Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“-Müferridler yarışı kazandılar!”
“-Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?”
“-Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Hâkim)
Hakikat Dergimizin 79. sayısında “Saâdet-i Ebediye’nin yarışını kimler kazandı?” başlığı altındaki yazıda geçen iki Hadis-i şerif’in mânâsının okuyanlar tarafından anlaşılmadığı görülünce, anlayabilecekleri bir tarzda izah etmemiz zaruri oldu. Lüzumuna binaen tekrar neşrediyoruz.
Cenab-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır. Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasında yol sarp ve meşakkatlidir. Amelini halis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah basirdir, her şeyi her yapılanı görür.”
Şimdi bu Hadis-i şerif’i izah edelim:
Yani daima Kelime-i tevhid’le meşgul ol.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde:
“İmanınızı yenileyiniz. “Lâilahe illallah” Kelime-i tevhidini çokça söyleyiniz.” buyurmuşlardır. (C. sağir: 3581)
Yaratılmışlar “Lâ”dan ibarettir. “İllâllah”ta kalabilmek için dâima Kelime-i tevhid’i yâdet, imanını yenile.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Bir kimse hulûs-u kalp ile ‘Lâilâhe illâllah’ derse cennete girer.” (C.sağîr)
Bir kardeş rüyasında bir adama: “Lâilâhe illâllah” deyip deyip yumrukla vuruyormuş. Öyle ki adam bir kuş kadar küçülmüş. Bıraktığında yavaş yavaş yine büyümeye başlıyormuş.
Düşman düşmandır, hemen karşına nefis dikilir. Dünya denizi de zaten seni bekliyor.
Allah-u Teâlâ’dan gafil kaldığın anda gemin su alır batarsın. Daima yenilemek lâzım ki, gemi o dünya denizine batmasın. Hele bugün! Biraz uyudun mu battın gitti. O batanlar çok konuşur, fakat battığını bilmez.
Gafil olursan dünya denizine batarsın, bir daha çıkamazsın, boğulup gidersin. Ebedi hayatın yok olur. Dünyaya batanlar bir daha kolay kolay çıkamıyor. Arâyiş-i kâzibeden kurtulmak için bu Hadis-i şerif’i gerçekten yaşamamız gerekiyor
Nitekim Abdülkâdir-i Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bir kurtarıcı olarak ellerinden tutar, dünya denizinden çeker çıkarır.” (Fethür-Rabbani. 5.Meclis)
Bu sözler ve bu nasihatlar da dünya denizinden tutup çıkarmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Siz kendisine dünyaya rağbet göstermemek ve az konuşmak hasleti verilmiş bir kimse gördüğünüz zaman ona yaklaşınız (sözlerini dikkatle dinleyiniz). Çünkü o kimse hikmetli söz söyler.” (İbn-i Mâce: 4101)
Ahirete taalluk eden bütün sermayeni topla, çünkü bir daha dönüşü olmayan bir yola çıkıyoruz.
Kiralık evlerde oturmakta olan kiracıların bir evden bir eve taşınırken bütün eşyasını beraberinde götürüp, sevdiği mallarından bir tek halı, bir tek havlu bile bırakmayacağı herkesçe bilindiği halde; her şeye muhtaç olan kabir evine gidenlerin, sevdiği eşyalarından kısmen olsun beraberinde bir şey getirmemeleri gerçekten hayret verici bir durumdur.
Halbuki sen ebedî bir sefere çıkıyorsun, bir daha dönüş de yok. Ahiret için tarlanı dünyada ek ki, orada azığın hazır olsun. Yolcu olduğunu unutma. Çantan elinde bulunsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!” (Tirmizi)
Bir insanda bu halin bulunması çok faydalıdır. Çünkü garip insan kötülük yapamaz. Yolcu ise eline çantasını almış yol almakla meşguldür. Sonra kabirde bulunanların hali ile hallenmemiz tavsiye ediliyor. Şimdiden kabre girmiş gibi. Çünkü ölüme mahkûmuz.
Nefis ölmeyi hiç istemez. Onu bu hususta terbiye etmek için birinci planda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Orada eyvah dememek için insan dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini, niçin yaratıldığını ve ne yapmasının gerektiğini şimdiden düşünmeli, vukuu muhakkak olan ölüm için elde fırsat dilde ruhsat varken hep hazırlıklı bulunmaya çalışmalıdır. Kazanıldığı zaman, ebedi bir hayat kazanılmış olacak.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr: 18)
Çanta elinde hazır olsun. “İrcıîy!” davetinin ne zaman geleceği belli değil, amma gelecek. Her nefes insanı kabre çekiyor, ömür tükeniyor. Ölüm ve kabir için hazırlıklı olan kimse, ölümden irkilmez. Davet geldiği zaman hemen göçer. O zaten teslim olmuştu, emir bekliyordu, emir de geldi.
Kalanla giden arasında bir gün fark var. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz yarın alttayız. Bugün yataktayız yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de emir bekliyoruz.
Hayat yolculuktur, sen yolcusun. Yapabildiğini yap, bugünkü işini yarına bırakma.
Âlem-i berzaha gidiyorsun, yolculuk uzun olduğu gibi dönüşü de yok. Çantayı sakın bırakma, bıraktığın anda davet gelebilir. Hazırlıklı bulun, vasiyetini yapmayı da unutma.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Rabbim! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve sâlih amel işlerim.” (Müminun: 99-100)
Demek orada hiç fayda vermeyecektir. Çünkü Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Hayır! Bu söylediği sadece kendi lâfıdır. Tekrar diriltilip kaldırılacakları güne kadar, önlerinde geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah vardır. “ (Müminun: 100)
Dönüşü olmayan ahiret gününde hafif olmak, hiç şüphesiz ki bahtiyarlıkların en büyüğüdür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“-Müferridler yarışı kazandılar!”
nb“-Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?”
“-Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar.
Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Hâkim)
Bu müferridler iki türlüdür:
Birincisi ahiret müferridi.
İkincisi dünya müferridi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bu Hadis-i şerif’lerinde tarif buyurduğu müferridler ahiret müferridleridir.
Dünya müferridlerini de biz açacağız size.
Ahiret müferridleri bütün benlikleri ile âlemlerin Rabbine yönelmişler, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nurlu yolu üzerindedirler. Dünya malının ağırlık olduğunu, hesaba mucip olduğunu bilirler. Onlarda hiç dünya malı bulunmaz. Dünyada iken yavaş yavaş dünya yüklerini sırtlarından attıkları için hesapları kolaylaşmıştır.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim.” (Buhârî)
Allah-u Teâlâ’nın zikrine öylesine dalmışlardır ki, rikkatli bir kalp ile yalnız şunu isterler:
“Allah’ım! Rızânı ve hoşnutluğunu diliyoruz. Bize o rikkatli kalbi ver ve o kalp ile yürüt.”
