Muhterem Okuyucularımız;
Yahudilerin tarih boyunca müslümanlar üzerindeki entrikaları hiç bitmemiştir.
Allah-u Teâlâ muhtelif aralıklarla bu isyankâr millete azapların en kötüsünü tattıracak kimseler göndereceğini beyan buyurmaktadır:
“Rabbin yeminle şunu bildirdi:
Elbette tâ kıyamet gününe kadar onlara azabın en kötüsünü yapacak kimseler gönderecektir.” (A’raf: 167)
Bu Âyet-i kerime’den; yahudilerin kıyamete kadar tarih sahnesinden silinmeyeceğine, zaman zaman aynı azgınlıklarını devam ettireceklerine, bu yüzden de sık sık azaba uğratılacaklarına işaret vardır.
“Onlar Allah’tan bir gazaba uğramışlardır.” (Âl-i imran: 112)
“Onlara alçaklık damgası vurulmuştur.” (Bakara: 61)
“O yahudiler nerede bulunurlarsa bulunsunlar, zillet altında kalmaya mahkûmdurlar.” (Âl-i imran: 112)
“Verdikleri kesin sözü bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık.” (Mâide: 13)
Kur’an-ı kerim’de çeşitli Âyet-i kerime’lerde yahudilerin özellikleri beyan buyurulmaktadır:
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı diğer insanlardan, hatta müşriklerden de daha düşkün ve hırslı görürsün.” (Bakara: 96)
“Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar.” (Mâide: 64)
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur. Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.
Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.
Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” Âl-i imran: 100-101-102)
•
Ayrıca; bu ay içerisinde idrak edeceğimiz mübarek Kadir Gecenizi ve Ramazan Bayramı’nızı tebrik eder, âlem-i İslâm’a hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederiz.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Muhammedin nefsi yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer bu ümmetten bir yahudi veya hıristiyan beni işitir de sonra benimle gönderilene iman etmeden ölürse, mutlaka cehennemlik olur." (Müslim: 153)
Yakub Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm’ın oğullarından İshak Aleyhisselâm’ın oğludur. İshak Aleyhisselâm’ın oğlu olmasına rağmen, dedesinin sağlığında doğmuş olması ve o muazzez peygamberin kucağında ve yuvasında yetişmiş olması sebebiyle doğrudan doğruya İbrahim Aleyhisselâm’ın oğluymuş gibi kabul edilmiştir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de:
“Biz ona İshak’ı ve Yakub’u da bağışladık.” buyuruluyor. (Ankebut: 27)
Babası İshak Aleyhisselâm’ın vefatından sonra Yakub Aleyhisselâm onun yerine geçmiş, Allah-u Teâlâ kendisini peygamberlikle müşerref kılmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a ve Yakub’a vahyettik.” buyuruyor. (Nisâ: 163)
İshak Aleyhisselâm’ın bir oğlu Şam taraflarını yurt edinirken, Yakub Aleyhisselâm da Kenan diyarlarına yerleşmiş, orada oğulları torunları dünyaya gelip çoğalmışlardır.
Elli yıl gibi bir zaman halkı Allah yoluna davetle meşgul olmuş, büyük babası İbrahim Aleyhisselâm’ın şeriatını uygulamış, babasının izinden yürümüş, kendisine de vahiy gelmiştir.
•
İbrahim Aleyhisselâm’ın soyundan iki kol çıkmıştı. İsmail Aleyhisselâm’ın soyundan gelen birinci kol, Arabistan Yarımadası’na yerleşmişlerdir. Kureyş kabilesinin yanısıra diğer belli başlı aşiretler bu kola bağlıdırlar. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu soydan gelmektedir. İsmail Aleyhisselâm’ın neslinden onun dışında başka bir peygamber daha gelmemiştir.
