Hikmet-i ilâhi bu uğursuzluk geldikten sonra piyasadan para çekildi.
Bankalardaki büyük hırsızlıklardan sonra bankaların da suyu çekildi.
Bu çok büyük isyandan ötürü barajlar suyunu çekti.
O zaman diyorum ki, buna müsebbip olanların suyu ne zaman çekilecek?
Onu Mevlâ bilir.
Yöneticilerin iyi ve kötü olmaları o kadar önemlidir ki, doğrudan doğruya halkın huzuru ve huzursuzluğunu ilgilendirmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O yanından ayrıldığında (iş başına geçip idareci olduğunda) yeryüzünde fesat (anarşi) çıkarmaya, ekini (ekonomiyi) ve nesli helâk etmeye çalışır.
Allah fesadı sevmez.” (Bakara: 205)
Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.
Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar.
Devlet kasasını aralarında taksim ederler. Allah-u Teâlâ da bereketi kaldırır, ekonomi altüst olur, memlekette büyük sefalet husule gelir. Fakir inler, onlar ise sefa sürerler. Zevk ve sefaları bozulmasın diye, bu iniltiyi duymak bile istemezler. Bu ise doğrudan doğruya ihanettir.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın ve Resul-i Ekrem’inin yolundan ayrıldıktan sonra, artık onun Din-i mübin ile işi kalmaz, vatanperverlik de ondan gider, vatanına ihanet etmekten çekinmez. Nefis putuna tapar, var gücüyle madde ve makama dalar. Bütün fenalıklara yol verir. Çeşitli vasıtalarla zehirini akıtmaya gayret eder. Yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka bir çabası yoktur. Sözü yalan, inancı fasid, icraatları kötüdür.
•
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı zaman...” (Tirmizi)
Buyurarak zamanımızı ve yaşanan hadiseleri mucize olarak haber vermiştir.
Devletin hazinesi birkaç kişinin etrafında dönecek ve onlar devletin hazinesini, kasasını aralarında taksim edecekler. Bugün olduğu gibi.
Hikmet-i ilâhi bu uğursuzluk geldikten sonra piyasadan para çekildi. Bankalardaki büyük hırsızlıklardan sonra bankaların da suyu çekildi. Bu çok büyük isyandan ötürü barajlar suyunu çekti. O zaman diyorum ki, buna müsebbip olanların suyu ne zaman çekilecek? Onu Mevlâ bilir.
İmanlı, asaletli, doğru insanlara sözümüz yok; ve fakat asaletsiz, vicdansız hırsızlara sözümüz çok.
Daha önce arzettiğimiz gibi Türkiye’deki siyaset:
Sermayesi yalandır ve hemen dolan.
Sen oturma ben oturayım, sen öl ben yaşayayım. Din, iman, vatan... Bunlar mevzu değil. Otur koltuğuna, doldur cebini. Bu ikincilerin durumu budur.
Elektrik mühendisi bir kardeşe: “Sen elektrikçisin. Bir insan cereyana tutulursa ne olur?” diye sorduk. “Çarpar!” dedi. Bunun üzerine “Ya öldürür, ya sakat bırakır. İşte haram budur” dedik.
Harama irtikap edenlerin oturduğu koltuk elektrikli sandalyedir. O kişi, o anda ölüme mahkûmdur. Yani ruhu o anda ölmüştür, yaşayan canlı cenazedir. O koltuğa hevesli, cebine hevesi çok amma, oturduğu anda elektrikli sandalyeye oturduğunu çok iyi bilmelidir, ebedi hayatını söndürmüştür.
Üstelik bunlar, memleket için doğru-dürüst çalışacaklarına dâir yemin ederler. Doğru dürüst çalışanlar dünya saâdetine ahiret selâmetine erdikleri gibi; diğer münafıklar ise hem dünyada büyük bir huzursuzluk ve sıkıntı içindedirler, ahirette de büyük bir azapla karşı karşıya kalacaklardır.
Onlar artık Hazret-i Allah ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız nam ve şöhret düşünürler, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler. Halk da bunlara rağbet eder. Sözüne, kalıbına, elbisesine bakar.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikun: 4)
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar nefislerine değer verdikleri için, Hazret-i Allah’ın yanında gerçekten en düşük insanlardır.
Bunları yapanlar riyâkâr olur, yalancı olur, emanete hıyanet ettiği için de vatanına ihanet etmiş olur. Onun vazifesi cebini doldurmak olur. Bunlar emanete hıyanet edip münafık oldukları için de, ahiretteki yerleri esfel-i sâfilindir.
Fakat dikkat ederseniz herkes sandalyeye üşüşüyor, o ölüm sandalyesine doğru koşuyor değil mi? Bugün o ölüm sandalyesinden kurtulan kaç kişi olabilir?
Halbuki mülkün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ insanları dünya sahnesine denemek için göndermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.” (Mülk: 1)
Gökte ve yerde hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz, dilediğini yapmakta hiç kimse O’na mâni olamaz. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır. O Aziz’dir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk: 2)
Yani insanın dünyaya geliş sebebi sahne-i imtihandır. Allah-u Teâlâ ilm-i ezelisinde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye sahneye göndermiştir.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O’dur. O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Ve bunlar güya o sandalyeye milletin memleketin menfaatına çalışmak için otururlar. Fakat aslında bu adaletsizlikleri ile hem dine, hem de vatana en büyük ihaneti etmiş oluyorlar.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, gelecekle alâkalı birçok şeyi bildirmiş, o ise onlardan bazısını ümmetine bir bir açıklamış ve ümmet-i muhteremesini bu fitne-fesâda karşı uyarmıştır.
Bir mucize olarak Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,
Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,
İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,
Kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,
Mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,
Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği,
Şaraplar içildiği
Ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman;
İşte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizi)
Şimdi bu mucize Hadis-i şerif’i bir bir izah edelim:
Devlet malı birkaç şahsın elinde olacak, devlet kasasını, hazinesini aralarında taksim edecekler ve bunu istedikleri gibi kullanacaklar. Kim fazla çalarsa o çok rağbet görecek.