Onlar Allah-u Teâlâ’dan hiçbir şey istemezler. Onlarda başka bir arzu yoktur ve yaşamaz.
Allah-u Teâlâ murad ederse kulunu istediği gibi hallendirir, o halleri O koyar ve o kul o hallerle hemhâl olur.
Bu hale vâsıl olanlar çok az kişidir, âdeta tek kişi.
Gerçekten Allah-u Teâlâ insanları inceden inceye suale tâbi tutacak ve zerreden hesaba çekecek.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman!
Yer bütün ağırlığını dışarıya çıkardığı zaman. İnsanın: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman!
İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir.
Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.
O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhî divana) çıkarlar.
Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzâl: 1-8)
İnsanoğlu başıboş bırakıldığını zanneder. Halbuki iş onun sandığı ve düşündüğü gibi değildir. Kıyamet gününde ona soracak ve yaptıklarının cezasını görecektir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Fakat o, sarp geçidi geçmeye katlanamadı. Sarp geçidin ne olduğunu bilir misin?” (Beled: 11-12)
Allah-u Teâlâ bu sarp geçidin ne olduğunu sormakla engelin büyüklüğünü ve aşmanın güçlüğünü beyan buyurmuş oluyor.
İnsanla cennete varan yol üzerinde bulunan bu sarp geçit, ancak Allah-u Teâlâ’nın bahşedeceği imanla aşılabilir. Kullarına karşı engin merhamet sahibi olan Allah-u Teâlâ bu geçidi katetme yolunu da göstermiş oluyor.
Bu sarp geçidi geçmesi, yokuşu açması için Allah yolunda cömertlik yapması, bu uğurda gayret sarfetmesi gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ bu sarp geçidi aşmada imanın en büyük âmil olduğunu, müminlerin birbirine Allah yolunda zahmet ve güçlüklere tahammül etmeleri için sabrı tavsiye etmelerini, mahlûkata merhamet hususunda birbirine tavsiyede bulunmalarını beyan buyuruyor:
“Sonra iman edenlerden olmak, birbirine sabrı tavsiye edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır.
İşte bunlar sağ tarafta yerlerini alan sağın adamlarıdır.” (Beled: 17-18)
Bu Âyet-i kerime’lerde yapılan iyiliklerin, amel ve ibadetlerin ancak imanla birlikte yapıldığı takdirde menfaat vereceği belirtilmektedir.
Kitapları sağ tarafından verilecek olan Ashâb-ı yemin, hem kendilerine hem de başkalarına huzur ve menfaat veren kimselerdir.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Asır sûre-i şerif’inde buyuruyor ki:
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (Asır: 1-3)
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor. İnsan iman edip amel etmezse, o iman onu kurtaramıyor.
Kişi iman etmekle beraber, amel-i sâlih işlerse, Hakk’ı bilir Hakk’ı tavsiye ederse, Hakk’ta sabreder ve sabrı tavsiye ederse hüsrandan kurtulmuş oluyor.
Buradaki sabır, kötülüklerden içtinab etmek ve ettirmektir.
Bu Asır sûre-i şerif’inde öyle incelikler var ki, Allah-u Teâlâ lütfetmeyip hiçbir Âyet-i kerime indirmeseydi, nizam-ı ilâhî için bu sûre-i şerif kâfi gelirdi.
Buna rağmen yine herkes tehlikededir. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük tehlike üzerindedir.” (K. Hafâ)
Bu Hadis-i şerif’e bakılırsa durum cidden çok korkunçtur. Bu korkunçluğu arzedeceğimiz ikinci Hadis-i şerif daha bariz bir şekilde belirtmektedir.
Bu helâk olanlar kimlerdir? Sayıları ne kadardır?
Bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh- Hazretlerinden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“(Kıyamet günü) Allah Tebâreke ve Teâlâ: ‘Ey Âdem!’ buyuracak. O da icabet ederek: ‘Buyur Yâ Rabbi! Buyruğunu bekliyorum. Bahtiyarlık ve her hayır senin emir ve fermanında tecelli eder.’ diyecek.
Allah-u Teâlâ: ‘Cehenneme gidecekleri seç.’ buyuracak. Âdem Peygamber: ‘Cehenneme gönderileceklerin sayıları ne kadardır?’ diye soracak. Allah-u Teâlâ: ‘Binde biri cennete, dokuzyüzdoksandokuzu cehenneme!’ diye cevap verecek.
Cenab-ı Hakk Âdem peygambere böyle buyurduğu sırada, bunu duyan çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek.
Ve o anda mahşer halkını sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Buharî. Tecrid-i Sarih: 1373)
Bu öyle bir duyuruş ki; bir taraftan Âdem Aleyhisselâm’a duyuruyor, bir taraftan halka duruyor, bir taraftan da kıyamet kopuyor. Bu öyle bir andır.
Allah-u Teâlâ bu Hadis-i şerif’leri teyid eden bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa, O’na yaraşır şekilde öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imran: 102)
Bu Âyet-i kerime karşısında bir âlim değil, bir veli değil, peygamberler dahi korktu.
Yusuf Aleyhisselâm Hazret-i Allah’a münâcât yaparken:
“Allah’ım! Müslüman olarak ruhumu al ve beni sâlihler zümresine kat!” diye niyaz etti. (Yusuf: 101)
Bir peygamber iken Allah-u Teâlâ’ya sığınıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Sizden hiç kimse amel ve ibadeti ile kurtulamaz.” buyurdular. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz “Sen de mi yâ Resulellah?” diye sordukları zaman “Evet” buyurdular, “Meğer Allah-u Teâlâ rahmeti ve fazlı ile beni koruya.” (Müslim)
Demek ki bir insanın kendisine dayanması, kendisine güvenmesi, ibadetlerini ileri sürmesi en büyük cehalettir. Bu güvenenlerin hepsi, nefis putuna dayanmaktan ileri gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır.” (Ebû Davud)
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa yani Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmetine âittir.
Yetmişiki fırka cehenneme giriyor. Acaba sen hangi fırkadansın bir düşün!
Amel ve ibadetlerde ihlâs üzere bulunmak, her işte yalnız Allah rızâsını gözetmek, O’nun rızâsından başka şeyleri karıştırmamak şarttır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ve yalnız Rabbine rağbet et!” (İnşirah: 8)
O’nun dışındaki sebep veya gayelerde duraklayıp kalma, başka maksada bağlanma, bütün niyet ve çalışmalarında ancak O’na yönel. Allah için çalışana Allah yeter.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O gün ki ne mallar fayda verir, ne de oğullar. Meğer ki Allah’a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuarâ: 88-89)
Ahirette geçer para kalb-i selimdir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Dini Allah’a has kılarak ihlâs ile kulluk et. Dikkat edin, halis din Allah’ındır.” (Zümer: 2-3)
Allah-u Teâlâ kendi rızâsına mahsus olandan başkasını kabul etmez.