İkinci kol ise İshak Aleyhisselâm’ın evlatlarından ibarettir. Oğlu Yakub Aleyhisselâm’ın lâkabı “İsrâil” olduğundan, oniki oğlundan üreyip çoğalan onun oğullarına ve torunlarına İsrâiloğulları mânâsına gelen “Beniisrail” denilmiştir. Yusuf Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Harun Aleyhisselâm, Davut Aleyhisselâm, Süleyman Aleyhisselâm, Yahya Aleyhisselâm gibi İsrâiloğulları peygamberlerinin tamamı İshak Aleyhisselâm’ın neslinden gelmiştir. Sonuncusu İsâ Aleyhisselâm olmuş, o ise kendisinden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak büyük bir peygamberin geleceğini müjdelemiştir.
Allah-u Teâlâ İsrâiloğullarına çok büyük lütuflarda bulunmuştu. Uzun bir zaman insanlık tarihinin en medeni milleti olarak ün yaptılar, Mısır ve civarındaki memleketlere hakim oldular.
Yakub Aleyhisselâm, oğlu Yusuf Aleyhisselâm’ın daveti üzerine oğullarıyla birlikte Kenan’dan Mısır’a gelerek yerleştiler. Yusuf Aleyhisselâm’ın vefatından sonra İsrâiloğulları Mısır’da çoğaldılar, gün geçtikçe de kuvvetlenip güçleniyorlardı. Bu durum Mısır’ın eski yerlileri olan Kıpti’lerin hoşuna gitmiyordu. Mısır hükümdarı olan Firavunlar, İsrâiloğulları’nın bir gün idareyi ele geçirerek saltanatlarına son vereceklerinden endişe ediyorlardı. Bunun için de onları esir gibi çok ağır ve meşakkatli işlerde kullanıp sindirmeye çalışıyorlardı. İsrâiloğulları canlarından bezmişlerdi, dedelerinin eski yurtları olan Kenan diyarına gitmeyi, Mısır’dan kaçıp kurtulmayı istiyorlardı. Fakat bir türlü Firavun’un zulmünden kurtulamıyorlardı.
Nihayet Allah-u Teâlâ İsrâiloğullarına büyük bir lütufta bulundu. Ulül-azm bir peygamber olan Musa Aleyhisselâm’ı onlara peygamber olarak gönderdi ve Firavun’un şerrinden kurtardı.
•
Allah-u Teâlâ İsrâiloğullarını ataları İsrâil’den kendilerine miras olarak kalan Arz-ı mukaddes’te iskân edeceğini vadetmişti. Fakat şimdiki Filistin’in bulunduğu bu yerler, o vakit Amâlika’lıların işgali altında idi. Onları oradan çıkarmak için savaşmakla emrolunmuşlardı.
Musa Aleyhisselâm onlara:
“Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. İçinizden peygamberler çıkarmış ve sizi hükümdar yapmıştı, dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.
Ey kavmim! Allah’ın size takdir ettiği Arz-ı mukaddes’e girin, ardınıza dönmeyin. Yoksa zarara uğrar, kaybedersiniz.” demişti. (Mâide: 20-21)
Ne yazık ki İsrâiloğulları, kendilerine vadedilen yere girmekten kaçındılar ve şöyle söylediler:
“Ey Musa! Orada çok zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz aslâ girmeyiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.” (Mâide: 22)
Akabinde şunları da söylediler:
“Ey Musa! Onlar orada oldukça, biz aslâ oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada otururuz.” (Mâide: 24)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Bedir Savaşı’nda; müşriklere karşı az bir kuvvete sahip oldukları ve büyük zorluklarla karşılaşacaklarını bildikleri hâlde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize şöyle söylemişlerdi:
“Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi ‘Sen ve Rabbin varın savaşın, biz burada oturacağız.’ demeyiz. Fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.”
Müslümanlarla yahudilerin durumu buradan ayrılıyor. Onların da başlarında peygamber vardı amma icraata bak!
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm-, Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a bu kadar bağlı idi.
Musa Aleyhisselâm da onlara gücenerek bedduâ etti:
“Artık bizimle, yoldan çıkmış bu fâsıklar gürûhunun arasını ayır!” (Mâide: 25)
Yani zaten onlar o zaman sapmışlardı.
