Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış ve şöyle buyurmuştur:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Halkı kandırmakla, peşkeş çekmekle doğruluk olmaz. Olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermekle, kötü olan bir şeyi iyi gibi göstermekle doğruluk olmaz.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in herkesçe bilinen yolsuzlukların ve hırsızların üzerine cesaret ve kararlılıkla gitmesi şâyân-ı takdir bir harekettir.
Onun adaleti ve cesareti ilâhi emir ve hükümlere uygundur.
Birçok büyük yolsuzluk hadiselerinin üzerine cesaret ve kararlılıkla giden İçişleri bakanı Sadettin Tantan’ın ve savcı Talat Şalk’ın bu hareketleri de tebrike şâyandır.
Bu gibi adaletli ve cesaretli kimselerin bulunması memleket için çok lüzumludur. Çünkü bu gibi kimseler iş başında durdukça Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı üzerimizde olur ve devlet gemisinin batmamasına vesile olur.
Bir beldede adalet mevcut oldukça Allah-u Teâlâ o memleketi muhafaza eder, korur, batırmaz.
Reisicumhur’un kokuşmuş ve ayyuka çıkmış bunca yolsuzlukların üzerine cesaretle gitmesi, cerahat toplamış bir yaraya neşter vurmaya benzer. Şimdi pislik, irin, cerahat toplamış bir yaraya elbette neşter vurmak gerekir. Bütün vücudu kurtarmak, bütün vücuda sirayet etmesinin önüne geçmek ve bilhassa şifa bulması için. Bu neşter görünüşte acı verir ve fakat sıhhat bulması için faydalıdır ve şarttır.
Bir de şu var ki, bu acı durum saf, temiz, vatanperver halkımızı ve dost memleketleri üzdüğü gibi, düşmanın da hırsının artmasına sebep oluyor.
Haysiyetli yaşamanın yolu adaletin ayakta tutulmasına bağlıdır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
“Adalet mülkün temelidir.” buyurmuştur.
•
Bu ay içinde idrak edeceğimiz Kurban Bayramınızı ve Hicri Yeni yılınızı tebrik eder, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Erhamerrahimin Hazretlerinden niyaz ederiz.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Bu sahte kahramanlar, bu koyun postuna bürünmüş kurtlar!..
Bunlara vatan haini de denilebilir. Çünkü bu gemiyi batırmak istiyorlar.
İmansız, asaletsiz, cibilliyetsiz insanlar acep kimlere hizmet ediyorlar? Kimlere peşkeş çekmek istiyorlar?
Kimin uşağıdırlar? Güzel vatanımızı parselleyip, satıp yutmak istiyorlar.
Bu hırsızlara dur denmesin mi?
Adalet; fert ve toplum hayatında en önemli huzur ve emniyet kaynağıdır. Devletlerin ve hükümetlerin temel direğidir.
Allah-u Teâlâ'nın gerek peygamberlerini göndermesi, gerekse kitabı ve mizanı indirmesi, insanların adaleti ayakta tutması, adaletle ömür sürdürmeleri içindir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde emir sahiplerine hitap ederek şöyle buyurmuştur:
"Allah size insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.
Allah size ne güzel öğütler veriyor.
Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve görendir." (Nisâ: 58)
Adalet, Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine girmek için en yakın vasıtadır. Allah'tan korkmayan bir âmir, adaleti de uygulayamaz. Allah-u Teâlâ'nın hakkının tanınmadığı yerde kul hakkından söz edilemez.
Çünkü devlet adaletle yönetilir, devlet idaresi adaletle korunur. Adaletin olmadığı yerde zulüm hakim olur, zulüm ise zevali davet eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"De ki: Rabbim bana adaleti emretti." (A'raf: 29)
Adalet kelimesi Kur'an-ı kerim'de ve Hadis-i şerif'lerde; eşitlik, denklik, düzen, dürüstlük, tarafsızlık, gerçeğe uygun olarak hükmetme, hak sahibine hakkını verme, meydana gelen haksızlığı düzeltme, haksızlık yapanı cezalandırma, yolsuzlukların önüne geçme, yolsuzluklara meydan vermeme, haksızlığa uğrayanların yanında olma, doğru yolu izleme, iyiliğe iyilikle karşılık verme, zarar vermeyene zarar vermeme, görevini yerine getirme ve hakkını alma, her işi ehline verme, borcunu ödeme, alacağını isteme, halkın refah ve huzurunu gözetme... gibi mânâlarda kullanılmıştır.
Haysiyetli yaşamanın yolu adaletin ayakta tutulmasına bağlıdır.
Her adaletsizlik bir zulümdür.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış ve şöyle buyurmuştur:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiç bir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
Halkı kandırmakla, peşkeş çekmekle doğruluk olmaz. Olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermekle, kötü olan bir şeyi iyi gibi göstermekle doğruluk olmaz.
•
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in herkesçe bilinen yolsuzlukların ve hırsızların üzerine cesaret ve kararlılıkla gitmesi şâyân-ı takdir bir harekettir.
Onun adaleti ve cesareti ilâhi emir ve hükümlere uygundur.
Birçok büyük yolsuzluk hadiselerinin üzerine cesaret ve kararlılıkla giden İçişleri bakanı Sadettin Tantan’ın ve savcı Talat Şalk’ın bu hareketleri de tebrike şâyandır.
Bu gibi adaletli ve cesaretli kimselerin bulunması memleket için çok lüzumludur. Çünkü bu gibi kimseler iş başında durdukça Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı üzerimizde olur ve devlet gemisinin batmamasına vesile olur.
Bir beldede adalet mevcut oldukça Allah-u Teâlâ o memleketi muhafaza eder, korur, batırmaz.
•
Reis-i cumhur’un kokuşmuş ve ayyuka çıkmış bunca yolsuzlukların üzerine cesaretle gitmesi, cerahat toplamış bir yaraya neşter vurmaya benzer. Şimdi pislik, irin, cerahat toplamış bir yaraya elbette neşter vurmak gerekir. Bütün vücudu kurtarmak, bütün vücuda sirayet etmesinin önüne geçmek ve bilhassa şifa bulması için. Bu neşter görünüşte acı verir ve fakat sıhhat bulması için faydalıdır ve şarttır.
Bu sahte kahramanlar, bu koyun postuna bürünmüş kurtlar!.. Bunlara vatan haini de denilebilir. Çünkü bu gemiyi batırmak istiyorlar.
İmansız, asaletsiz, cibilliyetsiz insanlar acep kimlere hizmet ediyorlar? Kimlere peşkeş çekmek istiyorlar? Kimin uşağıdırlar? Güzel vatanımızı parselleyip, satıp yutmak istiyorlar. Bu hırsızlara dur denmesin mi?
İmanlı, asaletli, doğru insanlara sözümüz yok ve fakat asaletsiz, vicdansız, cibilliyetsiz hırsızlara sözümüz çok.
Bunların bütün pisliklerini, rezaletlerini, hırsızlıklarını herkes görüyor. Bir hırsız bir şey çaldığı zaman onu mahkemeye çıkarırlar ve muhakeme ederler. Onlar ise alenen devlet hazinesini soyuyorlar. Bu hırsızlara dur denmesin mi?
Bir de şu var ki, bu acı durum saf, temiz, vatanperver halkımızı ve dost memleketleri üzdüğü gibi, düşmanın da hırsının artmasına sebep oluyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak ki Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenâlığı ve haddi aşmayı da yasak eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl: 90)
Bu Âyet-i kerime’de üç şey emredilmekte, üç şey de yasaklanmaktadır.
Allah-u Teâlâ hususiyetle adaleti, yani hakkı korumayı, haklının tarafında yer almayı, haksızlıktan kaçınmayı, halkın refah ve huzurunu gözetmeyi, yolsuzlukların önüne geçmeyi emretmektedir.
İhsan ise iyilik yapmaktır.
Emredilen üçüncü husus, akrabaların ihtiyaçlarını temin etmek, sıkıntılarını gidermek ve kendilerine ikramda bulunmaktır.
Yasaklanan ilk şey ise, zinâ ve fuhuş gibi her türlü hayâsızlıklar, çirkinliklerdir.
İkinci yasak kötülüktür. İnsanın hakkı olmayan bir şeyi elde etmeye kalkması, başkalarının haklarına tacavüz etmesi gibi hareketleri Allah-u Teâlâ yasaklamaktadır.
