Türkiye tarihte görülmemiş şekilde bir ekonomik çöküş yaşıyor.
Onlarca yıldır savaş yapmamış, bilgisi ve deneyimi gün geçtikçe artan genç bir nüfusu bulunan, yeraltı ve yerüstü kaynakları hiçbir ülkeye nasip olmayacak kadar zengin, her türlü provakasyona rağmen vatanını ve devletini düşünen bir halka sahip olan bu ülkenin ekonomik buhranlar ve çöküşler yaşaması gerçekten şaşılacak bir durum...
Ülkemizde yaşanan sıkıntıların kaynağı kötü yönetimdir. Uğursuz, yiyici, egosunu ve yandaşlarının menfaatini memleket menfaatinden önde tutan yöneticilerin bu memlekete verdiği zarar bir değil birkaç savaşta kaybedilecek zarara denk düşmektedir.
Hazret-i Allah ve Resul’ünün, onların izinden giden Allah dostlarının olacak hadiseler hakkında verdiği haberlerin gün gün ortaya çıkması bir taraftan imanımızı ve şükrümüzü artırıyor, diğer taraftan memleketin içine düştüğü kötü durum sebebiyle büyük üzüntü yaşıyoruz.
Dergimizin geçtiğimiz Şubat sayısındaki Başyazı’da bugün gelinen durum şöyle haber verilmişti:
“Yöneticilerin iyi ve kötü olmaları o kadar önemlidir ki, doğrudan doğruya halkın huzuru ve huzursuzluğunu ilgilendirmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O yanından ayrıldığında (iş başına geçip idareci olduğunda) yeryüzünde fesat (anarşi) çıkarmaya, ekini (ekonomiyi) ve nesli helâk etmeye çalışır.
Allah fesadı sevmez.” (Bakara: 205)
Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.
Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar.
Devlet kasasını aralarında taksim ederler. Allah-u Teâlâ da bereketi kaldırır, ekonomi altüst olur, memlekette büyük sefalet husule gelir. Fakir inler, onlar ise sefa sürerler. Zevk ve sefaları bozulmasın diye, bu iniltiyi duymak bile istemezler. Bu ise doğrudan doğruya ihanettir.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın ve Resul-i Ekrem’inin yolundan ayrıldıktan sonra, artık onun Din-i mübin ile işi kalmaz, vatanperverlik de ondan gider, vatanına ihanet etmekten çekinmez. Nefis putuna tapar, var gücüyle madde ve makama dalar. Bütün fenalıklara yol verir. Çeşitli vasıtalarla zehirini akıtmaya gayret eder. Yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka bir çabası yoktur. Sözü yalan, inancı fasid, icraatları kötüdür.” (Şubat 2001, sh: 3)
İhanet derecesine varan beceriksizlikler o raddeye varmıştır ki, işbirlikçi basının bütün perdelemesine rağmen artık gizlenemeyecek bir hal almıştır.
Türkiye ekonomisine yapılan en büyük ihanet, üretimi ve ticareti teşvik edici sistemin yerine faizciliği ve tefeciliği teşvik edici sistemin ikame edilmesi olmuştur.
1990 sonrası hükümetler zamanında hız kazanan bu sistem, gittikçe büyüyen ve ülkeyi mahveden bir canavara dönüşmüştür.
Bu sistem yiyicilere yeni bir kapı açmıştır. Devlet hazinesi resmi ve kanuna uygun şekilde hortumlandıkça hortumlanmış, tefecilerin, para babalarının, “tapınak şövalyeleri”nin mal varlıkları korkunç şekilde artmıştır.
Enflasyonu düşürme reçetesi ise bu sistemin yol açtığı yaraların derinleşerek artmasına sebep olmuştur. Zira döviz kurunun baskı altında tutulması anlamına gelen bu reçete paranın dövize gitmesini engellemek için yüksek faizlerle piyasadan para toplayarak ikame ettirilmiştir.
