Son günlerde yaşanan gelişmeler özellikle ülkemiz üzerinde tasarlanan planların ve bu planların uygulayıcılarının deşifre olmasına sebep olmuş bulunmaktadır.
Türkiye’nin dış politikada uğraşmak zorunda kaldığı ülkeler ve meseleler çok çeşitli görünse de, gerektiği zaman bu ülkelerin ve meselelerin tek bir “Merkez” tarafından ve aynı anda yönlendirilebildiğine şahit olduk.
Yakın zamanda ülkemiz üzerinde bir çok plan tatbik edilmeye çalışıldı. Bu planlar Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar, Yunanistan, Kıbrıs gibi yakın coğrafyaları, Güneydoğumuz, Doğu Anadolumuz gibi vatan topraklarımızı, en önemli devlet kurumlarımıza oturacak kişilerin tayini gibi iç işlerimizi kapsayan çok geniş ve çok tehlikeli boyutlara sahip bulunmaktaydı. Bu planların uygulayıcıları çok güçlü ve organize oldukları, içimizden de güçlü ve etkili yandaşlara sahip oldukları halde hemen hemen bütün planlar Hazret-i Allah’ın lütfu ve desteği ile akamete uğramıştır. Bu akametin bir neticesi olsa gerektir ki, bu “Merkez”de çok büyük bir telaş, çok büyük bir kızgınlık yaşanmaktadır.
Türkiye öyle ciddi bir mücadelenin içerisine girmiştir ki, dışarıda ABD-AB-İsrail ittifakı ile içeride de bunların uzantısı ve işbirlikçisi yapılanma ile savaşmaktadır. Bu savaş belki Kurtuluş Savaşı kadar önemli bir savaştır. Ülkemiz üzerinde icra edilmek istenen planlar da Sevr kadar korkunçtur.
Düşman bütün hatları ile saldırıya geçmiştir. Çünkü Türk siyasetini ABD-İsrail-AB güdümünden zihnini ve cebini kurtarmış kimseler yönlendirmektedir. Üstelik Türk siyasetçilerine ve Dışişleri Bakanlığımıza rağmen...
Bütün bu söylediklerimizin delillerini sadece haberlerin satır aralarında bulabilirsiniz. Çünkü bazı basın ve medya bahsedilen merkeze hizmet ediyor. Diğer bir kısım basın ise “Birleşik Cephe” karşısında mücadele eden yerli unsurlarımızın samimiyetini ve azmini teşhis edememiş bulunuyor.
Bu “Merkez” ve bu “Merkez”in icraatları tarihte hiç olmadığı kadar deşifre olduğu halde hala dost görünen düşmanlarımızın kucağına oturmak için gayret edenler, tarihin kendilerini hain olarak damgalamasından korkmalıdırlar.
Yukarıda bahsedilen ittifakın gerektiğinde hep beraber ve tek merkezden yönetildiğinin ispatı “8 Kasım 2000” tarihidir.
2001 yılında Kıbrıs’ta çözüm şartı öngören AB’nin meşhur Katilim ortaklığı belgesi (KOB) bu tarihte ilan edildi.
BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs konusundaki zehir zemberek sözlü önerileri yine aynı tarihe rastlamakta idi.
Fransız Parlamentosu’nun sabahın 6’sında kabul ettiği Ermeni Soykırım tasarısının tarihi de 8 Kasım idi.
Bu tarihin diğer önemli bir ayağı ise ABD Başkanlık seçimlerinin bu tarihte belli olacak olmasıydı.
Eski Dışişleri Bakanlarından Mümtaz Soysal da bu rastlantı(!)ları şöyle dile getirmişti: “Dikkatlerden kaçmamalı; bu tarih, rastlantıların değil, çok önce yapılmış ortak hesapların tarihidir: 8 Kasım’da Amerikan seçimlerinin sonucu belli olacaktı; Katılım Ortaklığı belgesi o gün açıklanacak ve Kıbrıs görüşmelerinde ‘’ortak zemin’’ diye zorlanmak istenen belge o turun açılışı yerine tam o gün gelen Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nce masaya konacaktı.
İsteyen istediği kadar ‘’komplo teorisyenlerinin bir başka saçmalamasi’’ desin, 8 Kasım, Türkiye’ye yönelik bir oyunun çeşitli paslarla oluşmuş gol gününden başka bir şey değildir.
Kıbrıs çözümünün Katılım Ortaklığı’na Bayan Diamandopulu’dan gelen danışıklı eklentiyle ‘’2001 sonu için siyasal koşul’’ durumuna getirilmesi ve aynı gün Rum tezlerine yatkın bir taslağın görüşme masasına konması basit bir rastlantı ya da kolay geçiştirilecek bir olay değildir.”
Cenâb-ı Hakk’ın işine bakın ki, bu yazımızın kaleme alındığı güne kadar ABD, başkanını henüz belirleyebilmiş değil. Hiç akla gelmeyecek gelişmeler yaşayan ve ABD’yi bütün dünyaya rezil eden bu başkanlık serüveni Türkiye aleyhine ve özellikle Kıbrıs konusunda tasarlanan çok uluslu ve tek merkezli baskı politikasının en önemli ayağını eksik bıraktı.
ABD başkanı henüz seçilemedi ama, Fransa’dan sonra Avrupa Parlamentosu ve İtalya da Ermeni tasarısını peşi sıra kabul ettiler. Ve yine Avrupa Kıbrıstan sonra Ege’yi de bir şart olarak önümüze sürmeye hazırlanmaktadır. Ayni Avrupa 4 Ekim’de AP’da kabul edilen kararında Kıbrıs Rum Kesimini AB’ye alacağını ilan etmiş, Kıbrısta’ki Türk askerini işgalci diye nitelemiş, hatta “Avrupa Birliği, adanın askerden arındırılması için uluslararası güce katkıda bulunacak olanaklara sahiptir.” diyerek Türkiye’ye silahlı tehditte bulunmuştu.
Parayı, dünya siyasetinin etkili devletlerini ve netice almak istediği ülkenin içindeki uzantılarını aynı anda ve aynı gayeye yönlendirebilecek korkunç bir güce sahip olan bir “Merkez”le karşı karşıya bulunmaktayız. Son aylarda yaşanan gelişmeler güzel tahlil edildiği zaman bu gerçeği görebilmek hiç de zor bir iş değildir.
Türkiye’nin dış ve iç politikada başarılı olabilmesi, bağımsız hareket edebilmesi ancak ABD ve İsrail ile mücadele etmesi halinde mümkündür.
Bu mücadele güçlü bir devlet olmayı bırakın, elimizdeki toprakları muhafaza edebilmenin tek çaresidir. Ancak bu mücadeleye soyunanlar Eşref Bitlis olayında olduğu gibi ölümü dahi göze almak zorundadır.
Özellikle son iki yılda yapılanlar dikkatli ve titiz bir gözle tetkik edilirse bu mücadeleyi göze alan bir iradenin varlığı kolaylıkla müşahede edilecektir. Bu süreç APO’nun yakalanmasıyla başlamıştır.
Sessizce devam eden bu gelişmeler hakkında halkımızın hakkıyla bilgi sahibi olması özellikle medya tarafından engellenmektedir. Çünkü “Nüfuz ajanları”nın en faal olduğu yer medyadır.
Son zamanlarda yaşanan gelişmeleri özetleyerek bu gerçeğin daha iyi anlaşılmasına çalışalım:
Kuzey Irak’ta İsrail’in müttefiki Barzani’yi devre dışı bırakan planlar süratle icra edilmekte, Türkmen nüfus arasında birlik ve beraberliğin tesisi için önemli adımlar atılmaktadır.
Suriye ve Irak ile İsrail’e rağmen ciddi bir yakınlaşma tesis edilmektedir.
Orta Asya’da ABD’yi ve İsrail’i devre dışı bırakan politikalar icra edilmeye çalışılmaktadır. ABD’nin Yeşil Kuşak projesinin en önemli halkası olan, Türk Dışişlerinin ve Türkiye Başbakanının desteğindeki bölücü okullarının Türkiye’ye verdiği zararlar giderilmeye çalışılmaktadır.
Ladin bahanesi ile İncirlik’ten Afganistan’ı vurmak isteyen ABD’ye İncirlik üssünü kullanma izni verilmemiştir.
Türkiye’nin İsrail, Ortadoğu ve İslam Ülkelerine yaklaşımı ise gerçekten şimdiye kadar hiç olmadığı kadar gerçekçidir. Bu politikalarımıza kendi basınımızdan gelen itirazlar ise bir o kadar ilginç ve düşündürücüdür.
Şöyle ki:
Öncelikle İsraille olan 1 milyar dolarlık askeri anlaşmalar iptal edildi.
Ortadoğu Barış Görüşmeleri çıkmaza girdiği esnada MGK kararı ile ortaya atılan Kudüs planı İsraili çok rahatsız etti. Akabinde hatırlanacağı üzere Barak hemen Türkiye’ye geldi. Fakat Türkiye’nin Kudüs planı hakkında görüşmeler yapmaya geldiğini inkar ederek, askeri ihaleleri görüşmek için geldiğini söyledi. Ecevitten bazı sözler aldı. Ecevit’in Barak’a bazı sözler vermesi ise bizzat Genelkurmay Başkanı tarafından eleştirildi.
Kudüste taviz vermek İsrail’in yapacağı en son şeydir. Nitekim kasap Şaron marifeti ile kanlı olaylar başlamış ve barış görüşmeleri böylece sabote edilmiştir.
İsrail’in acımasız güç kullanımı karşısında Türkiye’nin tavrı da gerçekten takdir edilecek şekildeydi.
İsrail Genelkurmay başkanının Türkiye ziyareti iki sefer geri çevrildi.
BM’de İsrail’i kınayan karar tasarısının kabul edilmesi arifesinde ABD Dışişleri Bakanı Albiright bizzat bizim Dışişleri Bakanımız Cem’i arayıp çekimser kalın demesine rağmen Türkiye BM’de İsrail’i kınayan tasarıya Evet oyu verdi.
Cumhurbaşkanımız İstanbul’daki İSEDAK toplantısında Filistinlilerden kardeşimiz diye bahsetti, Kudüsün başkent olduğu bağımsız Filistin devletinin kurulması gerektiğini söyledi ve açıkça İsrail’i kınadı. Haber ajansları bu gelişmeyi “Türkiye ilk defa İsrail’i kınadı.” diye geçtiler.
Bütün bu gelişmeler İsrail’i ve Yahudileri çok rahatsız etmiştir. Basınımızdaki bazı kalemler takip edilirse bunun delilleri kolaylıkla bulunabilir.
Ertuğrul Özkök 26 Ekim’de Hürriyet’teki köşesinde şunları yazmıştı:
“Konuşmanin Reuters Ajansı’ndan geçen haberini okudum.
Orada çok kesin bir dille Türkiye’nin İsrail’i ilk defa kınadığı belirtiliyordu.
...
Ve kendi kendime soruyorum.
Biz bütün tarihimiz boyunca Arafat’a hep tek taraflı destek mi vereceğiz?
Ariel Şaron’un insanlık dışı kışkırtmaları, Arafat’ın siyasetindeki yanlışları görmemize engel olmamalı.
Görmememiz için ulusal bir nedenimiz de yok...
İşte o yüzden Türkiye’nin bu konudaki politikasının daha dengeli olması gerektiğini düşünüyorum.
Evet bu konuda İsrail’i eleştirelim. Aşırı güç kullanmaması yolunda fikrimizi söyleyelim.
Ama ayni anda Arafat’ı bu insafsız çocuk siyasetinden vazgeçirecek bir mesafede olalım.”
Sabah yazarlarından Sedat Sertoğlu ise “Olmadı.. Yine olmadı..” diye başlayan yazısında biraz daha sertti. Hatta aba altından sopa gösterdi bile diyebiliriz:
“Bizim Dışişleri Bakanlığı’na da bir soru soralım:
ABD Dışişleri Bakanı Albright’ın, bakanınız Cem’e gönderdiği mektubu bir zahmet kamuoyuna açıklasanız ya..
İçinde geçen ifadeleri bir zahmet Türk halkı da duysa ya.. Ama nerede sizde o cesaret.. Siz açıklamazsanız biz yakında yazacağız haberiniz olsun..
Bugün MGK toplantısı var.. Bu konunun ciddi biçimde açılmasını diliyoruz.. Ve orada bu konularda sadece devlet temsilcilerini değil, ama bu işleri bilen sivilleri de dinlemeleri gerekiyor.. Türkiye böyle zig zaglar yapan politika ile, uluslararası arenada güvenilirliğini de inanınırlığını da yitiriyor. Kan kaybediyoruz, kan..
Günlerdir Washington’daki Yahudi lobisini yatıştırmak için uğraşıyor bazı insanlar.. Üstelik kendiliklerinden yapıyorlar bunu.. Bu başkentteki sistemin nasıl işlediğini bildikleri için, başımıza gelecekleri, üstelik sadece Ermeni konusunda da değil, Türkiye’nin AB üyeliği, Kafkaslar, Balkanlar, Dünya Bankası, IMF, aklınıza gelen her konuda ortamı sakinleştirmeye çalışıyorlar..