Devleti idare edenler, halka âit malları kendi üzerlerinde toplamaya çalışacaklar, halkın kazancını vergiler vasıtası ile ellerinden alacaklar ve bunu rahatça hem yiyecekler hem de yığacaklar. Kendileri büyük refah içinde yaşayıp halk sıkıntı çekecek.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Allah bir millete gazap ettiğinde yere batırma ve suret değiştirme azabını vermese de, pahalılık onları ezer. Yağmurlar yağmaz olur. Kötüleri idareyi ele geçirir.” (İbn-i Asâkir)
Zâlimin zulmü artacak, mazlum ise inleyecek.
Çünkü onlar Hakk’a yönelmeyecek, halka yönelecek. Her yöneldiği kimse başına kaynar su dökecek. “Yandım!” diyecek, yine ona sokulacak. Niçin? Şaşkın olduğu için.
Balık otu yutmuş ve uyuyor. O da fırsat bulmuş icraatını yapıyor. Herbiri koyun postuna bürünmüş kurda benzer. Koyun postuna bürünerek halkın karşısına çıkarlar. Hep yalan söylerler, hiç utanmazlar. Halkı da aptal yerine koyarlar. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.
Âyet-i kerime’sinde:
“Halbuki onlar yalnız kendi kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar.” buyuruyor. (En’am: 123)
Hiç şüphesiz ki bu yaptıklarının vebali kendilerini kuşatacaktır.
Fakat hakikat ehli yine kanaat sebebiyle huzurludur. O, halka hiç bir zaman rağbet etmez. Hazret-i Allah’a ve Resul’üne rağbet eder. Fakat bunlar da pek azdır.
Bu kötülük zamanında emanet ganimet bilinecek, onu vermemeye gayret edilecek.
Binaenaleyh böyle bir zamanda çok tedbirli olmak gerekiyor. Borç verilecek ve alınacak gün değildir. Çünkü itimat kalkmıştır. Bunun da sebebi kalpte imanın olmayışıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Münafığın alâmeti üçtür: Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder.” (Buhârî)
Bundan ötürü bu haller husule gelecek.
Gerçekten de bugün zekât angarya sayılmaktadır. Halbuki zekât İslâm’ın beş şartından birisidir. İslâm’da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükunlardan birisi namaz, diğeri ise zekâttır. Namaz İslâm’ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise “İslâm’ın köprüsü” dür. Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
“O müşrikler ki, zekâtlarını vermezler ve âhireti de inkâr ederler.” (Fussilet: 7)
Âyet-i kerime’sinden, zekât vermemenin âhireti inkâra alâmet olduğu anlaşılmaktadır.
Üzerine zekât farz olan kimse zekâtını vermezse, fakirin malını gasbetmiş olur.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
"Bir topluluk zekat vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi." (İbn-i Mâce)
Zamanımızdaki bütün bölücüler fakirin kapısını kapatıp hakkını gasbediyorlar. Zekatı kendileri toplayıp, aralarında bölüyorlar. Zekât paraları ile bina kuruyorlar, lüks ve refah içinde yaşıyorlar. Bu ise büyük bir hıyanettir, gadab-ı ilâhîye vesiledir.
Bunun içindir ki kuraklık, harp, zelzele gibi çeşitli ibtilâlara, âfatlara bu millet maruz kalabilir.
İlim Allah için değil, memuriyet için, geçim için tahsil edilecek. Görünüşte “İlim tahsil ediyor.” denilecek, fakat menfaat, nam ve şöhret için tahsil edilecek, onların Allah-u Teâlâ ile ilgileri olmayacak.
Zamanımızda Allah için tahsil yapan yok, memuriyet alayım ve geçineyim tahsili var. İlmin olmayışı ve kötü âlimler sebebiyle, halkı irşad ve ikaz eden de olmayacak. Zaten ilmin kalkmasından sonra bütün bu haller türedi ve zuhur etti.
İşte böyle bir zamanda amellerinin karşılığı olarak Allah-u Teâlâ onların başına kadın idareciler getirir. Bu kötü icraat onların amelidir.
Dinden imandan uzaklaşan bir millet, Allah-u Teâlâ’nın her emrini bıraktığı gibi;
“Biz insana anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir.” (Ahkâf: 15)
Emr-i şerif’ini de bırakmıştır. Kalbi tamamen ters döndüğü için, ana-babasına yapamadığını başkalarına yapıyor.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Büyük günahlar şunlardır: Allah’a ortak koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemin etmek.” (Buhari)
Gerçek mânâda tâzim ve saygı kalkacak, herkes aklına geleni söyleyecek. Tabii ki bu söylenenlerin hepsi ahkâma mugayir olacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Mescidde mal alıp satan kimseyi gördüğünüz zaman: ‘Allah kazandırmasın!’ deyiniz. Mescidde, kaybolan birşeyini soruşturanı gördüğünüzde de: ‘Allah sana onu buldurmasın!’ deyiniz.” (Tirmizi)
Seyyiat zamanı öyle bir devirdir ki, baştakiler hep fâsık ve münafık olacak.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanların dünyaca en bahtiyarını âdi oğlu âdiler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz.” (Tirmizi)
Ayak takımının başa, baş takımının ayağa alınması ve bu ayak takımının her türlü kötülüğünü halkın alkışlaması, fakat o şerefli, haysiyetli insanların nazar-ı itibara alınmaması.
Mahalle muhtarından tutun da en başa kadar bu silsile böyle olacak.
Halkın içinden asaletsiz, şerefsiz, haysiyetsiz insanlar milletin başına geçecekler. Yani ayak takımı başa, baştakiler ayak altına alınacak.
