Türkiye olağanüstü bir dönem yaşamaktadır. Başımıza gelen ekonomik felaketin siyasi ve uluslararası boyutu bulunması sebebiyle; siyasi geleceğimizi, ekonomik akibetimizi, uluslararası etkinliğimizi, vatan ve millet bütünlüğümüzü ilgilendiren önemli hadiselerin arefesindeyiz.
Türkiye’nin meseleleri öyle bir hal almıştır ki sadece ekonomide atılacak doğru adımlarla yetinilmesi mümkün değildir. Topyekün bir savaş, büyük bir hızla, büyük bir kararlılıkla, büyük bir ustalıkla ve hatta sert yöntemlerle icra edilmek zorundadır.
Bir kolu sağ elimizi, diğeri sol elimizi, bir diğeri sağ ayağımızı, bir başkası sol ayağımızı, diğer bir tanesi kafamızı sarmış, ciğerimizi, beynimizi, kanımızı emen büyük bir ahtapotla karşı karşıyayız. Ya ahtapot bizi öldürecek veya biz ahtapotu.
Ancak hadisenin bütün vehametine rağmen, bu durumun baş müsebbiblerinin hala ayakta durması Türkiye’nin hareket kabiliyetini kısıtlıyor, mücadele kuvvetini eritiyor.
Unutulmamalıdır ki, olağanüstü dönemler, ancak olağanüstü yönetimlerle ve (veya) olağanüstü yöntemlerle aşılabilir.
Yıllar yılı Türk siyasetinin, devlet idaresinin, dış politikamızı tayin eden kurumların, ekonomimizi şekillendiren bürokrasinin, büyük basın kuruluşlarının ve hatta istihbarat teşkilatlarımızın içinde tayin edici bir konuma gelebilmiş dış destekli gizli bir el bu milletin âtisini, vicdanını, huzurunu ipotek altına almaya çalışmış ve bunda da büyük oranda muvaffak olmuş idi.
Bu memlekete hizmet etmek isteyen vatanperverler çoğu zaman samimi niyetlerini gizlemek zorunda kalmışlar ve fakat Hazret-i Allah’ın lütfu ve desteği ile düşmanı ürkütmeden yine de büyük başarılar elde edebilmişlerdir. Okullarda ismi öğretilmeyen, basında meşhur edilmemiş kim bilir ne kadar çok gizli kahramanlarımız var idi.
Bu dış destekli gizli elin aktörleri ve niyetleri özellikle son birkaç yılda o kadar ortaya çıkmış, deşifre olmuştur ki, bu sayede Türk halkı dost görünen bir çok devletin gerçek niyetini ve işbirlikçi hainleri tanıma fırsatı bulmuştur.
Türk siyasetini, Türk basınını ve iktisadımızı ele geçiren bu gizli el Türkiye’yi ele geçirdiğini zannederek hızlı hareket etmeye kalkmış, hesap hataları yapmıştır. Zamana yayılmış perdeleme hareketleri ihmal edilmiştir.
İşte bu noktada vatanperver yerli güçler aleni bir direnişe başlamışlardır. Düşman, siyaset ve basın dünyasındaki işbirlikçileri ile karşı taarruzlarda bulunmuştur. Böylece Türkiye ilginç bir savaş ortamına girmiştir. Bu savaş yeni bir bağımsızlık savaşıdır. Bu savaşta da mandacı yerli işbirlikçilerle ciddi mücadeleler verilmektedir. Bu savaş Kurtuluş Savaşı kadar önemli bir savaştır.