Cenâb-ı Hakk sevgili peygamberine şöyle buyurdu:
“Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış fâsık millet için tasalanma, üzülme.” (Mâide: 26)
Böylece Arz-ı mukaddes’in kapısına kadar geldikleri halde, bu emr-i ilâhi’yi yerine getirmedikleri için Tih Çölü’ne düştüler. Yuşâ peygamberin kumandası altında yeni neslin Arz-ı mukaddes’i fethederek oraya girmesine kadar zillete düçar oldular.
Yahudiler Kur’an-ı kerim’de “Lânetlenmiş kavim” olarak beşeriyete tanıtılmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bunlar Allah’ın lânetlediği kimselerdir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 52)
İsrâiloğulları Cumartesi günü, tezgâhlarının başında bulunmaları, alış-veriş yapmaları, çalışmaları, balıkçılık ve ziraatla uğraşmaları kesinlikle haram kılındığı halde, onlar bu emre uymayıp sınırı aştılar. Yasaklara uymadılar, Allah-u Teâlâ’nın nimetlerini unutup nankörlük ettiler.
Sonunda Davut Aleyhisselâm onlara beddua etti.
İsrâiloğulları üç peygamber diliyle lânetlenmişlerdir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İsrâiloğullarından küfre sapanlar hem Davut’un hem de Meryem oğlu İsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir.
Çünkü onlar isyan etmişler, sınırı aşmışlardı.
Onlar birbirlerini yaptıkları kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmazlardı.
Yapageldikleri şey ne kötü idi!” (Mâide: 78-79)
“(Musa dedi ki:) Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah’ım?” (A’raf: 155)
•
Yahudiler mukaddes bir istirahat günü istemişlerdi. Allah-u Teâlâ bunun üzerine haftanın altı gününü iş günü, yedinci cumartesi gününü de sadece din işleri ile uğraşmaları ve gönüllerinde dini şuuru sağlamlaştırmaları için mukaddes bir tatil günü yaptı. O gün çalışmak, balık avlamak ve yemek yasaktı.
Bu husus Kur’an-ı kerim’de şu şekilde açıklanmaktadır:
“Hani onlar cumartesi yasaklarına saygısızlık edip ilâhi sınırı aşıyorlardı. Cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak sürü halinde akın akın yanlarına geliyordu. Diğer günler ise gelmiyorlardı.
Biz onları yoldan çıkmaları sebebiyle böylece imtihan ediyorduk.” (A’raf: 163)
Allah-u Teâlâ bu günahkâr yahudileri itaatsizlikleri sebebiyle maymun şekline çevirmiştir:
“İçinizden cumartesi günü azgınlık edip haddi aşanları elbette biliyorsunuz. Biz onlara ‘Aşağılık maymunlar olunuz!’ demiştik.” (Bakara: 65)
Bir Âyet-i kerime’de de bu husus yeniden hatırlatılıyor. Bu cezanın sadece maymunlaşma ile değil, domuzlaşma ile de ilgili olduğu belirtiliyor:
“De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi?
Onlar Allah’ın lânetlediği, gazap ettiği, içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle tağuta tapanlardır.
İşte onlar mevki bakımından daha kötü olanlar ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır.” (Mâide: 60)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“İsrâiloğullarından bir ümmet kayboldu, hayvan sûretine çevrildi. Bilinmez ki o topluluk ne fenalık işlemiştir. Fareyi bunlardan sanıyorum. Çünkü o deve sütü konunca içmez, koyun sütünü içer.” (Buharî Tecrid-i sarih: 1364)
İsrâiloğullarına devenin eti ve sütü haram kılınmıştı.
Çünkü onlar haram olan bazı şeyleri helâl sayıyorlardı. Bu yüzden Allah-u Teâlâ ceza olarak onlara helâl olan şeyleri bile haram kılmıştır.