Nihayetinde Türkiye’nin iç borç stoku bir-iki yıl içinde 57 milyar dolar gibi korkunç bir rakama ulaşmıştır.
1999’da toplanan vergilerin %70’den fazlası, 2000 yılında toplanan vergilerin %80’den fazlası borç faizlerinin ödenmesi için harcanmıştır. Bunlar dahi yeterli olmadığı için dışarıdan yüksek miktarlarda döviz borcu temin edilerek borçlar kapatılmaya çalışılmıştır.
Uluslararası tefeciler hiçbir ülkede bulamadıkları faizlerle Türkiye’mizin parasını iç etmişlerdir. (Devlet Dolar bazında yıllık %50’ye varan faizlerle borçlanarak bu işe alet edilmiştir.)
Bu tefecilik sistemine itiraz etmesi gereken halk da varını yoğunu satarak bu sistemden para kazanma yoluna gitmiştir.
Üretim durmuş, sanayici de parasını faizle çoğaltma yoluna gitmiştir.
Bankacı, tefeci faizden kazanıyor, sanayici faizden kazanıyor, parası olan halk faizden kazanmaya çalışıyor. Peki kimin parasını?!...
IMF izin vermeden para basamayan Merkez Bankası ve Hazine vadesi gelen borçlarını ödeyebilmek için yüksek faizlerle yeni borçlanmalar yapmak zorunda kalmıştır. Böylece bir çığ gibi, yuvarlandıkça ivmesi artan bir büyüklükle Türkiye’nin borçları çoğalmış, çoğalmış, çoğalmış ve bütün ülke nihayetinde bu çığın altında kalmıştır.
İşte 110 milyar dolar dış borç 57 milyar dolar iç borç bu sistemin kaçınılmaz sonucudur.
Ekonominin bankacılıktan (tefecilikten) gelme bürokratlara teslim edilmesi başlıbaşına bir hatadır. Zira bu insanların ekonomiden anladığı tek şey faiz’dir, paradan para kazanmaktır. Bu zihniyetteki insanların istikrardan anladıkları şey de bankalar arasındaki işleyişin düzgün bir şekilde devam etmesidir.
Bu böyle iken bir de bankacılık geçmişi şaibeli insanlar ekonominin başına getirilirse, artık bu bir hata olmaktan çıkar, bunu tarih “Memleket hazinesine ihanet” olarak kaydeder. Devleti 1.1 milyar dolar zarara uğratarak iflas eden bir bankanın şaibeli kredilerinde imzası bulunan Bilderbergci genel müdürünü Merkez Bankası Başkanı yapmanın başka türlü bir izahı yoktur.
Faizci sistemin devam etmesi anlamına gelen her türlü düzenleme ve yönetim değişikliği Türkiye’nin battıkça batmasına devam etmesi demektir.
Türkiye ekonomik bir kurtuluş savaşı başlatmak zorundadır. Şimdiki kafalarla ve uğursuz, bereketsiz yiyicilerle devam edilmesi yeni krizlerin ve felaketlerin gelmesinden başka bir işe yaramaz.
İçişleri Bakanı Sadettin Tantan yolsuzluk operasyonları sırasında bunların uluslararası boyutu bulunan tek bir örgüt gibi çalıştıklarını ifşa etmişti. Ve “Tapınak Şövalyeleri” tabirini kullanarak bu örgüt mensuplarının hangi yapılanma altında çalıştıklarını duyurmaya çalışmıştı.
Bilindiği gibi yahudiler eskiden beri parayı çok seven ve faizcilikle, tefecilikle diğer halkları sömürmeyi meslek edinmiş bir millettir. Bu mesleklerini Masonluk teşkilatı altında daha organize icra etmenin yollarını bulmuşlar, elde ettikleri parasal gücü ülkelerin iktidarlarını kontrol altında tutmanın aracı olarak da kullanmışlardır. Ve hatta bu teşkilat sayesinde bütün dünya ekonomisini tek elden yönlendirme ve sömürme imkanına kavuşmuşlardır. İçişleri bakanının işaret ettiği uluslararası boyut budur.
