Son aylarda yaşananlar artık iyice ortaya koymuştur ki, Türkiye’de bir yönetim sorunu vardır. Türkiye’nin önüne yeni ufuklar açması, ülkeyi ileriye götürmesi gereken siyasi kadrolar maalesef ülkenin geleceğini karartmakta, sadece günümüzü değil ileriki yıllarımızı da ipotek altına alan icraatlar yapmakta, şahsi çıkarlarını vatanın ve milletin menfaatinden önde tutmaktadırlar.
Ekonomik sistem milletin parasını birkaç kişiye aktaran bir çark haline dönüşmüş, “İstikrar” kavramı ise bu çarkın düzgün dönebilmesine indirgenmiş bulunmaktadır. “Hortumlayan hortumlamasına devam etsin, devlet borçlarını ödeyebilmek için yeni borçlar alabilsin, halkın tepesine binilsin ve halk hiç sesini çıkarmasın....” İşte istikrar diye bize yutturulmaya çalışılan şey budur.
Ekonomi yönetimini elinde bulunduran son yılların siyasi kadroları yolsuzluklara göz yummakla (hatta bizzat yolsuzlukların içinde bulunmakla) ve Yedi düvelin temsilcisi IMF’in her dediğini yapmakla ihanet gibi icraatlar sergilemiş, nihayetinde ekonomik bağımsızlığımız kaybedilmiştir. Yedi düvelin her dediğine evet diyen bu kadrolara dış siyasetimiz de teslim edilmiş olsa idi birkaç yıla kalmaz yeni bir Sevr imzanlanmış olurdu.
Zira memleketin hazinesine ihanet eden, vatan toprağına da ihanet eder. Onu yapan bunu da yapar. Halbuki kendisine sorsan memleketi ondan iyi kimse idare edemez.
Bilerek veya bilmeyerek bu ihanet çemberinin içerisinde bulunanlarla, bu çemberi içimizde ve dışımızda yarmaya çalışan dürüst ve vatanperver unsurlar arasında kıyasıya bir mücadele yaşanmaktadır.
AB’ne üyelik tartışmalarının ve yolsuzlukla mücadele hengamesinin temelinde yatan bu gerçektir.
Tıpkı Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi bağımsızlık taraftarlarıyla mandacı zihniyet arasında çarpışmalar cereyan etmekte, yine o yıllarda olduğu gibi ülkemiz çok büyük bir uluslararası tehditle karşı karşıya bulunmaktadır.
Bu mücadelenin en önemli iki unsurundan birincisi uluslararası sahada özellikle ABD’ni ve İsrail’i rahatsız eden politikalar icra edilmesi, diğeri Türkiye’yi kemiren, doymak bilmez bir iştahla hortumlayan “Tapınak Şövalyeleri”ne “dur” denilmeye başlanmasıdır.
Aralık-2000 tarihli dergimizde şunları yazmıştık:
“Türkiye’nin dış ve iç politikada başarılı olabilmesi, bağımsız hareket edebilmesi ancak ABD ve İsrail ile mücadele etmesi halinde mümkündür.
Bu mücadele güçlü bir devlet olmayı bırakın, elimizdeki toprakları muhafaza edebilmenin tek çaresidir. Ancak bu mücadeleye soyunanlar Eşref Bitlis olayında olduğu gibi ölümü dahi göze almak zorundadır.
Özellikle son iki yılda yapılanlar dikkatli ve titiz bir gözle tetkik edilirse bu mücadeleyi göze alan bir iradenin varlığı kolaylıkla müşahede edilecektir. Bu süreç APO’nun yakalanmasıyla başlamıştır.”
Evet! Bütün bu sözlerimiz bazılarına ağır gelebilir. Ancak bu sözler abartılı sözler değildir.
Unutulmamalıdır ki ABD ve İsrail ikilisinin en büyük hayallerinden birisi güneydoğumuzu da içine alan bir Kürt Devleti kurulması, ikincisi doğu illerimizin Ermenistan Devletine peşkeş çekilmesidir.