Üçüncü yasak ise başkalarının haklarına tecavüz etmektir. Allah-u Teâlâ’nın gadabını en fazla celbeden kötülük budur. Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Allah-u Teâlâ’nın dünyadaki cezasını çabucak vereceği iki günahtan birinin başkasının hakkına tecavüz, diğerinin akrabalarla ilgiyi kesmek olduğunu beyan buyurmuştur.
Bütün müslümanları ilgilendiren bu emir, idarecileri de idaresi altındakilerin hakkını çiğnemekten hususiyetle sakındırmaktadır.
İslâm idare hukukunun en mühim ve en esaslı hükümlerinden birisi de; müslümanların, başlarına ehliyetli, iktidarlı bir âmir seçmesi ve bu suretle bir devlet idaresi kurmasıdır.
Allah-u Teâlâ müslümanlara hitap ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah size emanetleri (millet işlerini) ehil (yani iktidarlı ve emniyetli) olanlara vermenizi emreder." (Nisâ: 58)
Bu mühim vazifenin ehemmiyetini tebarüz ettirmek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İşler ehil olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekle!" (Buhari)
Millet yapısında en büyük emanet, âmirleri seçerken işi ehline vermektir. Devlet başkanından mahalle muhtarına varıncaya kadar bu böyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz rastgele kişileri iş başına getirmemiş, takvâ ile birlikte liyâkat ve ehliyet aramıştır.
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?" diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla yürütenler müstesnadır." (Müslim)
Diğer taraftan devlet idaresi kendilerine birer emanet olarak verilen âmirlere de halk üzerinde adaletle muamele etmeleri emrolunmuştur.
Ebu Musa -radiyallahu anh- anlatıyor:
"Yanımda amcamın evlatlarından iki kişi daha olduğu halde, Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna girdim.
Yanımdakilerden biri 'Yâ Resulellah! Allah'ın sana tevdi ettiği işlerden bazıları üzerine bizi emir tayin et!' dedi. Diğeri de aynı istekte bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm onlara şu cevabı verdi:
"Allah'a yemin olsun ki, biz bu işe onu tâlep eden veya ona hırs gösteren bir kimseyi tayin etmeyiz." (Müslim: 1733)
Memurluktan kaçınmak hususunda bu Hadis-i şerif bir delildir. Fakat memuriyete ehil ve âdâleti gözeten kimseler için hiç şüphesiz ki büyük bir fazilet vardır.
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, emanete hıyanetlik yapmış olur.
•
Diğer taraftan devlet idaresi kendilerine birer emanet olarak verilen âmirlere de halk üzerinde adaletle muamele etmeleri emrolunmuştur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde emir sahiplerine hitap ederek şöyle buyurmuştur:
"Allah size insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisâ: 58)
Bu hitab-ı ilâhi hüküm verme mevki ve makamında bulunan âmirlerin adaleti gözetmeleri hususunda farziyet ifade eden kesin bir emirdir. Her müslümanın adaletli olması lâzımgelmekle beraber, bu gibi kimseler için en mühim şey adaletli olmaktır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
“Adalet mülkün temelidir.” buyurmuştur.
Adaleti ayakta tutmanın iki büyük mükâfatı vardır. Dünyada huzur ve emniyeti sağlar, ahirette ise, adaletten ayrılmayanlara, adalet ve hakkaniyetle iş görenlere büyük mükâfatlar verileceği vâdolunmuştur.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Hükmünde ailesine karşı ve idaresi altında olanlar hakkında adaletli davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır." (Müslim)
İdaresi altındaki kimselere adaletle davranan idrareciler, Allah-u Teâlâ’nın katında pek büyük itibara sahip olacaklardır.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Dikkat edin! Hepiniz muhafızsınız ve maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz. İnsanlara hükmeden âmir maiyyetindekilerin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür.” (Müslim: 1829)
Bu Hadis-i şerif, bir kimsenin idaresi altında bulunanlara karşı adaletli olması gerektiğine delil olduğu gibi, herkesin bir sorumluluk dairesi olduğunu göstermektedir.
Yalnız devlet reisi değil; hane reisi de böyledir, evin hanımı da, memuru ve işçisi de böyledir.
Nitekim Buharî’nin rivayetinde Hadis-i şerif şöyle devam etmektedir:
“Erkek âile efradının muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür. Kadın da kocasının evinde muhafız durumundadır ve onların hukukundan mesuldür.
Hizmetçi (yani işçi ve memur) işverenin malının muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 487)
Bu mesuliyetten aklı başında olan hiçbir kimse kurtulamaz.
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyurmuştur ki:
Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle duâ ederken işittim;
"Ey Allah'ım! Her kim benim ümmetimin idaresinden bir vazifeye tayin olunur da, onlara zorluk gösterirse, sen de ona zorluk göster.
Her kim benim ümmetimin idaresinden bir vazifeye tayin olunur da, onlara karşı yumuşaklıkla muamele ederse, sen de onlara (dünya ve ahirette) yumuşaklık göster." (Müslim: 1828)
Müslümanların işlerinde zorluk çıkaran bir idareciye, Resulullah Aleyhisselâm’ın bedduâsı erişirse o artık iflâh olmaz.
Kendisine canlısı cansızı ile koskoca bir devlet emanet edilen devlet başkanının, üstlendiği sorumluluğun çok ağır olduğunu düşünerek, yönettiği herkese karşı adaletli davranmaya gayret etmesi, sorumluluk sınırı içinde bulunan hiç kimsenin, bir başkasının hakkını yemesine izin vermemesi gerekir.
Allah-u Teâlâ insanları yarattı ve imtihan sahnesi olan dünyaya denemek için gönderdi.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.
O Âziz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)
Nice iyi âmirler geldi, bunun yanında nice vatanına ihanet edenler de geldi. Bu sahnede imtihanlarını verip gittiler.
Kimisi Kelimâtullah'ın yükselmesi için canını ve malını seve seve Allah uğrunda feda etti, şehadet şerbetini içti, ebedî saâdete erdi.
İyi âmirler Allah-u Tâlâ’nın hükmü ile hükmedenlerdir. Onların her iş ve icraatlarında ilâhî hüküm mevcuttur, o hükümden ayrılmazlar. Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan da, o çizgiden de çıkmazlar. Onlar bu hayatı yaşamışlardır. İslâm gibi görünerek iş görmek başka, o hayatı yaşamak başka.
O hayatı yaşamak, Allah-u Teâlâ’nın yaşatması ile kaimdir. Onları O destekler. O destekleyince her iş ve icraat ona göre olur.
Onun desteklemediği âmirler, nefisleri ile hareket ederler. Hakk için çıkar, amma “Ben yapıyorum!” der.
İdare mevkiinde olan âmirlere, Allah’a ve Peygamber’e itaat ettikleri takdirde itaat etmek vaciptir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.” (Nisâ: 59)
Burada “Sizden” ile kastedilen, müslümanlardan olmasıdır. Ulül-emr müslüman olan emir sahipleridir. Müslüman olmayan ulül-emr’in ise, müslümanlar üzerinde hiçbir itaat hakkı yoktur.
Fert ve toplum olarak bütün müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya bağlıdırlar ve bu bağa boyun eğmek mecburiyetindedirler. İslâm dininin ikinci mühim prensibi Peygamber’e itaat ve bağlılıktır. Bu itaat bizatihi Allah-u Teâlâ’ya itaattır. Çünkü itaatin başka bir yolu yoktur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.” buyuruluyor. (Nisâ: 80)
Bu iki bağlılıktan sonra bir de ulül-emr denilen âmirlere bağlılık vardır. “Kendilerine salâhiyet verilenler” mânâsına gelen bu tâbir, müslümanların herhangi bir işinin başında bulunan herkesi kapsar. Onun içindir ki müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen her âmire itaat edilmelidir.
Bu bir emr-i ilâhidir. Eğer bir müslüman Hazret-i Allah ve Resul’üne itaat edip ulül-emre itaat etmezse, Hazret-i Allah’ın emrine itaat etmemiş demektir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Hükümdar yeryüzünde Cenâb-ı Allah’ın gölgesidir. Emirlerine itaat ve inkıyat edeni Cenâb-ı Allah aziz ve hilâfı halinde bulunanları zelil eyler.” (C. Sağir)
Zira bir devletin ferahı ve salâhı ancak dirayetli bir iyi âmirin yapacağı güzel iş ve icraatlarla kaimdir. Bunun içindir ki ona itaat etmek emrolunmuştur. İsyan ise yasaklanmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Üzerinize, sizi Allah’ın kitabı ile idare eden bir köle bile vâli tayin edilse, onu dinleyin ve itaat edin.” (Müslim: 1838)
Buradan anlaşılıyor ki ancak Hazret-i Allah’a itaat edene itaat emrediliyor.