Küresel ekonomi, dışa açık ekonomi gibi süslü laflarla kandırılan zayıf yapılı ekonomiler aslan kafesine bırakılan kedi misali bu tefecilerin kucağına itilmiştir. Türkiye de kandırılan (veyahut ihanete uğrayan) ülkelerden birisidir.
1998 yılında çıkan Asya krizinden sonra Hakikat dergisinde bu gerçekler şöyle dile getirilmişti:
“Ekonomik çalkantıların siyasi krize dönüştüğü ülkelerden birisi olan müslüman Malezya’nın başbakanı ülkesinde çıkan istikrarsızlıktan Soros’u sorumlu tutmuş, yahudilerin oyununa geldiklerini söylemekte bir beis görmemiştir.
Tarih boyunca yahudilerin tefecilikle uğraştıkları herkesin bildiği bir gerçek. Bir çok uluslararası yatırımcının (ekserisi yahudi olan bu sermaye babalarına tefeci demek daha doğru) parasını Soros’un şirketi aracılığı ile kullandığı düşünülürse Soros’un neden bu kadar güçlü olduğu daha iyi anlaşılır. Nitekim bu kriz esnasında Uzakdoğu piyasalarından 500 milyar dolar paranın çekildiği söyleniyor.
Evet Soros çok güçlü, ancak müslüman Malezya başbakanı suçlu aramakta haklı mı?
Faizcilikle, tefecilikle dönen uluslararası piyasada kendisini tefecilerin kucağına bırakan, sıcak para(!), kredi(!) gibi süslü kelimeler altında halkın, ülkenin geleceğini tefecilerin eline bırakan bir ülke bu akıbetten şikâyet etmek hakkına sahip değildir.” (Nuri Ölçer, Ekim 1998, sh: 51)
Ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz ülkemiz ekonomisi gibi dışa dönük küçük ekonomiler hakkında şu benzetmeyi yapmaktadır:
“Onlar azgın ve açık denizdeki küçük tekneler gibidir. İyi yönetilseler bile dev bir dalganın etkisiyle alabora olmaları işten değildir. Tabii ki kötü yönetimin durgun bir denizde bile felaket ihtimalini artırdığını, hele su alan tekneler için felaketin kaçınılmaz olduğunu unutmadan.”
Nitekim Türkiye’deki Kasım krizini tetikleyen de ABD kaynaklı iki fonun Türkiye’den paralarını çekmesidir. Bu krizin ilginç zamanlaması ise Türkiye’nin Kudüs konusunda bazı çıkışlar yapmak gibi İsrail’i rahatsız eden icraatlarımızın ertesine rastlamasıydı.
Türkiye’de yolsuzluk skandalları ile yıpranan Demirel ismine rağmen eski cumhurbaşkanımızın Ortadoğu heyetine dahil edilmesi, Şaron’un Kudüs provakasyonundan sonra Türkiye gelen İsrail Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Alon Liel’in Dışişleri Bakanı’nın yanında Demirel ile görüşmesi, yine 27 Şubat’ta Türkiye’ye gelen Şaron’un temsilcisi İsrailli dipolamatın aynı şekilde Demirel’le bir araya gelmesi, bütün kesimlerin desteğini kaybetmesine rağmen ABD başkanı Bush’un hükümeti destekler mahiyette adımlar atması, Başbakanın ABD Büyükelçisi Pearson ile 27 Şubat’ta 1.5 saat başbaşa öğle yemeği yemesi, bu tarihten bir-iki gün önce ABD elçiliğinin 2 numaralı temsilcisinin Çiller’e giderek ortaya attığı attığı Milli mutabakat hükümeti hakkında sorular sorması yukarıda izah edilen perspektif altında yeniden düşünülmelidir.
