Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
SİLSİLE-İ SÂDÂT - Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî (Kuddise Sırruh) -36- - Ömer Öngüt
Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî (Kuddise Sırruh) -36-
SİLSİLE-İ SÂDÂT
Dizi Yazı - Silsile-i Sâdat
1 Mart 2001

 

Silsile-i Sâdât -33-

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ
(Kuddise Sırruh) -36-

 

Sâlih Âlimlerle Sohbet:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“İlmi ile âmil olan âlimin yüzüne bakmak ibadet makamına kâim olur.” buyurmuşlardır. (Münâvî)

Binâenaleyh, bir âlim-i âmil ve mürşid huzurunda üç cihetten ibadet vardır:

1- Âlimin yüzüne bakmak ibadettir.

2- Orada ikâmetle, masiyet etmemeğe sebat ve keff-i mahârim yani haramdan el çekmek vardır. Bu da bir ibadettir.

3- Rızâullah maksadiyle gelip zikir ve fikir hizmetinde bulunmak da bir nevi ibadettir.

Şah-ı Nakşibend Hazretleri:

“Bizim Târikimiz sohbetlerdir.” buyurmuştur ki, Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-in tarîkidir.

Gerek Hazret-i Sıddık ve gerekse bil-cümle Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- sohbet ile istifaza eylemişlerdir. Sohbetin terakkî ve tasfiye hususunda pek çok faydaları vardır. Sahâbe-i kiram’ın cümlesi âlimdi, fakat hepsi sülûk ve teslîk bilmezlerdi. Kendileri muhabbet-i Nebeviyye ve teveccüh-i Hazret-i Peygamberî ile Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olurlardı. Bu kâfi gelirdi.

Feyz göze görünmez. Meselâ, incir ve üzüm gibi meyve büyür ve güneşten istifade ederse de kemâle gelinceye kadar güneşten gıda aldığını bilmez. Bir sâlik feyz alır, terakki eder. Fakat aldığı feyz ve terakkisini bilemez. Çünkü feyz göze görünmez. Dünya serîu’z-zevâl ve fânidir. Ukbâ’da ecir ve sevâb ise ebedîdir.

Hadis-i şerif’te:

“Hayra delâlet eden o hayrı işleyen gibidir.” buyurulmuştur. (K. Hafâ)

Bir kimse bu Hadis-i şerif’in sırrına mâ-sadak olarak yüz kişiyi hayra delâlet etse, onların herbirine bir sevâb verilmiş ise, delil olana yüz sevâb verilmiş olur. İşte irşâda memur olanlar da bu noktada terakkî ediyorlar.

Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri bilcümle ihvân-ı dinimizin medine-i vücudlarını mâ-i hayât-ı şeriatla iskâ ve kalblerini de zülâl-i feyz-i tarikatla ihyâ buyursun, âmin.

Nitekim bir kimse hamamda sıcağı hisseder, fakat sıcaklık göze görünmez, lâkin eseri zâhirdir. Meselâ bir sâlik eğer, namaza ve diğer ibadetlere başladığında kendisinde muhabbetullah, takvâ ve bir hafiflik hissederse, bu onun feyz aldığına işarettir.

İşte bu yüzden, sohbette pek büyük istifadeler vardır.

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- bir şiirinde buyurur ki:

“Gökteki meleklerin, yeryüzünde, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için yârân-ı tarikatın ictima ve muhabbetlerine gıpta ettiklerini beyân ile musahabe-i cismâniyyenin ulviyyet ve meziyyetini takdir ve izah ediyor.”

Sahâbe-i kiram Hazerâtının her birisi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazretlerinin huzur-i lâmii’n nûrunda -velev bir saat bile olsa- şeref-i sohbetlerine nâil olduklarından tâbiinin kaffesinden efdaldirler. Hatta hayru’t-tâbiin olduğuna dair Hadis-i nebevî vârid olmuş olan ve mukarrabînin sertâcı bulunan Üveys-i Karanî Hazretleri de efdaliyette onlara denk olamaz. Tâbiin ise, tebeut-tâbiin olan İmâm-ı Âzam ve sâir müctehidinden efdaldir. Çünkü Hadis-i şerif’te buyurulmuştur:

“En hayırlı asır, benim içimde bulunduğum Asr-ı saâdettir. Sonra onu takib edenler, sonra onu takib edenler.” (K. Hafâ)

Üveys-i Karanî Hazretlerinin İmâm-ı Âzam Hazretlerinden efdaliyyetinden üç şey istidlâl olunur:

1- İlm-i Ledünnî, ulûm-i zâhiriyyeden efdaldir. Zira ilm-i ledünnî vehbidir.