Âyet-i kerime’lerde buyuruluyor:
“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kılmıştık. Onlara bir de sığırın ve koyunun sırtlarında bağırsakları üzerinde ve kemiğe karışan yağlar dışında iç yağlarını yasaklamıştık.
Azgınlıkları yüzünden onları bu şekilde cezalandırdık. Şüphe yok ki biz doğru sözlüyüzdür.” (En’am: 146)
“Yahudilerin yaptıkları zulümden, birçok kimseleri Allah yolundan çevirmelerinden, menedildikleri halde fâiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden dolayı kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri onlara haram kıldık. İçlerinden inkâr edenlere de elem verici bir azap hazırladık.” (Nisâ: 160-161)
“Biz onlara zulmetmedik, onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (Nahl: 118)
Yahudilerin hak ettikleri bu cezaların bir ibret ve öğüt kılındığı beyan buyurulmaktadır:
“İşte biz bu (maymunlaşma cezasını), kendi devirlerinde yaşayıp hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelecek olanlara bir ibret dersi, takvâ sahibi müminlere de bir öğüt yaptık.” (Bakara: 66)
Âyet-i kerime’lerden açıkça anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ’nın lânet ve gazabına uğrayan yahudiler, hayvan şekline dönüştürülmüşlerdir.
•
Yahudiler tarihte “Peygamberlerini öldüren kavim” olarak tanınmaktadır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Allah’ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberlerini öldürenlere ve insanlardan adâleti emredenleri öldürenlere elem verici bir azabı müjdele!
Onların yaptıkları dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Âl-i imran: 21-22)
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Her ne zaman onlara hoşlarına gitmeyen hükümlerle bir peygamber gelmişse; bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” (Mâide: 70)
Yahudiler peygamberlerini böylece haksız yere öldürdükleri gibi, bu zamanın kâfirleri de Allah-u Teâlâ’nın seçkin âlimlerini, nur saçan kandillerini, peygamber vekillerini öldürdüler. Yahudiler peygamberlerini öldürüyorlardı amma peygamber vekillerini de kâfirler öldürdü.
Gayeleri din-i İslâm’ı yıkmak ve yok etmekti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde İsrâiloğullarının geçmişte yükümlü olup, üzerine aldıkları dini hükümlere ve vazifelere ne kadar muhalefette bulunmuş olduklarını bildirmektedir.
“Bir zamanlar biz İsrâiloğullarından şöyle söz almıştık: ‘Yalnızca Allah’a kulluk edin, ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlarla güzel konuşun. Namazı kılın, zekâtı verin!’ Sonra pek az kısmınız hariç döndünüz, hâlâ da yüz çevirip duruyorsunuz.” (Bakara: 83)
Bir kısmı dünyadaki huzur ve güvenliğe, bir kısmı da ahirette sevap kazanmaya âit olan bu esaslı emirleri ağır bulup verdikleri sözü bozdular.
Yahudilerin geçmiş atalarının kötülükleri onların imansızlıklarına yol açtı. Bütün emirleri ve bütün yasakları ellerinin tersiyle bir kenara ittiler.
“Bir zamanlar da sizden: ‘Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz, birbirini yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.’ diye söz almıştık. Sonra da bunu kabul etmiş, (bu ikrarınıza) şâhit de olmuştunuz.” (Bakara: 84)
Bunlar İsrâiloğullarının zulümlerini, taşkınlıklarını ve yeryüzünde fesat çıkarttıklarını gösteren en bâriz misallerdir.