Hadis-i şerif’te:
“Yaratana isyan yolunda yaratığa itaat edilmez.” buyuruluyor. (Ahmed bin Hanbel)
Seni isyana sevk eden bir âmire de itaat etmemek gerektiğini bu Hadis-i şerif beyan ediyor.
İyi âmirin bütün iş ve icraatları rızâ-î Bârî’ye göredir. Ahkâm-ı ilâhîye göre hareket eder ve ettirir. Rızâ-î Bârî’ye nâil olmak için, dini ve vatanı için canını malını feda eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Cenâb-ı Allah’ın sultanını yücelteni, Cenâb-ı Allah kıyamet gününde yüceltir.” (Tirmizi)
O kimseyi dünyada şerefli kılar. Hazret-i Allah ve Resul’ünün yanında makbuldür, meleklerin yanında makbuldür, insanlar arasında da itibarlıdır.
Fakat âsi olanı ise zelil eder.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“İslâm hükümdarına hürmet etmeyeni Cenâb-ı Allah zelil eyler.” (Tirmizi)
Buradan da ancak Hazret-i Allah’a itaat edene itaatın gerektiği ifadesi çıkıyor.
Allah-u Teâlâ’nın zelil ettiği kimseye hiç kimse şeref veremez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Allah-u Teâlâ’nın kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgelendireceği yedi sınıf insanı arzederken ilk olarak adaletli hükümdarları beyan buyurmuştur.
“Yedi grup insan vardır ki, Allah-u Teâlâ bunları başka gölgenin bulunmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendirecektir:
1. Adaletli, dürüst başkan.
2. Rabbine ibadet (ve kullukla) yetişegelen genç.
3. Gönlü mescidlere bağlı olan kimse.
4. Allah için birbirini seven, Allah sevgisi üzere bir araya gelen ve bu sevgi ile birbirinden ayrılan iki kişi.
5. Zengin ve güzel bir kadının gayri meşru dâvetine: “Ben Allah’tan korkarım!” diyen erkek.
6. Sağ elinin verdiğini sol eli görmeyecek şekilde gizli veren.
7. Tenha bir yerde Allah-u Teâlâ’yı zikredip de gözyaşı döken.” (Buhârî)
Çünkü gördükleri işler pek çoktur ve faydası da umumidir. Onlar vasıtasıyla pek büyük işler yoluna girer.
İyâz bin Himâr -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Cennetlikler üç gruptur:
Adaletli ve başarılı devlet başkanı,
Yakınlarına ve müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli olan kişi,
Âilesi kalabalık olduğu halde haram kazançtan sakınıp kimseden birşey istemeyen adamdır.” (Müslim)
Devlet reisinin başarısı, Allah-u Teâlâ’nın ona, iyiliğe giden yolları açması ve gerekli imkânları hazırlamasıyla mümkündür.
Allah-u Teâlâ’nın emirleri doğrultusunda hareket ettikleri sürece, Allah-u Teâlâ onlara her türlü imkânları bahşeder.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Şüphesiz ki kıyamet gününde Allah katında kulların en faziletlisi; yumuşak tabiatlı ve merhametli olan adaletli hükümdardır.” (Tirmizi)
İşte Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, övdüğü böyle âmirler; hem ilâhî hoşnutluğu kazanmışlardır, aynı zamanda insanların sevgisini de üzerlerinde toplamışlardır. Bu gibi merhametli insanlar hep müslümanın iyiliğini düşünürler, kötülüğünden incinir ve rahatsız olurlar. Çünkü onlara verilmiş gerçekten bir merhamet var ki, kendilerinden daha çok maiyetlerini düşünürler ve onlar için üzülürler. Bunlar Hakk katında övülmüş kimselerdir.
Bu gibi âmirler hakkında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“İslâm hükümdarının muvaffakiyet ve muzafferiyeti için duâ etmek mağfiret sebebidir.” (Münâvî)
Bunun içindir ki bunlara gerçekten bağlanmak, itaat etmek, muvaffak ve muzaffer olmaları için canla başla gayret etmek gerekmektedir. Bunu yapamayanların hiç olmazsa duâ etmeleri lâzımdır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Sizi idare edenlerinizin hayırlıları o kimselerdir ki, siz onları seversiniz, onlar da sizi severler.
Siz onlara duâ edersiniz, onlar da size duâ ederler.” (Müslim: 1855)
Bu karşılıklı anlayış, uhuvvet ve tesanüt sayesindedir ki, Allah-u Teâlâ bu gibi topluluklara huzur ve sükûn bahşetmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur.
Bir de kim âmire itaat ederse bana itaat etmiş, kim âmire baş kaldırırsa bana isyan etmiş olur.” (Müslim: 1835)
Görülüyor ki âmire itaat, Hazret-i Allah ve Resül’üne itaatla birlikte zikredilmektedir.
Bu hüküm her ümerâya şâmil değildir. Ancak Hazret-i Allah ve Resul’üne inanmış ve itaat etmiş, ilâhi ahkâma göre amel eden ümerâya şamildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde iyi bir âmirin müslümanlar için ne büyük bir lütuf ve nimet olduğunu veciz bir şekilde beyan buyurmaktadır:
“İyi bilinmelidir ki devlet başkanı (millet için) siperdir. Onun önünde onun başkanlığında düşmanla harp olunur, onunla (düşmandan) korunulur.” (Buhâri. Tecrid-i sarih: 1240)
Hakk ile olan, bütün iş ve icraatlarını Hakk için yapan kimse her saâdete ermiş, her lütfa mazhar olmuştur. Hem dünyada hem de ahirette.
Allah-u Teâlâ’nın inayet ve desteğine mazhar olan iyi âmirler, devleti Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’i dairesinde idare ederler. Hakk ile hükmederek verdikleri hükümlerde adalet yaparlar. Halkı dünya saadetine erdirmek, ahiret selâmetine çıkarmak isterler. İşlerinde kolaylık gösterirler. Bunun için de gerekirse uykularını terkederler, dini ve vatanı için canlarını dahi feda etmekten çekinmezler. Bütün iş ve icraatları rızâ-i Bâri’ye uygundur.
Çünkü onlar şu Âyet-i kerime’ye gönülden inanmışlardı:
“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fasıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi.
İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7)
Bu güzel sıfatları taşıyan kimseler, yaşayış ve icraatlarında doğru yolu bulmuş kimselerdir.
Adaletli devlet başkanı niçin bu kadar önemlidir?
Çünkü o; halkın derdine çözüm arar, onları huzur içinde yaşatmaya çalışır ve böylece insanlara iyiliği ve faydası dokunur. Allah-u Teâlâ da onları sever.
Nitekim Osmanlı hükümdarlarının hayatlarına dikkat edildiği zaman, Allah yolunda nasıl mücadele ettiklerini görmüş oluruz. Bu iman aşkı ile canlarını ve mallarını Allah uğrunda seve seve verdiler. Kendi hayatlarını hiçe saydılar, vatanın ve ordunun selâmetini düşündüler. Böylece şan ve şerefleri bütün dünyaya yayıldı. Gittikleri yerlere adalet götürdüler, huzur ve saâdeti, barışı yaydılar. Emri altındaki bir kâfire dahi, bir müslümana gösterdikleri ihtimamın aynısını gösterdiler. Bu eşsiz adaleti ve apaçık hakikatı gören nice gayr-i müslimler hidayete nail oldular. Kâfir dahi olsa, beşeriyet hâlâ onları saygıyla, hayranlıkla anmaktadır.
Yöneticilerin iyi ve kötü olmaları o kadar önemlidir ki, doğrudan doğruya halkın huzuru ve huzursuzluğunu ilgilendirmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O yanından ayrıldığında (iş başına geçip idareci olduğunda) yeryüzünde fesat (anarşi) çıkarmaya, ekini (ekonomiyi) ve nesli helâk etmeye çalışır.
Allah fesadı sevmez.” (Bakara: 205)
Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.
Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar, çünkü başkasına hizmet etmektedirler.
Onlar idareyi ele aldıklarında fesat çıkmasının sebebi “Sen öl, ben yaşayayım!” felsefesi ile hareket etmelerinden dolayıdır.
