“Ve yüksek döşekler üzerindedirler.” (Vâkıa: 34)
Bu döşeklerin değeri oldukça yüksektir, mânevî yüksekliği ise beşer aklının çok çok üstündedir. Rahatlatıcıdır, dinlendiricidir. Üzerinde yatmak istendiğinde alçalır, sonra yükselir.
“Biz onları (cennete giren kadınları) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır.” (Vâkıa: 35)
Dünyaya gelip giden, imanı ile sâlih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ orada yeniden yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin olan güzelleşecektir. Kadınlığın en olgun çağında olacaklardır.
Onlar cennet hurilerinden daha üstün ve daha câzibelidirler. Birbirleriyle en güzel şekilde uyuşurlar.
“Böylece onları hep bakire kızlar yapmışızdır.” (Vâkıa: 36)
Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire olarak bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için, Allah-u Teâlâ onları bekaretle vasıflandırmıştır.
“Eşlerine düşkündürler.” (Vâkıa: 37)
Kocalarına gönülden bağlı ve tutkundurlar, onları çok severler, tatlı bakışlarını yalnız onlara dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, böyle birşeyi hatırlarından bile geçirmezler. Kadınlık görevlerini kemaliyle yerine getirirler.
“Hepsi bir yaşta nâzeninlerdir.” (Vâkıa: 37)
Büyük küçük bütün cennet halkı otuzüç yaşında olacaktır. Kadınların ise onaltı yaşında olacakları rivayet edilmektedir.
“Bütün bunlar Ashâb-ı yemin (sağcılar) içindir.” (Vâkıa: 38)
Allah-u Teâlâ onları sağcılara takdim edecek, onlarla ebedî olarak beraber olacaklardır.
İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir emeldir. Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği bir düzende bu kadınlar ihsan edilecektir.
O sağcılar ki;
“Onların birçoğu önceki ümmetlerdendir.” (Vâkıa: 39)
Sayı bakımından geçmiş ümmetlerde bulunan “Öncüler”den çokturlar. Onlar da birer topluluk teşkil edeceklerdir.
“Birçoğu da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 40)
Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmeti arasında Ashâb-ı yemin’den olmak şerefine erenler pek çok bulunmaktadır.
Vâkıa sûre-i şerif’inin 13. ve 14. Âyet-i kerime’leri nâzil olduğunda Ashâb-ı kiram’ın gücüne gitmişti. Daha sonra 39. ve 40. Âyet-i kerime’ler nâzil oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Ben her halde ümit ederim ki, siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız.” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)
Böylece Ashâb-ı kiram’ın, cennette Ümmet-i Muhammed’in az olacağına dair endişeleri giderilmiş oldu.
Ahirette amel defterleri sol tarafından verilen ve “Ashâb-ı şimal” adı ile tanınan solcular; kaypak ruhlu, uğursuz, mutsuz, yalancı kimselerdir.
Allah-u Teâlâ bu bedbahtların pek feci ve müthiş âkıbetlerini ve bunun sebeplerini Âyet-i kerime’lerinde şöyle tasvir etmektedir:
“Amel defterleri soldan verilenler! Onlar ne uğursuzdurlar!” (Vâkıa: 41)
Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu hususta devamlı şüphe içindedirler. Onun içindir ki, hem Allah’tan korkmazlar, hem de içten bir sorumluluk duymazlar.
“İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 42)
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur. O su, sıcaklığın en ileri derecesindedir ve onların etlerini eritir, iliklerine ve ciğerlerine işler. Bir kere yutunca bağırsaklarını döker.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.
“Onlar kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.” (Vâkıa: 43)
Böyle bir gölgeden hiçbir hayır beklenemez. Öyle bir gölge ki, göz gözü görmez hâle getirir. Onlar, öyle bunaltır ki nefeslerini keser. Azap üstüne azap verir. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hafif kalır.
“Ki ne serindir, ne de hoş!” (Vâkıa: 44)
O dumanın gölgesi hiçbir gölgeye benzemez.
Bu ifade bedbaht solcuları hafife alma ve alay etme mânâsı taşımaktadır. Çünkü ateş yakıcıdır, gölge ise insanı sıcaktan korur. Onlar hiçbir zaman serinletici gölgelere lâyık değildirler.
Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime’lerde bu sapıkların bu acı azabı hak etmelerinin sebebini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı.” (Vâkıa: 45)
Bu durum onların kötülüklerden uzak durmalarını engelledi, böylece arzularına uydular. Helâl dururken harama yöneldiler. Şehvetlerinin peşine düştüler, günahlardan lezzet aldılar. Hakk ve hakikat önlerinde güneş gibi parlarken, onlar gözü yumuk baktılar ve körlüğü tercih ettiler. Nimet deryası içinde yaşadıkları halde Yaratan’ı tanımadılar, Ulu Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmediler. Şükredecekleri yerde nankörlük ettiler.
“Büyük günah işlemekte direnir dururlardı.” (Vâkıa: 46)
Günah üstüne günah işlediler. Tevbe etmeyi, Hakk’a yönelmeyi içlerinden dahi geçirmediler.
“Ve diyorlardı ki:
‘Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?’” (Vâkıa: 47)
Yoktan var eden Yaratıcı’nın, öldükten sonra kendilerini tekrar diriltebileceğini beyinsiz kafaları bir türlü almıyordu.
“Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?” (Vâkıa: 48)
Son derece azgın ve inatçı olmaları yüzünden, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görüyorlardı.
İsrafil Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’nın emri ile ikinci defa Sur’a üfürmesi sonucunda, evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkarlar ve mahşer yerine sevkolunurlar.
“De ki:
Hem öncekiler, hem de sonrakiler, bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.” (Vâkıa: 49-50)
Bu vakit belirli bir vakittir. Ne öne alınır, ne de sona bırakılır. Ne artırılır, ne de eksiltilir. O gün, bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür. Allah-u Teâlâ onu, ancak sayılı bir müddet için ertelemektedir.
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.
Amel defterleri sol yanlarından verilecek olan uğursuz bedbahtların cehennemde ilk olarak zakkumdan yiyeceklerini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:
“Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!” (Vâkıa: 51)
Hidayetten uzak düşenler! Öldükten sonra dirilişi inkâr edenler!
“Doğrusu siz zakkum ağacından yiyeceksiniz.” (Vâkıa: 52)
Cehennemin dibinden çıkan bu ağaçlar, onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar. Manzarası çok çirkin, tadı çok acı, kokusu çok iğrençtir.
“Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.” (Vâkıa: 53)
Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nisbette açlık hissederler.
“Üzerine de kaynar su içeceksiniz.” (Vâkıa: 54)
Bu kaynar suyu içmekle susuzlukları gitmez, hararetlerine hararet katar, acı üstüne acı verir.
“Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.” (Vâkıa: 55)
Allah-u Teâlâ onlara öyle bir susuzluk verir ki; o kaynar suyu, susamış develerin içtiği gibi içerler. Bir türlü kanmazlar, içtikçe de azapları artar.
“Ceza gününde işte onlar böyle ağırlanacaklardır.” (Vâkıa: 56)
Cehennemliklerin azaplarına, bir alay ifadesi olarak “Ağırlama” denmiştir.
Cehennem misafirlerine ilk geldiklerinde ilk defa böyle şeyler takdim edilince, daha sonra kendileri için hazırlanmış olan şiddetli azabın nasıl olacağı düşünülmelidir. Onlar ancak böyle bir ziyafete lâyık bulunmuşlardır.