Bu savaşın aktörlerini ve yapılan mücadeleleri son birkaç yazımızda anlatmaya çalışmıştık. Ve hatta Türkiye üzerinde hem dahili hem harici nasıl topyekün bir plan icra edilmeye çalışıldığının örneklerini ve delillerini arzetmiştik. Bunun en çarpıcı olanı Kıbrıs’ı hedef alan bir dizi uluslararası taarruzun 8 Kasım 2000 tarihine denk gelmesi idi. AB son anda KOB’ne Kıbrıs şartını eklemiş, BM Genel Sekreteri hiç görülmemiş şekilde Rum tarafını destekleyen sözlü açıklamalarda bulunmuş, Fransa Parlamentosu sabahın altısında Ermeni Soykırım yasa tasarısını kabul etmişti. Aynı tarihte ABD başkanlık seçimleri yapılıyordu. ABD ilk defa bir yahudi başkan yardımcısına kavuşmak üzere idi ve bütün hesaplar Demokrat Gore’un başkanlığı üzerine yapılıyordu.
ABD görülmemiş bir seçim komedisi yaşarken, ABD tarihinde başkanlık tahmininde hiç yanılmamış kuruluşlar bu seçimde yanılmışlardı ve Bush’un başkanlığı bazıları için büyük bir sürprizdi.
İmanla ve vicdanla olaylar takip edilirse, daima Türkiye’ye yardımını lütfeden ilahi kudretin varlığı müşahede edilecektir. Düşmanların hesap ve tuzaklarını umulmadık şekilde tersyüz ederek boşa çıkartan Allah-u Teâlâ’dır.
“Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal Sûre-i şerif’i: 30)
“Allah tuzak kuranlara karşılık vermekte en güçlü olandır.” (Âl-i imran sûre-i şerifi: 54)
PKK Terörü: Avrupa destekli PKK terörü Türkiye’yi yıpratmayı ve bir Kürt devleti kurmayı hedefliyordu. Türkiye milyarlarca doları bu savaşta harcadı. Ancak büyük devletlerin desteklediği büyük bir gerilla kuvvetine karşı başarı sağlayan tek düzenli ordu olmakla şereflenen Türk ordusu büyük bir sükse yaptı, Türk ordusu teknolojiyi savaşta kullanmayı öğrendi, Türk ordusu modernize oldu, Türk ordusu sınır ötesi hareket yapabilen ve birkaç günde onbinlerce askeri kilometrelerce öteye sevkedebilen nadir orduların arasına girdi, Türkiye bir seferberlikte savaş tecrübesi yaşamış 2 milyon askeri cepheye sürebilecek kuvvete ulaştı. Ve Kore’de, Kıbrıs’ta olduğu gibi bu savaşta da akılla izah edilemeyecek ilahî yardım ve destek vardı.
Muavenet’in Vurulması: PKK ve Kuzey Irak meseleleriyle alakalı olarak Türkiye’ye mesaj vermek isteyenler Muavenet fırkateynimizi vurmuşlardı. Ancak Türkiye’yi sindirmeyi ümit edenler umulmadık ve daha şiddetli bir direnişle karşılaştılar. Bu süreç Çekiç gücün tasfiyesi ve ABD’nin yenilgisi ile neticelendi.
Türk-İsrail Yakınlaşması: Suriye’nin Apo’yu postalamaya razı olmasının sebeplerinden birisi Yahudi dostu idareciler vasıtasıyla icra edilen bu Türk-İsrail yakınlaşması olmuştur. Apo’nun postalanması Türkiye’nin Suriye politikasının kendince haklı bir sebebi bulunduğunu ispat etmiş, Türk-Arap yakınlaşması önündeki en büyük engel ortadan kalkmıştır. İsrail kendi kazdığı kuyuya düşmüştür. Nitekim 12 Mart’ta toplanan Arap Birliği için hazırlanan raporda Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinde soğumanın gözlendiği, buna karşılık komşuları ve Arap ülkeleriyle yakınlaştığına dikkat çekilmiştir. İsrail Savunma Bakanı Efraim Sneh 18 Şubat’ta radyodan yaptığı bir konuşmada “İran, Irak ve Suriye arasındaki yakınlaşma tehlikeli olur. Bu 3 ülkenin mihver oluşturması şiddeti artırır, biz de buna karşılık vermek zorunda kalırız.” demiştir. Türkiye’nin yakınlığına çok önem veren İsrail’in, bilakis bu üç ülke ile ciddi yakınlıklar tesis etmeye başlamamızdan ne kadar rahatsız olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Türkiye’ye yapılan iktisadi taarruzlar bu gözle yeniden değerlendirilmelidir.
PKK’yı siyasallaştırma Taktiği: Apo’nun yakalanması için Türkiye’ye destek veren ABD Apo’nun bir Avrupa ülkesinde yargılanmasını çok istemişti. Ancak hiçbir Avrupa ülkesi bunu yapmaya cesaret edemedi. Türkiye’ye de canlı yakalamak ve adil (!) yargılamak ve belki de asmamak şartıyla yardım etmişlerdi. Böylece PKK hadisesini siyasal bir zemine çekmek ve silahla yapılamayanı bu yöntemle icra etmek istemişlerdi. Ancak Türkiye’ye çok büyük bir hediye verdiler: “Türkiye Büyük Bir Devlet olduğunu hatırladı”... Üstelik Apo’nun aczi, yargılama sürecinin başarısı ile bu planları da şimdilik hezimetle neticelendi.
Ermeni Meselesinin Isıtılması: Bu mesele Türkiye’yi uluslararası alanda zor durumlara düşürmektedir, ancak bize bazı faydaları olmuştur. Ermeni katliamlarının canlı şahidi olan Doğu ve Güneydoğu halkı, Batı’nın kendisini kullandığını net bir şekilde anlamıştır. Bölücülükte aşırı gidenler dahi Batı’ya karşı tavır sergileme ihtiyacı duymaya başlamıştır. 15 Şubat 2001 tarihli Özgür Halk’ta şu yorum yayınlanmıştır: “Ortada Türkiye’ye karşı Ermeni kartının kullanılma durumu var. Eskiden Türkiye’ye karşı Kürtler’i kullanıyorlardı. Avrupa’nın Türkiye politakası bunun üzerinde şekilleniyordu. Ama PKK’nin savaşı durdurması, ‘Kürt kartı’nı ellerinden aldı”
Gaffar Okkan’ın Şehit Edilmesi: Şuna eminiz ki, bu suikasti planlayanlar 20 bin Diyarbakırlının sokağa döküleceğini hesap edebilseydi, büyük ihtimalle bu planı uygulamaya koymazdı. Bir gazetenin sürmanşetinde söylediği gibi olmuştu: “Gaffar Kazandı!”
Ekonomiye Yapılan Taarruzlar: Türkiye’yi sindirmeye yönelik bu taarruzlar en çok ülke içindeki kendi işbirlikçi yandaşlarına zarar vermiştir. Türkiye büyük zararlara uğramakla beraber vatanperver yerli unsurların önü daha çok açılmıştır.
Sezer’in Cumhurbaşkanı Seçilmesi: Sezer’in desteklenmesinin en büyük sebeplerinden birisi yaptığı açıklamalara bakarak kendisinin AB üyeliği konusunda hızlı adımlar atacağı beklentisi idi. Ancak memleketini düşünen her vatanperver gibi gerçeklerle yüzyüze kalan Cumhurbaşkanı; Kıbrıs konusunda dahi en radikal tavrın savunucusu olmuş, işbirlikçilerin korkulu rüyası haline gelmiştir.
Evvela belirtmek gerekir ki, Kemal Derviş’in Türkiye’ye geliş tarzı gerçekten çok enteresan bir durumdur. Bazı tahliller yapılmasını icap ettirmektedir.
Birincisi, hiçbir perdeleme hareketine gerek duyulmadan ABD elçisinin siyasi şahsiyetlerle başbaşa yemek yemesi, çat kapı parti liderlerine hesap sorması bazı anlamlar taşımaktadır. Şöyle ki, bazı işlerin kotarılabilmesi için yeterli vakit yoktur, üstelik ABD hükümetin ömrünü uzatmak veya yeni siyasi aktörler bulmaktan öte başka bir alternatife sahip değildir.
İkincisi, ABD de hükümetin sonunun geldiğini görmüştür. Dolayısı ile kendi açısından yeni arayışlara girmiştir. İşin komik tarafı ABD’nin kendisine alternatif aradığını farkeden siyasi aktörlerin ABD’nin direktiflerine direnme kudretine sahip olmadıkları ortaya çıkmıştır. ABD ve Batı’dan gelen her direktifi büyük bir iştiyakla uygulayan hükümet kendisine alternatif arayan ABD operasyonuna karşı duramayacak kadar acziyet ve teslimiyet örnekleri sergilemektedir. İçinde bulunduğumuz bu vaziyet Tanzimat devrinin Dışişleri Bakanı Fuad Paşa’nın özrü kabahatinden büyük şu sözlerini hatırlatıyor:
“Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet (padişah) cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise (halk) bir kuvvet hasıl etmeye imkan yoktur. Bunun için (papuçcu muştası) gibi yandan bir kuvvet kullanmaya mecburuz. O kuvvetler de elçiliklerdir.” (Bkz: Milliyet, 19 Mart 2001 tarihli Hasan Pulur’un yazısı)
Üçüncüsü; Bazı mandacıların dilinden düşürmediği bir cümlede saklıdır: “Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir” Zira Türkiye’deki krizlerin büyümesi bağımsız kafaların, vatanperver vicdanların hakimiyet kesbetmesine sebep olabilir. Türkiye’yi AB’ye yamamaya çalışan ABD’nin böyle bir tehlike(!)yi göze alması mümkün değildir.
Görüldüğü gibi bizi Kemal Derviş hakkında olumsuz düşünmeye sevkedecek birçok sebep bulunmaktadır. Ancak son bir iki yıldır Türkiye aleyhine icra edilmeye çalışılan her teşebbüsün istenildiği gibi netice vermediği düşünüldüğünde, biraz temkinli yaklaşmak icap ettiği ortaya çıkmaktadır. Tarihte Batıcı görünüp bu memlete hizmet etmiş insanlarımız da bulunmaktadır. İnşaallah Derviş de bunlardan birisi olur. Derviş Dünya Bankasından ayrılmadan yazmış olduğu bir makalede küresel sermayeye ince bir eleştiri getirdikten sonra yazısını şu satırlarla bitiriyor:
“Yerel ve ulusal benliğin korunabileceği, ancak küresel piyasanın da denetlenebileceği yeni bir sentez arayışı 21. yüzyılda ideolojik tartışmaların özünü oluşturacak.
Tarih bitmedi, devam ediyor ve hepimizi bugün düşlemekte bile güçlük çektiğimiz yepyeni ufuklara doğru götürüyor. Türkiye medeniyetleri bir araya getiren geçmişinden ve kıtalararası coğrafi konumundan kaynaklanan özelliğiyle, bu arayışta hiç kuşkusuz çok önemli bir rol oynayacaktır.”
Bakalım; Derviş, Türkiye’ye bir kalkınma programı mı dayatacak, yoksa finans sektörünü düzeltip Türkiye’nin borçlarını düzgün ödeyebilir duruma gelmesi ile mi yetinecek?
Yine bakalım; Derviş, Batı ülkelerinin ekonomik yardımlar karşılığında dayattığı siyasi yaptırımlar konusunda tavrını kimden yana koyacak!
Lozan Konferansı’nda en çok tartışılan ve görüşmelerin kesilmesine sebep olan konu Osmanlı Borçları başta olmak üzere ekonomik konulardı. Konferans görüşmeleri tamamlanmadan İzmir’de tertip edilen İktisat Kongresi’nin bu bakımdan özel bir anlamı vardı.
Lozan görüşmeleri sırasında İngiliz murahhasları heyet başkanı Lord Gürzon Türk Temsilcisi İsmet Paşa’ya şöyle demişti:
“Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.”