Birçok adaletsizliklerin ve kötülüklerin neticesi olarak da anarşi ve terör husule gelir. İnsanlar arasında kan dökmeler yaygınlaşır. Katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilmez olur.
Devlet kasasını aralarında taksim ederler. Allah-u Teâlâ da bereketi kaldırır, ekonomi altüst olur, memlekette büyük sefalet husule gelir. Fakir inler, onlar ise sefa sürerler. Zevk ve sefaları bozulmasın diye, bu iniltiyi duymak bile istemezler. Bu ise doğrudan doğruya ihanettir.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın ve Resul-i Ekrem’inin yolundan ayrıldıktan sonra, artık onun Din-i mübin ile işi kalmaz, vatanperverlik de ondan gider, vatanına ihanet etmekten çekinmez. Nefis putuna tapar, var gücüyle madde ve makama dalar. Bütün fenalıklara yol verir. Çeşitli vasıtalarla zehirini akıtmaya gayret eder. Yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka bir çabası yoktur. Sözü yalan, inancı fasid, icraatları kötüdür.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Demek ki sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz öyle mi?” (Muhammed: 22)
İş başına geçer, kumandayı elinize alır da memleketinizi bozguna verir, halkı, hısım ve akrabalarınızı perişan mı edeceksiniz?
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lânetlediği, sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed: 23)
Artık bunlara kim hidayet edebilir?
•
Kötü âmirler hakkında pek büyük bir tehdit olmak üzere Ma’kıl bin Yesâr -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
“Allah bir halk kitlesinin başına getirip de, öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölen hiçbir kul yoktur ki, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmesin.” (Müslim: 142)
Ve bütün yaratıklar ona lânet etmemiş olsun. Yani bu gibi kimseler Cennet-i âlâ’ya giremezler. Onlara destek verenlerin de onlarla beraber olacakları şüphesizdir.
Yaptıkları hıyanetlerin hesabı ahirette kendilerine bir bir sorulacak, bu kadar insanın vebali üzerlerine yüklenecektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah kime müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına, isteklerine, darlıklarına perde olur giderirse; kıyamet gününde Allah da onun ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur, giderir.” (Tirmizi)
Bu Hadis-i şerif, hangi mertebede olursa olsun halkın idaresinde bulunan kimselerin halka yakınlık göstermesi, işlerini kolaylaştırması gerektiğine işaret etmektedir.
Ebu Saîd -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet günü insanların Allah’a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, adaletli âmirdir.
O gün insanların Allah’a en menfuru ve O’ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim âmirdir.” (Tirmizi: 1329)
Kötü âmir, dinine ve vatanına ihanet eder. Hem nefsine hem de halkına zulmeder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Âiz bin Amr -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İdârecilerin en kötüsü insafsız ve katı kalpli olanlardır.” (Müslim)
Bu gibi kimseler yaptıkları haksızlıkların hesabını kolay kolay veremeyecekler, cennetin kokusunu duyamayacaklardır.
Kötü âmir haindir, devlete en büyük ihaneti eder. Her fırsatta devlet kalesinin taşlarını bir bir yuvarlar, yıkmak için çalışır. Çünkü o kime hizmet ediyorsa onun kuludur. Herkes sevdiği ile beraberdir ve sevdiği ile beraber haşrolunacaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)
Sen ise onları müslüman zannediyorsun.
Allah-u Teâlâ’ya gönül veren kimse Hakk’ın kuludur. Kâlbini bâtıla çevirenler halkın kuludur. Bu gibi kimselerin cismine aldanman, senin aptallığına delâlet eder.
Şerefsiz bir âmir olmaktansa, şerefli bir vatandaş olmak ondan çok daha hayırlıdır. Zira şerefi ile yaşar.
Şerefsiz bir âmirin ruhu ölmüştür. Vicdanı ona rahat vermez ve kalbi daima huzursuzdur.
Bir âmir konuşurken sözüne dikkat et! Doğru mu konuşuyor, yalan mı konuşuyor? Eğer yalancı ise onun hiçbir sözüne ve icraatına itibar edilmez. Çünkü o haindir, hainliğini yürütür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Hâinlerin savunucusu olma!” buyuruyor. (Nisâ: 105)
Allah-u Teâlâ’nın halkettiği bütün mahlûkat bu hainlere lânet eder. Niçin? Çünkü müslüman gibi görünüyor, fakat Din-i İslâm’a ihanet ediyor. Bir taraftan dini, diğer taraftan devleti yıkmaya çalışıyor. Fakat onlar bunu bilmezler, gayeleri peşinde koşarlar.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde âhirzaman âlimlerinden haber verdiği gibi, kötü âmirlerden de haber vermiştir.
Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ey Kâ’b bin Ucre! Seni, benden sonra gelecek ümerâya karşı Allah’a sığındırırım. Kim onların kapılarına gider ve onları yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim.
Ahirette Kevser Havz’ının başında yanıma da gelemez.
Kim onların kapısına gitmeyip, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa, o bendendir, ben de ondanım. O kimse Havz’ın başında yanıma gelecektir.
Ey Kâ’b bin Ucre! Namaz burhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürdüğü gibi.
Ey Kâ’b bin Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka ateş gerekir.” (Tirmizi: 614)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-i muhatap ederek müslümanlara yalancı, zâlim ve sefih âmirlere karşı nasıl davranılacağını ders vermektedir.
Namaz, oruç, zekât gibi farzları eda ederek, sefih ümerânın yalanlarına kapılmamalı, istikametten ayrılmamalıdır.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli cömert kimselerse, işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız, bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.
Yok eğer ümerânız şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise, yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)
Görülüyor ki âmirlerin hayırlı veya şerli olmalarının yanında zenginlerin cömert ve cimri olmaları da toplumun huzuru ile yakından ilgilidir.
•
Mervan bin Hakem’in Medine valiliği yaptığı yıllar idi. Bir gün yüzünü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Kabr-i şerif’lerinin taşına koymuş bir kişiyi gördü. Yakasından tutarak “Ne yaptığını sanıyorsun?” dedi. O kişi başını çevirince bir de ne görsün, meğer o zat Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu anh- Hazretleri imiş.
Şöyle cevap verdi:
“Evet, ne yaptığımı biliyorum. Ben taşa değil, Resulullah Aleyhisselâm’a (şikâyete) geldim. Çünkü onu şöyle buyururken duymuştum:
“Din (işlerin)i ehil olanlar üzerlerine aldığı zaman din için kaygılanmayın. Fakat ehil olmayanlar din (işlerin)i tedvire başladıklarında, ne kadar endişelensen, ağlasan yeridir.” (Ahmed bin Hanbel. c. 5, sh. 422)
Hadis-i şerif, ehliyetsiz âmirlerin topluma vereceği büyük zararları gözler önüne sermektedir. Hususiyetle din-dünya ayrılığı kabul etmeyen, her hadisenin dini bir hükmünü ortaya koyan bir dinin mensuplarının idaresini üzerlerine alan âmirlerin durumu çok daha önemlidir.
Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu anh- Hazretleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın kabr-i şerif’lerine yüz sürerek vali Mervan’a en canlı bir şekilde ikazını yapmış, Hadis-i şerif’te haber verilen günlere gelindiğini duyurmaya çalışmıştır.
Nice münafıklar sûret-i haktan görünüyorlar, haince maksatlarına nail olmak için her türlü hilelere başvuruyorlar. Hakikat ile dalâleti ayıramayan gafiller ise onlara aldanıyorlar. Bu noktada ne büyük kayıplara uğradıklarının farkında bile değiller.
Bir Âyet-i kerime’de:
“O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” buyuruluyor. (Kasas: 86)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’a isyan eden kimseye itaat yoktur.” (İbn-i Mâce: 2865)
Allah-u Teâlâ haksızların haksızlığını, hainlerin hainliklerini bildiği halde zulüm ve hainliğe yardım edenlere, Hakk’ın hükümlerini esas almayıp kendi arzusuna tâbi olanlara karşı bir tehdit mahiyetinde olmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah hain günahkârları sevmez.” (Nisâ: 107)
Sevmemekle kalmaz buğzeder, onu ikaba ve azaba uğratır.
•
Onlar zâhirde başkalarına hainlik ediyorlarsa da, gerçekte kendi nefislerine hıyanet etmektedirler. Bu hıyanetleri sebebiyle cezaların en şiddetlisine sebep olan bir günaha kendilerini mahkûm ettiler.