Çok şükür ki Türk dış siyasetini yönlendiren güçler bu gerçeğin farkındadır. Ancak hala birçok kimse bu gerçeği kavrayabilmiş değildir. Özellikle basın birçok gerçeği örterek halkın vicdanına ve beynine ipotek koymaya çalışmaktadır. “Verelim kurtulalım”, “Ne pahasına olursa olsun AB’ye girelim”, “AB’ye girmekten başka çaremiz yok” gibi fikirlerin yılmaz savunucuları, AB’nin bizi bölmeye çalıştığını söylemenin abartı olduğunu, hatta ülke içindeki statükosunu kaybetmek istemeyenlerin bir uydurması olduğunu söyleyip durmakta, bu mücadeleyi sekteye uğratmak için gayret sarfetmektedir.
Türkiye açısından büyük öneme haiz olan iç ve dış birçok mesele gündemde fazla yer bulmazken hemen hemen bütün tartışmalar AB meselesine endekslenmiş bulunmaktadır. Bunun en büyük sebebi refahın, istikrarın, adaletin tek çaresi olarak gösterilmeye çalışılan ve hatta bir tabu gibi yıllar yılı halkın beynine empoze edilen AB üyeliği meselesi kullanılarak diğer maksatlara ulaşma gayesidir.
Türkiye’nin bölünmesi planlarında Avrupa; ABD ve İsrail’e taşeronluk yapmaktadır.
Peki, Yedi düvel gerçekten Türkiye’yi bölmek istiyor mu? Veyahut Türkiye’yi bölmek isteyenler ne çıkar elde edecektir?
Bu soruların cevabı yukarıdaki fikirlerimizin de ispatı olacaktır.
ABD ve İsrail açısından Türkiye’nin bölünmesi birçok açıdan lüzumludur. Ancak iki sebep vardır ki, bunlar gayet mühimdir:
Birincisi; Suyun giderek artan -hatta petrolden daha öne geçen- önemi,
İkincisi: Orta Asya petrol ve doğalgazının güvenilir ve taşeron ülkeler üzerinden nakli.
Küresel ısınma, dünyayı bekleyen kuraklık tehlikesi ve bunların yanında su tüketiminin artması suyun önemini gün geçtikçe artırmaktadır. Suyu petrolden daha önemli kılan diğer bir unsur ise alternatifinin bulunmamasıdır. Bu gerçekler özellikle suyu kıt ülkeleri kara kara düşündürmektedir.
Türkiye suyun ve tarımın stratejik değerini tam manasıyla keşfedebilmiş değildir. Ancak emperyalist ülkeler nasıl ki petrol için kan akıtmaktan, ihtilaller tertip etmekten, ülkeleri acılara sürüklemekten çekinmemişlerse, geleceğin belki petrolden daha kıymetli bir maddesi olan su için de benzer yöntemleri gayet ciddi bir şekilde gündemde tutmaktadırlar.
Bilindiği gibi öteden beri ABD kaynaklı “Su Savaşı” senaryoları ile haşır neşir olmaktayız. ABD Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından yakın zamanda yayınlanan “Küresel Trendler 2015” isimli rapordaki bazı bölümler bu senaryoları hatırlatır nitelikte. Bir cümlesi şöyle:
“Afrika, Ortadoğu ve Uzakdoğu ülkeleri su kullanımında hiç akılcı değil. Oysa, bu bölgeler 2015’te büyük su sıkıntısı çekecek. Sıkıntı, birkaç ülkeden geçen nehirler nedeniyle, var olan siyasal gerilimleri daha da artıracak. Bu ülkelerin içinde ve kendi aralarında su banalımı doğacak.”
Birkaç ülkeden geçen nehirlerden birisi Etiyopya’da doğan ve Sudan ile Mısır’dan geçen Nil, diğeri Türkiye’den doğarak Suriye ve Irak’tan geçen Fırat... bilgileri verilen rapordaki diğer bir cümle de şu şekilde:
“Su tarihsel olarak, zaten hep bir sorun yaratmıştır. Ancak 2015’te, başka anlaşmazlıkların da varlığında, su kıtlığı, bu ülkelerde en çok baş ağrıtan sorun haline gelecektir.”
Bu cümlelerden ABD’nin 2015 ve sonrası için su kaynaklı Ortadoğu Savaşları öngördüğü, (ve belki de bu yönde hadiseleri şekillendirmeye çalıştığı) sonucu çıkartılabilir.