Türkiye’nin hanesine artı olarak hiçbir şey getirmeyen Cenevre ve BM kararlarına, birincisine dolaylı olarak, “evet” demenizin tahribatını önlemeye çalışıyorlar..”
Sertoğlu’nun satırları dikkatli incelenirse bu politikaların Dışişleri bypas edilerek ve MGK marifeti ile icra edildiği kolaylıkla görülecektir.
Nitekim yazısının devamında şöyle söylemekteydi Sertoğlu:
“Dışişleri Bakanlığı’daki dostlarımız bizi arıyor ve uygulanan bu son derece yanlış politikanın bakanlığı bile böldüğünü söylüyorlar..”
Bu iki kalemi bu kadar kızdıran gelişmelerin yaşandığı gün İsrail Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Türkiye’ye geldi. Ertuğrul Özkök 27 Ekim’deki yazısında bu müsteşardan ve görüştüğü kişilerden şöyle bahsediyor:
“İSRAİL Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Alon Liel Türkiye’de. ...
Ankara’da Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Faruk Loğoğlu ve Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile görüştü.”
Bu tarihte Demirel’in eski bir cumhurbaşkanı olduğunu ve İsrailli yetkilinin hayatta olan Kenan Evren’le değil de neden Demirel’le görüştüğünün altını çizerek alıntı yapmaya devam edelim:
“Dün Ankara’daki görüşmeleri ile ilgili bilgi topladım.
Dışişleri’nin en üst düzeyinden Alon Liel’e şu mesaj verilmiş:
‘’Türkiye’nin Filistin meselesindeki dengeli politikası devam edecek. Türk-İsrail ilişkileri bundan etkilenmeyecek.’’
O nedenle ülkesine rahat dönüyor.
Peki öyleyse Cumhurbaşkanı’nın konuşması ne anlama geliyor?
Çünkü bu konuşma ABD’deki Musevi lobisinin hemen dikkatini çekmiş.
Ancak Türkiye, o karar alınırken nedense BM’de konuşma yapma ihtiyacı duymamıştı.
Şimdi bu konuşmayı Cumhurbaşkanı ağzından yaptı.
Acaba bunda konuşma yapılan yerin bir İslami kuruluş olmasının mı etkisi vardı?
Büyük bir ihtimalle öyle.
Yoksa ayni hafta Ankara’da İsrail Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı’na ilişkiler konusunda güvence verilirken, İSEDAK’a katılan Müslüman devlet adamlarının önünde Türkiye adına böyle bir konuşma yapılmasını izah etmek kolay olmazdı.
Ama ben devletlerin dış politikalarında daha berrak, daha tutarlı olmasını tercih ederim.”
Basını ve bu yazarları takip ederek politikalarımızı anlamaya çalışanların birçok gerçeği kaçırmış olması kaçınılmazdır. Zira görülmektedir ki bahsedilen basın Türk-İsrail ilişkilerinde aslında bir bozukluk veya değişme olmadığı halde Türkiye ikili oynuyor izlenimi vermeye çalışmaktadır.
Halbuki Alon Liel’in görüştüğü yetkili ve yetkisiz insanların hiçbirisi yukarıda bahsedilen politikaların tayininde söz sahibi değildir. Hatta Türkiye politikası bu müsteşarın görüştüğü kimselere rağmen tayin edilmektedir.
Demirel ismi yolsuzluk skandalları ile iyice yıpranmasına rağmen ABD’nin Filistin’de arabuluculuk yapacak 5 isim tesbit ettiği ve bunlardan birisinin de Demirel olduğu, bu gelişmenin Türkiye için büyük bir onur olduğu şeklindeki basın haberlerini hiç düşünmeden okuyup geçmişseniz yine önemli bir ayrıntıyı kaçırmışsınız demektir. Üstelik bu heyetin esas işlevi Ortadoğu’daki son şiddet eylemlerini kimin başlattığını inceleyecek olan uluslararası bir komisyon olmasıdır.
Öyle anlaşılmaktadır ki Türkiye’nin politikalarından rahatsız olan ABD kendisine daha yakın bulduğu isimleri ön plana çıkarmaya çalışmakta ve Türkiye’nin İsrail politikalarını nötralize etmek istemektedir.