Haine taraftar olmak ve onları savunmak da bir hıyanettir. Allah-u Teâlâ hain günahkârları sevmediğine göre, bir müslüman nasıl olur da onları savunmaya kalkışır?
“Onlardan hiçbir günahkâra veya hiçbir nanköre itaat etme!” (İnsan: 4)
“Bunlar (hâinliklerini) insanlardan gizler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, râzı olmayacağı sözü geceleyin uydurup düzdükleri zaman onlarla beraberdi.” (Nisâ: 108)
Bu gibi kimseler zihinlerinde veya aralarında hâinlikler düşünürler. Allah-u Teâlâ’nın hoşlanmayacağı bir takım kararlar alırlar. Bunları yaparken de Allah’tan korkmazlar, insanlardan son derece çekinirler ve onları aldatmaya çalışırlar.
•
Bu gibi hâinlere taraf olup onları savunanlar, onlardan yana mücadele edenler hakkında nasıl bir sonuç hazırlandığına dair Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onlara taraf çıkıp savunuyorsunuz.
Peki kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onları kim savunacak? Yahut onlara kim vekil olacak?” (Nisâ: 109)
Onları azap ile yakaladığı zaman ahirette onları kim savunmaya kalkışabilir? Allah-u Teâlâ’nın azabından ve intikamından onları kim koruyabilir?
Kişiler o hâinleri savunmakla onları kurtarmış olmadıkları gibi, aksine onların mesuliyetlerine iştirak ederek kendi nefislerine de hâinlik etmiş, kendilerini aldatmış ve zulmetmiş oluyorlar.
•
Halkın karşısına çıkarlar, onları aldatmak için dinden imandan bahsederler. Aslını bu perde altında gizlemeye çalışırlar.
Bu hale neden düştüler?
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edindikleri için bu hale düşmüşlerdir, icraatlarını ona göre yaparlar. Devlet işlerini bozma azminde ve gayretinde olurlar. İyileri ve ehil olanları vazifeden alırlar, o işle hiç ilgisi olmayan naehil kimseleri iş başına getirirler. Yani işe adam değil de adama iş verirler.
Böyle olunca da işler bütünüyle naehlinde olduğu için, devlet düzeni tamamen bozulur. Büyük huzursuzluklar başgösterir. Bu durum devletin çökmesine sebep olur.
Devlet ittifaktan doğduğu gibi, ittifaksızlıktan ötürü de çöküntüler husule gelir.
“Bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak” mânâlarına gelen gulûl; taksim edilmeden önce ganimet mallarından bir şey çalmak demektir. “Devlet malına hıyanet etmek” de bu türdendir.
•
Uhud savaşında Ayneyn geçidine yerleştirilen okçuların kendilerine ganimetten pay verilmeyeceği endişesiyle yerlerini terketmesi ve bunun sonucunda müslümanların büyük zarar görmesi dolayısıyla nâzil olan Âyet-i kerime’de bir Peygamber’in ganimetlerin taksiminde haksızlık yapmayacağı belirtilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bir peygamber için ganimet malına ihanet etmek olur şey değildir.” (Âl-i imran: 161)
Ganimet malından gizli bir şey çalmak emanete hıyanet etmektir. Devlet malından çalma ve onları kötüye kullanma da böyledir.
“Kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir.” (Âl-i imran: 161)
Çalmış olduğu şeylerle orada bulunanların huzurunda rezil olur.
“Sonra herkese kazandığı tastamam verilir ve onlara aslâ zulmedilmez.” (Âl-i imran: 161)
İsyankârın cezası artırılmayacağı gibi, itaatkârın sevabı da eksiltilmez.
Vahiy Resulullah Aleyhisselâm’a zaman zaman nâzil oluyordu. Bu sebeple ona karşı hâinlik eden kimse hakkında vahiy geliyordu. Bundan dolayı o kimse hakkında ahiret azabının yanı sıra, dünyada rezil ve rüsvay olunacağı da bahis mevzuu oluyordu.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından birkaç kişi gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da şehittir!’ dediler.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurdu.
Sonra da:
“Ey Hattab oğlu! Git de: ‘Cennete müminlerden başkası giremez.’ diye topluluğun içinde nidâ et!’ buyurdu.
Ben de çıktım ve:
‘Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!’ diye nidâ ettim.” (Müslim: 114)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşına çıktık. Allah da bize fethi müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra Vâdil-kurâ’ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.
Bunun üzerine biz ‘Ona şehadet mübarek olsun yâ Resulellah!’ dedik.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
‘Hayır! Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Hayber’de taksim edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır.’ buyurdu.
Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve: ‘Yâ Resulellah! Bunu Hayber’de almıştım’ dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!” (Müslim: 115)
Görülüyor ki çalınan şeyler ateş haline getirilerek hıyanet edenler onlarla azab edilecektir.
Yine görülüyor ki hâin harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse cennete girer: Kibir, hâinlik ve borç.” (Tirmizî - İbn-i Mâce)
•
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı, günün birinde öldü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:
‘Bu adam cehennemliktir!’ buyurdu.
Ashâb: ‘Acaba neden ki?’ diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında buldular.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1283)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin, müslümanların ganimetinden (devlet malından) olan bir hayvana, zayıf düşürüp de öyle geri verecek şekilde binmesi helâl değildir.
Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin bir elbise eskitip de öyle geri verecek şekilde giymesi helâl değildir.” (Ebu Dâvud)
•
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-ı ganimetleri korumakla vazifelendirmişti. Derken bir kimse gelerek: “Selman! Elbisem yırtık idi. Ganimetten bir iğne iplik alıp onu diktim. Bana günah var mı?” diye sordu. Selman -radiyallahu anh-: “Herşey miktara göredir.” diye cevap verdi. Bunun üzerine o kimse elbisesinden o ipliği çekip çıkararak, ganimet malının içine kattı.
Yine rivayet edildiğine göre bir kimse ganimet içinden bir veya iki ayakkabı bağı alıp: “Bunları Hayber günü ben ele geçirmiştim.” dedi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Cehennemde olan bir veya iki ayakkabı bağı!” buyurdu. (Buhârî - Müslim)
•
Adiyy bin Amîre el-Kindî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre “Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğini işittim.” demiştir.
“Sizden herhangi bir kimseyi memur tayin ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha değersiz bir şeyi gizleyecek olursa bu bir hıyanettir. Kıyamet gününde onunla gelir.”
Bunun üzerine Ensar’dan siyah bir kimse ayağa kalkarak: “Yâ Resulellah! Bana verdiğin memuriyeti geri al!” dedi. Ben onu hâlâ görür gibiyim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu. O kimse: “Senin şöyle şöyle söylediğini işittim.” deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ben aynı şeyleri şimdi bir kere daha söylüyorum. Sizden kimi bir vazifeye tayin edersek, az çok ne elde ettiyse getirsin. Ondan kendisine, tarafımızdan verileni alsın, men edilenden kaçınsın.” (Müslim: 1833)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Bir yumurta bile çalsa, Allah hırsıza lânet etsin.” buyuruyorlar. (Buhârî - Müslim)
Lânetçi değil dâvetçi olarak gönderildiğini beyan buyurduğu halde, hırsızlık yapanlara lânet etmesi, hırsızlığın çok ciddi ve olumsuz tesirlerinin olduğunu göstermektedir.
Nefsinin şehvetine uyarak başkasının hukukuna gizlice el uzatmak, kendisinin hakkı bulunmayan bir malı Allah-u Teâlâ görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak, elbette Allah-u Teâlâ’nın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Zâni zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş mümin olarak içmez.” (Müslim: 57)
Bir insanı öldürmek veya dövmek, bir uzvuna zarar vermek haram olduğu gibi, malını almak da haramdır. Bu işte kul hakkı vardır.
İslâm, kıyamete kadar bakî kalacak hükümleriyle insanlık haysiyet ve şerefini koruduğu gibi cana, mala ve ırza saldırıyı da en büyük günahlardan telâkki etmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu, müslümanların sevgisini kazanmış olan iyi âmirlerden bazıları ve numune-i imtisal olmak üzere bazı icraatları:
Bu iyi âmirlerin başında hiç şüphesiz ki Hulefâ-i râşidin hazerâtı gelmektedir. Resulullah Aleyhisselâm’ın kemâl ve faziletinden en çok feyz alan zâtlar şüphesiz ki onlardır.