Beyaz Enerji operasyonunun hangi Başbakan yardımcısına dayandığı, Halk bankasındaki hortumlamalardan hangi başbakan yardımcısının sorumlu olduğu, kısaca kimin ne halt yediği iyice ayyuka çıkmış iken koparılan gürültülerin elbette çok önemli anlamları vardır. Bilderbergci olduğu söylenen Başbakan kriz tellallığı yaparken, Bilderbergci yardımcısının sırıtması başka nasıl izah edilebilir? Halkın büyük tepkisine rağmen basının ahlaksız desteğine nasıl kılıf bulunabilir? Bugünkü tablonun mimarlarından biri olan eski cumhurbaşkanının bir kurtarıcı gibi öne çıkarılmak istenmesi kimin işine yarar?
Dergimizin geçen ayki başyazısından şu satırları dikkat nazarlarınıza arzediyoruz:
“Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı zaman...” (Tirmizi)
Buyurarak zamanımızı ve yaşanan hadiseleri mucize olarak haber vermiştir.
Devletin hazinesi birkaç kişinin etrafında dönecek ve onlar devletin hazinesini, kasasını aralarında taksim edecekler. Bugün olduğu gibi.
Hikmet-i ilâhi bu uğursuzluk geldikten sonra piyasadan para çekildi. Bankalardaki büyük hırsızlıklardan sonra bankaların da suyu çekildi. Bu çok büyük isyandan ötürü barajlar suyunu çekti. O zaman diyorum ki, buna müsebbip olanların suyu ne zaman çekilecek? Onu Mevlâ bilir.” (Şubat 2001, sh: 4)
Yukarıdaki izahların ışığı altında düşünüldüğü takdirde Cumhurbaşkanı Sezer’in 19 Şubat’ta yapılan MGK toplantısındaki çıkışı küçümsenmemesi gereken çok önemli bir harekettir.
Cumhurbaşkanının çıkışından sonra başbakan ve hükümet marifetiyle çıkartılan kriz ve kriz öncesi olaylar biraz irdelenirse bazı gerçekler daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Bilindiği gibi Beyaz Enerji Operasyonu esnasında bir Jandarma Krizi çıkarılmıştı. Yine DGM Savcısı Talat Şalk’ın bu operasyon çerçevesinde IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlardan bilgi istemesi üzerine Başbakan “Devletin itibarı düşürülüyor” diyerek savcıyı hedef almıştı.
Hükümetin belli bir noktadan sonra yolsuzlukların üzerine gidilmesini engellemeye çalışması üzerine Cumhurbaşkanı kendisine bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirdi. 19 Şubat Krizinden hemen önce bu kurul üyeleri hazineden bazı belgeler istemiş, verilmeyince hazineye baskın düzenleyerek bu belgeleri kendi insiyatifleri ile elde etmişlerdi. Ve tahmin edebileceğiniz gibi ertesi gün yeni bir krizle karşılaşmış olduk.
Devletimiz sanki mevzisini terketmek istemeyen veyahut ben gideceksem başkasına da yar olmasın diye düşünenlerin elinde tarumar edilmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm zamanında ihanetlerinin bedelini sürgün edilmekle ödeyen Nadiroğulları yahudileri yanlarında götüremedikleri evlerini ve eşyalarını tarumar etmişlerdi. Yine 1967 harbinden sonra işgal ettiği Sina’dan Mısırla yapılan anlaşma gereği çekilen İsrail burada inşa ettiği binaları buldozer ve dinamitlerle tahrip etmişti. Aynı şekilde Kurtuluş Savaşında İzmir’de denize dökülen Yunan ordusu ile birlikte kaçan Ermeni ve Rumlar kendi mahallelerini ateşe vermişlerdi, güzelim İzmir 3 gün boyunca yanmıştı.
Devlet malını kendi aralarında pay eden yapılanmanın devamı anlamına gelebilecek her türlü düzenleme yakın ve uzun vadede memleketin daha çok mahvolmasına, ülkemizin siyasi bağımsızlığının daha fazla kaybedilmesine sebep olabilecek büyük bir tehlikedir.
Cumhurbaşkanı’nı eleştirmek isteyenler dahi başbakanın haksızlığını teslim etmek zorunda kalıyorlar. Çünkü çalınan minareler o kadar çok ki, kılıf yetiştirmek mümkün olmuyor.