“Nil’den Fırat’a Vadedilmiş Topraklar” diye bir inanç düsturu olan yahudilerin devleti İsrail’in Etiyopya ile yakınlıktan öte bir işbirliği bulunmaktadır. Buna benzer diğer bir ülke Türkiye olamayacağına göre böyle bir ülke Kürdistan ve doğumuza da uzanacak Ermenistan’dır.
İngiltere’deki Uluslararası Biyografi Enstitüsü tarafından “Önümüzdeki bin yılın 500 öncü kişisi” arasında gösterilen Prof. Dr. Zekai Şen uzmanlık alanı olan su konusunda ciddi araştırmaları ile tanınıyor ve şu tesbiti yapıyor:
“Ben şunu iddia ediyorum: İstiklal harbinde Batılı devletler suyun bu kadar önemli bir kaynak haline gelebileceğini bir bilebilselerdi mevcut sınırları petrole göre değil su kaynaklarına göre tespit ederlerdi. Bunun için ellerinden geleni yaparlardı. Dikkat ederseniz petrol için yaptılar, petrol yatakları hep Türkiye’nin dışında bırakıldı. Suyu keşfedebilselerdi ne yapar eder Fırat ve Dicle’yi Türkiye’den koparırlardı. Osmanlı’da sınırlar çizilirken demiryollarını bile dikkate alanlar suyu farketselerdi neler yapmazlardı!”
Hatırlanacağı üzere 1900’lerin süper devleti İngiltere Osmanlı’yı parçalarken Petrol’e göre hesaplar yapmış, ABD, Rusya, Fransa, İtalya ve taşeron Yunanla birlikte Anadolumuzu bile parça parça bölüp yutmaya çalışmış, Türk Milleti’nin azimli direnişi karşısında büyük ordular sevketmeye cesaret edememişti. Fakat sadece Musul-Kerkük gibi petrol zengini Türk diyarlarını bize vermemek için savaşı göze almıştı.
Petrol 20. yüzyılın şekillenmesinde tahmin edilenden daha büyük öneme sahip bir maddeydi. Körfez savaşının bile en büyük sebebi petroldür. Günümüzde petrolün yanına ikinci ve daha önemli bir sıvı olan Su eklenmiştir. Ancak petrol hala olayların şekillenmesinde belirleyici olmaya devam etmektedir.
Osmanlı’nın parçalanmasından Körfez Savaşına kadar petrole dayalı siyasi gelişmeler iyi tahlil edilirse emperyalist güçlerin petrol üzerinde başka bir ülke veya milletin söz sahibi olmasını kesinlikle hazmedemedikleri ve bu konuya çok büyük önem atfettikleri kolayca görülecektir.
Bakü-Ceyhan Boru Hattı bu gözle tekrar değerlendirildiğinde niçin akamete uğradığı daha iyi anlaşılabilecektir.
Amerikan siyaset oluşturma sürecinin etkili kuruluşlarından Rand Corporation bir Türkiye raporu yayınlamıştı. Bu rapordaki bazı ayrıntılar tesbitlerimizin doğruluğunu ispatlar niteliktedir.
Batı ittifakının güvenlik sorunlarının başına Körfez ve Hazar havzaları enerji güvenliği konusunu oturtan raporda Bakü-Ceyhan’ın mutlaka gerçekleştirilmesi gerektiği söyleniyor ancak şu önemli ayrıntı fütursuzca dillendiriliyordu:
“Türkiye bu konuları konuşuyor. Ama, onun getireceği sorumlulukları kabul edecek mi? - Toprakları üzerinde müttefik askeri varlığının yeniden düzenlenmesi gibi- Böyle olması onların da yararına. Bu çıkarları kendi başlarına koruyamazlar. Ve bu önemli çıkarları korumakta rol almaya yanaşmadıkları sürece, bu ilişkinin (Türkiye-Batı ilişkisi kastediliyor) güvenlik cephesi gerilemeye devam edecektir.”
Burada Türkiye’nin önüne bir şart sürüldüğü görülmektedir. Yukarıdaki ifadelerin son cümlesi bize Türkiye’nin Avrupa Ordusu’nun karar mekanizmasından dışlanmak istenmesini hatırlatıyor. Bu takdirde Avrupa Ordusu; bir anlamda Türkiye’siz NATO demek değil midir?