İmam-ı Şârani -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin kırkbin Hadis-i şerif’ini ezberledim. Sonra onların içinden kırkını seçtim. O kırklar içinden dördünü, dördünün içinden de birini seçtim. Eğer bununla amel edersem kurtulacağıma kanaat getirdim.
Buyururlar ki:
“Dünyada kalacağın kadar dünya için çalış. Ahirette kalacağın kadar ahiret için çalış. Allah’a muhtaç olduğun kadar Allah için amel işle. Cehennem azabına tahammülün nisbetinde da orası için çalış.”
Dünya hayaldir, ne ki varsa serî’üz-zevaldir. Ahiret de ebedîdir. Şu halde ebedi hayatının sermayesi için çalış.
Nitekim Allah-u Teâla Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvâdır.” (Bakara: 197)
Allah-u Teâlâ dünya hayatında yolculuk için kullarına azık edinmelerini emredince, ahiret için de azık edinmelerinin yolunu göstermektedir.
Âyet-i kerime’den anlaşıldığına göre; insan için iki yolculuk kararlaştırılmıştır. Birisi dünyada yolculuk, birisi de dünyadan yolculuktur. Dünyada yolculuk için yiyecek, içecek, binecek ve gerektiğinde harcayacak azık lâzım olduğu gibi, dünyadan yolculuk için de azık lâzımdır. Bu da mârifetullah ve muhabbetullahla, O’nun hıfz-u himayesi altına girmekle olur. Bu takvâ azığı diğerinden daha hayırlıdır.
“Ey akıl sahipleri! Benden korkun!” (Bakara: 197)
Benim emirlerime aykırı davranmaktan sakının.
Allah-u Teâlâ dünya nimetlerini, dostları olan müminlere has kılmıştır. İnanmayanlar her ne kadar ortak olsalar da, bu nimetler dünya hayatında Allah’a inanan ve ibadet edenler için yaratılmıştır. Kıyamet günü ise sadece onlara tahsis edilecek, inanmayanlardan hiç kimse bu nimetlere eremeyeceklerdir. Zira cennet kâfirlere haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı süsü ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış?
De ki: Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde ise yalnız inananlara tahsis edilmiştir.
İşte biz bilen kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Â’raf: 32)
O ziynetlerin o temiz yiyeceklerin başlıcası, müminlerin istifadesi için yaratılmıştır. Mümin olmayanların bunlardan bu dünyada istifade etmeleri ise geçici bir zamandır. Ahirette bu nimetlere iştirak edemeyecekleri gibi, birçok cezalara ve azaplara maruz kalacaklardır.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların meşru surette dünyadan faydalanması gerekir.
Allah-u Teâlâ’nın rahmet hazinelerinin sonu yoktur. O’nun dünyevî ve uhrevî bütün nimetleri birer saâdet vesilesidir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizin yanınızda olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir, tükenmez.
Sabredenlerin karşılığını, yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl: 96)
Onlar, yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını âhirette almak için sabırla beklerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler.
Bu gibi kimseler bol bir rızka nail olurlarsa şükrederler, âhiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler, kısmetlerine râzı olurlar, bunun için de âhiret mükâfatlarına namzet olurlar.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde buyurur ki:
“Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak salih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız. (Âhirette ise) mükâfatlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz.” (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip salih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânîdir.
Mümin, insanın rızkının Allah-u Teâlâ’nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaatı olmadığından, rızkı ne kadar çok ve zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip amel-i sâlih işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebut: 7)
O, Allah-u Teâlâ’ya en güzel bir şekilde ihlâsla yöneldiği için, Allah-u Teâlâ da onu dünyada en güzel bir şekilde yaşatır. Her şeyden önce ona huzur verir, ona her şeyin en güzelini ihsan ve ikram eder. O, Allah-u Teâlâ’yı seçmiş. Allah-u Teâla da onu dünyada seçmiş, dünyasını cennete çevirmiş, her şeyi ile beşeriyete numune kılmış.
Bir Âyet-i kerime’sinde:
“Salihlerin işini O görür.” buyurmaktadır. (A’raf: 197)
Binaenaleyh onlar hem dünyada gönül cennetindedirler, ahirette ise zâhiri cennetin içindedirler. Bu zâhiri cennet de oraya buradan intikal ediyor.
Bu husus çok mühimdir.
Kişi dünyada kiminle ise, ahirette de onunladır. Sevenler orada beraber olacaktır. Yaşayan bunun için yaşasın, ötesi hep boş. Fakat insan bu boşluğu ölünce anlayacak. Gerçekten de ötesi boşmuş, amma iş işten geçti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O günde ki bütün gizli sırlar meydana çıkar.” (Târık: 9)
İşte o gün gözleri tam açılır.
Bu beyanlardaki gayemiz; kişi kendisini aynada görsün ve gideceği yeri de şimdiden bilsin.
Nitekim Resulullah -salallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” buyurmuşlardır.
O kişi bu hayatı tercih etmişti, bu hayatın neticesi de budur.
Hakk katında yakınlık kazanmış, mânevî olgunluğa ermiş olan öncülerin son nefeslerindeki durumları hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ölen kişi Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti var.” (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister, Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.
Diğer bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurur:
“Muhakkak ki Ebrar’ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir.”
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ’nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var?
Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhiden şu hitapla taltif edilirler:
“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabbine. Gir salih kullarımın içine, gir cennetime!” (Fecr: 27-28-29-30)
Bu hitap ona hem vefat anında hem de kıyamet gününde söylenir.
Mutmain nefis; Hakk’ta karar kılmış, yakîn serinliğinin yatıştırmış olduğu nefistir.
Ruhları alınırken hiçbir sıkıntı görmeyecek olan bu gibi kimseler hakkında Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer sağcılardan ise; ‘Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!’ denir.” (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
Onların bir mükafatı da meleklerin iltifatlarıdır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler iner ve derler ki:
(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin!
Biz dünyada da ahirette de sizin dostlarınızız.
Çok bağışlayıcı, çok rahmet edici Allah’ın bir fazl-u keremi olarak canlarınız neyi isterse hepsi sizindir, ne isterseniz hepsi sizin!” (Fussilet: 30-32)
Melekler böylece onların bu yeni hayata intibakları sırasında onlara yardımcı olurlar. Kabirdeki yalnızlıklarında, Sur’a üfürülüş esnasındaki durumlarda kendilerini teselli edeceklerini, Allah-u Teâlâ’nın kendileri için her türlü üzüntü ve kederden yana emniyet altında olmayı takdir buyurduğunu müjdelerler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar meleklerin: ‘Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin!’ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.” (Nahl: 32)
Onlar böyle bir takdir ve övgüye lâyık olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Nâziat sûre-i şerif’inde bazı melek grupları üzerine yemin ederken can alan melekleri de katmış ve:
“Andolsun yavaşça çekenlere!” buyurmuştur. (Nâziat: 2)
Müminlerin canlarını ise şefkat ve merhametle, sühulet ve yumuşaklıkla, rahatça ve usulca, sanki çözülmesi kolay bir düğümü çözer gibi kolayca alırlar.
