Babasının vefatından hemen sonra hükümdar olan Süleyman Aleyhisselâm’ın zaman-ı saâdetlerinde İsrailoğulları altın devrini yaşamışlar, dünyanın en medenî milleti haline gelmişlerdi.
Her şeyi bir başka olduğu gibi, Süleyman Aleyhisselâm’ın ordusu da bir başka idi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan teşekkül etmiş orduları toplandı. Hepsi bir arada düzenli olarak sevkediliyordu.” (Neml: 17)
Çok disiplinli ve düzenli olan bu ordu ile Süleyman Aleyhisselâm çeşitli yerlere seyahatlar yaptı. Eğer hava sıcak ise, kuşlar kanatları ile onu gölgelerlerdi. Birçok krallarla komşu olduğu için hükümdarlığını, Allah-u Teâlâ’nın dinini yaymaya bir vesile yapmıştı. Hiçbir kâfir ve zâlim kral bırakmaksızın hepsini İslâm’a davet etmişti.
Bu muhteşem ordu ile yolculuklarına devam ederlerken, Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Nihayet karınca vâdisine geldiler.” (Neml: 18)
O bölgede karınca çok olduğu için “Karınca Vâdisi” denilmiştir.
Karıncalar rızıklarını temin etmek için vâdiye yayılmışlardı. Karınca beyi Süleyman Aleyhisselâm’ın ve ordusunun gelmekte olduklarını görünce diğer karıncalara şöyle seslendi:
“Ey karıncalar! Yuvalarınıza giriniz! Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesin.” (Neml: 18)
Karınca Süleyman Aleyhisselâm’ın bir peygamber olduğunu, sebepsiz olarak bile bile bir karıncayı bile ezmesinin düşünülemeyeceğini, bir zarar gelirse farkında olmayarak gelebileceğini söylemek istiyordu.
Süleyman Aleyhisselâm karıncanın bu tesbitinden pek hoşlandı.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Onun bu sözüne gülercesine tebessüm etti.” (Neml: 19)
Çünkü bu küçücük mahlûkun böyle bir idrak ve anlayışa sahip olması fevkalâde bir şeydi. Kendine mahsus gayet fasih bir dil ile arkadaşlarına seslenmesi, haklarında şefkat göstermesi Süleyman Aleyhisselâm’ı duygulandırdı. Allah-u Teâlâ’nın dilediği mahlûkuna bu kadar mühim kabiliyetler vermesi ve kendisinin de bir karıncanın diğer karıncaları uyardığını farketmesi, dilini anlama nimetine sahip olması karşısında gönlü huzurla doldu.
Hemen Rabbine yönelerek dergâh-ı ulûhiyetten bazı dileklerde bulundu:
“Ey Rabbim! Bana ve ana-babama lütfettiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi işler yapmamı gönlüme ilham eyle!” (Neml: 19)
Süleyman Aleyhisselâm’ın böyle bir saltanata sahip olmasına rağmen böyle bir anda bu şekilde duâ etmekle gösterdiği yücelik; başta ümera olmak üzere her sınıftan insanlara çok büyük dersler vermektedir.
İbrahim Aleyhisselâm Şuarâ sure-i şerif’inin 83. Âyet-i kerime’sinde geçen duâ ve niyazı ile, salihler zümresine dahil olmak için Rabbinden yardım talep ettiği gibi; Süleyman Aleyhisselâm da zamanının en salih insanı olmasına rağmen, kalbinin değişmesinden son derece endişe etmiş, şükür makamında yaptığı duasını şu şekilde bitirmiştir:
“Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat!” (Neml: 19)
Çünkü o mübarek peygamber biliyordu ki salih olmak, Allah-u Teâlâ’nın salih kullarının arasına katılmak ilâhi bir lütuftur ve ancak Allah-u Teâlâ’nın ikram ve ihsanı sayesinde bu nimete kavuşulur.
Allah-u Teâlâ’nın kendisine nübüvvet ihsan buyurduğu, seçilmiş kullarından kıldığı, cinleri, insanları ve kuşları emrine boyun eğdirdiği bir peygamber; kendisini Rabbinin siyanetinden müstağni göremiyor, amellerinde eksiklik yapmaktan, şükrünü tam olarak yerine getirememekten endişe duyuyordu.
Yusuf Aleyhisselâm da:
“Allah’ım! Müslüman olarak ruhumu al ve beni salihler zümresine kat!” (Yusuf: 101)
Diye niyazda bulunmuş ve bu dilekle âhirete intikal etmişti. Gerçekten Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlı olanların biricik arzu ve gayeleri işte bu sondur.
Bu hususta nasıl duâ edileceğine dair Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kullarına bir numune veriyor:
“Ey Rabbimiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!” (Âl-i imran: 193)
Süleyman Aleyhisselâm bu seyahati esnasında, insanlardan ve cinlerden meydana gelen ordularını teftiş ettiği gibi, Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğu üzere:
“Kuşları gözden geçirdi.” (Neml: 20)
Sefer esnasında çölde nerede su olup olmadığını tesbit edip haber getirmekle vazifeli olan Hüdhüd kuşunu göremedi.
“Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?” diye sordu. (Neml: 20)
Tayin olunan vazifesinin başından izinsiz ayrılmış olduğuna kanaat getirince buyurdu ki:
“Bana (mazeretini belirten) apaçık bir delil getirmelidir. Yoksa onu ya şiddetli bir azaba uğratırım, yahut da keserim.” (Neml: 21)
Süleyman Aleyhisselâm bu beyanı ile Hüdhüd’ün mühim bir iş için ordudan ayrılmış olacağını ihtimal dahilinde tutuyordu.
Suçlu bulunursa Hüdhüd’ün uğrayacağı cezalar; ülfet ettiği kuşlardan ayrı bırakmak, ayrı bir cins kuşla bir arada hapsetmek, tüyünü yolup güneşte bırakmak... gibi şeylerdi.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Çok geçmeden Hüdhüd geldi.” (Neml: 22)
Süleyman Aleyhisselâm’ın nereye gittiğini sorması üzerine, beraberinde çok faydalı ve mühim bir haber getirmek suretiyle kendisini mazur göstermek için dedi ki:
“Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana gerçek bir haber getirdim.” (Sebe: 22)
Hüdhüd, Süleyman Aleyhisselâm’ın ne kadar kesin kararlı olduğunu biliyordu. Gözden uzak oluşunu unutturacak olan bu haberi arzetmekle hükümdarın dikkatini çekmek istiyordu.
Sözlerine devam etti:
“Oranın halkına hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkân verilmiş bir kadınla karşılaştım.
Muhteşem bir tahtı da var.” (Neml: 23)
Küçük bir kuşun, böyle bir haber getirmesi de Süleyman Aleyhisselâm’a has bir mucizedir.