Hazret-i Allah’ın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine uymaları ve o Nur’u takip etmeleri sebebiyle büyük muvaffakiyetlere erdiler. O günden bugüne güzellikle anılmışlar, dünya durdukça da anılacaklardır.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm’ın en sâdık dostu idi. Onun âhirete intikal etmesinden sonra kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu halife seçtiler. Biat edildiği gün minbere çıkarak hilâfeti süresince takip edeceği yolun hülâsasını anlattı.
Şöyle buyurdu:
“Ey Müslümanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım halde riyaset makamına geçirilmiş bulunuyorum. Eğer vazifemi gereği gibi güzel yaparsam bana yardım ediniz. Yanılırsam beni doğrultunuz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli olan da, hak sahibi kendisinden hakkını alıncaya kadar zayıftır.
Bir millet Allah yolunda cihadı bırakacak olursa, Allah o milleti belâya uğratır.
Ben Allah’a ve Peygamber’e itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Eğer Allah’a ve Peygamber’ine isyan edersem siz de bana itaat etmekle mükellef değilsiniz.
Haydi şimdi namaza kalkınız. Allah-u Teâlâ’nın rahmetine nâil olasınız.”
İki sene dört ay bu makamda kaldı. İslâmiyete çok büyük hizmetleri dokundu.
Tecrübe görmüş Ashâb-ı kiram’la her hususta istişare yapıp, onların görüşlerinden istifade etmekle beraber, mühim ve âni karar verilmesi gereken durumlarda derhal karar vermiş ve haiz olduğu devlet başkanlığının bütün salâhiyetlerini dirayetle kullanmıştı.
Mütevâzi fakat vakarlı bir insandı. Vazife ve mesuliyet işlerinde zerre kadar müsamaha göstermediği gibi, din ve devlet işlerinde en küçük bir tereddüte ve müsamahaya göz yummazdı.
Halkın dertlerine ortak olur, yoksullara yardım ederdi.
Şu sözleri ne kadar arza şâyândır:
“Doğru sözlü olun, yağcılık, tabasbus etmeyin! Konuştuklarınız açık olsun! Kendinizin bile inanmadığı şeyleri söylemeyin! Allah’a ve Resulü’ne ‘şöyle diyorlar’ diye âyet ve hadise iftira etmeyin! Makam, mevki, para, kadın... gibi menfaatler için, Allah yolunda taviz verip, yalan söylemeyin, çünkü münafık olursunuz! ‘Allah’ın kanunlarına isyan ederek, akabinde, ‘ben de müslümanım, ben de hacı çocuğuyum’ diye müslümanları kandırmayın!” buyurmaktadır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halife olunca, İslâm’ın kendisine verdiği dirayetle maliye, adliye, nafia, maarif, ordu gibi bütün idari şubeleriyle mücehhez bir devlet kurmuştu.
Onun devrinde İslâmiyet çok uzaklara kadar yayıldı. Muhtelif milletler muhtelif ırklar bir araya toplanmıştı. Gösterdiği adalet ve tarafsızlık sayesinde halk İslâm’a ısınıyor ve bağlanıyordu. Bu muazzam sahalara huzur ve emniyet hakim olmuştu.
Daha önceleri zâlim bir idare altında inleyen insanlar, İslâm adaleti sayesinde emniyet içinde yaşadılar.
Onun hükümetini herkese kabul ettiren ve beğendiren ve onun sert emirlerini sükunetle icra etmelerini temin eden başlıca vasfı insaf ve adaletidir. İstisnasız herkese aynı muameleyi yapardı.
Gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Irak’ta isyan edenler, Şam’da mükâfat kazananlar onun tarafından bilinirdi.
•
Başarı sebeplerinden birisi de onun âmir ve memur seçme hususunda büyük bir isabet göstermesidir. Muhtelif mevkilere en münasip, en ehliyetli zevâtı tayin etmiş, her insana lâyık olduğu vazifeyi vermişti. Akrabalarından hiç kimseyi bir memuriyete tayin etmemiştir.
Onun nazarında bir vali, halkın bir ferdi gibiydi. Adaleti tatbik ederken halktan bir kişi ile bir valiyi ayırdetmezdi. En küçük bir fert, bir âmirden şikâyetçi olursa, adalet önünde eşit şartlarda hesap verirlerdi. Çünkü onun prensibi şu idi: “En zayıfınızda olsa, haklı ise bence en kuvvetlidir. En kuvvetliniz haksız ise bence en zayıf olanınızdır.”
•
Devlet hazinesine pek çok dikkat eder, bir kimsenin hazineden en ufak bir şey gasbetmesine imkân bırakmazdı. Mülkî amirlerden kaynağı belli olmayan servetlerinin hesabını sorardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- birisinden şartlı olarak bir at satın aldı. Atı beğenirse parasını ödeyecekti. At denenmek için bir biniciye verildiğinde sakatlandı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de atı almaktan vazgeçti. Fakat atın sahibi atını geri almak istemiyordu. Halifeden dâvâcı olarak kadı Şüreyh’e başvurdu.
Kadı Şüreyh şu hükmü verdi:
“At, sahibinin rızâsı ile denendi ise geri verilebilir, değilse verilmez.”
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- kadı Şüreyh’in verdiği bu hükmü doğru buldu, atın parasını da ödedi.
•
Hacc mevsiminde valileri Kâbe’de toplar, halkın huzurunda hepsini, vazifeleri sırasında yaptıkları icraatlardan dolayı hesaba çekerdi. Vâliler böyle bir durumda suçları sebebiyle halkın karşısına çıkmaya cesaret edemeyecekleri için, halka haksızlık yapmaktan çekinirlerdi. Nitekim Sa’d bin Ebi Vakkas -radiyallahu anh- gibi en değerli valileri Hacc mevsiminde Kâbe’de toplamış ve şikâyetçilerle yüzleştirmiştir.
Bir defasında toplanan halka şöyle dedi:
“Ey insanlar! Ben valilerimi sizin topraklarınıza, mallarınıza ve namuslarınıza zarar versin diye göndermedim. Sizin meselelerinizi halletmesi için gönderdim. Kime bunun dışında bir şey yapılmışsa ayağa kalksın!”
Bir kimse ayağa kalkarak:
“Yâ emirel-müminin! Valin bana yüz kırbaç vurdu.” dedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- valiye “Niçin vurdun?” diye sordu. Adama da “Kalk sen de ona vur!” dedi.
Bunun üzerine Amr bin Âs -radiyallahu anh- ayağa kalkarak:
“Yâ emirel-müminin! Eğer böyle yapmaya kalkarsan, şikâyetin ardı arkası kesilmez. Ve bu, senden sonra geleceklerin uyma mecburiyetinde kalacağı bir âdet olur.” dedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Resulullah Aleyhisselâm’ın kendi şahsında kısas yaptığını gördüğüm hâlde ben kısas yapmayayım mı?” diye sordu. Amr -radiyallahu anh- “Onu bize bırak, biz kendisini râzı ederiz.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Haydi onu râzı edin öyleyse.” dedi. Her kırbaç vuruşuna iki dinar olmak üzere ikiyüz dinar diyet vererek onu râzı ettiler. (İbn-i Sa’d)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Bahreyn valisi İbn-i Carûd’un Ediryas adında bir adamı yakalayıp, düşman adına casusluk yaptığı ve düşmana sığınma niyetinde olduğu gerekçesiyle boynunu vurduğunu duydu.
Ediryas boynu vurulmak üzere iken “Neredesin yâ Ömer, neredesin yâ Ömer!” diye bağırmıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- valiye mektup yazarak Medine’ye gelmesini emretti. Valiyi beklemekteyken o, elinde bir mızrakla geldi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Ediryas’a ne yaptın, Ediryas’a ne yaptın?” diyerek, valinin tepesine dikildi ve mızrakla vurdu.
Vali “Yâ emirel-müminin! O, müslümanların sırlarını düşmanlara yazıyor ve onlara sığınmak niyetindeydi.” dedi. Hazret-i Ömer celâlli bir şekilde şöyle buyurdu:
“Onu niyetinden ötürü öldürdün öyle mi? Hangimizin kalbinde kötülük yok? Eğer bunun âdet hâline gelme korkusu olmasa, bu sebeple seni öldürürdüm.” dedi. (Kenzül-ummâl)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Câbiye’ye geldiğinde zımmîlerden dilenen bir ihtiyarı görünce durumunu sordu. “Bu ihtiyarlamış ve zayıflamış bir zimmîdir.” denildi. Bunu öğrenen halife, ihtiyarın cizye verme mükellefiyetini kaldırdı ve “Onu ihtiyarlayıp, sıhhatten düşünceye kadar cizye ile mükellef tutuyorsunuz, sonra da sokağa atıyorsunuz.” dedi. Ailesi de olduğu halde hazineden ona on dirhem maaş bağladı. (Kenzül-ummâl)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in şehadetinden sonra halife olan Hazret-i Osman -radiyallahu anh- son derece mütevazi olmakla beraber o derece cesur idi. Hiçbir felâket karşısında sarsılmaz, her musibeti derin bir tevekkül ile karşılardı, oniki sene süren hilâfetinin altı senesi emniyet içinde geçti. İdare muhkem esaslar üzerine kurulduğundan her yerde âsâyiş hakimdi.
Herşeyini Hazret-i Allah’ın dâvâsı uğruna feda eden Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz hilafet makamında iken bile devletten bir tek kuruş maaş almamıştır.
•
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- kölesine “Vaktiyle ben senin bir kulağını kıvırmıştım. Haydi benden öcünü al.” dedi. Köle kulağını tuttuğunda “Sıkı çek yavrum. Kısas dünyadadır, ahirette kısas yoktur.” dedi. (Tâberani)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-; Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in şehadetinden sonraki karışık hengamede halife seçilmiş, bu işin içinden son derece kararlılıkla çıkmak ve akl-ı selim dâiresinde hareket ederek halletmek için çaba harcamıştı. Dahili vahdeti temin etmek için çalıştı. Samimiyet, fedâkârlık, kahramanlık gibi yüksek vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahipti.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bir gün hizmetçisiyle beraber çarşıya çıkmıştı. Ketenden yapılmış iki elbise satın aldı ve hizmetçisine “Bunlardan birini kendin için beğen al.” buyurdu. Hizmetçi bu emir üzerine en iyisini kendisine ayırdı.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- elbisesini giydi. Yenleri biraz uzun gelmişti. O kısımları kesti ve Cuma namazına gitti. Bu durum herkesin dikkatini çekiyordu. İkisi de yeni elbise giymişler, fakat hizmetçisinin giydiği elbise daha güzel.
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e Isfahan’dan ganimet gelmişti. Bu ganimeti yedi kısma ayırdı. Bir de bütün ekmek vardı. Onu da yedi parçaya bölerek her parçasını bir payın üzerine koydu. Sonra yedi kumandanı çağırdı. Aralarında kura çekerek bunları kumandanlarına verdi. (İmâm-ı Şâfi. Müsned)
•
Ca’da bin Hübeyre Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e gelerek “Yâ Emirel-müminin! Sana iki adam gelecek. Onlardan biri, seni kendisinden daha çok sever. Diğeri ise, şayet seni boğazlamaya gücü yetse çekinmeden boğazlar. İlkini ikincisine tercih ederek hüküm verirsen iyi olur.” dedi.
Hazret-i Ali eliyle Ca’de’nin göğsüne vurdu ve “Onlar geldiklerinde ben bana düşeni yaparım. Fakat kalplerinde olan şeyin hesabını Allah’a verecektir.” buyurdu. (Kenzü’l ummâl)
Ömer bin Abdülaziz, Mekke ve Medine’nin valiliği yapmıştı. Medine’ye gider gitmez ulemadan on kişi seçerek davet etti. Onlara “Sizi istişare yapmak ve yardımcı olmanız için çağırdım. Kendi fikrime göre iş yapmak istemiyorum. Her hususta size danışacağım. Memurlarımdan birinin halka zulmettiğini duyarsanız bana bildiriniz.” dedi. Onlar da bu durumdan çok memnun oldular. Zulmü kaldırmak için her türlü yardımı yaptılar.
Halka hitaben yaptığı ilk konuşması çok manidardı.
“Ben Cenâb-ı Hakk’a itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Ben Cenâb-ı Hakk’a isyan edersem siz de bana isyan ediniz.”
İcraata getirdiği adalet, vergi sistemindeki ıslahât halkta öyle bir memnuniyet hasıl etmişti ki, kendisini Mehdi sananlar bile olmuştu.
Halife seçildiği vakit dağ başlarındaki çobanlar:
“Halkın başına geçen bu salih kul kimdir?” diye sormaya başladılar.
Kendilerine:
“Bu zâtın salih olduğunu nereden bildiniz?” denilince şu cevabı verdiler:
“Çünkü ne zaman başa âdil birisi geçerse, o vakit kurtlar koyunlarımıza saldırmazlar.”
İkibuçuk sene gibi kısa bir zamanda memleketin iktisadi hayatı her taraftan öylesine düzelmişti ki, Mısır gibi bazı yerlerde zekât verecek fakir kalmamıştı.
Halife olmazdan önceki hayatı ile, halife olduktan, devlet mesuliyetini üzerine aldıktan sonraki hayat ve yaşayışı arasında çok büyük değişmeler olmuştur.
Halife olmazdan önce dörtyüz dirheme alınan elbiseyi beğenmez, kaba bulurdu. Halife olduktan sonra ondört dirhemlik elbise için “Sübhânellah! Ne güzel, ne hoş, ne zarif elbise!” diyerek takdirle karşılamıştı.
Halife olur olmaz kağıt tahsisatını kısmıştı. Medine vâlisi Ebu Bekir bin Hazm, bir mektup yazarak tahsisatın arttırılmasını talep edince şu cevabı aldı:
“Kaleminin ucunu incelt, satırları sık tut, ihtiyaçlarını ayrı ayrı değil toptan yaz. Ben müslümanların malından, lüzumsuz sarfiyata tahsisat ayıramam.”
Bidat ve hurafeler kök salmaya başladığı için Hadis-i şerif’leri toplatarak, Sünnet-i seniyye’yi ihya etmiştir. Ömer bin Abdülaziz’in adaleti, gayet güzel işler yapması, İslâm memleketlerini huzura erdirmesi neticesinde Hind ve Berberi’lerden altı milyon kişinin iki yıl içinde müslüman olmaları tarihte görülmemiş bir hadisedir. Hatta Türklerin müslüman olmalarında çok büyük amil olmuştur.
Daima üzüntülü ve düşünceli görünürdü. Sebebini soran azatlı kölesine “Doğudan batıya kadar Ümmet-i Muhammed’in hukukunu korumak bana vazife oldu. Bundan büyük üzüntü mü olur?” diye cevap verdi.
Birçok geliri vardı, halife olunca hepsini dağıttı. Hanımı da ondan geri kalmadı, nesi varsa Beytül-mâl’e bağışladı.
Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz iki sene beş ay olan halifeliği döneminde, kıyamete kadar adının anılmasını sağlayacak bir şekilde adalet gerçekleştirdi. Bunca yıllar kökleşmiş olan kötü âdetleri ortadan kaldırdı. Zâlim olan vâlileri ve memurları azletti. Yerlerine o makamlara en lâyık olan kişileri seçti.
Ortaçağın en büyük İslâm kumandanlarından olduğu gibi, İslâm tarihinin de en büyük kumandanlarından birisidir.
1169 yılında Mısır sultanı oldu. Mısır’da şiîliğin bütün izlerini yok etti. Ehl-i sünnet mezhebini tekrar kurdu. Bir daha şiîliğe dönülmemesi için çok akıllıca tedbirler aldı. Bu işi yumuşaklıkla ve büyük maharetle yaptı, hiçbir sertlik göstermedi.
Sudan, Suriye, Hicaz, Yemen ve civar memleketlerde hakimiyetini kurdu. Dünyanın en büyük ve en kudretli hükümdarlarından birisi haline geldi.
Hayatının onbir yıllık kısmını, Suriye ve Filistin’de haçlılarla mücadele ile geçirdi.
1186 yılında büyük haçlı ordusunu imha ederek, ortaçağın en büyük muharebelerinden birini kazandı, Kudüs yolunu açtı.
88 yıldır Hırıstiyan hakimiyetinde bulunan ve müslümanların üçüncü kutsal şehri olan Kudüs-ü şerif’i Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den sonra ikinci olarak fethetti. Kısa bir zamanda bütün Filistin’den haçlıları kovdu.
Sultan Alparslan Anadolu’nun kapılarını müslüman Türklere açmıştır. Ömrü at üzerinde ve cenk meydanlarında geçen bu büyük hükümdar, aynı zamanda adaletiyle de herkesin gönlünde taht kurmuştu.
Devlet idaresinde istikrarı sağladıktan sonra fetihlere başladı.
Malazgirt Savaşı öncesi, topluca kılınan bir Cuma namazının ardından askerinin karşısına geçti. Üzerinde kefene benzeyen beyaz bir elbise vardı. “İşte ben kefenimi giydim. Şehid düşersem beni böylece gömünüz.” dedi. Atından inerek secdeye kapandı. “Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” diyerek, gözleri dolu dolu, secdeden başını kaldırdı ve sözlerine şöyle devam etti:
“Burada Allah’tan başka sultan yoktur. Emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bunun için benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”
Dokuz yıl süren hükümdarlığı sırasında büyük işler başarmış, devletin sınırlarını Anadolu içlerine kadar genişletmiştir.
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi de devletin temellerini adalet üzerine kurmuş ve bu adalet sayesinde dünyaya hüküm eden bir devlet haline gelmişti.
Osman Gazi son derece dinine bağlı, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir mücahid idi.
Osman Gazi oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyette bulunmuştu:
“Allah’ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemasından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in’am ve ihsanı eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zalim olma. Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerde bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma.
Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur. Maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır.”
Murad Hüdâvendigâr, samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet adamı idi. Dervişlere ve ulemayâ hizmet etmekle tanınmıştır. “Derviş gazilerin, şeyhlerin sultanı” diye anılır.
Hangi şehirde bulunursa bulunsun, Cuma namazını cemaatle kılar, namazdan sonra fakirlere sadaka dağıtırdı. Fethettiği yerlerde kurduğu adaletli ve âlîcenap idare sayesinde gayr-i müslim halk, bir daha Bizans hakimiyetini aramamışlardır.
Haçlı ordusuna karşı savaşılacağı zaman şöyle bir niyazda bulunmuştur:
“Yâ Rabbi! Bunca kere duâmı kabul edip beni mahrum bırakmadın. Yine benim duamı kabul eyle. Mülk ve kul senindir. Sen kime dilersen ona verirsin. Ben nâçiz bir kulunum. Sen benim fikrimi ve sırlarımı bilirsin. Benim maksadım mal ve mülk değildir. Ben yalnız senin hâlis rızânı isterim. Bu müminleri küffar elinde mağlup edip helâk eyleme. Yâ Rabbi! Bunca nüfusun katline beni sebep eyleme. Onları mansur ve muzaffer eyle. Bu müminlerden bir tekinin ölümünü bana gösterme. Askerim için ruhumu teslim etmeye râzıyım. Onlar için ben canımı kurban ederim. Tek sen kabul eyle. Yâ Rabbi! Müminlerin uğruna beni fedâ kıl. Evvelce beni gazi kıldın, şimdi şehadet nasip eyle.”
Sekiz saat gibi kısa bir zaman içinde haçlılar büyük bir bozguna uğradılar. Sultan Murad savaş alanını gezerken bir sırplı tarafından hançerlenerek şehid edilmiştir.
Yıldırım Bayezid; ülkesinde demir gibi bir disiplin ve mükemmel bir âsâyiş kurdu. İlmi ve ulemâyı sever, şikâyeti olan şikâyetini bizzat kendisine duyurabilir, haklıysa isteği hemen yerine getirilirdi. Bir kimse tek başına eşya yükü ile, hiç rahatsız edilmeksizin memleketi bir baştan öbür başa geçebilirdi.
Kosova savaşından yedi yıl sonra Hıristiyan Avrupa 130 bin kişilik bir ordu ile Osmanlıların üzerine yürümüştü. Sultan Beyazid, kendisine Yıldırım ünvanını kazandıran bir süratle Niğbolu’ya gelerek düşmanın önünü kesti. Yapılan savaşta mağrur haçlı ordusuna Niğbolu mezar oldu, 100 bin ölü, 10 bin esir verdiler. Savaş sonunda esir düşen düşman kumandanı Korkusuz Jan “Başımıza Yıldırım düştü” demiştir.
Derviş gazi diye anılan, kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murad; Varna ve Kosova gibi iki büyük meydan savaşı kazanmış, İstanbul’u muhasara etmiş, Fatih Sultan Mehmet gibi evlât yetiştirmiştir. Osmanlılar onun zamanında dünyanın birinci devleti haline geldiler.
Haçlı orduları 1444’de Osmanlı topraklarına doğru yürümüşlerdi. Sultan Murad Han 40 bin kişilik ordusu ile Balkanları aşıp düşmanı Varna’da yakaladı. Demir zırhlarla kaplı haçlı ordusunu gören hükümdar ellerini kaldırarak niyazda bulundu:
“İlâhi! Mümin kullarını benim günahımın çokluğundan ötürü küffar elinde zebun etme. İlâhi! Habib’in hürmeti için, ümmetini sen sakla ve sen mansur ve muzaffer eyle!”
Bu içli duâdan sonra mücahidler “Âmin... Âmin...” sesleriyle düşmanın üzerine atıldılar, çembere alınan haçlılar imha edildiler.
Sultan Murad müstesna dehâda devlet adamı ve kumandan idi. Halk tarafından en çok sevilip sayılan bir hükümdar olarak bilinir. Halka karşı daima teveccühkâr, fakirlere karşı cömertti. Bu lütuflarını hıristiyanlara da gösterirdi. İnce ruhlu, hassas bir insandı. İlmî sohbetleri sever, ulemâyı himaye eder, onlara muayyen tahsisat verirdi.
Hacı Bayram Velî -kuddise sırruh- Hazretlerini Edirne’ye dâvet etmiş, günlerce başbaşa sohbet etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu cevabı almıştı. “Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah’ın rızası vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”
Osmanlı topraklarına saldıran Karaman beyini cezalandırdıktan sonra, ilk iş olarak İstanbul’un fethi hazırlıklarına başladı. Bizansı ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Projesini bizzat kendisinin yaptığı Rumelihisarı denilen azametli kale dört ayda bitirildi. Asya kıyısında Yıldırım’ın inşâ ettirdiği Anadolu hisarı vardı, böylece boğaz kesilmiş oldu.
Kışı Edirne’de geçirerek savaş hazırlıkları yaptı. Ortaçağ insanının hafsalasının alamayacağı azamette, iki tonluk gülle savurabilen, ikibin asker tarafından çekilen muazzam toplar döktürdü. 6 Nisan 1453’de muhasara başladı. 22 Nisan gecesi yetmiş parçalık donanma Kasımpaşa sırtlarından kaydırılarak Haliç’e indirildi. Sultan Mehmed’in karadan gemi yürütmesi akıllara durgunluk vermişti. 29 Mayıs günü sabah namazını müteakip yapılan duadan ve hükümdarın hitabesinden sonra yapılan nihai taarruzda İstanbul fethedildi.
Osmanlı bayrağını Topkapı üzerinde gören ve o andan itibaren Fatih ünvanını alan Sultan Mehmed, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senâda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm Fetih’ten sekizyüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştu:
“Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir.” (Ahmed bin Hanbel)
İstanbul’u fethettiğinde Fatih Sultan Mehmed 21 yaşında idi. 30 Yıllık hükümdarlığı sırasında yirmiden fazla devleti ve bu arada iki imparatorluğu tarih sahnesinden silmiş, topraklar kendisinden bir asır sonra 20 milyon kilometre kareye ulaşmıştır.
Devrinde 308 cami yapılmış, büyük âlimler yetişmiş, mühim eserler yazılmıştır. Fatih, her sene en son keşiflere göre ordunun silahlarını yeniletmiş, ikinci derecede bir deniz kuvveti olarak teslim aldığı donanmayı, dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.
Ortaçağ’ı kapatarak Yeni Çağ’ı açan Fatih Sultan Mehmed Han, güya ihtida edip Yakup Paşa adını alan Venedikli bir yahudi tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Vefat ettiğinde 49 yaşında idi ve nereye yapılacağını kendisinden başka kimsenin bilmediği bir sefere çıkıyordu.
•
Fatih Sultan Mehmet Han, hıristiyan mimarla, muhakeme esnasında gayri ihtiyari bir adım önde bulunmuştu. Bunu gören kadı Hızır Efendi;
“Beyim geç şuraya hasmının yanında dur.” diyerek kendilerini ikaz etmişti.
Fatih Sultan Mehmet döneminde, cami yapmak amacıyla arsası elinden alınan bir kişinin kadıya müracaat etmesi sonucu, kadı Fatih Sultan Mehmet’i suçlu bulmuştu. Adama arsası iade edildi.