•
Mümin bir kulun ahiret yolculuğu Hadis-i şerif’lerde şöyle izah edilmektedir:
Mümin bir kula ölüm anında gökten, yüzleri güneş gibi parlayan melekler inerler. Beraberlerinde cennet kefenlerinden bir kefen ve cennet kokularından bir koku vardır. Görüş ufkunu dolduracak şekilde mümini kuşatarak otururlar. Sonra ölüm meleği gelir, başucunda oturur.
“Ey temiz ve güzel ruh! Allah’ın mağfiretine ve hoşnutluğuna yönelerek bedenden çık!” der.
Ruh, su kabının ağzından damlanın aktığı gibi akarak çıkar. Can alındıktan sonra melekler bir lâhza dahi ruhu ölüm meleğine bırakmayarak cennet kefenine sararlar ve cennet kokusuna daldırırlar.
Onu yükseltirler. Rastladıkları her bir melek topluluğu: “Bu güzel ruh kimin ruhudur?” derler. Melekler ise dünyada isimlendirildiği adların en güzeli ile onu tanıtırlar. Nihayet dünya semâsına gelirler, semânın onun için açılmasını isterler ve ona açılır.
Her bir semânın mukarrebûn melekleri müminin ruhunu karşılayıp onu bitişiğindeki semâya uğurlarlar. Böylece yedinci semâya ulaşırlar.
Allah-u Teâlâ Hazretleri: “Kulumun amel kitabını illiyyin’de yazın. Onu yeryüzüne geri döndürün.” buyurur.
Bu noktada Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Sizi topraktan yarattık, ölümünüzden sonra yine O’na döndüreceğiz ve sizi tekrar oradan çıkaracağız.” (Tâhâ: 55)
Âyet-i kerime’sini okumuştur.
Ruhu cesedine iade edilir. Bu arada kendisini defnedip dönenlerin ayak seslerini işitir.
Kabir tarafından bir dost gibi karşılanır. Kabirde müminin namazı baş ucuna, zekâtı sağ tarafına, orucu sol tarafına, sadaka, akraba ziyareti, iyilik... gibi hayırları da ayak tarafına gelir yerleşir.
Bu sırada Münker ve Nekir adlı sual melekleri gelirler. Başucundan geldiklerinde namazı, sağ tarafından geldiklerinde ise zekâtı, sol tarafından geldiklerinde orucu, ayak tarafından geldiklerinde ise hayırları, “Bizim tarafımızdan yaklaşmak mümkün değildir.” derler. Bunun üzerine mümine oturmasını ve suallerine cevap vermesini söylerler. O da: “Beni bırakın da namaz kılayım!” der. Melekler: “Namazını kılacaksın, fakat şimdi suallerimizi cevaplandır.” derler. Mümin de endişesizce: “Ne soracaksanız sorun bakalım.” der. Onlar sordukça o da cevap verir.
- Rabbin kim?
- Allah!
- Dinin ne?”
- İslâm!
- Muhammed Aleyhisselâm kimdir?
- Ben şehadet ederim ki, Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın kulu ve Resulü’dür.
Bu cevaplardan sonra melekler:
“Biz senin dünyada da böyle söyleyip kalbinle tasdik ettiğini bilirdik” derler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah imân edenlere hem dünyada hem de ahirette o sabit söz üzerinde daima sebat ihsan eder.” (İbrahim: 27)
Âyet-i kerime’sini okumuş ve müminin kabirde Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah’ın Resulü olduğuna şehadet etmesinin, Allah-u Teâlâ’nın hem dünyada hem ahirette o sabit söz üzerinde tutması olduğunu haber vermiştir. (Buhâri)
Dünyada imanda sebat eden bir mümin, ne kayar ne de fitneye uğratılır. Ahirette de melekler soru sorduğunda tereddüt etmez. İnançlarında şüphe yoktur ki cevaplarında şaşkınlık ve hayret olsun.
Bu sırada nur yüzlü, güzel elbiseli, hoş kokulu birisi gelir. “Seni cennetle müjdelerim.” der. O da “Allah seni hayırla mükâfatlandırsın, sen kimsin?” diye sorar. “Ben senin sâlih amelinim.” diye karşılık verir.
Bundan sonra kabir, göz alabildiğine enine ve boyuna genişletilir. Cehennem tarafına bir pencere açılır ve bu pencereden cehennemi ve cehennemin alevlerinin birbiri üzerinde şiddetle dalgalandığını görür. Ona şöyle denir:
“Ey mümin! Bir de Allah’ın bu ateşten seni koruyarak koyacağı makamına bak!”
Mümin bu defa cennetin meltemlerinin kabre dolduğu bir başka pencereden cennetin yeşil manzaralarını ve birbirinden güzel nimetleri görür. Kendisine:
“İşte bu mübarek yer senin makamındır. Samimi bir imanla yaşamıştın, bu iman üzerine de öldün. İnşaallah aynı şekilde dirileceksin. Burada rahat uyu istirahat et.” denilir.
O da onlara şöyle der:
“Bu mesut hayatımı gidip ehl-ü ıyâlime haber veriniz.”
Melekler ise şu karşılığı verirler:
“Allah seni şu mübarek kabrinden diriltinceye kadar aile halkının kendilerine en sevgili olanı tarafından uyandırılan gelin ve güveyin uykusu gibi uyu.”
Müminlere ahirette amellerine göre nur verilecek, yüzleri de gece karanlığındaki ayın parlaklığı gibi parlayacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde itaatkâr müminlerden ve nurlarından haber vererek şöyle buyurmuştur:
“O günde erkek müminlerle kadın müminleri önlerinden ve sağlarından nurlarını koşarken görürsün.” (Hadid: 12)
Onlara şöyle denilir:
“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir.” (Hadid: 12)
“İşte büyük kurtuluş budur!” (Hadid: 12)
Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi?
İşte geldik işte gidiyoruz. Bu nur dünyada kazanılır, dünyadan ahirete intikal eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
•
Dünyada iken küfür ve diğer günahlardan nefsini sakındıran muttaki kullar cennette bağlar ve bahçeler içinde, akan pınarların kenarlarında refah ve saâdet içinde yaşarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Muttakiler Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar.
Çünkü onlar bundan önce dünyada güzel davranırlardı.” (Zâriyat: 15-16)
Bu pınarlar o bahçelerde gezilebilecek yerlerin sonuna kadar akar. Orada hiç kimse susuzluk görmez ve hiç susamaz. İçmek isteyen zevk için içer. Bu pınarların akışını seyretmek bile insana ayrı bir huzur verir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Orada birbirlerinden kadeh alıp verirler. Amma onu içenler ne boş bir söz söylerler, ne de günaha girerler.” (Tur: 23)
Kendilerine içilecek şeylerin en vasıflısı, en güzeli takdim ediliyor. Sunulacak kadehler de suyun vasfı ile vasıflanmıştır. Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde, akıp duran ırmaklar şaraplarla doludur.