Devam edelim:
“Türkiye, İran Körfezi ve Hazar Havzası’nda hayati bir rol oynayacak bir konuma sahiptir. Türkiye’nin askeri tesisleri her iki bölgeye güç projeksiyonuna müsaittir. Örneğin, Körfez ve Hazar enerji kaynakları İncirlik’e 1000 mil uzaklıktadır... Türkiye’deki üslere giriş sayesinde körfez ülkelerinde ABD askeri varlığı azaltılabilir.”
Bu cümleleri Başkan Carter zamanında Ulusal Güvenlik Danışmanlığı yapmış Zbigniev Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” isimli eserindeki şu cümlesi ile birleştirirseniz tablo daha da netleşecektir:
“ABD Jeostrateji politikasının en öncelikli bölgesi Avrasya olmalıdır. Bunun birbirine bağlı iki nedeni var. Birincisi, malum, bu bölge muazzam doğal gaz ve petrol rezervleri ihtiva etmektedir. Ve dünya enerji tüketimi baş döndürücü bir hızla artıyor. İkincisi, bu “Avrasya Balkanları” (Kafkasya’yı kastediyor.) büyük bir istikrarsızlığa ve hatta kargaşaya gebe. Bu yüzden, Rusya, İran ve Türkiye gibi bölgesel güçler, bu alanın kontrolu için çatışabilirler. Böyle bir çatışmayı önlemek ve bunlardan herhangi birinin bölgede liderliği kapmasına mani olmak için , ABD’nin buraya güçlü bir şekilde müdahalesi şarttır.”
Yukarıda iki başlıkta izah edilen her iki durum birlikte ele alındığında Adana’dan Ermenistan’a çekilen hattın doğusunda Kürdistan ve Ermenistan devletlerinin kurulması ABD, İsrail ve AB için öncelikli bir dış politika tercihi olarak karşımıza çıkmaktadır. İsrail ve ABD’nin bu bağlamda uzun vadeli stratejik hesapları var. Avrupalılar ise tarihten gelen husumetleri sebebiyle Türkiye aleyhine yapılan her tertibe balıklama ortak oluyor. Birinci Cihan Harbindeki müttefikimiz Almanya’nın eski başbakanlarından sosyal demokrat Helmut Schmidt’in, Berliner Tagesspiegel adlı gazeteye verdiği demeçte Sevr anlaşmasını kastederek bu dönemde Kürtlere bir devlet hakkı verilmemesinin ve Türkiye sınırlarının bugünkü büyüklüğünün Avrupa tarafından kabul edilmesinin büyük hata olduğunu ifade etmesi meselenin vehametini sergilemesi açıdan önemli bir itiraftır.
Kürt ve Ermeni meselelerini bu çerçevede değerlendirmek icap etmektedir. Bir Kürtçe TV meselesinin bu kadar büyütülmesi bir tesadüf değildir. Meseleye sadece insan hakkı boyutuyla yaklaşanlar büyük hata etmektedir. Zira başta ABD olmak üzere birçok Avrupa devletinin elçilik görevlileri Güneydoğuda hummalı çalışmalar icra etmekte, Uluslararası Belediyeler Birliği gibi kuruluşlar Ankara’dan onay veya izin almadan HADEP’li belediyelerle işbirliği yapmaktadır. Türkiye’nin bu mevzuya izin vermesi durumunda her şehirde birer MedTV kurulması işten bile değildir. Anadilde yayın falan derken Avrupa ülkeleri Türkiye’yi kendi halinde bırakıp meselelerini halletmesi için yardım mı edeceklerdir, yoksa bölgenin koparılması için ne gerekiyorsa -elini veren kolunu kurtaramaz misali- sonu gelmez isteklerin yenileri mi icra edilecektir? Bu sorunun cevabı bizim açımızdan gayet net bir şekilde bellidir. Hala bu gerçekleri görmek istemeyenler en hafif tabiri ile zihinlerini ve vicdanlarını Batıcılıkla malül edenlerdir.
ABD; yukarıdaki maksatlara nail olabilmek için Türkiye’yi ürkütmeden kuyuya düşürmek istemiş, bunun için de oltanın ucuna AB yemini takmıştır. Böylece uzun vadeli, sinsi bir plan uygulamaya konulmuştur.