Coğrafi imparatorlukların yerini ekonomik imparatorlukların aldığı çağımızda silahların yapamadığını ekonomik yaptırımlar yapabilmekte, devletler arasındaki işbirliği ve ittifak arayışlarında ekonomik ve ticari yapılanmalar ön plana çıkmaktadır.
Millet olarak tarihten gelen stratejik bir mirasa ve stratejik ehemmiyeti çok büyük bir ülkeye sahibiz.
Arazi coğrafyasının, enerji coğrafyasının, su coğrafyasının, inanç coğrafyasının ve tarih coğrafyasının göbeğindeyiz. Dolayısı ile neredeyse bütün kem gözler milletimize ve ülkemize nazar etmektedir.
Mazlum halkların sevgilisi ve hamisi olmuş bir millet olarak tarihimizde kara lekemiz yok. Azmimiz ve iyi niyetimiz sebebiyle büyük devletler, büyük uygarlıklar kurmuşuz. Gittiğimiz yerlere insanlık, adalet, huzur götürmüşüz. Uzun asırlar varlığımızı muhafaza edebilmemiz ise dinimizi, vatanımızı, namusumuzu canımız pahasına müdafaa etmek sayesinde mümkün olmuştur.
Ülkemizin halklar üzerindeki sempatisini yıkmak isteyenler sahte belgeler, düzmece hikayeler sayesinde amaçlarına ulaşmışlardır.
Bizi çekemeyenler, milletimizi altetmek isteyenler ancak hain işbirlikçiler, gizli casuslar vasıtasıyla emellerine ulaşabilmişlerdir.
Bu sebeple iç bünyemizde cereyan eden hadiseler ile dış bünyemizde, yakın coğrafyamızda cereyan eden hadiseleri birlikte değerlendirmek lüzumu doğmakta, dünya üzerindeki hegemonik güçlerin amaç ve hedeflerini güzel teşhis etmek icap etmektedir.
Nitekim, iç işimiz olan ekonomi, IMF marifetiyle uluslararası bir mesele haline gelmiş ve hatta ekonomik zaaflarımız ve borçlarımız diplomatik sahada bir silah olarak bize geri yöneltilmiştir.
Krizlerle ekonomisi malul olan Türkiye’nin sesi soluğu zayıflamış, uluslararası manevra kabiliyeti azalmıştır.
Başka bir ülkenin veya başka bir milletin altından kalkmakta zorlanacağı devasa olayların onlarcası ile boğuşan bu ülkenin hala ayakta kalması ve hatta Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almaya çalışan soyguncu örgütlenme ile yapılan mücadeleden başarıyla çıkma umudunun iyice artması ancak ve ancak Hazret-i Allah’ın lütfundan başka bir şey değildir.
Artık süratle vatanperver, işbilici ehil kimseler her yerde vazife başına getirlemeli, topyekün bir kalkınma savaşı başlatılmalıdır.
Mevcut hükümeti desteklemekten başka bir alternatifi kalmayan hegemonik dünya güçlerinin iç uzantıları tasfiye olduktan sonra karşılaşılacak taarruzlara hazırlıklı olunmalıdır. Tarım tekrar kendi kendine yeter hale getirilmelidir. Yerli sanayi kendi silahımızı yapabilecek şekilde dizayn edilmelidir. Mucitlerimize gerekli maddi ve hukuki destek verilmelidir. Elektronik ve bilgisayar sektöründeki genç beyinler stratejik hedeflere yönlendirilmelidir.
Türkiye’nin kaybı büyüktür. Ancak hazinesine, ekonomisine, vatanına ihanet edenleri tanımak gibi çok büyük bir kazanç elde etmiştir.
Hazret-i Allah, adaleti ayakta tutmak isteyenlerin bulunduğu bir ülkeyi batırmaz, batırmak isteyen işbirlikçilere fırsat vermez.
Cenab-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun.