“Ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben müşriklerden değilim.” (En’am: 79)
“De ki: ‘Benim namazım da ibadetlerim de, hayatım ve ölümüm de âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.’” (En’am: 162)
Dilimizden dökülen bu niyazların çınladığı yer, Hacer annemizin ulvi adımlarına sahne olan Safa ve Merve tepelerinin arasında kalan mekândı. Bu güzel sözler sa’y yapan kardeşlerimizin uğultusuna karışıyor, öyle dokunaklı bir hâle bürünüyordu ki sanki yeni müslüman olmuşçasına ruhlarımızda bir tazelik hissediyorduk. Bu Ramazan umresini lütfeden Rabbimize gönül diliyle şükürler yağdırıyorduk. Uçsuz bucaksız bir hamdin inleyişleriyle yüreğimiz kabardıkça kabarıyordu. İstiyorduk ki adımlarımız Hacer annemizin adımlarına raptolsun.
Hacer Vâlidemiz İbrahim Aleyhisselâm tarafından Kâbe-i muazzama’nın yerinin yukarısına bırakılır. O sıralarda, orada insan yerleşmemiş ve su da yoktur. Derin bir ıssızlıkta bebeğiyle yapayalnız kalan Hacer Vâlidemiz İbrahim Aleyhisselâm’a “Bunu Allah mı emretti?” diye sorar. İbrahim Aleyhisselâm’ın tasdiki karşısında “Öyle ise Allah bizi korur, bırakmaz.” der. Daha sonra susuzluktan ağlayan bebeğine su bulabilmek maksadıyla Safa tepesine çıkar, bulamayınca Merve tepesine çıkar. Yedi defa böylece gider gelir. Merve’ye çıkınca bir ses duyar. Şimdiki zemzemin olduğu yere bakınca bir kuşun ökçe veya kanadı ile oranın toprağını eşerek suyu meydana çıkardığını görür. Hacılar Safa ile Merve arasında sa’y yaparak bunun hatırasını canlandırırlar. Böylelikle müslümanlar kıyamete kadar tevekkülün eşsiz güzelliğini yaşatacaklardır.
“Safa ile Merve Allah’ın nişanelerindendir.” (Bakara: 158)
“Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti açıklayan, hakkı ve bâtılı birbirinden ayırt eden Kur’an o ayda indirildi. Şu halde sizden her kim o aya erişirse oruç tutsun.” (Bakara: 185)
Onbir ayın sultanına kutsal topraklarda “Hoş geldin!” diyorduk. İslâm nurunun doğduğu bu güzel diyarlara ayak basmakla ruhumuzu sarmalayan yakıcı feyiz rüzgârı maddeye âit herşeyi içimizden koparıp alıyordu. Yelin geride bıraktığı katıksız bir iman aydınlığıydı. Kâbe-i muazzama’nın nurundan akseden bir aydınlıktı bu. Baş gözüyle Beyt-i Azam’ı anlamak ne mümkündü! Ramazan dolayısıyla daha da yoğun olan insan seline kendimizi bırakıyoruz. Ahenkle dönen halkaya inen rahmet pınarının, mâsivayla dolu kirli kalbimizi yıkayacağı ümidiyle dönüyorduk. Kardeşlerimizin sesli yakarışları birbirine karışıyor, belki semalara eşsiz duâ buketleri halinde çıkıyordu. Tavafta, dudakların kilitlenip, kalplerin konuştuğu derin sessizliğe gökyüzünde daire çizen kuşlar eşlik ediyor, bu sessiz güzellik gönlümüze eşsiz bir sevgi bırakıyordu.
Ramazan âdeta burada bir maraton gibi koşuşturmalarla yaşanıyordu. İftar, sahur, teravih namazları, umre için mikata gitmeler, tavafler... Aman yâ Rab o ne tatlı telaştı! Dünya telaşı değil, ahiret telâşı...
Ramazan geceleri orada adeta gündüz gibiydi. Caddeler ışıl ışıl, dükkânlar açık. Gecenin ikisinde kaldırımlar insan dolu, arabalar vızır vızır... Gece yarısı Kâbe ayrı bir güzelliği yansıtıyordu.
Hele bir de kristal gibi inen yağmur damlalarının altında tavaf yapmak! İçimdeki o tatlı sevinç, yağmur altında ıslanmak için ellerini, avuçlarını açan Arap çocuklarının coşkusuyla bütünleşiyordu. Bu nadir gerçekleşen hadise neticesinde Harem-i şerif bayram havasına bürünüyordu.
Öğle ile ikindi arası güneşin hararetinden ötürü tavaftaki yoğunluk az oluyordu.
İkindiyle akşam arası ise Harem en hareketli saatlerini yaşıyordu. Sofralar kuruluyor, hurmalar, pideler, yoğurtlar dağıtılıyor. Dünyanın neresinde bu kadar çok veren ellere şahit olabilirdik? Gün kızıl rengine boyanırken tavaftaki insan kalabalığı neredeyse haremin merdivenlerine yaklaşıyordu.
İftar saatinde binlerce el açılıyor ve zamanın adı duâ oluyordu, tâ ki o yanık ezan sesine kadar... Sonrasında sofralarımızın has yemekleri; hurma ile pidenin lezzetine dalıyorduk.
Teravih namazları ise iki saat kadar sürüyor, muhteşem bir Kur’an-ı kerim ziyafeti veriliyordu. Bu ziyafet son on gece Medine-i münevvere’de kıldığımız teheccüd namazlarıyla katmerleşiyordu.
Peygamber şehri Medine vakarlı ve sessiz çehresiyle bizlere kucağını açıyordu. Yeşil kubbe milyonlarca Peygamber âşığını ağırlıyordu.
“Esselatu Vesselamu aleyke Yâ Resulellah!”
“Esselatu Vesselamu aleyke Yâ Habibellah!” nidaları yükseliyordu, Ravza-i mutahhara’dan. O sıcak atmosferde en büyük arzumuz Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gerçekten ümmet olabilmekti.
Mescid-i nebevî’yi inleten hıçkırıklarla dolu bir hatim duâsıyla Ramazan’a elveda diyorduk, daha nice Ramazanları en güzel şekilde ağırlamak dileğiyle!
Ramazan-ı şerif umresinde duyulan hazlar böyle olursa; Hacc günlerinde duyulan hazların güzellik ve neşvesini kaleme dökmek hiç mümkün olmasa gerek!
“Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur, sen herşeyi duyan ve bilensin.” (Bakara: 129)