“Bu misakı kabul eden sizler yine birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşiyorsunuz. Eğer esir düşüp gelirlerse (kurtulmaları için) fidyelerini veriyorsunuz. Oysa onları yurtlarından çıkarmak size haram kılınmıştır.” (Bakara: 85)
Yahudiler Tevrat’ta kendilerinden alınan sözü bozmuşlar, Allah-u Teâlâ’nın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymışlar, bâtıl yollarla insanların mallarını yemeyi helâl saymışlar, din kardeşlerine zulmederek onları yurtlarından çıkarmışlar ve böylece lânetlenmeye müstehak olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde İsrâiloğullarından iman etmeyerek küfür içinde ölüp gidenlerin, ebedî olarak cehenneme gideceklerini beyan buyurmaktadır:
“Bir de dediler ki: ‘Sayılı birkaç gün dışında cehennem ateşi bize dokunmaz.’ De ki: ‘Siz Allah katından bir söz mü aldınız? Öyle ise Allah aslâ sözünden caymaz. Yoksa sizler Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” (Bakara: 80) (Bakınız, Âl-i imran: 24)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde İsrâiloğullarına vaktiyle ihsan ettiği nimetleri hatırlatarak, kendilerini din-i mübin’e uymaya ve son gönderdiği kitap olan Kur’an-ı kerim’i inkâr etmemeye dâvet etmektedir:
“Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vâdettiklerimi vereyim. Ve sadece benden korkun!” (Bakara: 40)
Geçmiş atalarınızın başına yağdırdığım felâketlerin benzerini tekrar başınıza yağdırmak hususunda yalnız benden çekinin, başkasından değil. Şunu iyi bilin ki ahiret azabı daha büyüktür.
“Sizin yanınızda bulunanı (Tevrat’ın aslını) doğrulayıcı olarak indirdiğime (Kur’an’a) iman edin ve sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Sakın âyetlerimi az bir pahaya satmayın. Ve sadece benden sakınıp korkun!” (Bakara: 41)
Onların asıl görevi Kur’an-ı kerim’e ve Muhammed Aleyhisselâm’a ilk inananların arasında ve hatta başında yer almaları idi. Çünkü onlar bu gerçeği ellerindeki kitaplardan alıp öğrenmişlerdi.
•
Allah-u Teâlâ vaktiyle İsrâiloğullarının nâil oldukları ilâhi nimetlere rağmen bile bile tefrikaya düştüklerini, bu sebeple ahirette cezalarını çekeceklerini Âyet-i kerime’lerinde haber vermektedir:
“Andolsun ki biz İsrâiloğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları âlemlere üstün kıldık.” (Câsiye: 16)
“Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.” (Bakara: 122)
Bu ifadelerden maksat “Onların zamanındaki âlemlere üstün kıldık.” demektir. Çünkü onların zamanında âlemlerde Allah-u Teâlâ’ya onlardan daha şerefli hiç kimse yoktu.
“Onlara din hususunda apaçık deliller verdik. Onlar kendilerine ilim geldikten sonra birbirini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz ki Rabbin ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.” (Câsiye: 17)
İlim, tefrika ve ihtilâfların ortadan kalkmasını gerektirdiği halde, onların elinde tefrika ve ihtilâfın meydana gelmesine sebep olmuştur.
Bu ifade aynı zamanda ümmet-i Muhammedi onların takip ettikleri yolu izlemekten, aynı yolu takip etmekten sakındırmaktadır.