O zâlimler başa geldiğinde şerleri çok olacak. Halk korkup menfaatlarından onlara boyun eğmek zorunda kalacak.
O zamanda bunlara itibar edilecek. Bütün fuhuş, fenalık, rezalet alenen meydanda olacak ve bunlara rağbet edilecek. Allah-u Teâlâ onlara lânet eder ve hiçbir surette onlara rahmet nazarı ile bakmaz.
Öyle bozuk bir nesil gelecek ki, o kadar asaletsiz türemeler türeyecek ki, öyle veled-i zinâlar zuhur edecek ki, ecdadı ile öğünmeyecek de içindeki kötülüğü onlara hamledecek, bu asaletsiz ayak takımı onlara hakaret nazarı ile bakacak.
Oysa geçen devirler, değil müslümanları, dünyayı hayrete düşüren en güzel hasletlerle dolu idi. Onlar iman, şecaat, cesaret, adalet, fazilet sahibi idiler.
Kırmızı rüzgâr, yani insanlar bu hale geldikten sonra harp felâketini bekleyin. Allah-u Teâlâ bu vesile ile intikamını alır ve o milletin helâkına vesile olur. Bu azgınlığın cezası böyle olur.
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- şöyle söylemiştir:
“Bir toplulukta devlet malından hırsızlık (Gulûl) zuhur ederse, Allah o topluluğun kalplerine korku salar.
Bir topluluk içinde zina yayılırsa orada ölümler artar.
Bir topluluk ölçü ve tartılarda hile yaparak miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser.
Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır.
Bir kavim sözünden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder.” (Muvatta. Cihad: 26)
Görülüyor ki devlet malının yağmalanması ile başlayan düşüş; zina, ölçü-tartıda hile, adaletsizlik gibi çeşitli safhalardan geçerek sözünden dönme noktasına ulaşmaktadır.
Midelerine haram girince, kalplerini korku sarar ve düşmanlarıyla karşılaşmak istemezler. Düşmanları da onlara galebe çalar.
•
Kötü yöneticiler hakkında büyük bir tehdit olmak üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah bir halk kitlesinin başına getirip de, öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölen hiçbir kul yoktur ki, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmesin.” (Müslim: 142)
Ve bütün yaratıklar ona lânet etmemiş olsun. Yani bu gibi kimseler Cennet-i âlâ’ya giremezler. Onlara destek verenlerin de onlarla beraber olacakları şüphesizdir.
Yaptıkları hıyanetlerin hesabı ahirette kendilerine birbir sorulacak, bu kadar insanın vebali üzerlerine yüklenecektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah kime müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına, isteklerine, darlıklarına perde olur giderirse; kıyamet gününde Allah da onun ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur, giderir.” (Tirmizi)
Bu Hadis-i şerif, hangi mertebede olursa olsun halkın idaresinde bulunan kimselerin halka yakınlık göstermesi, işlerini kolaylaştırması gerektiğine işaret etmektedir.
Ebu Saîd -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet günü insanların Allah’a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, adaletli âmirdir.
O gün insanların Allah’a en menfuru ve O’ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim âmirdir.” (Tirmizi: 1329)
Kötü yönetici dinine ve vatanına ihanet eder. Hem nefsine hem de halkına zulmeder.
Kötü yönetici, devlete en büyük ihaneti eder. Her fırsatta devlet kalesinin taşlarını bir bir yuvarlar, yıkmak için çalışır. Çünkü o kime hizmet ediyorsa onun kuludur. Herkes sevdiği ile beraberdir ve sevdiği ile beraber haşrolunacaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)
Sen ise onları müslüman zannediyorsun.
Allah-u Teâlâ’ya gönül veren kimse Hakk’ın kuludur. Kalbini bâtıla çevirenler halkın kuludur. Bu gibi kimselerin cismine aldanman, senin aptallığına delâlet eder.
Şerefsiz bir yönetici olmaktansa, şerefli bir vatandaş olmak ondan çok daha hayırlıdır. Zira şerefi ile yaşar.
Şerefsiz bir yöneticinin ruhu ölmüştür. Vicdanı ona rahat vermez ve kalbi daima huzursuzdur.
Bir yönetici konuşurken sözüne dikkat et! Doğru mu konuşuyor, yalan mı konuşuyor? Eğer yalancı ise onun hiç bir sözüne ve icraatına itibar edilmez. Çünkü o, hâinlik yürütür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Hâinlerin savunucusu olma!” buyuruyor. (Nisâ: 105)
Allah-u Teâlâ’nın halkettiği bütün mahlûkat bunlara lânet eder. Niçin? Çünkü müslüman gibi görünüyor, fakat Din-i İslâm’a ihanet ediyor. Bir taraftan dini, diğer taraftan devleti yıkmaya çalışıyor. Fakat onlar bunu bilmezler, gayeleri peşinde koşarlar.
“Bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak” mânâlarına gelen gulûl; taksim edilmeden önce ganimet mallarından bir şey çalmak demektir. “Devlet malına hıyanet etmek” de bu türdendir.
Uhud savaşında Ayneyn geçidine yerleştirilen okçuların kendilerine ganimetten pay verilmeyeceği endişesiyle yerlerini terketmesi ve bunun sonucunda müslümanların büyük zarar görmesi dolayısıyla nâzil olan Âyet-i kerime’de bir Peygamber’in ganimetlerin taksiminde haksızlık yapmayacağı belirtilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bir peygamber için ganimet malına ihanet etmek olur şey değildir.” (Âl-i imran: 161)
Ganimet malından gizli bir şey çalmak emanete hıyanet etmektir. Devlet malından çalma ve onları kötüye kullanma da böyledir.
“Kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir.” (Âl-i imran: 161)
Çalmış olduğu şeylerle orada bulunanların huzurunda rezil olur.
“Sonra herkese kazandığı tastamam verilir ve onlara aslâ zulmedilmez.” (Âl-i imran: 161)
İsyankârın cezası artırılmayacağı gibi, itaatkârın sevabı da eksiltilmez.
Vahiy Resulullah Aleyhisselâm’a zaman zaman nâzil oluyordu. Bu sebeple ona karşı hâinlik eden kimse hakkında vahiy geliyordu. Bundan dolayı o kimse hakkında ahiret azabının yanı sıra, dünyada rezil ve rüsvay olunacağı da bahis mevzuu oluyordu.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- aramızda bulunduğu bir sırada ayağa kalkarak hıyaneti andı, onu büyüttü de büyüttü, onun halini de büyüttü.
Sonra şöyle buyurdu:
“Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda böğürmesi olan bir deve olduğu halde gelerek: ‘Yâ Resulellah! Beni kurtar!’ derken, kendimi de: ‘Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.’ diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda kişneyişi olan bir at olduğu halde gelerek: ‘Yâ Resulellah! Beni kurtar!’ derken, kendimi de: ‘Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.’ diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda meleyişi olan bir koyun olduğu halde gelerek: ‘Yâ Resulellah! Beni kurtar!’ derken, kendimi de: ‘Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.’ diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda çığlığı olan bir kimse olduğu halde gelerek: ‘Yâ Resulellah! Beni kurtar!’ derken, kendimi de: ‘Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.’ diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda dalgalanan elbiseler olduğu halde gelerek: ‘Yâ Resulellah! Beni kurtar!’ derken, kendimi de ‘Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.’ diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda altın, gümüş olduğu halde gelerek: ‘Yâ Resulellah! Beni kurtar!’ derken, kendimi de: ‘Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.’ diye cevap verirken bulmayayım.” (Müslim: 1831)
Bu Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki, gerek ganimet malından ve gerekse devlet malından çalınıp aşırılan her şey kıyamet gününde hâinlerin boynunda asılı olarak gelecektir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir cümle ile ifade edilebilecek bir hususu, aynı kelimelerle ayrı ayrı beyan etmesi hıyanetin vebalini büyütmek ve zihinlerde kuvvetle yerleşmesini sağlamak içindir.
Her ne kadar bu Hadis-i şerif’te değeri yüksek olan şeyler zikredilerek ihanetten men edilirse de, diğer bazı Hadis-i şerif’lerde; ayakkabı bağı, iğne, iplik ve hatta bunlardan daha değersiz olan devlete âit şeyleri çalmanın aynı şekilde hıyanet olduğu, ganimet malından böyle değersiz küçük bir şey çalmış olarak cephede ölen bir askerin şehitlik mertebesini kaybedeceği belirtilmektedir.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından birkaç kişi gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da şehittir!’ dediler.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurdu.
Sonra da:
“Ey Hattab oğlu! Git de: ‘Cennete müminlerden başkası giremez.’ diye topluluğun içinde nidâ et!’ buyurdu.
Ben de çıktım ve:
‘Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!’ diye nidâ ettim.” (Müslim: 114)
Şehitlik dünyada ulaşılabilecek mertebelerin en üstünü olduğu için, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı savaşlarda şehit olanlara gıpta ederlerdi. Burada, şehit olanları Resulullah Aleyhiselâm’a haber vermelerinin sebebi de bu imrenme duygusudur. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’sini çok iyi biliyor ve bu ilâhî beyandaki ölümsüzlerden olmak istiyorlardı:
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz.” (Âl-i imran: 154)
Böyle olduğu halde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şehit olduğu haber verilen kişinin, ganimetten çaldığı bir hırkadan dolayı cehennemde olduğunu bildirmiştir.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşına çıktık. Allah da bize fethi müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra Vâdil-kurâ’ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
‘Hayır! Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Hayber’de taksim edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır.’ buyurdu.
Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve: ‘Yâ Resulellah! Bunu Hayber’de almıştım’ dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!” (Müslim: 115)
Görülüyor ki çalınan şeyler ateş haline getirilerek hıyanet edenler onlarla azab edilecektir.
Yine görülüyor ki hâin harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse cennete girer: Kibir, hâinlik ve borç.” (Tirmizî - İbn-i Mâce)
•
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı, günün birinde öldü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:
‘Bu adam cehennemliktir!’ buyurdu.
Ashâb: ‘Acaba neden ki?’ diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında buldular.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1283)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin, müslümanların ganimetinden (devlet malından) olan bir hayvana, zayıf düşürüp de öyle geri verecek şekilde binmesi helâl değildir.
Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin bir elbise eskitip de öyle geri verecek şekilde giymesi helâl değildir.” (Ebu Dâvud)
•
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-ı ganimetleri korumakla vazifelendirmişti. Derken bir kimse gelerek: “Selman! Elbisem yırtık idi. Ganimetten bir iğne iplik alıp onu diktim. Bana günah var mı?” diye sordu. Selman -radiyallahu anh-: “Herşey miktara göredir.” diye cevap verdi. Bunun üzerine o kimse elbisesinden o ipliği çekip çıkararak, ganimet malının içine kattı.
Yine rivayet edildiğine göre bir kimse ganimet içinden bir veya iki ayakkabı bağı alıp: “Bunları Hayber günü ben ele geçirmiştim.” dedi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Cehennemde olan bir veya iki ayakkabı bağı!” buyurdu. (Buhârî - Müslim)
•
Adiyy bin Amîre el-Kindî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre “Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğini işittim.” demiştir.
“Sizden herhangi bir kimseyi memur tayin ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha değersiz bir şeyi gizleyecek olursa bu bir hıyanettir. Kıyamet gününde onunla gelir.”