Bu sinsi planı farkeden Türkiye’nin yerli güçleri karşı taarruza geçmiştir.
Bu beklenmedik gelişme Yedi düvelde büyük şaşkınlığa ve kızgınlığa sebep olmuştur. Ve Türkiye üzerindeki planlar revize edilmiştir. Dış siyaseti takip edenler ABD’nin Türkiye politikalarındaki keskin dönüşün farkındalar. ABD’nin Türkiye’nin AB’ye giriş sürecindeki desteğini çekmesi, Avrupa Ordusu konusunda Türkiye’nin vetosunu kaldırması için baskı yapması, Ermeni Tasarısı meselesindeki tavrı, uluslararası tefeciler vasıtasıyla ekonomimize yapılan taarruzlar bu keskin dönüşün eserleridir.
Nitekim yukarıda bahsi geçen ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin yayınladığı “Küresel Trendler 2015” isimli raporda bu tarihe kadar Türkiye’nin AB üyeliği olası görülmüyor. (ABD’nin böyle istediği şeklinde de okunabilir.) Ayrıca (yutarsa) Türkiye’ye yeni roller biçiliyor.
Bu dönüşün sebebini anlamaya çalışanlar meselenin özünü kavrayamıyorlar. İşin özünde vicdanını satmamış, menfaatçilikle alakası olmayan hakiki vatan evlatlarının, ülke meselelerini ele almaya başlaması ve gerçek bağımsızlık yönünde ilerlemeye çalışmasıdır.
İşte bu sebeple uluslararası arenada sıcak bir diplomatik savaşın içerisine girmiş bulunuyoruz. Fransa’nın Ermeni tasarısını kabul etmesi bu savaşta Türkiye’ye karşı yapılmış bir taarruzdan başka bir şey değildir. Türkiye’nin Avrupa Ordusunun NATO imkanlarını kullanmak istemesini veto etmesi bütün Avrupa’ya ve ABD’ye rağmen icra edilen bir hamledir. Bu hamlemiz özellikle Fransa’yı o kadar öfkelendirmiştir ki, bir Fransız yetkili “Türkiye boyundan büyük oynamaya kalkışıyor!..” demiştir.
Bu savaş o kadar büyük ve çok yönlüdür ki; Kıbrıs, Kuzey Irak, Kafkaslar, Orta Asya, Güney Asya gibi çok geniş bir sahada icra edilmektedir. Türkiye’nin Kıbrıs görüşmelerinde masadan çekilme kararı, en az Avrupa Ordusu’nu veto etmesi kadar büyük bir hamledir ki İngiltere’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi David Hanney, Türkiye ziyaretinde bizi masaya çekebilmek için “Görüşme sürecinin durması durumunda Rum Yönetiminin AB’ye gireceği, Türkiye’nin KKTC’nin yükünü taşımakta zorlanacağı, AB ve ABD ile ilişkilerimizin bozulacağı ve Türkiye’ye silah ambargosu uygulanacağı” tehditlerini savurmuştur. Bununla yetinmeyen İngiltere BBC’den naklen yayınlanacak olan Yahudi soykırımını anma törenine Ermenileri de dahil etme teşebbüsünde bulunmuştur.
Türkiye’nin bu haçlı ittifakına verdiği cevaplar o kadar şiddetlidir ki, bize verebilecekleri en büyük cevap ancak ekonomimizi çökertmektir. Türkiye bu hamleyi de göğüsleyebilecek dinamiklere sahip olmasına rağmen uğursuz, yiyici, emanete ihanet eden siyasetçiler elimizi kolumuzu bağlamışlardır.
Ancak Türkiye’nin ABD ve AB’ye vurabileceği daha büyük tokatlar da vardır.
Türkiye’nin becerebildiği takdirde vurabileceği en büyük tokat Sadabat Paktına benzer işbirliği yolları denemesidir.
Bilindiği gibi Orta Asya enerji kaynaklarının Güney denizlerine 3 ulaşım noktası bulunmaktadır.
1. Afganistan ve Pakistan üzerinden,
2. İran üzerinden,
3. Hazar Denizi, Kafkaslar ve Türkiye üzerinden.
ABD, taşeronluğu kabul etmeyen Afganistan’ı vurma hesapları yapıyor. Aynı şekilde nükleer denemeler yapan İslam ülkesi Pakistan da bölünmeye çalışılıyor ve bu ülke de ABD tarafından gözden çıkarılmış bulunuyor.
