Mânevi yolda mürşidin muavenetine lüzum olmadığına kâil olan bazı kimseler vardır ki, kişinin kendi başına sa’y-ü gayret göstermesiyle vuslatın mümkün olacağı fikrindedirler. Halbuki vasıtasız, istianesiz vuslat mümkün olmaz. Her halde mürşid’in muavenetine kat’i lüzum vardır.
Âyet-i kerime’de Cenâb-ı Hakk İskender-i Zülkarneyn Hazretlerine:
“Kavminden bir kuvvetle yardım istemeyi.” emir buyurmuştur. (Kehf: 95)
Bu duruma göre bizim gibi günahkâr kullar, muavenetten hiçbir suretle müstağni olamazlar.
Nitekim:
“Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” (Mâide: 27)
Âyet-i kerime’si mucibince Cenâb-ı Hakk, ehl-i şeriat ve ehl-i takvânın ibadetini ve duâsını kabul eder.
Nefs-i emmâreye hizmet eden kimse Huzur-i Bâri’de bulunurken Cenâb-ı Hakk’tan mükâfat talep edemez. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı unutarak nefs-i emmareye hizmet etmiştir.
Bir insanın altını sevdiği kadar Cenâb-ı Hakk’ı sevse kâfidir. Kezâlik altına hizmet ettiğinin yarısı kadar Cenâb-ı Hakk’a hizmet etse yine kâfidir.
Hasta bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Herhalde ağzının tadının gelmemesi, sıhhatinin iadesine bağlıdır. Şu halde nefs-i emmâreye mağlub olan kimse hastadır. İbadetten bir lezzet alamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.
Bir çocuk ana rahmine düştüğü zaman ne kadar nefes alacak ise yazılır. Mukadder olan nefes son bulunca vefat eder.
Hasta bir adam nefesi çabuk çabuk alır, nefesleri çabuk biter ve vefat eder.
Sıhhat-ı bedeni yerinde olan bir kimse nefesi daha muntazam ve daha ağır alır, nefes daha çok devam eder ve vefatı daha geç olur.
Cenâb-ı Hakk’ın “Mürîd” sıfatı vardır. Kulunda irâde-i cüz’iyeyi halk buyurmuştur. Eğer kulda irâde-i cüz’iye olmasa, Cenâb-ı Hakk’ın irâde-i külliyyesi de bilinemez. Meselâ, gözü açık olarak aynaya bakan kimsenin in’ikâs eden hayâlinin de gözü açık olması lâzım geldiği gibi.
İşte Cebriyye mezhebi’nin iddiâsının butlanı (bâtıl olması) bununla zâhir olmuştur. Hakk Teâlâ Hazretleri, “Mürîd” sıfatına mukabil insanlara da irâde-i cüz’iye vermiştir ki yevm-i kıyamette onları hesaba çekebilsin. Çünkü tekâlif-i şer’iyye irade-i cüz’iyenin bulunması üzerine terettüb ediyor.
Nefs-i emmâresini hiçbir kayıt altına almamak fikrinde bulunanlar, “Cenâb-ı Hakk salâhımı murad ederse sâlih olurum, etmezse olmam.” tarzında kaçamak yapıp bâtıl yola sapmak isteyenler kendilerini aldatmış olurlar.
Cebriyye mensupları derler ki:
“Yâ Rab! Bir kısmımızı cennete ve bir kısmımızı da cehenneme gönderiyorsun. Bu doğru değildir. Zira tasarruf senin, herşey senin takdirindedir. Takdir olunan değişmez, bu masiyeti işlemek elimizde değildir.”
Böyle olsa neticede muhasebeye lüzum olmaması icab eder. Cenâb-ı Hakk zulümden münezzehtir.
Âyet-i celile’de:
“Allah kullarına aslâ zulmedici değildir.” buyurulmuştur. (Âl-i imran: 182)
Cenâb-ı Hakk Âdil-i mutlak Hazretleri bunlara cevaben:
“İşte ehl-i cennet yani irade-i cüz’iyelerini hayra sarfedenler, cennete nâil oldular. Siz ise irâde-i cüz’iyenizi şerre sarfettiniz de, cehenneme müstahak oldunuz.” buyuruyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Muaz bin Cebel -radiyallahu anh-i bir kavmi irşada memur olarak göndermiş ve:
“Kavm efradı muhtelif meseleler irade ederlerse ne yapacaksın?” diye sormuştur. O da:
“Kur’an-ı kerim’e müracaat ederim.” diye cevap vermiştir.
“Kur’an’da bulamazsan ne yaparsın?” buyurunca:
“Ehadis-i Nebeviyye’nize (Sünnet-i seniye’nize) müracaatla cevap veririm.” demiştir.