“O içkide ne sersemletme vardır, ne de onunla sarhoş olurlar.” (Saffât: 47)
Tadı gibi rengi de güzeldir. Çok nefis ve lezzetlidir. Başağrısı yapmaz, şuuru zedelemez, aklı gidermez. Tatlı bir rehavet ve uzun süre neşe verir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde “Ebrar” adı verilen müminlere bahşedilecek ikram ve ihsanları arzederken şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine ağzı kapalı, mühürlü, saf bir içki içirilir. Sonunda misk kokusu bırakır.” (Mutaffifin: 25-26)
Onun içine hiçbir şey karışmamıştır, tortusu yoktur. Allah-u Teâlâ onlara o içkiyi öyle güzelleştirmiştir ki, sonunda misk gibi olur. Mühürlü olması, içecek olanların şerefini artırmak içindir. Bu mühürleri ancak kendileri açabileceklerdir. Bu ise ona ihtimam gösterildiğini belirtir.
Çünkü onlar dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih ettiler, yalnız O’na ihtimam gösterdiler. Allah-u Teâlâ da bunu bildiği için bu ikramı yalnız onlara yapıyor.
Böyle pek nefis bir nimete nail olanlara elbette imrenmek gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Yarışanlar bunun için yarışsınlar, imrenenler buna imrensinler.” (Mutaffifin: 26)
Asıl imrenmenin dünyada iken olması gerekir. Onun Hazret-i Allah’a ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bağlılığına imren ki, bu lütuf ve ihsana nail ve mazhar olasın.
Âyet-i kerime’de geçen saf içkinin bir vasfı da:
“Onun karışımı tesnimdendir.” (Mutaffifin: 27)
“Tesnim” cennet içkilerinin en güzeli, en üstünü ve en değerlisidir. Cennetin gayet yüksek yerlerinden geldiği için Tesnim denilmiştir.
“Ebrar” olanlara o saf içkiden içirileceği zaman içine Tesnim’den de bir miktar karıştırılır. Katık olarak verilir. Bu da onlar için büyük bir lütuftur.
Tesnim’i katıksız olarak içmek Allah-u Teâlâ’ya yaklaştırılmış olan “Mukarreb”lere mahsustur.
•
Cennet şaraplarının en güzeli ve değerlisi olan Tesnim’den “Mukarreb”ler saf olarak aynen içerler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bu öyle bir pınardır ki, ondan sadece Allah’a yakın olan Mukarrebler içer.” (Mutaffifin: 28)
Çünkü onlar dünyada iken saftı, temizdi ve güzeldi. Çünkü onlar güzel ile idiler, kalplerinde yalnız O’nun muhabbetini yaşatırlardı.
“Biz sadece Allah’a rağbet edip gönül bağlayanlardanız.” diyenler onlardır. (Tevbe: 59)
“Rablerine gönülden boyun eğenler.” de onlardır. (Hud: 23)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır. İhlâsı kalbine döktüğü kullardır.
Bir Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“İhlâs sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiklerimin kalbine koyarım. Melek yazmak için, şeytan da ifsad etmek için ona muttali olamaz.”
İşte o sır sebebi ile bu esrâra vâkıf olurlar. Onların mertebesine artık hiçbir kimsenin çıkması mümkün değildir.
Dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih edip, yalnız O’na rağbet edip, O’nunla beraber olmak istedikleri gibi; Allah-u Teâlâ da şimdi onları tercih etmiş, onlarla beraber olmak istiyor.
Bu mânevi kurbiyete mazhar olmayanlar o pek güzide pınarın suyundan içmek şerefine nail olamazlar.
Çünkü o dünyada iken başka yerlerden lezzet alıyordu. Bunlar ise yalnız Hazret-i Allah’tan lezzet alanlardır.
Tesnim adı verilen bu pınar Mutaffifin sûre-i şerif’inin 25. Âyet-i kerime’sinde geçen “Ağzı mühürlü saf içki”den daha üstün ve daha güzeldir.
Onlar nasıl ki has olarak Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a yönelmişlerse, Allah-u Teâlâ en hasını da onlara bahşeder. Bu onlara bir ikram-ı ilâhîdir.
“Siz saf ve temiz bir kalp ile beni seçmiştiniz, ben de en saf ve en temizini size ikram ediyorum.”
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Rableri onlara tertemiz bir içki içirir.” (İnsan: 21)
Bu doğrudan doğruya âlemlerin Rabbi tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu, Cemâlullah’a kavuşma neşesidir.
Ve onlara şöyle denir:
“Bu sizin için bir mükâfattır, çalışmalarınız mükâfata lâyık görülmüştür.” (İnsan: 22)
Çalışanlar Allah-u Teâlâ’nın verdiği sermaye ile çalışırlar, eğer O sermaye koymazsa sen çalışamazsın. Çalışırsın, fakat nefsinle çalışırsın.
Allah-u Teâlâ senin kalbine sermayesini ihsan ederse, O’nun lütuf sermayesi ile O’nunla alış-veriş yapabilirsin, ibadet-taat yapabilirsin.
Bütün iyilikler Allah-u Teâlâ’dan gelir, O’ndan gelmeyince bu da bulunmaz.
Allah-u Teâlâ onlara o lütfu ihsan buyurmuş, o lütuf ile O’nunla alış-veriş yapıyor. En güzel alış-verişi de onlar yapıyor. Ondaki para kimsede bulunmaz.
Mukarrebler Huzur-u İlâhî’de bütün mertebelerin ilerisinde bulunan öncülerdir.
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar. İşte onlar (Allah’a en çok) yaklaştırılmış olanlardır, naim cennetindedirler.” (Vâkıa: 10-11-12)
Çünkü dünyada da Hazret-i Allah iledir, orada da Hazret-i Allah iledir.
Tesnim onların şarabıdır. Onlar Tesnim ile kanar, onunla lezzet alırlar.
Tesnim cennet pınarlarının en üstünü olduğu gibi, mukarrebun da cennetliklerin en üstünüdür.
Ruhani cennette Tesnim, mârifetullah ve O’nun Cemâl-i bâkemâline nazar lezzetidir. Mukarrebun Tesnim’den başkasını içmezler, yani ancak Allah-u Teâlâ ile meşgul olurlar.
Dünya müferridlerine gelince;
Onlar şeytanın izindedirler. Onlar birbirleriyle şöhret yarışına çıkmışlardır. Şöhret ise âfâttır.