Bölünmüş Endenozya, bölünmek istenen Sudan, Pakistan ve Türkiye...
Yukarıda “Küresel Trendler 2015” isimli rapordan bahsederken ABD’nin Türkiye’nin AB üyeliğini olası görmediğini ve yutarsa Türkiye’ye yeni roller biçildiğinden bahsetmiştik.
Buna göre bir Türkiye+İsrail+Hindistan ittifakı öngörülüyor.
Bu tür öngörüleri gelecekle ilgili bir tahmin olarak değil, ABD’nin dış politika tercihleri olarak okumak gerekmektedir.
Ancak öyle anlaşılmaktadır ki, Türkiye bu oltayı da yutmamıştır. Zira Kara Kuvvetleri Komutanıyla, Dışişleri Bakanının Pakistan ziyaretleri, yine Dışişleri Bakanının Sudan ziyareti bu öngörülere bir cevap niteliği taşımaktadır.
Bilen bilmektedir ki, özellikle bir Türk-İran savaşı için yıllar yılı gayret sarfedilmiştir. Çok şükür Türkiye bu oltayı da yutmamıştır.
Güçlü bir Türkiye’nin Sadabat Paktı’nı andıran girişimlerde bulunması Yedi düvele verilebilecek cevapların en şiddetlilerinden birisi olacaktır. Ancak böyle bir politika icra edilebilmesinin önündeki en büyük engel Türk basınıdır. Eli kanlı Çinle ve dengesiz Saddam’la bile ilişki kurulabildiğine göre, Pakistan, Afganistan ve İran’la da pekala çıkar ilişkileri oluşturulabilir.
Böyle bir cevabın öldürücü bir darbe haline gelebilmesi ise Çeçenistan’ın bağımsızlğının desteklenmesi sayesinde mümkündür. Zira yukarıdaki üç yolun diğer bir alternatifi Bakü-Supsa ve Karadeniz hattıdır. Çeçenistan ise Kuzey Kafkasya’dan geçen bütün enerji yollarının kavşağında, bu bölgeye hakim konumda bir ülkedir. Çeçenistan’ın Kürt meselesine benzer hiçbir tarafı da yoktur. Bu ülke öteden beri özerk bir yönetime sahiptir ve Rusya ile bağımsızlık anlaşmaları imzalamıştır. Hiçbir büyük devlet manen kendisine bağlı bir halkı ve ülkeyi gücendirecek icraat yapmaz. ABD ve AB ülkeleri Ermeni, Süryani, Karadeniz’de müslüman olmuş Rumlar ne varsa deşmeye çalışıyor, biz bağımsızlığa hak kazanmış müslüman ülkelere sırt çeviriyoruz.
Emperyalist ülkeler petrol üzerindeki hakimiyetlerini muhafaza edebilmek için binbir türlü taklalar atıyor, türlü türlü dümenler çeviriyorlar. Halbuki bütün enerji yolları müslüman ülkelerin bulunduğu coğrafyalardan geçiyor ve hatta bu enerji kaynakları Türk ülkelerinin elinde bulunuyor. Herhangi bir anlaşma imzalamayı bırakın, yukarıda saydığımız müslüman ülkeler arasında yapılacak herhangi bir toplantı bile yedi düvelin büyük bir panik yaşamasına yeter de artar bile.
Korkaklar “Yedi düvelle mi savaşacağız” diyorlar.
AB’yi sudan çıkmış ak kaşık gibi göstermeye çalışanlar yaşanan gelişmeleri bütün çıplaklığı ile dile getiren Denktaş gibi vatanperverlerin konuşmalarını sansürlemekten de geri kalmıyorlar. Bakın Fransa’nın kararından sonra Denktaş neler söylüyor:
“Türkiye, AB’nin her istediğini yapmış olsa bile, yarın Avrupa ülkelerinin parlamentolarında üyeliğin tek tek onaylanması lazım gelecek. Soykırım kararı alan bir parlamento Türkiye’nin AB üyeliğini kabul eder mi? Emin olunuz ki, orkestra gibi hep bir ağızdan ‘Bu, soykırım kararı aldığımız bir ülke, özür dilemeden, tazminat ödemeden AB’ye alamayız.’ diyecekler. Alınan karar bu oyunun bir parçasıdır.”