2- Sahâbiler, tabiinden, tabiin, tebe-i tabiinden efdaldir.

3- Üveys-i Karanî Hazretlerinin gıyaben ahz-i feyz etmiş olmaları, gıyaben istifâza olunacağına bir delildir.

Üveys-i Karani Hazretleri belki bir sahabiden daha fazla ibadet ve taatta bulunmuş olabilir; fakat sahabiden asla efdal değildir.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Üveys-i Karni Hazretlerinden duâ istemiştir. Fakat bu, Karaniînin ondan efdal olduğunu göstermez. Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri de sahabeden bir zâttan duâ teleb buyurmuştur.

Müminlerden biri, kendisinden duâ talebi halinde: “Estağfirullah, ya ben kim oluyorum ki...” diye bir tabirle cevap vermek muvafık olmayıp, “Peki” diye vad ve duâ etmek muktazâ-i kemâl ve emre imtisaldir.

Merhum Hoca Yektâ Efendi’ye yazdığı bir mektupta hocası kendisinden duâ talep etmişler. Yektâ Efendi merhum da meraka düşmüş, nihayet “Üstadımız huzurda iken bizi kâlen irşad buyurdu. Şimdi de kalemen irşad buyuruyor.” demiş ve bu yolda mânâ vererek izah etmiş.

Nakşî yolu Ashâb-ı kiram’ın yolu olup şeriat-ı mutahharaya ittibadan ibarettir. Çünkü bu yol, doğru yoldur. İnsanı rızâullah-i Teâlâ’ya, cennet ve cemâline nâil eyler. Tarikatten maksad da bu yolda muvaffakiyyettir.

Bir tarikata ve mürşide râbıtası olmayanlar daha çok, şeytana tâbi ve Hazret-i Allah’a âsi oluyorlar. Râbıtası kuvvetli olanlar ise şeytana mağlup olmuyor, meğer ki râbıtada kusuru olsun, kusuru nisbetinde şeytana mağlup olur.

Hadis-i şerif’te:

“Her asırda benim ümmetimden ‘Sâbikûn’ vardır ki, bunlara büdelâ ve sıddîkûn denilir. Haklarında inâyet ve merhamet-i ilâhiyye o kadar mebzûldür ki, sizler de o sayede yer ve içersiniz. Ve ehl-i arz için vukûu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlar sayesinde def’u ref olur.” buyurulmuştur. (Nevâdil-ül Usûl)

Sabikûn; tekaddüm edenler, mukarrabin demektir. Her asırda sabikûn, zamanı saâdetten beri devam edegelmektedir. Asr-ı saâdette sabikûn şerefini, birinci olarak erkeklerden Hazret-i Sıddık -radiyallahu anh-, kadınlardan Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- çocuklardan Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ihraz etmişlerdir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazretleri zikr-i hafinin talim ve müminlere telkinini Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-e, zikr-i cehrinin de telkinini Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e tevdi buyurmuş olduğu gibi, bu Hadis-i şerif’in meâl-i münifine nazaran da bu talim ve telkin vazife-i mühimmesinin devam ve teselsülü için de her zaman irşad edici ehl-ü erbâb kimseler yetiştirilmiştir.

Cenâb-ı Hakk -Azze ve Celle- Hazretleri ulûm-i zâhiriyeyi tedris ve tâlim için her zaman âlimler yetiştirmiş olduğu gibi ulûm-i bâtıniyeyi de tâlim için her zamanda ricâl-i sûfiyeyi eksik buyurmamıştır. Ve mânevi yola girmeyi istemeyen nefs-i emmâre ashabı kullara karşı Allah’ın bir hücceti olmak üzere ehliyeti tevatürle sabit bulunan bir kulunu kulların gözleri önüne koymuştur.

Bedeni hastalıklardan şifayab olmak için bir tabibin teşhis ve tedavisine ihtiyacın lüzumu bilindiği gibi; kibir, hased, hubb-i dünya ve sâir emrâz-ı kalbiyenin tedavisi için de bir tabib-i mânevinin tedavisine daha ziyade eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç bulunulduğundan tegafül ve tecahül edilmemelidir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’ı topraktan yarattı.

“Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanınız.” (Hicr: 29)

Âyet-i celilesinde beyan buyurulduğu vechile, ruh nefhi ile cesed-i Âdem hayat buldu.