“Onda da bulamazsan?” buyurulduğunda:
“İctihadıma müracaat ederim.” diye cevap verince Efendimiz:
“Allah’a hamdolsun ki, Peygamber’in elçisini O’nun râzı olduğu şekilde muvaffak kıldı.” buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud)
Bir mümin şer’i şerifteki noksanlarını daima sormalıdır. Nitekim nasıl bir bağı ve tarlası olan bir kimsenin ziraata müteallik hususları daima ehil ve erbabından sorup öğrenmesi lâzım geliyorsa, dini meselelerdeki noksanları da öylece öğrenmeye gayret etmelidir.
Nitekim Hadis-i şerif’te buyurulmuştur:
“İlim, hazinelerdir, anahtarları ise sualdir.” (K. Hafâ)
Her asırda neşr-i din vazife-i mukaddesesi (din-i İslâm’ı neşretme mukaddes vazifesi) ulemâ-i zâhir ve bâtın; yani ulema-i meşâyıh-ı kirâm efendilerin uhde-i liyâkatlarına tevdi ve tahmil buyurulmuştur.
Ulemâ-i zâhir ve bâtının bu mühim vazifeleri umumun menfaatına hizmet edeceğinden faidesi yalnız kendi nefsine münhasır kalan âbidden onların derecesi daha yüksek ve daha hayırlıdır. Elbette ibadet-i müteaddiye, ibadet-i lâzimeden hayırlıdır.
İşte bu hikmete mebnî Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’e:
“Yâ Ali! Senin delâletinle Cenâb-ı Allah’ın bir şahsı hidayete ulaştırması dünya ve mafihâ (içindekiler)’in senin olmasından daha hayırlıdır.” buyurmuştur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, geceleri sabahlara kadar (namazda) Kur’an okuyarak mübarek ayakları sızlayan ve şişen Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine:
“Tâ. Hâ. Resulüm! Biz sana bu Kur’an’ı sıkıntıya düşesin diye indirmedik.” (Tâ-Hâ: 1-2)
Âyet-i celile’siyle ferman buyurarak ibadetinde itidâle dâvet buyurmuştur. Diğer taraftan Nûr-i nübüvveti’ görmek şerefinden mahrum kalan küffâr ve münkirler de:
“Bu ne biçim peygamber! Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor.” demişlerdir. (Furkân: 7)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-a:
“Ne düşünüyorsun?” buyurmuş.
Ebu Bekir -radiyallahu anh- da cevaben:
“Vücudum genişlese de cehennemi kaplasa ve bu suretle ümmet-i Muhammedi Cenâb-ı Hakk yakmasa.” demiş.
Bunun üzerine Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Bu tefekkür yetmiş sene ibadetten hayırlıdır.” buyurmuştur. (K. Hafâ)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh-a:
“Ne düşünüyorsun?” diye sual buyurmuşlar.
“Yevm-i kıyamette haşr’ı düşünüyorum.” demiş.
“Bu tefekkür, yedi sene ibadetten efdaldir.” buyurmuşlar.
Muaz -radiyallahu anh- da; “Bu kâinatı, masnûatı (ilâhî sanatları) düşünüyorum.” demiş. Bunun hakkında da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bu tefekkür bir sene ibadetten efdaldir.” buyurmuşlardır.
Ulemâ-i zâhirden bazıları vaaz ederken: “Filan duâyı şu kadar kıraat ederseniz, şu murâd hâsıl olur.” derler. Kalb temiz olmadıktan sonra kesret-i kıraat fayda temin etmez. Meselâ, küre-i arzda mevcud bu kadar sular vardır. Menbaı birdir. Lâkin kimisi gayet güzel, gayet tatlıdır, kimisi ise bataklıkta olup içilmez, faydası olmaz. Her halde menbaının temiz olması lâzımdır. Menbaı ne derece temiz olursa, suyunun kıymeti de o nisbette artar. İşte menbaı bâtıni olan kalb de temiz olması lâzımdır.
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkmayacak bir halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç?” (En’am: 123)
Meyyit gibi olan insanların kalbine Cenâb-ı Hakk bir nur ihsân edip ihyâ ediyor. Artık o kalbin sahibi doğru yoldan ayrılmaz.
“Elif lâm mim. Bu kitabdır ki, kendisinde (Allah katından gönderilmiş olduğundan) hiç şüphe yoktur. O takvâ sahibleri için doğru yolun tâ kendisidir.” (Bakara: 1-2)
Kur’an, ehl-i takvâ için hidayettir. Ehl-i takvâ, görmediği şeylere iman eder. Ferâiz-i ilâhiyeyi de ifâ ederler ve Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği erzaktan bir kısmını fukaraya verirler. İşte ehl-i takvâ bunlardır. Hidayet ehli bunlardır. Dünya bu gibi insanlar için ışıktır, karanlığa gitmezler ve ahiret gününe de yakîn hasıl ederler.