Bu yarışa çıkanlar bu sözlerden hiçbir şey anlamazlar.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin kıyamet gününde, oranın hâl ve ahvalini gördükleri, o büyük korkuları gözleri ile müşahade ettikleri zamanki durumlarını Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“O günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak;
‘Ey Rabbimiz! Gördük ve işittik. Bizi dünyâya geri gönder de, sâlih bir amel işleyelim. Artık biz kesin olarak inandık!’ derken bir görsen!” (Secde: 12)
Onlar fâni olan dünyayı bâki olan ahirete tercih etmişlerdi.
Dünyanın şâşâsına, gelip geçici zevklerine öyle kapılmışlar ki; hiç ölmeyeceklerini zannediyorlar, bunun için yaratıldıklarını kabul ediyorlar.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kim dünya sevabını isterse, bilsin ki dünya sevabı da ahiret sevabı da Allah katındadır. Allah işitendir, görendir.” (Nisâ: 134)
Dünyanın süsüne lüksüne kimin daha çok sahip olduğu, kimin daha müreffeh yaşadığı hakkında böbürlenirler, kibirlilik yaparlar ve bununla da iftihar ederler. Her biri nam, makam, tefahür, yeme, içme, gezme, yaşama sevdası peşinde gezerler, bunlar gururludurlar. Yollarını şimdiden cehennem üzerinde bulundururlar, bunlar cehennem yolcularıdırlar. Bunlar dünya müferridleridirler.
Oysa bakarsın ikisi de bir câmidedirler. Fakat bu müferredlerin birisi Allah ehlidir, birisi de şeytan ehlidir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)
Allah-u Teâlâ, ahirete müteveccih olmayan dünya hayatının nefreti mucip âkıbetini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah’ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla türlü türlü renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin?
Sonra onlar kurur da sapsarı olduklarını görürsün. Sonra da onu kuru bir çöpe çevirir.
Şüphesiz ki bunlarda akl-ı selim sahipleri için bir öğüt vardır.” (Zümer: 21)
Allah-u Teâlâ bu ve buna benzer Âyet-i kerime’lerde gökyüzünden indirmiş olduğu suyu, bu su ile bitirmiş olduğu ekinlerin ve meyvelerin, daha sonra çer-çöp haline gelişini dünya hayatına misal olarak vermektedir.
İşte fâni dünya budur. Günleri mahduttur ve muvakkattır. Servet ve sâmânı ise emânettir. Kendisine gönül bağlayanlar için aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.
Ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insan öyle bir zamana ulaşır ki; rüzgârın saman çöpünü savurup, yerinde hiçbir şey kalmadığı gibi, ölüm gelir, ahirete alıp götürür.
“Sanki orada hiç yaşamamışlardı.” (Hud: 95)
Süflî hayat sona erer; nedamet çok, dönüşü hiç yok.
•
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.
Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ’yı zikretmek ve O’nun rızâsına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır.” (Tirmizî)
Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe müncer etmişler.
•
Dünya vasıta, ahiret gaye hayattır. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve gaye hayat olan ahireti unutturmaması gerekir.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedi olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir.
Allah’ın yanında bulunanlar ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır.
Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine tevekkül edip güvenenler içindir.” (Şûrâ: 36)
Bu mükâfatı hak edenler Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutlar içinde ömürlerini sürdürürler, her vesile ile Rızâ-i ilâhî’yi ararlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Dünya geçimi azdır. Ahiret ise Allah’tan korkup kötülükten sakınanlar için daha hayırlıdır.
Size kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ: 77)
Bir şey zeval bulmakla karşı karşıya ise, çok bile olsa az sayılır. Hem az hem de geçici ise durum daha da değişir.
Ahiretin kendileri hakkında dünyadan daha hayırlı olacağı kimseler ise takvâ sahipleridir.
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir.
Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır, keşke bilseler!” (Ankebut: 64)
Eğer insanlar ahiretin devamını bilselerdi, dünyayı ahiret üzerine tercih etmezlerdi.
Ukbâ’yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Dünyaya muhabbet, büyük günahlardandır.” (C. Sağîr)
Dünya muhabbetine tutulanların her türlü yasağı irtikap edegeldikleri herkesin bilip kabul ettiği bir husustur.
Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kaimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” buyuruluyor. (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan, boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak oluşlarındandır.
•
Yapılan her türlü iyiliklerden, hayırlı ve yararlı işlerden, sâlih amellerden ahirette karşılık görebilmenin şartı imandır.
Kâfirler inkârları sebebiyle amellerini boşa çıkardıkları için, dünyada yapmış oldukları iyiliklerin ahirette karşılıklarını alamazlar. Amelleri, rüzgârın önündeki kül gibi yok olur gider.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Rablerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.
İşte bu, uzak sapıklığın tâ kendisidir.” (İbrahim: 18)
Dünyada iken kendilerinin hak üzere olduklarını zanneden bu bedbahtlar; hayatları boyunca yapmış oldukları iyiliklerin bir yığın kül kadar değeri olmadığını, bunlardan kendilerine hiçbir menfaat olmadığını görecekler, onlara en çok muhtaç oldukları bir zamanda yoksun kalacaklar, pek büyük bir sapıklığa düşmüş olduklarını anlayacaklardır.
Öyle ki, mahşer gününde ilâhi teraziye koymaya değecek en ufak bir iyilik bile bulamayacaklar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 9)
Kâfir, kendisine fayda sağlayacak iyilikler yaptığını zanneder. Allah-u Teâlâ kıyamet gününde onu hesaba çektiğinde ve amelleri bir bir sayıldığında, kabule şayan hiç bir şey bulunmaz.
Hakk’tan yüz çeviren kimsenin dünyadaki varlığı, serveti, iyilikleri yarın ahirette kendisine hiçbir fayda sağlamaz, onlardan istifade edemez. Karşısında inkâr ettiği, emrine ve hükmüne karşı geldiği, düşman kesildiği Allah’ı bulur.
Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Yaptıkları her işi ele alır, onu toz-duman ederiz.” (Furkan: 23)
Küfür taassubu insanın hakikatı görmesini engelleyen, basiretini bağlayan, çırpındıkça boğulmasına yol açan korkunç bir zulmettir. Kâfir bu yüzden Allah-u Teâlâ’nın hidayetinden mahrum olmuş ve karanlıklar içinde kalmıştır.
Kâfirin durumu budur. İnkâr ve sapıklık karanlıkları içinde bocalayıp durur. Gün gibi açık olan gerçekleri kabul etmemek için inadında ısrar eder. Nasıl bir zulmet içinde bulunduğunun farkına varamaz.
Kâfir, amelinden hiçbir fayda görmediği gibi, büyük bir zararını da behemehal görecektir. Amelinin esasını teşkil eden küfrü, ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olacaktır.
Kur’an-ı kerim’de şerefli olan bazı mahlûkatın üzerine yemin etmek âdet-i ilâhiyedendir.