İnönü der ki: “Lozan konferansı olalı 45 sene geçti. Bu sözleri hiç bir zaman unutmadım. Bu 45 sene içinde para almak için müracaat ettiğimiz her yerde bu ihtimalleri görmüşümdür.”
1877 Osmanlı Rus Savaşının bilinmeyen gerçeklerini irdeleyen aşağıdaki satırlar sanki günümüzde yaşanan ekonomik krizleri ve her kriz sonrasında IMF’e daha çok bağımlı hale gelen günümüz Türkiye’sini anlatmaktadır:
“Esasen bu idarenin (Düyun-u Umumi) kuruluşunu hazırlayan Osmanlı-Rus Harbi’nin çıkış sebebini de Osmanlı Devleti’nde mali egemenlik kurmak isteyen devletlerin iradelerine bağlamak mümkündür. Nitekim Osmanlı iç işleriyle ilgili olarak toplanan 1877 tarihli İstanbul Konferansı bu devletlerin istediği yönde sonuçlanmamış, bu nedenle başta İngiltere olmak üzere batılı devletler Osmanlı Devleti’nin Rusya ile savaşa girmesini adeta tasvip etmişlerdir. Savaşın sonucunda yenilen Osmanlı Devleti ile galip Rusya arasında çok ağır ve ezici şartlar ihtiva eden Yeşilköy (Ayastefanos) Anlaşması imzalanmış, güya Osmanlı Devleti’ne yardım etme pozisyonundaki İngiltere bu antlaşma şartlarının yeniden gözden geçirilmesi karşılığında Osmanlı Devleti’nden Kıbrıs’ı istemiştir.
Nitekim hiç de lehimizde olmayan Berlin Antlaşması (13 Temmuz 1878) karşılığında Kıbrıs İngiltere’ye hediye edilmiş, bu antlaşma gereği Osmanlı Devleti Balkanlar’da, doğuda, güneyde birçok toprak kaybetmiş, bununla birlikte Rusya’ya savaş tazminatı vermeye, Osmanlı mülkünde gayri müslimlerin bulunduğu bölgelerde ıslahat yapma gibi rencide edici ağır yükümlülükler altına girmiştir. Bu antlaşmanın diğer bir sonucu batılı devletler, Osmanlı borçları için Osmanlı Devleti’ne mali denetim için bir yönetim kurulması konusunda baskı yapmaya başlamışlar ve sonuçta da bildiğimiz üzere Düyun İdaresi oluşmuştur.” (Faruk Yılmaz, Devlet Borçlanması ve Osmanlıdan Cumhuriyete Dış Borçlar)
Tarih kitaplarında Osmanlı’nın son zamanlarında kötü idare edilmiş olduğuna dair bilgiler çoktur, fakat bu memlekete esas darbeyi mandacı zihiniyete sahip, Batıcı vezirlerin, paşaların, bakanların vurduğu hakkıyla yazılamamıştır. Avrupalılaşma sevdasıyla devleti baskı altına almaya çalışan bu şahıslar daima Batı ülkelerinin elçilerinden medet ummuşlar ve maalesef birçoğu elçiliklerin emir kulu durumuna düşmüşlerdi. Bunlar o kadar ileri gitmişlerdi ki, meşrutiyetle ilan edilen anayasaya İngiltere, Fransa gibi Batı ülkelerinin garantör ülke olarak eklenmesini padişaha dayatmışlar ancak muvaffak olamamışlardı.
Bilindiği gibi Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesine başlayabilmesi ancak bu mandacı zihniyetin tasfiyesi ile mümkün olmuştu.
Türkiye’nin borçları 40-50 milyar doları bulduğu zaman “Eyvah bu borçları nasıl ödeyeceğiz memleketi batırdılar” diye dert yanıyorduk. Birkaç yılda bu borç çıktı 150 milyar dolara. Söyleyecek söz kalmadı.