Başbakanımızın 5+5 olarak bilinen Demirel’in görev süresini uzatmaya çalışmaktaki inadını, Sezer’e karşı kendisini yıpratan muhalefetini, solculuktan gelme bu politikacımızın IMF direktiflerini uygulamaktaki iştiyakını, Hint kültürü hayranlığı ve Pakistan’a soğukluğunu, ABD’nin Orta Asya ve Türkiye’de hiçbir nüfuz ajanına yaptıramayacağı hizmetleri icra eden Fetullah Gülen’i desteklemekteki kararlılığını da hesaba katarsanız son zamanlardaki Türk dış politikası tercihlerinin kimlere rağmen icra edildiğini daha iyi anlamış olursunuz.
Yukarıda izah edilmeye çalışılan “Merkez”in Türkiye’deki uzantısı olan “Merkez” boğazına kadar Türkiye’deki yolsuzluk ve banka skandallarının içindedir. İçişleri Bakanı’nın bunların yurtdışı ile irtibatlı ve organize tek bir örgüt olduğunu ilan etmesi ve hatta bunlara “Tapınak Şövalyeleri” ismini takması, sık sık “Nüfuz ajanları”ndan bahsetmesi hadiselerin vehametini göstermesi bakamından ayrı bir önem taşımaktadır.
İçerideki merkez o kadar güçlü olmalı ki, bu skandalların siyasi ve bürokratik uzantılarına dokunulabilmiş değildir. Hatta siyasi kadrolar bu yolsuzluk kahramanlarını kurtarmak için seferber olmuştur.
Türkiye’nin AB üyeliği bu planların önemli bir parçasıdır. (AB, onurumuzu ayaklar altına alan o kadar çok karara imza atmıştır ki, hiçbir millet bu kadar onursuzluğa tahammül edemez. Fakat basın ve bir kısım siyasetçiler bu milletin gerçekleri görmesini engellemek için her türlü yolu denemeye devam etmektedir.) Türkiye’deki “diyalog” icraatları da bu planın bir parçasıdır. Bu icraatlara alet olanlar ise hiçbir nüfuz ajanının yapamayacağını bu ülke halkı üzerinde gönüllü olarak icra etmişlerdir.
Türkiye’nin hıristiyanlaştırılarak (veya İslamlığı terkederek) ve bir kısım topraklarda taviz vererek AB üyesi yapılması planı çok şükür akamete uğramıştır.
Bu başarısızlıklarına bir de Türk dış politikasının İsrail’i fazlasıyla endişeye sevkeden ve hatta kızdıran tercihleri eklenince, öyle tahmin etmekteyiz ki ülkemiz üzerindeki bazı planlar revize edilmiş ve uluslararası bir sindirme ve tecrid politikası başlamıştır.
Ermeni soykırımı iddialarının birdenbire tepemize binmesi bir tesadüf değildir. ABD’nin İncirlik ve Irak’taki hayati çıkarları Ermeni tasarısının bu ülkede kabulünü erteletmiş, ancak Ermeni planı büyük bir gayretle uygulamaya geçirilmiştir.
Uluslararası baskı ve planların nihai halkası Türkiye’nin sıcak bir çatışma içerisine düşürülmesidir. Müslüman komşularımızla böyle bir senaryo henüz muvaffak olamadı. Ancak Yunanistan’ın üstün teknolojilerle silahlandırılmaya başlaması tehlike sinyalleri vermektedir.
Müslümanım diye ortaya çıkan bölücüler ise bu tehlikeli “Merkez”e hizmet etmektedirler. Hem kendi körlükleri sebebiyle halkımızın bu gerçekleri görmesinin önüne engel çekiyorlar. Hem de bu “Merkez”in icraatlarına alet oluyorlar. Kimisi nüfuz ajanlığı yapıyor, kimisi de kendisini kurtarmak için bu “Merkez”in uzantılarının her türlü teklifine evet diyor. Korkarız ki bu ülkeyi karıştırmak isteyenler yine bu din ve vatan bölücülerini kullanacaklardır.
Bütün gayretimizle halkımızı bu bölücülerden ve bu tehlikelerden kurtarmaya çalışıyoruz.
Millet olarak haddinden fazla kabahatimiz, çok büyük isyanlarımız olduğu için büyük belalar, büyük afetler yaşıyoruz. Fakat bütün kabahatimize rağmen bu memleketin bir sahibi var. Vatanın, dinin, imanın yok olması için gayret eden düşmanlarımıza fırsat vermiyor. Elhamdülillah.
Bu ilahi nimetin kıymeti bilinmelidir.