Kur’an-ı kerim’de çeşitli Âyet-i kerime’lerde yahudilerin özellikleri beyan buyurulmaktadır:
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı diğer insanlardan, hatta müşriklerden de daha düşkün ve hırslı görürsün.” (Bakara: 96)
“Onlardan her biri ömrünün bin yıl olmasını ister.” (Bakara: 96)
“Onlar, ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı ölümü aslâ istemezler.” (Bakara: 95)
“Onların içinde öylesi var ki, ona bir dinar versen, tepesine dikilmedikçe onu sana ödemez.” (Âl-i imran: 75)
“Yoksa onların mülkten bir payı mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek zerresi bile vermezlerdi.” (Nisâ: 53)
“Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar.” (Mâide: 64)
“İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hainlik görürsün!” (Mâide: 13)
“Sen kendileriyle andlaşma yaptığın halde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını bozarlar.” (Enfâl: 56)
“‘Kitap ehli olmayan Arapların ve sâir kimselerin (hakkını yemekten dolayı) üzerimize bir sorumluluk yoktur.’ derler.” (Âl-i imran: 75)
“Onlardan bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün!” (Mâide: 80)
“Kitap ehlinden olan kâfirler de müşrikler de size Rabbinizden bir hayır inmesini istemezler.” (Bakara: 105)
“‘Sayılı birkaç gün dışında cehennem ateşi bize dokunmaz.’ derler.” (Bakara: 80 - Âl-i imran: 24)
“‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız.’ diyorlar.” (A’raf: 169)
“‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.’ (derler.)” (Mâide: 18)
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek isterler.” (Tevbe: 32)
“İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun.” (Mâide: 82)
“Onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar.” (Âl-i imran: 118)
“Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar.” (Âl-i imran: 118)
“Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır.” (Âl-i imran: 118)
“Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür.” (Âl-i imran: 118)
“Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnud olmazlar.” (Bakara: 120)
“‘Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın!’ (derler.)” (Âl-i imran: 73)
“Onlar Allah’tan bir gazaba uğramışlardır.” (Âl-i imran: 112)
“Onlara alçaklık damgası vurulmuştur.” (Bakara: 61)
“O yahudiler nerede bulunurlarsa bulunsunlar, zillet altında kalmaya mahkûmdurlar.” (Âl-i imran: 112)
“Verdikleri kesin sözü bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık.” (Mâide: 13)
“İnkârları yüzünden Allah onlara lânet etmiştir.” (Nisâ: 46)
“Allah onlara gazap etmiştir.” (Mâide: 80)
Ayrıca; Bakara sûre-i şerif’inin 94. Âyet-i kerime’sinde; âhiret yurdundaki nimetlerin bütünüyle kendilerine âit olduğunu iddia ettikleri,
76. Âyet-i kerime’sinde; münafıklarla İslâm’a karşı işbirliği yaptıkları,
97. Âyet-i kerime’sinde; Kur’an-ı kerim’i indirdiği için Cebrâil Aleyhisselâm’a düşman oldukları,
61. Âyet-i kerime’sinde; nankörlükleri, haksız yere peygamberlerini öldürdükleri, isyana daldıkları, mütecaviz oldukları,
246. Âyet-i kerime’sinde; dönek oldukları,
Mâide sûre-i şerif’inin 79. Âyet-i kerime’sinde; iyiliği emredip kötülükten sakındırmadıkları,
A’raf sûre-i şerif’inin 146. Âyet-i kerime’sinde; her âyeti görseler yine de inanmadıkları, doğru yolu görseler onu yol edinmedikleri, azgınlık yolunu gördüklerinde onu yol edindikleri... beyan buyurulmaktadır.
•
Yahudilerin tarih boyunca müslümanlar üzerindeki entrikaları hiç bitmemiştir.
Allah-u Teâlâ muhtelif aralıklarla bu isyankâr millete azapların en kötüsünü tattıracak kimseler göndereceğini beyan buyurmaktadır:
“Rabbin yeminle şunu bildirdi:
Elbette tâ kıyamet gününe kadar onlara azabın en kötüsünü yapacak kimseler gönderecektir.” (A’raf: 167)
Bu Âyet-i kerime’den; yahudilerin kıyamete kadar tarih sahnesinden silinmeyeceğine, zaman zaman aynı azgınlıklarını devam ettireceklerine, bu yüzden de sık sık azaba uğratılacaklarına işaret vardır.
Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın en açık delili olduğu gibi, münafıkların en bâriz huy ve hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminlere dost ve düşmanlarını ayırdetmelerini muhakkak emrediyor ve şöyle buyuruyor:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur. Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine: 13)
Onların dostluklarına tutunmayın, hiçbir şeylerine heves edip yönelmeyin.
Allah-u Teâlâ gayr-i müslimlerin müslümanlara karşı takındıkları tavrı Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Kitap ehlinden olan kâfirler de müşrikler de size Rabbinizden bir hayır inmesini istemezler.” (Bakara: 105)
Yahudi, hıristiyan ve putperest kâfirler sizi kıskandıkları ve kin kustukları için Rabbiniz tarafından size bir iyilik dokunmasını, öne geçmenizi, yükselmenizi istemezler.
