Müminler öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın Âyetleri okunduğu zaman onların imanlarını artırır ve yalnız Rablerine tevekkül ederler.” buyuruyor. (Enfâl: 2)
Bunların ruhları öldüğü için, bir tane değil bin tane Âyet-i kerime’yi göstersen; kalpleri titremek şöyle dursun, kılları kıpırdamıyor. Ruhları öldü, işleri bitti. Artık onlar duymazlar.
“Tabiidir ki sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp giden sağırlara da dâvetini duyuramazsın.” (Rum: 52)
İkaz edildikleri halde bu ikazlardan nefret duyanlar var ya, iman ettikleri saptırıcı imamlarla cehenneme girdikleri zaman ne kadar pişmanlık duyacaklar.
“Ah keşke dinleseydik! Hazret-i Allah’a ve Resulü’ne iman etseydik. Allah-u Teâlâ’nın dâvetçisi bize hep O’nun kelâmını önümüze çıkarıyordu. Fakat biz azgınlar bu âyetlerden ikrah ederdik. Çünkü sizin dininize girmiştik. Meğer o ne güzel bir dâvetçiymiş, keşke uysaydık! Şimdi ise sizden ikrah ediyoruz. Bu azgın ve alevli ateşler içerisine, size uymamız, yolunuzda bulunmamız ve çalışmamız sebebiyle girdik.” diyecekler.
Fakat ne çare ki, bu sözleri olmayacak bir şeyi temenni etmek kabilindendir. Çünkü artık iş işten geçmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ve pişmanlıklar halinde gösterecektir.
Onlar cehennemden çıkmayacaklardır.” (Bakara: 167)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde beşeriyeti irşad için en güzel metotlarla dâvet vazifesinin yerine getirilmesini emir buyurmaktadır:
"Rabbinin yoluna hikmetle, güzel söz ve nasihatla dâvet et." (Nahl: 125)
Hidayete ermeleri için teşvikte bulun.
"Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et." (Nahl: 125)
Muhaliflere karşı münazara ve mücadele yollarının en güzeli ile irşada çalış.
"Çünkü Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir. O, hidayete erenleri de en iyi bilendir." (Nahl: 125)
Ezelî kabiliyet ve istidatlarını kullanmayıp dalâlette kalanları çok iyi bildiği gibi, iradelerini Hakk'a yönelterek hidayete erecekleri de çok iyi bilir. Kimde hayır varsa, ona birazcık nasihat yeterli olur. Kimde de hayır yoksa, onun hidayete gelmesi için ne kadar çalışılsa bir netice alınamaz.
"Öğüt ver, hatırlat... Çünkü öğüt ve nasihat müminlere fayda verir." (Zâriyat: 55)
Öğüt onların basiretini artırır. İman etmiş olanların gaflete düşmemesine, imanlarının kuvvetlenmesine, bilmediklerinin öğrenilmesine, hatta iman etme eğiliminde olanların imana gelmesine sebep olur.
"Onlara öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle." (Nisâ: 63)
Kalplerinin içine ulaşacak şekilde etkili sözlerle onlara nasihat et.
"İnanan kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler." (İsrâ: 53)
Sözün en tatlısını tercih etsinler ve daima güzel konuşsunlar.
"Sonra şeytan onların aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır." (İsrâ: 53)
Onların iyilik ve mutluluğunu hiçbir zaman istemez, Hakk'tan ve hakikatten uzaklaşmalarını, mahvolmalarını ister.
Sen vazifeni yap. Belki senin delâletinle bir kişiye hidâyet bahşeder de, o kişi zandan vehimden kurtulur. Bilmiyor, bilse yapacak. Madem ki Hazret-i Allah sana bildirmiş, sen de bildir. Bu nimetin şükrünü böylece edâ et. Hizmetin kârı budur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." buyuruyor. (Ankebut: 69)
Âzami gayret mânâsı çıkıyor. Hazret-i Allah o kulunun hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, yollarını açar. Yeter ki çalışılsın, çalışıldığını O görsün. Geçici bir dünya hayatı için ne kadar çalışıyoruz. Aman aç kalmayalım muhtaç olmayalım diye. Halbuki akşam uyuyoruz kalkacağımız belli değil. İşte geldik işte gidiyoruz. Ya ebedî âhiret hayatı için ne kadar çalışmamız lâzım?
Madde dünyada kalacak. Mânâ ise bizimle beraber gidecek. Dünya bir ahiret tarlasıdır. Çalış ki sermayen çoğalsın.
•
Hiçbir kimse kendi varlığına güvenip durmamalı, Allah-u Teâlâ'ya yalvararak hidayete muvaffak buyurması için niyaz etmelidir.
Çünkü bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah dilemedikçe öğüt alamazlar." (Müddessir: 56)