Bunun üzerine Ensar’dan siyah bir kimse ayağa kalkarak: “Yâ Resulellah! Bana verdiğin memuriyeti geri al!” dedi. Ben onu hâlâ görür gibiyim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu. O kimse: “Senin şöyle şöyle söylediğini işittim.” deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ben aynı şeyleri şimdi bir kere daha söylüyorum. Sizden kimi bir vazifeye tayin edersek, az çok ne elde ettiyse getirsin. Ondan kendisine, tarafımızdan verileni alsın, men edilenden kaçınsın.” (Müslim: 1833)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Bir yumurta bile çalsa, Allah hırsıza lânet etsin.” buyuruyorlar. (Buhârî - Müslim)
Lânetçi değil dâvetçi olarak gönderildiğini beyan buyurduğu halde, hırsızlık yapanlara lânet etmesi, hırsızlığın çok ciddi ve olumsuz tesirlerinin olduğunu göstermektedir.
Nefsinin şehvetine uyarak başkasının hukukuna gizlice el uzatmak, kendisinin hakkı bulunmayan bir malı Allah-u Teâlâ görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak, elbette Allah-u Teâlâ’nın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Zâni zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş mümin olarak içmez.” (Müslim: 57)
Bir insanı öldürmek veya dövmek, bir uzvuna zarar vermek haram olduğu gibi, malını almak da haramdır. Bu işde kul hakkı vardır.
İslâm, kıyamete kadar bakî kalacak hükümleriyle insanlık haysiyet ve şerefini koruduğu gibi cana, mala ve ırza saldırıyı da en büyük günahlardan telâkki etmiştir.
•
Cezâ verirken zengin fakir ayırımı yapmak, bir milletin helâkine yol açan büyük bir haksızlıktır.
Ümmül-müminin Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemizden rivayet edildiğine göre, Mahzûm oğulları kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri pek üzmüştü.
Bunun üzerine:
“Bu hususu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile kim görüşebilir?” diye kendi aralarında konuştular.
Bazıları:
“Buna Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sevgilisi Üsâme bin Zeyd’den başka kimse cesaret edemez.” dediler.
Üsâme de onların istekleri doğrultusunda Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- ile konuştu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Üsâme’ye:
“Allah’ın koyduğu cezâlardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?” buyurduktan sonra kalkıp bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:
“Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezâ vermeleriydi.
Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.” (Buhârî - Müslim)
Üsâme bin Zeyd -radiyallahu anh- hatasını anladı ve: “Yâ Resulellah! Allah’tan beni bağışlamasını dile.” diye yalvardı.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Şu beş şey sizin aranızda vukuu bulsa nasıl olursunuz? Onların aranızda vukuu bulmasından veya onlara ulaşmanızdan Allah’a sığınırım.
Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun ve geçmiş nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.
Bir topluluk zekât vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi.
Bir topluluk ölçü ve tartıyı eksik tuttuklarında, kıtlık, geçim sıkıntısı ve zâlim idareci ile cezalandırılırlar.
Âmirleri Allah’ın indirdiğinden başka şeylerle hükmettiklerinde Allah, onların üzerlerine düşmanları musallat kılar ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını tüketir.
Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah onları birbirine düşürür.” (İbn-i Mâce)
Bugün olduğu gibi müslümanlar paramparça olmuşlar, herkes kendi dinini kendi partisini kuvvetlendirmek ve ayakta tutmak için çalışıyor. İslâm dini umurunda bile değil, İslâm dini ile onun hiç bir ilgisi yok.
•
Halife Harun Reşid’in mümine ve müttaki karısı Zübeyde hanım çok sadaka veren, köprüler yaptırmak ve fisebilillâh ordu techiz etmek gibi hayır hasenatı seven bir kadındı.
Mansur bin Ammar diyor ki:
“Harem-i şerif’te uyurken bir rüya görmüştüm. Baktım ki bir kadın kırıta kırıta yürüyor.
Kendisiyle şöyle konuştuk:
- Yâhu, bu yerde böyle yürümekten utanmıyor musun? Sen kimsin?
- Ben Zübeydeyim,
- Harun Reşid’in hanımı, halifeler kızı mı?
- Yere batsın o halifeler. Mansur da kim oluyor? Vallahi ben Aden’de bir çoban olmaya bundan çok daha râzıyım.
- Niçin böyle söylüyorsun? Sen bunca sadakalar verir, bunca hayrât yaptırırdın.
- Onların hepsi târumar oldu. Vallahi mizanımdan bir tek danenin bile uçarak sahibinin mizanına gittiğini gördüm. Eğer Allah-u Teâlâ bana şu ve şu hasletim sebebiyle hayır ihsan etmeseydi, bugün halim yamandı.”
Memuriyeti şahsi menfaatlere âlet etmek, devlet malını şahsi işlerde kullanmak haramdır. Küçüğünden büyüğüne kadar bu husus her şeye şamildir.
Meselâ en basitinden, kişi çalıştığı işyerinin telefonunu kendi şahsi işleri için kullanamaz, kullanırsa bedelini ödemesi gerekir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- bu işlerin en güzel numunesini vermiştir. Devlet işlerini gördüğü sırada kabul ettiği ziyaretçisiyle hususi sohbetine geçerken devlet mumunu söndürmüş ve şahsi mumunu yakmıştır.
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullahi aleyh- halife olur olmaz kağıt tahsisatını kısmıştı. Medine vâlisi Ebu Bekir bin Hazm, bir mektup yazarak tahsisatın arttırılmasını talep edince şu cevabı aldı:
“Kaleminin ucunu incelt, satırları sık tut, ihtiyaçlarını ayrı ayrı değil toptan yaz. Ben müslümanların malından, lüzumsuz sarfiyata tahsisat ayıramam.”
•
Memur veya bir işçinin, hasta olmadığı halde istirahat raporu alması da haksız kazançtır. Kazancın helâl olması, kişinin o parayı haketmesi ile mümkündür.
Binaenaleyh vazife yapılmadan alınan para haramdır. Kişi hem yalan söylemektedir, hem sahtekârlık yapmaktadır, hem de vazifeden kaçmaktadır.