Allah-u Teâlâ Nâziat sûre-i şerif’inde bazı melek grupları üzerine yemin ederken can alan melekleri de katmış ve:
“Andolsun söküp çıkaranlara!” buyurmuştur. (Naziat: 1)
Ölüm meleği ve yardımcıları süflî hayat yaşayanların ölümleri anında canlarını boğarcasına, son derece şiddetli ve çetin bir şekilde, parmak uçları ve tırnak altları gibi vücudun tâ derinliklerinden söke söke, çeke çeke alırlar. Sonra onlara cehennem kokusunu teneffüs ettirirler. Çok dalı ve budağı olan kızgın bir şişin yaş yünden çıkarıldığı gibi çıkarırlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ affetmeyecektir.” (Muhammed: 34)
Zira küfrün affı yoktur. Ancak dünyada iman etmekle affolunur.
“Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiçbir sevinç haberi yoktur ve: ‘(size sevinmek) yasaktır yasak!’ derler.” (Furkan: 22)
Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır. Müjde ancak müminlerin hakkıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nefislerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldığı kimseler (ölümü görünce) teslim olurlar.
‘Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!’ derler.
Melekler de onlara: ‘Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.’ diye cevap verirler.” (Nahl: 28)
Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete sürüklemişlerdir.
Onların canları cehenneme, öldükleri andan itibaren girecek, kabirlerinde cehennemin sıcak yeli kendilerini kuşatacak, kasıp kavuracaktır.
Melekler canlarını şiddetle ve zor kullanarak, vura vura çıkartmaya çalışacaklar:
“Fakat melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?” (Muhammed: 27)
Azapları gecikse gecikse, ömürleri sona erene kadar gecikebilir.
Onlar bu âkıbeti kendileri istemişlerdi, kendi elleriyle seçmişlerdi.
“Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah’ı kızdıracak şeylerin ardınca gittiler ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmadılar.
Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 28)
Kâfirin ölüm zamanı geldiğinde melekler kendilerine azabı, cezayı, zincir ve halkaları, cehennemi ve kaynar suları, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın öfkesini müjdelerler.
“Bu zalimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış: ‘Haydi canlarınızı teslim edin! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah’ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün siz horlayıcı, alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız!’ derken bir görsen!” (En’am: 93)
Kendi ruhlarını çıkarmaya güçleri olmadığı halde, meleklerin bu emirleri azaplarını, hasretlerini artırmak, onları tâciz etmek içindir.
Azap melekleri ise ruhlarının cesetlerinden çıkması için yüzlerine ve kıçlarına şiddetle vururlar.
“Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve ‘Haydi, yangın azabını tadın!’ diyerek canlarını alırken onları bir görsen!” (Enfal: 50)
O kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun gerçekte ne acılar çektiğini ve ne hasretler içinde gittiğini dışarıdakilerin müşahede etmesi mümkün değildir.
Âyet-i kerime’de “O anda onları bir görsen!” buyurulmasında büyük ibretler vardır.
Bu ayrılık anında, dünyadan kopmadan ve uzaklaşmadan dolayı öyle bir acı duyar, öyle bir ızdırap çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak önünde azaba, ardında lânet olarak o âleme sevkedilir. Yeniden dirilişinde de, mahşer yerinde haşroluşunda da bu minval üzere acılar sürer gider.
“İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.” (Enfâl: 51)
•
Bu gibi kimseler dünyadan ayrılıp ahirete yöneldiği zaman gökten siyah yüzlü melekler gelirler. Yanlarında getirdikleri can yakıcı elbise ile o kişinin etrafında göz alabildiğine bir topluluk halinde otururlar. Ölüm meleği de başucunda oturur.
“Ey kötü ve pis ruh! Allah’ın gazabına doğru bedenden çık.” der.
Ölüm meleği ıslanmış yünden kızgın şişin çıkarıldığı gibi ruhu bedeninden çıkarır alır. Ölüm meleği canı alır almaz, melekler onun elinde göz açıp kapanacak kadar bırakmaz, getirdikleri cehennemî elbiseye sararlar.
Ondan yeryüzündeki cîfe kokularının en kokmuşu gibi bir koku çıkar. Onu alıp yükselirler. Karşılaştıkları melek toplulukları: “Bu kötü ruh da kimin?“ diye sorarlar. Refakatçı melekler, dünyada iken isimlendirilmekte olduğu isimlerin en çirkini ile “Falan oğlu falandır!” der. Dünya semasına geldiklerinde, melekler semanın bu ruha açılmasını isterler, fakat açılmaz.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu kısımda;
“Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara imân etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler.
Suçluları işte biz böyle cezalandırırız.” (A’raf: 40)
Âyet-i kerime’sini okumuştur.
Bu, bir devenin iğne deliğinden geçmesinin imkânsız olduğu gibi kâfirlerin de cennete girmelerinin imkânsız olduğunu ifade eden açık bir temsildir. Ve amellerinin kabul olunmayışından kinayedir.
Onların ruhları o ulvî makamlara yükselmez.
Allah-u Teâlâ:
“Bunların amel kitabını yedi kat yerin en alt tabakasındaki mühürlü divana yazın.” buyurur.
Sonra bu kötü ruh atılır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz daha sonra şu Âyet-i kerime’yi tilâvet buyurdu:
“Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgarın bir uçuruma attığı şeye benzer.” (Hacc: 31)
İman; ulviyette sema gibidir, imandan çıkan kimse semadan düşüp de kuşların pençesi altında parçalanan ve cesedi lime lime edilen, yırtıcı kuşların kursaklarına lokma lokma giren bir kimse gibi olur.
Neticede ruh kabirdeki cesedine döner. Kabir onu şu sözlerle karşılar.
“Yazıklar olsun sana! Üzerimde gezenlerin bana en çirkini sendin. Seni şimdi teslim aldım.”
O sırada Münker ve Nekir adlı melekler gelir. Arada hiçbir engel yoktur. Onu oturturlar. Müthiş bir korku ve feryat ile oturur.
“Rabbin kim?” diye sorarlar. “Bilmiyorum!” der. “Dinin ne?” derler. “Bilmiyorum!” der. “Size peygamber olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm hakkında ne dersin?” diye sorarlar. “Onun hakkında bir şey bilmiyorum. Halk onun için peygamberdir derlerdi.” diye cevap verir. Melekler: “Senin dünyada böyle dediğini, burada da böyle diyeceğini biliyorduk.” derler.
Bu arada çirkin yüzlü, kötü elbiseli, pis kokulu birisi gelir. “Seni Allah’ın gazabı ile müjdelerim.” der. O da: “Sen kimsin?” diye sorar. “Ben senin çirkin amelinim” diye karşılık verir.
Sonra ona kör, sağır ve dilsiz bir melek musallat edilir. Elinde bütün insanların ve cinlerin kaldıramayacağı ağırlıkta demirden bir topuz vardır. Bu topuzla bir dağa vurulsa, dağ un ufak olurdu. Onunla öyle bir vuruş vurur ki, insan ve cinler hariç her canlı varlık onun bağırışını duyar.
