Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
SİLSİLE-İ SÂDÂT - Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî (Kuddise Sırruh) -33- - Ömer Öngüt
Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî (Kuddise Sırruh) -33-
SİLSİLE-İ SÂDÂT
Dizi Yazı - Silsile-i Sâdat
1 Aralık 2000

 

Silsile-i Sâdât -33-

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ
(Kuddise Sırruh) -33-

 

“Bize Serinkanlı İnsan Lâzım”:

Şeyh Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretlerinin nazarı çok keskin, sohbeti derinden etkileyici idi.

Hatta Sabri Kaptan’la beraber vapurda giderlerken, ona karşısına oturmasını, nazarından istifade etmesini, gayr-i müslim birinin oturup bu lütuftan kendisinin mahrum olmamasını söylemiştir.

Halifelerinden ve ihvanından da teveccüh ve nazarı keskin insanlar vardı.

Nitekim Erbil’de bulunduğu bir sırada çevre köy ve kasabalardaki müridler akın akın ziyaretine gelmişlerdi. Gelenler arasında bir genç, yanına kadar sokulur. Hazret ona okuma-yazma bilip bilmediğini, tarikat-ı aliye’ye girip girmediğini sorar.

Genç şöyle konuşur:

“Okumam yok, henüz tarîk de almadım. Köyümüzde bir kızı sevmiştim, babasından istettim vermediler. Muhtar beni askere gönderdi, ben askerde iken o kızı oğluna almış. Ben şimdi onlardan birini öldürüp intikamımı almadıkça tarikata girmeyeceğim.”

Hazret gencin söylediklerine hayretle: “Yâ! Öyle mi?” diye mukabele eder. Daha sonra halifelerinden Şemseddin efendiye bu gençle meşgul olmasını işaret ederek, abdest tazelemek için dışarı çıkar.

Dönüşünde bu genci, bir değneği at yapmış koşarken görür. Genç o hâliyle biraz koştuktan sonra kalabalığı yararak gelir. Şemseddin efendinin teveccühü ile meczub bir tavır sergileyen delikanlı, daha sonra Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine gelip: “Bana tarik ver!” diye istirhamda bulunur.

Hazret ona: “Hani sen adam öldürecektin?” diye sorar. Genç: “O hâl geçti.” cevabını verir. Tekrar tarîk isteyince: “Senin şeyhin Şemseddin efendidir.” der. Fakat o genç: “Hayır hayır!.. Ben biliyorum ki sensin!” karşılığını verir. Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri, bununla birlikte meczub tabiatlı olmaktan çok, temkin ehli olmayi tavsiye eder ve:

“Bize serinkanlı insan lâzım.” buyurur.

 

“Boş Eve Hırsız Girmez”:

İnançsız birisi Dergâh’a gelerek içten içe müslümanlarla alay etmeye başlar. Sonunda da: “Her türlü kötülük müslümanlarda; yalan, hırsızlık gibi fenâlıklar hep onlarda. Bu nasıl din?” diyerek içindeki kinini dışa vurur.

Hazret ona şu karşılığı verir:

“Bu senin söylediklerin bile dinimizin büyüklüğüne delildir. Başka dinler bâtıl olduğu için şeytan onlarla pek fazla uğraşmıyor. Çünkü boş eve hırsız girmez.”

 

Duâların Kabulü:

İttihad ve terakki taraftarlarından biri bir gün Dergâh’a gelip der ki:

“Allah Kur’an’da: ‘Bana duâ edin, duânıza icabet edeyim.’ buyuruyor. (Mümin: 60)

Halbuki biz duâ ediyoruz, bize birşey vermiyor ve duâmızı kabul etmiyor. Acaba bu âyete yanlış mı mânâ veriliyor?”

Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri şu cevabı verir:

“Duânın kabulü için bir takım şartlar vardır. Şart yerine gelmeyince şarta bağlı hüküm de gerçekleşmez. Duânın kabul olunmayışında da bir takım hikmetler vardır. Bazen duânın beklenen ve istenen şekilde kabul edilmeyişi, kul için daha büyük bir hayır olabilir.