Diğer taraftan hasta olmadığı halde hasta görünmekle şu Hadis-i şerif’in şümulüne girmektedir:
“Hasta olmadığınız halde kendinizi hasta göstermeyiniz. Hemen hasta olursunuz ve ölürsünüz.”
Eğer gerçekten zaruri bir iş için rapor alınmışsa, o günlerin hesabı yapılır, maaştan kesilerek çalıştığı daireye harcanır. Çünkü o senin hakkın değil.
Hususiyetle devlet kapısında olmak üzere, gayeye ulaşmak için yetkiliye gayri meşru olarak verilen para veya mala rüşvet denilmektedir.
Bir hakkın iptali veya hakkı olmayan bir şeyin elde edilmesi için verilen şey mânâsına da gelir.
Kişilerin hakkı olmadığı halde bir menfaati elde etmek için verdikleri ve aldıkları her şey rüşvettir.
Başkasının malını haksız olarak yemenin haram yollarından birisi de rüşvettir. Hangi şekilde ve hangi isim altında bulunursa bulunsun dinimiz rüşveti yasaklamıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere (rüşvet yollu) aktarmayın.” (Bakara: 188)
Yanlış yolda olduğunuzu ve günah işlediğinizi bile bile bu gibi haram yollara tevessül etmeyin.
Allah’ın gadabını gerektirecek kadar kötü olan rüşveti alan da veren de, hatta vasıta olan da günahta eşittir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Rüşvet alana, verene ve vasıta olana Allah lânet etsin.” (Hâkim)
Rüşveti alan, veren kim olursa olsun büyük bir haram işlemiş olmakla beraber, bilhassa adalet mevkiinde bulunan hâkimlerin hükümlerine tesir edecek şekilde alacakları rüşvet, çok daha ağır bir mesuliyettir.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hükümde rüşveti alan ve veren kimseyi lânetlemiştir.” (Tirmizî: 1336)
Çünkü hak sahibinin hakkını elde etmesi ve kimsenin zulme uğramaması için çalışmak bunların vazifesidir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Halk arasında hüküm veren her hâkim kıyamet günü geldiğinde bir melek onun ensesinden tutar. Sonra melek başını semaya kaldırır. Eğer meleğe: ‘Onu at!’ diyen olursa, melek onu cehennemin öyle derin bir çukuruna atar ki, kırk yılda o çukurun dibine varabilir.” (İbn-i Mâce: 2311)
Bir hâkimin bu duruma düşmesi, haksız yere hüküm vermesi sebebiyledir. Adaleti elden bırakmayan, Allah-u Teâlâ’nın rızâsı mucibince hakkaniyetten ayrılmayan hâkimler için böyle bir emir verilmez.
Hükümlerinde adaletten ayrılmayan hâkimlerin kavuşacakları mükâfatlara dair Hadis-i şerif’ler de pek çoktur.
Abdullah bin Ebî Evfâ -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Hâkim zulmetmedikçe, şüphesiz ki Allah onunla beraberdir. Hâkim zulmedince Allah onu kendi nefsi ile başbaşa bırakır.” (İbn-i Mâce: 2312)
Rüşvete hediye isminin verilmesi, onu haramdan helâle çevirmez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ezd Kabilesinden bir zâtı zekât toplamak üzere göndermişti. Bu zâtın vazife dönüşü “Şunlar zekât malı, şunlar da bana verilen hediyelerdir.” demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz minbere çıkarak Allah’a hamd-ü senâdan sonra şöyle buyurdu:
“Gönderdiğim memura ne oluyor ki, ‘Bu sizin, bu da bana verilen hediyedir.’ diyor. Babasının ya da annesinin evinde otursaydı, ona hediye verilir miydi?
Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz haksız yere bir şey alırsa; o aldığı deve, sığır veya koyun, omuzuna yükletilmiş olarak Allah’ın huzuruna çıkacaktır.”
Sonra Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz koltuk altları görünecek şekilde ellerini kaldırıp üç defa:
“Yâ Rabb, emrini tebliğ ettim mi?” buyurdu. (Buhârî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, memuriyetin şahsi menfaatlere âlet edilmemesi hususunda yaptığı tebliğat son derece etkili olmuştur.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e göndermişti. Hareket edip yürüdüğüm zaman arkamdan birini göndererek beni çağırdı.
Yanına varınca:
‘Sana niye adam gönderip geri çağırdığımı biliyor musun?’ buyurdu ve ilâve etti:
“Benim iznim olmadan hiçbir şey almayacaksın! Zira bu gulûldür (hırsızlıktır). Kim gulûl yaparsa, kıyamet günü aldığı şey ile gelir. İşte bunun için seni çağırdım. Artık işine gidebilirsin.” (Tirmizî: 1335)
Bu tarzda meselenin tebliğ edilmesi, onun hafızasında canlı olarak kalmasında müessir olması içindir.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- bir deve satın alarak meraya salmıştı. Deve orada otlayarak hayli beslendi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- çarşıda gördüğü bu besili devenin kime âit olduğunu sordu. Oğlunun olduğunu öğrenince onu çağırttı. Kendisini dinledikten sonra çok celallendi. “Emirül-müminin’in oğlunun devesini güdün, sulayın, besleyin öyle mi? Olmaz böyle şey! Ey Abdullah! Deveyi sat, sermayeni al, fazlasını beytülmâle koy.” buyurdu ve öyle de yapıldı.
•
Ömer bin Abdulaziz -rahmetullahi aleyh-in canı meyve istemişti. O anda ne meyvesi vardı, ne de meyve alacak parası vardı. Halifeye hediye olarak meyve getirilmişti. Fakat o, meyveden bir tanesini alıp kokladıktan sonra tabağa geri koydu. Yanındakiler: “Resulullah Aleyhisselâm ve onun halifeleri hediye kabul ederlerdi. Sen niye kabul etmiyorsun?” diye sordular. O da şu cevabı verdi:
“Hediye Resulullah Aleyhisselâm zamanında hediye idi, fakat onlardan sonra hediye memurlar hakkında rüşvettir.”
Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddi ve mânevi şeyler demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bir kısmınız diğerlerine bir şey emanet ederse, güvenilen kimse kendisine emanet edileni yerine versin ve bu hususta Rabbi olan Allah’tan korksun.” buyuruyor. (Bakara: 283)
Hadis-i şerif’te ise:
“Emanet izzettir.” buyuruluyor. (Münavî)
Diğer Hadis-i şerif’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Nezdinde emânet bırakılan eşyayı sahibine iade et. Sana hıyânet eden kimseye de hıyânet etme!” (Tirmizî)
“Güvene lâyık olmak bir bakıma zenginliktir.” (Camius-sağir)
Yani başkalarının güvenine lâyık olan zât, itibarın sağladığı bir zenginliğe sahiptir.
“Halkın malında ve ırzında emanete mâlik olmak rızık bolluğunu, hiyânet ise bil’akis fakr ve ihtiyacı celbeder.” (Camius-sağir)
Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:
“Onlar o kimselerdir ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.” (Müminun: 8)
•
Allah-u Teâlâ emaneti insana yüklediğini ve bunun çok büyük bir şey olduğunu Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab: 72)
Binaenaleyh emanet sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın hakkını eda etmek insanlar üzerine farzdır.
Emanetin çok geniş manası vardır. Dinî, dünyevî, ahlâkî her şey emanet dairesine girer.
İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhî bir emanettir. Hükümlerine kâmil bir şekilde uymak farzdır, uymayanlar emanete hıyanet etmiş olurlar.
Kişiye bütün vücudu ve azâları, her şeyi birer emanettir. Maddî ve manevî sıhhat ve afiyetini koruması, emanete hıyanet etmemesi, aklını iyiye ve doğruya kullanması, mesuliyetini idrak etmesi gerekir.
Anne baba, evlât kardeş, karı koca, akrabalar hısımlar, komşular arkadaşlar, yoksul dul ve yetimler, her çeşit insan sınıfları ile her hususta ahkâm ölçüleri çerçevesinde adaletle ve iyilikle hareket etmek vazifesi bir emanettir.
Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Toplantılarda cereyan eden sözler gizli tutulmalıdır.” (Tirmizî)
İstişare yapıldığında, konuşulanların sağa sola yayılmaması emanettir. Akıl danışan kimseye doğru bilgi vermek, hakikatı anlatmak da emaneti yerine getirmektir.
Ücret veya maaş karşılığında çalışan kimsenin yapacağı işi hakkıyla yapması, mesuliyetini bilmesi emanettir. Yanında çalıştığı kimsenin izni olmaksızın işi gevşek tutarsa, işe geç gelir veya erken paydos ederse, emanetin hilâfına hareket etmiş olur.
Aynı şekilde çalışanlar da çalıştıranlara bir emanettir. Bütün bu hak ve hukuklara riâyet edilmesi zaruridir.
Hatta insanların faydalanmasına sunulan hayvanların haklarını gözetmek de emanettir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hepiniz muhafızsınız ve hepiniz maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz.
Amirler maiyyetindekilerin, erkek âile efradının muhafızı durumundadır. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde muhafızdır.
Hülasa, hepiniz muhafızsınız ve hepiniz emriniz altında bulunanların hukukundan mesulsünüz.” (Buharî-Müslim)
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ: 58)
Bu Âyet-i kerime Mekke’nin fethinde nazil olmuştur.
Kâbe-i muazzama’nın bakım ve temizlik işleri Osman bin Talha ailesinin elinde bulunuyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke’yi fethettiğinde henüz müslüman olmamış olan Osman, kapısını kilitleyip Kâbe’nin üstüne çıkmıştı. Anahtarı vermeyi redderek “Senin peygamber olduğunu bilseydim, onu verirdim.” demişti. Bunun üzerine Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Osman’ın kolunu bükerek anahtarı elinden zorla aldı ve Kâbe’yi açtı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- anahtarın ve şerefli bir vazife olan bakıcılığın kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e anahtarı yine eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emir buyurdu.
Anahtar kendisine teslim edildiğinde, Osman bunun sebebini sordu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh-: “Bu bize âit bir mesele değildir, emr-i ilâhî’dir.” buyurdu ve Âyet-i kerime’yi okudu. Bundan fevkâlade duygulanan Osman bin Talha, müslümanlığın adalet ve emanet üzerindeki titizliğini görüce: “Ben artık Muhammed’in, Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ediyorum.” diyerek müslüman oldu.
“Kıyamet ne zamandır?” diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 54)
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh-: “Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?” diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular:
“Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ.” (Müslim)
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar olmuş ve olacak siyasî, içtimâî birçok hadiseleri hususiyetle Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerine haber vermiştir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) bir takım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in sünnetinden öğrendiler.
(Yani hainliğin zıddı olan emanet veya;
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.” (Ahzab: 72)
Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’
Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:
‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.
O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.
Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum.” (Buhârî. Tecrid-i sarih: 2039)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri emanetin yani din duygularının, adalet ve emniyet umdelerinin Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en beliğ bir üslup ile Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvet lisanından nakletmiştir. Bir kelime ile İslâm nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.
İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir emniyet ve itimat teessüs edip; o nur-u mübin’in sönmesiyle de bütün gönüllere umumi bir emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.
Bu Hadis-i şerif’e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanete hıyaneti nifak âlameti saymıştır.
Buyururlar ki:
“Münafıklığın alâmeti üçtür: Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder.” (Buharî)
Diğer bir rivayette: “Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de.” buyurulmuştur. (Müslim)
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Vaad borçtur. Yazık şu kimseye ki vaad eyler de sonra meşrû bir engel bulunmaksızın vaadini yerine getirmez.” (Münâvî)
•
Hadis-i şerif’lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif’te ise kıyamet alâmeti olarak “Emanetin ganimet bilineceği” beyan edilmektedir.