Daha sonra onun için cehenneme bir kapı açılır ve ateşten bir yatak hazırlanır. Cehennemin kavurucu harareti kabre dolar. Kabir ona daralır da daralır, kaburga kemiklerini sıkar da sıkar.
Böylece Allah Teâlâ’nın huzurunda muhakeme olunmak üzere kabirden kalkacağı güne kadar bu azap devam eder.
İbrahim sure-i şerif’inin 27. Âyet-i kerime’sinin devamında şöyle buyuruluyor:
“Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.” (İbrahim: 27)
Bu hayatta onları hidayete erdirmeyeceği gibi, ölüm anında da kabirde de onlara yardımcı olmaz.
O dilediğini yapar, yaptığından sorumlu olmaz. İnsanlar ise yaptıklarından sorumludurlar.
Allah-u Teâlâ kıyamet günü münâfıkların durumunun nasıl olacağını açıklayarak şöyle buyurdu:
“O gün ki, erkek münâfıklarla kadın münâfıklar, iman edenlere ‘Bize bakınız, nurunuzdan alalım!’ diyeceklerdir.” (Hadid: 13)
Müminler nurlar içinde muradlarına ererken, münâfıklar karanlıklar içinde kalacaklardır.
“Onlara: ‘Dönün ardınıza da bir nur arayın!’ denilir.” (Hadid: 13)
Siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeye sebep arardınız. Şimdi dönebilirseniz dönün dünyaya da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak yoktur.
Müminler onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip, dalâletten kurtarmak istedikleri halde; onlar müminlerin inançlarıyla, ibadetleriyle hep alay etmişler, eğlenceye almışlardı, şimdi ise alay etme sırası müminlere geldi.
“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.” (Hadid: 13)
Kıyamet gününde müminlerle münâfıkların arasını ayırmak için bir sur konulur, müminler oraya varınca kapısından girerler, kapı kapanır ve münâfıklar surun arkasında karanlık ve azap içinde kalırlar.
“Münâfıklar müminlere: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ diye seslenirler. Müminler de derler ki: ‘Evet amma, siz kendinizi aldattınız, bize pusu kurdunuz, şüpheye düştünüz, kuruntu sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı.’” (Hadid: 14)
Bunlar hakikaten iman etmedikleri gibi, hiçbir zaman da müminlerle beraber olmadılar. Nurdan tiksindiler, zulmeti tercih ettiler, dalâlette kaldılar.
“Bugün artık sizden de inkâr edenlerden de fidye kabul edilmez.
Varacağınız yer ateştir. O sizin yardımcınızdır. O ne kötü bir dönüş yeridir.” (Hadid: 15)
Küfür ve nifakın cezası işte böyle müebbettir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” (Nûr: 40)
“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara: ‘İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmenizden dolayı tadın azabı!’ denilecektir.” (Âl-i imran: 106)
Dünyada şeytanın izinde, cehennem yolunda bulunarak süflî hayat yaşayanlar cehenneme ilk girdiklerinde kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek kaynar sudur. Ne fena bir ziyafettir o kaynar su!
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir.
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür.
Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’am: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir.
Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
Bir anlık azaba, bir ömrün sefâsı değmez. Ahirette bir anlık azap, bir ömrün sefâsını unutturur.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin!
Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı, kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf: 29)
Allah-u Teâlâ kâfirleri kuşatacak olan ateşi, kişiyi çepeçevre saran kapalı duvarlara benzetmiştir. Böyle bir kimse, kendisini kuşatan ateşten nasıl kurtulabilir?
Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden yüzleri kavrulur, yüzlerinin derileri soyulur.
Onlara ayrıca, tahammül edilmeyecek derecede kaynar ve fokurdayan bir çeşmeden içirilir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kızgın bir kaynaktan içirilirler.” (Ğâşiye: 5)
Bu sular karınlarındaki bağırsakları paramparça eder. Bütün bu cezalara Hakk’tan yüz çevirmeleri ve inkârları sebep olmuştur.
“Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (Yunus: 4)
Evvelce nâil oldukları nimetleri suistimal edip nankörlük yapmalarının cezasına kavuşmuş oldular.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amel defterleri soldan verilenler... Onlar ne uğursuzdurlar.
İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 41-42)
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur. O su, sıcaklığın en ileri derecesindedir ve onların etlerini eritir, iliklerine ve ciğerlerine işler. Bir kere yutunca bağırsaklarını döker.
•
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Zakkum ağacı cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Meyveleri şeytanların başları gibidir.” (Saffat: 64-65)
Bu ateşten ağaçlar onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar.
“Cehennemlikler ondan yerler ve karınlarını onunla doyururlar.” (Saffat: 66)
Zehir gibi zakkumu yiyince bu sefer hararetleri dayanılmaz bir dereceye ulaşır. Suya ihtiyaç hissedince, zebaniler onları gayet sıcak suyun bulunduğu yere götürürler.
Âyet-i kerime’de:
“Sonra bunun üzerine onlar için kaynar su karıştırılmış bir içki vardır.” buyuruluyor. (Saffat: 67)
Hararetleri nisbetinde ondan içerler ve yedikleri zakkumla karıştırırlar. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Günahkârların yiyeceği zakkum ağacıdır.
Karınlarında suyun kaynaması gibi kaynayan erimiş maden gibidir.” (Duhan: 43-46)
Amel defterleri sol yanlarından verilecek olan uğursuz bedbahtların cehennemde ilk olarak zakkumdan yiyeceklerini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:
“Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!” (Vâkıa: 51)
Hidayetten uzak düşenler! Öldükten sonra dirilişi inkâr edenler!
“Doğrusu siz zakkum ağacından yiyeceksiniz.” (Vâkıa: 52)
Cehennemin dibinden çıkan bu ağaçlar, onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar. Manzarası çok çirkin, tadı çok acı, kokusu çok iğrençtir.
“Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.” (Vâkıa: 53)
Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nisbette açlık hissederler.
“Üzerine de kaynar su içeceksiniz.” (Vâkıa: 54)
Bu kaynar suyu içmekle susuzlukları gitmez, hararetlerine hararet katar, acı üstüne acı verir.
“Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.” (Vâkıa: 55)
Allah-u Teâlâ onlara öyle bir susuzluk verir ki; o kaynar suyu, susamış develerin içtiği gibi içerler. Bir türlü kanmazlar, içtikçe de azapları artar.
“Ceza gününde işte onlar böyle ağırlanacaklardır.” (Vâkıa: 56)
Cehennemliklerin azaplarına, bir alay ifadesi olarak “Ağırlama” denmiştir.
Cehennem misafirlerine ilk geldiklerinde ilk defa böyle şeyler takdim edilince, daha sonra kendileri için hazırlanmış olan şiddetli azabın nasıl olacağı düşünülmelidir.
Onlar ancak böyle bir ziyafete lâyık bulunmuşlardır.