İçimizdeki güç mücadeleleri henüz tam bir sonuca ulaşmadığı için bazı işlerin beklemede tutulduğunu düşünmekteyiz. Eğer ki yerli güçler tam bir hakimiyet kesbederse uluslararası çember daha çok daralacak, taarruzlar çoğalacaktır.
Korkaklar ve hainler ne kadar çırpınırsa çırpınsın gerek uluslararası arenadaki gerek ülke içindeki güç mücadelelerinde azimli bir direniş ve gayret sarfeden Türkiye bunun bedelini ödemeyi göze almış bulunmaktadır. Bu bedel ekonomik çalkantılardan siyasi krizlere, terörden iç savaşa, sıcak çatışmalardan uluslararası tecrit ve ambargoya uzanabilecek kapsamlı ve ağır bir şekil de alabilir. Ancak Türkiye gerektiğinde ne kadar ağır da olsa bu bedeli ödemek zorundadır. Zira varlığımızın, vatan ve milletimizin, din ve namusumuzun selameti ancak bu sayede mümkündür.
Çıkarlarını, cebini, şahıs ve grup menfaatlerini her şeyden üstün tutanlar bu bedeli ödemek istememektedir. Türkiye’de yaşanan kuvvetler ve kurumlar arasındaki mücadelenin sebeplerinden birisi de budur. Şahsi çıkarını ve mensup olduğu grubun çıkarını vatanımızın, ülkemizin, milletimizin selametinden daha önde tutanlar bu mücadelede uluslararası arenada Türkiye’yi sıkıştırmak isteyen çevrelerle işbirliği yapmaktadır. İster bilinçli yapılsın, isterse bilinçsiz; bu işbirlikçiler düşmanla aynı cephededir. Bu işbirliğine girişenler sermaye gruplarından siyasilere, terörün en büyük destekçisi mezhepçi azınlıktan basına, din bölücülerinden reformist din görevlilerine geniş ve etkili çevrelerden meydana gelmektedir. Bu sebeple Türkiye içeride çok kan kaybetmekte, Türkiye’nin uluslararası arenadaki direnişini organize eden kurumlar ülkemiz içerisinde de aynı mücadeleyi ve azimli direnişi sürdürmek zorunda kalmaktadır.
Yedi Düvelin AB oltası ile Kıbrıs’ı, Güneydoğu’yu ve Doğu’muzu katakulleye getirme denemeleri kendilerine çok pahalıya mal olmuştur. Zira Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşanan gelişmelerin benzerlerinin birçoğu günümüzde de cereyan etmektedir. O yıllarda İngiliz, Rus, Fransız ve bilimum Haçlı ordusu memleketimizi işgal ettiğinde Türkiye’nin işi bitti zannederek yüzyıllarca besledikleri gizli kinlerini aşikar eden Ermeniler, Rumlar ve diğerleri bu aceleciliklerinin bedelini Türkiye’yi terketmek zorunda kalmakla ödemişlerdi.
Benzer bir aldanış ve acelecilik günümüzde de yaşanmış, hainliklerini yıllar yılı gizleyen gruplar, hizipler birden bire deşifre olmuştur. İnşaallah Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi ikinci bir temizlenme, arınma ve saflaşma merhalesi bu vesile ile tekrar yaşanacaktır.
Yine o yıllarda batılı ülkelerin muhipleri cemiyetler teşkil etmekte, aydın geçinen birçokları arasında, ABD mandasına mı girsek, yoksa İngiliz’in mi? gibi tartışmalar yaşanmakta idi. O zamanki öngörülerine göre kendi kendimizi idare edemeyeceğimizi düşünmekte idiler.
Aynı tartışmalar günümüzde de yaşanmakta, bu sefer mandacılığın yerini AB’cilik almış bulunmaktadır. Binlerce yıllık bir tarihe, çok büyük medeniyete sahip bu ülkenin Avrupa Birleşik Devletleri’nin bir eyaleti olmak için çırpınmasını anlamak mümkün görünmemektedir.
Bir tarafta uluslararası alanda ABD, AB ve İsrail ittifakına karşı azimli bir direniş sergileniyor, diğer tarafta Türkiye ekonomisi ABD güdümündeki IMF’in kontrolüne terkediliyor. Bir tarafta Kıbrıs restimizin bir blöf olmadığını teyid eden “Entegrasyon” uygulamaları icra ediliyor, diğer tarafta TBMM’ne direktif vermek anlamına gelen IMF isteklerine hükümet boyun büküyor. Bir tarafta vatan topraklarımız üzerindeki siyasi oyunlara “Durun bakalım” deniyor, diğer tarafta ülkemiz için stratejik ehemmiyete haiz THY ve Telekom gibi kurumlar sırf IMF istedi diye alel-acele satışa çıkartılıyor. Bir tarafta siyasi bağımsızlığımızı, vatanımızın bütünlüğünü koruyabilmek için büyük direnişler gösteriliyor, diğer tarafta ise maalesef ekonomik bağımsızlığımız kaybedilmiş bulunuyor.
Hangi iş siyasilere rağmen yapılıyorsa başarı sağlanıyor, hangi iş siyasilere ihale edilmişse memleket tepetaklak yuvarlanıyor. Siyasi iradenin el attığı bütün işler ülkenin gündemine kriz olarak oturuyor. Bir “Af” meselesi çıktı sonuç: Kriz. Cumhurbaşkanı “Ben hükümetin adamı değilim.” dedi. Sonuç: Devlet krizi. Jandarma hırsızları yakaladı. Sonuç: Siyasi kriz.
Ekonomiyi düzlüğe çıkartacaklardı, onun idaresini de IMF’e devrettiler. IMF marifetiyle hazine uluslararası tefecilere peşkeş çekiliyor, siyasiler marifetiyle tarihte görülmemiş bir soygun icra ediliyor.
Bu da yetmiyor; uluslararası tefecilerin tahsildarı IMF, Türk hükümetine “Senin meclisin şu tarihte şu kanunu bu tarihte bu kanunu çıkartacak” diye direktifler veriyor, talimatlarının uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmek üzere her ay sömürge komiserleri gönderiyor. Oysa IMF’in gerçek yüzü çok kirlidir. Bu kirli yüzü görmek için öyle büyük gayretler sarfetmeye gerek yok. Üstelik bunu sadece biz dile getirmiyoruz.
Dünya Bankası’nın baş ekonomisti iken istifa eden ve 1993’ten sonra Clinton’ın Ekonomik Danışmanlar Konseyinde görev alan ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz bakın neler söylüyor:
“Göstericiler; IMF sözde yardım edeceği gelişmekte olan ülkeleri dinlemez diyecekler. IMF saman altından su yürütür ve demokratik hesap verme mekanizmalarına itibar etmez diyecekler.IMF’in ekonomik çözümleri çoğunlukla işleri daha da kötüleştirir, ekonomik yavaşlamaları durgunluğa, durgunluğu depresyona dönüştürür diyecekler. Ve haklılar.” (New Republic)
ABD ve müttefiklerinin IMF’in sadakalarını bir koz gibi kullanmaya çalıştığına Kıbrıs ve AB müzakerelerinde yakinen şahit olduk. Bizi IMF’e muhtaç eden siyasi kadrolar böylece Yedi düvelin yapamadığını kendi elleriyle yapmış oldular.
İşin acı tarafı bu durumun müsebbiplerinin ülkemizi sınır tanımaz bir iştahla hortumlamaları veya hortumlayanlara göz yummalarıdır.
Memleketimiz büyük ekonomik atılımlar yapacak dinamizme sahip iken, ekonomik buhranlara giriyor. Olacak iş değil! Girişimcilerimizin önünü devletin ekonomi politikası tıkıyor, ihracatımız artıyordu, IMF’in dikte ettiği -ve bütün ekonomistlerin yanlış bulduğu- kur politikası yüzünden azalmaya başlıyor. İthalat çığ gibi büyüyor. Bütün yatırımlar durma noktasına geldi. Hazine borçlarının faizini ödeyebilmek için yüksek faizlerle daha çok borç bulmak zorunda.
Ekonomik felaket, diplomatik başarılarımızı gölgeliyor, gücümüzü azaltıyor, halkımızı perişan ediyor.
Artık ülkemiz bu yöneticileri ve yiyici siyasileri kaldıramaz hale gelmiştir.