Artık bu dramatik durumun sebebini herkes alenen bağırmaya başladı:
“55, 56, 57. hükümetler zamanında ne paralar gitmiş. 40 milyar dolar içeriden 40 milyar dolar dışarıdan para alınmış. 20 milyar dolar görev zararı... Etti mi 100 milyar dolar. Bu para gitmiş... Peki sen 100 milyar dolarla ne yaptın? Hiç bir şey. Bu parayı yemişler, zıkkımlanmışlar.” (Aslan Başer Kafaoğlu, Bkz: 19 Mart tarihli Yeni şafak röportajı)
Görülüyor ki, gerek tarihte gerek günümüzde memleketimize en büyük zararı memleket hazinesine ihanet eden mandacı işbirlikçiler vermişlerdir. Bu işbirlikçilerden memleketi temizlemeden herhangi bir muvaffakiyet tesis edilmesi çok zordur.
Ekonomimizin düzlüğe çıkabilmesi, siyasi bağımsızlığımızın, vatan topraklarımızın muhafazası, uluslararası hedeflerimizin icra edilebilmesi bu habis urun kesilip atılması ile mümkün olabilir.
Zayıf dönemlerde düşmana karşı müsamaha göstermek daha büyük zaafiyetlerin doğmasına sebep olur.
Bedir Savaşı’nda esirler hakkında yapılan istişarede fidye karşılığı salıverilmeleri kararı verilmişti.
“Ancak Âyet-i kerime nazil olunca durum değişti.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Hiç bir peygambere yeryüzünde ağır basıp düşmanı yere sermeden esir almak yaraşmaz.” (Enfal: 67)” (Ömer Öngüt, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm, sh: 326)
Ülkemizdeki soygun düzeninin ortadan kaldırılabilmesi ve bu düzenin aktörlerinin kökünün kazınabilmesi için olağanüstü bir gayretle çok ciddi tedbirler alınması icap etmektedir.
İçinde bulunduğumuz bu olağanüstü dönemin icap ettirdiği hukuki altyapı ona göre hazırlanmalıdır.
Memleket hazinesine yapılan ihanet “Vatana ihanet” kapsamına alınmalıdır. “Vatana ihanet” suçunun cezası en ağır ceza olmalıdır. Vatana ve memleket hazinesine ihanet suçlarında zamanaşımı, af, ceza indirimi gibi kolaylıklar kaldırılmalıdır.
Soyguncuların, banka batıranların bütün mal varlıklarına, bütün şirketlerine el konulabilmelidir. El koymaların ve hukuki sürecin hızlandırılabilmesi için olağanüstü yetkilerle donatılmış savcılıklar ve mahkemeler ihdas edilmelidir.
Devletin ve ülkenin selametini ilgilendiren konularda karar ve uygulama mercii olan memurların sorumlulukları artırılmalı, ihmal ve hatalara ağır yaptırımlar getirilmelidir.
Nasıl ki seferberlik ve savaş hallerinin kendine has hukuki yaptırımları varsa, aynı şekilde içinde bulunduğumuz duruma has bir seferberlik ve savaş hali uygulamasına geçilmelidir.
Yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi bu memleketi muhafaza eden ilahi bir kudret vardır. Gerek halk gerek vatanperver idareciler bu ilahi kudrete tam bir bağlılık ve teslimiyet gösterebilmiş olsalar önümüze bir çok kapının açılması, birçok kolaylığın kendiliğinden zuhur etmesi işten bile değildir. Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır: “Eğer o ülkelerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık.” (A’raf: 96)
Biz bu halimizle bu kadar yardımı bile haketmiyoruz. Ancak bu memleket için büyük rahmet kaynakları mevcuttur. Sefere çıkarken memleketini Allah’a emanet eden ecdadımızın duaları ve manevi varlıkları ile asırlardır beklenen Hatem-i veli gibi bir şahs-ı âli’nin bu memlekette bulunması çok az insanın farkında olduğu muvaffakiyet kaynaklarımızdır.
Hazret-i Allah’ın desteklediğini hiç bir güç yıkamaz.