Meselâ sıtma hastasının canı bal istese, bal hemen verilmez. Çünkü bal, sıtma için zehir gibidir. Ayrıca bu Âyet-i kerime bir başka mânâya göre:

‘Beni dâvet edin, ben de meclisinize geleyim.’ mânâsındadır.”

 

Elli Sene Sonra Hakikat Olan Rüyâ:

Hazret meşayih âlimlerinden olması sebebiyle daha sağlığında iken büyük bir şöhrete ulaşarak halk arasında büyük bir ilgi ve alâka görmüştür.

Nitekim onun yakınlarından meczub bir derviş, daha Erbil’de iken şöyle bir rüyâ görür:

Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin iki kolu, İstanbul merkez olmak üzere, Erbil’den Balkanlar’a kadar olan geniş bölgeyi kaplamaktadır.

Önce bir rüyâdan ibaret olan bu hâl, elli sene sonra hakikat olmuş ve Hazret’in Anadolu’dan Arnavutluk, Bulgaristan ve Sırbistan’a kadar uzanan alanda pek çok müridi bulunmuştur.

 

Sâdık Bir Mürid:

Sâdık bir ihvan; Halep, Şam, Bağdat ve Basra gibi şehirleri gezer, oralardan aldığı kıymetli antika eşyaları İstanbul’a getirir, Hazret’e gösterir, o sat demedikçe satmaz, değerini buluncaya kadar gezdirirdi.

Bir gün arkadaşları kendisine: “Kardeşim, nasıl korkmadan uzak yerlere gidiyor, yanında çok para taşıyorsun?” derler.

O ihvan: “Ben yalnız gitmiyorum ki, Sultan’la beraberim. Onun rûhâniyeti benimle beraberdir. Neden korkayım?” diye cevap verir.

Arkadaşları onun bu sözünü Hazret’e naklederler. Hazret onlara:

“Doğru söylemiş, o hâlis Karakulak suyudur.” buyurur.

O zaman İstanbul’da Karakulak diye meşhur ve kıymetli bir su varmış. Hazret bu sözü ile: “O su nasıl kıymetli ve sular içinde meşhur ise, o müridimiz de bizim yanımızda kıymetlidir.” demek istemiştir.

 

“Ben Seni Ayıp Görmek İçin Göndermedim”:

Osmanlıların son zamanında, aslen İstanbullu olup, Medine-i münevvere’de mücâvir olarak kalan bir karı-koca, kendilerine rehber ararlar. Daha önceleri bir yerden dersli imişler, şeyhleri vefat etmiş. O zaman Medine-i münevvere’de Kafkasyalı Mehmet Efendi isminde bir zât bulunuyormuş, ona intisap etmeyi düşünmüşler, fakat bazı tereddütleri varmış.

Nihayet bir gün İstanbullu mücâvir bir rüya görür. Karı-koca bir caddeden geçerlerken karşılarına Kafkasyalı Mehmet efendi çıkar. Yüzlerine doğru gelirken, onun arkasından gayet nurânî bir zât-ı muhterem zuhur edip Kafkasyalı’ya:

“Çekil oradan! Onlar benim evlâtlarımdır!” diye bağırır. Kafkasyalı oradan uzaklaşır.

İstanbullu mücâvir uyanır ve hanımına müjdeyi verir.

“Aradığımız Şeyh efendiyi rüyamda gördüm, inşaallah yakında zuhur edecek.” diyerek rüyasını anlatır. Şeyh efendinin şekil ve şemâlini görür, fakat adını ve nereli olduğunu bilmez.

Günler, haftalar, aylar geçer, rüyasında gördüğü zâtı hep araştırır durur.

Hacc mevsimi gelir. Bir gün Ravza-i mutahhara’da kıbleye karşı oturmuş, murakaba hâlinde bulunan bir kimse görür. Gider yanına oturur. Oturur oturmaz ondan mânevî bir feyz geldiğini hisseder. Bu yabancı kendine geldiğinde selâm verir, nereli olduğunu sorar. O da İstanbullu olduğunu söyler.

“Ben de İstanbulluyum, burada mücâvir olarak bulunuyorum.” der ve evine dâvet eder.

Derinlemesine sohbet ederler. Misafire İstanbul’da büyüklerden kimlerin olduğunu sorar. O da doğrudan doğruya Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretlerinin ismini verir. Ev sahibi, Hazret’in ismini duyunca içine birden feyz dolar. Rüyâda gördüğü zâtı tarif edince misafir der ki: “Evet, işte odur!”

Bunun üzerine: “Hazret’e bir mektup yazar mısın? İki satır da ben yazayım.” der. O da kabul eder ve bir mektup yazar. Mücâvir de mektubun altına: “Efendim! Bizi de evlâtlığa kabul edin.” diye yazar, selâm ve hürmetlerini bildirir.

Bir müddet sonra Hazret’ten cevap gelir. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri mektubunda:

“Mekke ve Medine’nin vazifesini size verdik. Bir siyahî dahi olsa, müracaatta ders verirsin.” buyurur ve dersin nasıl verileceğini tarif eder.

İki İstanbullu artık kardeş olurlar, yedikleri içtikleri bir yere gider. Mücâvir olan yeni gelene çok izzet ikramda bulunur.

Birgün beraber gezerlerken misafir İstanbullu, arkadaşına:

“Yâhu bu Araplar hiç edebe riâyet etmiyorlar, ayaklarını uzatmışlar rastgele yatıyorlar.” der.

Hemen o gece rüyâsında Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerini görür. Hazret elindeki kamçıyı sırtına öyle bir vuruş vurur ki!..

Hemen akabinde celâlli bir şekilde:

“Biz seni oranın ayıplarını gör diye mi gönderdik?” buyurur.

İstanbullu misafir uyanır ve kamçının acısını sırtında hisseder, hemen tevbe ve istiğfara sarılır. Arkadaşına da hadiseyi utanarak anlatır.

 

“O El Kimin Eli İdi?”

Bir genç vaktiyle İstanbul’a yakın bir köye düğüne gider. Gençlik eseri olarak bir kadınla tanışır. Bir yer kararlaştırırlar ve orada buluşurlar. Tam harama uçkur çözeceği sırada gâipten bir el göğsüne öyle bir vuruş vurur ki, sırtüstü yere düşer. O eli gözü ile de görür. İkisi de korkarak kaçarlar ve bir daha bir araya gelemezler.

Aradan çok zaman geçer, o hadiseyi çoktan unutur. Gün gelir Gümüşhânevî Hazretlerinden ders alır ve halkasına katılır.

Bu arada Şeyh Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretlerini duyar ve ziyaretine gider. Mübarek elini öper ve oturur.

Hazret, oğlu Ali efendi’ye hitaben: “Oğlum Ali! Gencin dersini tarif et.” buyurur.

Genç: “Efendim, benim dersim var.” der. Hazret birşey söylemez.

Huzurdan ayrılır, ikinci gün tekrar gelir. Hazret yine: “Oğlum Ali! Gencin dersini tarif et.” der.

Genç: “Efendim, benim dersim var.” diye karşılık verir. Hazret birşey söylemez.

Huzurdan ayrılır, üçüncü gün tekrar gelir. Hazret yine: “Oğlum Ali! Bu gencin dersini tarif et!” buyurur.

Genç: “Efendim, benim dersim var, ben Gümüşhâneli’den ders aldım.” deyince Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurur:

“Gümüşhâneli’den ders aldın öyle mi? Falan sene, falan kadınla buluştuğunuzda göğsüne vuran el kimin eli idi?”

Genç o anda başını yere eğer ve:

“Efendim beni affedin, beni bağışlayın!” diye yalvarır. Şeyh Ali efendi de dersini tarif eder. “Meğer Gümüşhâneli’de emaneten duruyormuşum.” der.


  Önceki Sonraki