Keza ana rahminde dört aylık cenine ruh nefholununca hayat buluyor:

“Bir ölü iken kendisini diriltiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacak bir karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç?” (En’am: 122)

Fermân-ı celîlinde buyurulduğu gibi bir müminin kalbi de bidâyet halinde meyyit mesabesindedir. Mutlaka bir mürşid-i mükemmelin biiznillâh-i Teâlâ nefhına muhtaçtır. Yoksa bir mümin kendi kendinin kalbini ihyâ edemez. Bir mürebbiye muhtaçtır.

Mesela bir çocuk vâlidesini tanır ve ondan süt emer. Başkasının sütünü emmez. Eğer vâlidesinin sütü fazla olursa hazmedemez. Bunun için vâlidesi, çocuğun gıdaya ihtiyacı nisbetinde süt verir.

Kezalik bir mürşid ve sâlikine bidâyet halinde hazmı miktarı zikir verir ve teveccühte bulunur. Fazla verirse tahammül edemez.

Nitekim şair:

“Ölü kalbin ihyâsını bir nefes ile gösterirler.

Gönülleri hayât-ı hakiki ile dolu olan nakşî zindegânı, Hazret-i Mesîh’ten veraset almışlardır.

Gül bahçesinin duvarı, bahçenin gerisinde bina edilmiştir. Bu sebeble münkir olan, Nakşi bahçesinde dikenden başka birşey görmez.” diyor.

Hadis-i şerif’te:

“Ümmetimin kümmelini yağmur gibidir. Evvelinden mi âhirinden mi daha ziyade müstefid olunacağı malum değildir.” buyurmuştur.

“Yağmur, toprağa nasıl hayat ve feyz verirse, bunlar da öylece ruhlara biiznillâh-i Teâlâ gıdâ ve feyz verir.” demektir. Feyz almayan kimse, yağmur görmeyen tarla gibidir.

“Eski devirlerde pek büyük zevât gelmiştir. Şimdi ise öyle zevât yetişmiyor.” deniliyor. Onlarla şimdikilerin farkı araştırılıyor. Yağmurun hangisi hayırlı olduğu belli olmadığı gibi onların da evvelkilerin mi, yoksa sonrakilerin mi daha hayırlıdır, pek de belli olamaz. Herhangi bir zamanda yağan yağmur ancak o zaman için hayırlı olduğu gibi, evvel gelen evliyaullah da o zaman için hayırlı olur, denilebilir.

Hakk Teâlâ Hazretleri Hadis-i kudsi’de:

“Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse bilemez.” buyurmuştur.

Kubâb’dan maksad setirdir. Setir, kubbe ile tarif buyurulmuştur. Setirden murad ruhaniyettir. Gerçi bu zâhir mânâya muhalif gibi görünürse de hakikatta muhalif değildir. Çünkü Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- ve Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazerâtını herkes tanıyor ve evliya olduklarını biliyorlardı. Bununla Hadis-i kudsi’ye muhalif mânâ anlaşılamaz. Zira evliyanın bir zâhiri, bir de ruhâniyeti vardır. Zâhirini herkes görebilir, fakat rûhâniyetlerini göremezler.

Evliyaullah umumiyetle mesturdurlar. Yerler, içerler, halk ile muamele ederler, cismâniyetleriyle halk içinde bulunurlar.

Cenâb-ı Hakk -Azze ve celle-nin; “Evliyayı benden gayrı kimse bilemez.” buyurması ruhaniyet itibariyledir.

Evliyaullah’ın cismâni kısmı olduğu gibi ruhâni kısmı da nurdur. Nûr-i ilâhîden muktebestir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyurmuştur. (Nur: 35)

Allah Zül-celâl Hazretlerinin nuru kafa gözüyle görülemediği gibi, nur-i ilahiden muktebes olan envâr-ı evliya da zahiren görülemez. Cenâb-ı Hakk -Azze ve Celle- nurunu gizlediği gibi evliyasını da gizlemiştir. Zira açık olsa mübtezel olur.

Evliyâ-i kümmelinin feyizleri yeryüzünde bulunan müminlere teveccühleriyle biiznillâh-i Teâlâ ulaşır. Güneşin tulûiyle ziyası her tarafı tenvir eylediği gibi evliyâ-i kümmelinin nuru da aynı suretle tenvir eyler. Yeryüzünde her an yüzyirmidörtbin evliya bulunur.

Bunlardan bir kısmı veliyy-i şer’idir. İrşad’a memur olanlar pek nadir bulunur. Bunların vücudu ise kıyamete kadar bâkidir.

Nitekim Hadis-i şerif’te:

“Yeryüzünde Allah Allah zikri kesilmedikçe kıyamet zamanı gelmez.” (Münâvî) buyurulmuştur.


  Önceki Sonraki