•
Bugün mücahid kesilerek din namına halktan para toplayıp, gayesi haricinde harcayanlar da emanete hıyanet ederek büyük bir mesuliyet altına girmektedirler.
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan birçok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1294)
“Emanete hıyanet edenler, olgun imandan mahrumdur.” (C. Sağir)
Âliye kabilesinden bir zat gelerek: “Yâ Resulellah! Bu dinde en zor ve en kolay şeyi bana haber ver!” dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Bu dinde en kolay şey ‘Lâ ilahe illallah, Muhammed’ün abduhu ve Rasulühu’ şehadetidir. En zor olanı ise emanettir. Zira emanete riayet etmeyenin dini de, namazı da, zekâtı da yoktur.” (Bezzar)
•
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın insanlığa gönderdiği en aziz emanettir. Bu emanet Mekke vâdisine indirildi. Asr-ı saâdet müslümanları bu emanete hakkıyla layık oldular. Kısa zamanda İslâmiyet’i yaydılar, Allah’ın yüce adını yücelttiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra Araplar uzun süre bu emanete ehil oldular. Memleketler genişleyip mal ve servetler çoğalınca, müslümanlar dünyaya daldılar ve ehliyete halel getirdiler. Allah-u Teâlâ Türkleri ehil kıldı ve emaneti onlara verdi.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Dilerse sizi ortadan kaldırıp yok eder ve sizden sonra yerinize dilediği bir milleti getirir.” (En’am: 133)
•
İnsan-ı kâmil’e emanet edilen ilâhi emanetullah ise ehline malumdur.
Eğer bunlar Allah’tan korksalardı, ahirette bu yaptıklarından dolayı başlarına gelecek cezaların muhasebesini yapsalardı, ilâhî cezanın büyüklüğünü ve dehşetini düşünselerdi, fakirin ve yetimin hakkını gasbedebilirler miydi?
Bilmezler ki halkın zararı memleketin zararıdır ve memleketin zararı herkesten önce başında bulunanların zararıdır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
"Böylece onlar kıyamet gününde hem kendi günahlarını tam olarak yüklenirler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını yüklenirler.
Dikkat edin! Yüklendikleri yük ne kötüdür." (Nahl: 25)
Yani onlar her ne kadar başkalarının günahlarını yüklenemeyeceklerse de, iki katı bir azap yüklenmekten kurtulamayacaklardır. Birincisi kendi sapıklıklarının vebali, ikincisi de önderlik edip saptırdıkları kimselerin yükü. Sapanla saptıran azapta ortaktırlar. Birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına boyun eğmiştir. Böylece günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir. Bu da tek başına iyi niyetin yetersizliğini göstermektedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
“Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut: 13)
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
Böylece içleri de dışları da ateş azabına çarptırılmış olur.
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’am: 70)
Onlar dünyada iken yaptıkları fenalıklardan dolayı böyle müebbet bir cezaya çarptırılacaklardır.
•
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı, kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf: 29)
Allah-u Teâlâ kâfirleri kuşatacak olan ateşi, kişiyi çepeçevre saran kapalı duvarlara benzetmiştir. Böyle bir kimse, kendisini kuşatan ateşten nasıl kurtulabilir?
Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden yüzleri kavrulur, yüzlerinin derileri soyulur.
•
Onlara ayrıca, tahammül edilmeyecek derecede kaynar ve fokurdayan bir çeşmeden içirilir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kızgın bir kaynaktan içirilirler.” (Ğâşiye: 5)
Bu sular karınlarındaki bağırsakları paramparça eder. Bütün bu cezalara Hakk’tan yüz çevirmeleri ve inkârları sebep olmuştur.
“Küfredenlere gelince; onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (Yunus: 4)
Evvelce nâil oldukları nimetleri suistimal edip nankörlük yapmalarının cezasına kavuşmuş oldular.
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amel defterleri soldan verilenler... Onlar ne uğursuzdurlar!
İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 41-42)
"Ve o alevli ateşe girecektir! Çünkü o dünyada, ailesi arasında iken pek şımarıktı." (İnşikak: 12-13)
Âkıbetini düşünmez, ahiret aklına gelmez, fani varlıklara mağrur, nefsani zevklere düşkün, rahat ve refah içinde, keyfi yerinde idi. Bu zenginlik halinin devam edeceğini sanıyordu.
"Çünkü o bir daha dirilip Rabbine dönmeyeceğini sanmıştı." (İnşikak: 14)
Onun içindir ki hiç bir kayıt altına girmek istemiyor, sınır tanımıyor, yasak bilmiyor, sorumluluk altına girmiyordu.
"Amma Rabbi onu görüyordu." (İnşikak: 15)
Bütün yaptıklarını görüp gözetiyordu, her şeyden haberdar idi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar serinliği ve hoşluğu olmayan kapkara dumandan bir gölge altındadırlar." (Vâkıa: 43-44)
Böyle bir gölgeden hiç bir hayır beklenemez. Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde onların üzerine şöyle buyurmuştur:
"Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı. Büyük günah işlemekte direnir dururlardı. 'Öl düğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz? Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?' derlerdi." (Vâkıa: 45-46-47-48)
İşte münkirler böyle şehvetlere, gafletlere dalmış, heva ve heveslere uymuş, haramlara yönelmiş, âhiret âlemini hiç hesaba katmamış oldukları için can yakıcı azaplara müstehak olmuşlardır.
"De ki: "Hem öncekiler, hem sonrakiler."
Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır." (Vakıa: 49-50)
Bu vakit belirli bir vakittir. Ne öne alınır, ne de sona bırakılır. Ne artırılır, ne de eksiltilir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Geleceğinde şüphe olmayan kıyamet günü, sizi mutlaka toplayacaktır.
Allah'tan başka doğru sözlü kim olabilir?" (Nisâ: 87)