Allah-u Teâlâ müminleri, ehl-i kitabın saptırma ve azdırmalarına karşı sakındırmış, onların sözlerine iltifat etmekten menetmiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.
Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.
Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imran: 100-101-102)
Allah için ihlâslı ve samimi olun, Allah’tan başkasını O’na aslâ ortak kılmayın.
Gerek Kur’an-ı kerim’de olsun, gerek Hadis-i şerif’lerde olsun; hayat menkıbesi en çok anlatılan ulül-azm bir peygamberdir. Otuzdört sûrede yüzotuzaltı yerde ism-i şerif’i zikredilmiştir. İlâhlık dâvâsında bulunan bir hükümdarı Hakk’a davet etmekle görevlidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz Musa’yı, ‘Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve Allah’ın günlerini onlara hatırlat.’ diye âyetlerimizle birlikte göndermiştik. Şüphesiz bunda sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır.” (İbrahim: 5)
Birkaç asır çok sıkıntılı ve acı bir hayat geçiren İsrâiloğullarını; Allah-u Teâlâ aralarından Musa Aleyhisselâm gibi güzide bir peygamberi çıkararak, esaretlerine son vermeyi irade buyurdu.
Musa Aleyhisselâm’ın doğumunun yaklaştığı günlerde idi. Firavun bir gece rüyâsında bir ateşin zuhur ettiğini, kısa zamanda büyüyerek bütün Kıpti’leri yaktığını, fakat İsrâiloğulları’na dokunmadığını gördü. Bu rüyasını devrin meşhur kâhinlerine anlattığında “İsrâiloğulları’ndan bir çocuk doğacak. Büyüyünce senin devletin onun eliyle yıkılacak, doğacağı zaman da iyice yaklaştı.” diye yorumda bulundular.
Bu haberden son derece ürken Firavun, hem İsrâiloğulları’nın çoğalmasını önlemek, hem de kendisi için tehlike teşkil edecek çocuğun doğmasını engellemek için, İsrâiloğulları’ndan doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretti.
İsrâiloğulları bir kuvvetleri olmadığı için bu katliam karşısında sadece seyirci kalıyorlardı, kaderin tecellisini beklemekten başka ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.
Âyet-i kerime’de:
“İçlerinde bir zümreyi güçsüz buluyor, onların oğullarını boğazlıyor, kızlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı.” buyuruluyor. (Kasas: 4)
İşte böyle zor şartlar altında İsrâiloğullarından İmran oğlu Musa Aleyhisselâm dünyaya geldi. Annesi “Oğlumu öldürürler.” diye büyük bir korku ile çocuğunu gizliyordu. Allah-u Teâlâ ona çıkar bir yol gösterdi.
“Çocuğunu emzir. Başına bir şey gelmesinden korkuyorsan onu suya bırak. Korkma, üzülme! Biz onu sana tekrar geri vereceğiz ve onu peygamber yapacağız.” diye ilham etti. (Kasas: 7)
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde annesine şöyle buyurduğunu beyan ediyor:
“Onu sandığa koy, sonra suya bırak! Su onu kıyıya atar. Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri onu alacaktır.” (Tâhâ: 39)
Bunun üzerine tahta bir sandığın içine koyarak Nil nehrine bıraktı.
Musa Aleyhisselâm Nil ile akıp giderken, saray hizmetçileri onu görerek aldılar ve Firavun’un karısı Asiye’ye getirdiler. Asiye sandığın içindeki yavruyu görünce canı kaynadı, sevgi ve şefkatle bağrına bastı. Firavun’a göstererek:
“Benim için de, senin için de bir göz bebeği! Onu öldürmeyin. Olur ki bize faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz.” dedi. (Kasas: 9)
Firavun “Ben bu çocuğun İsrâiloğullarından olmasından korkuyorum, helâkımın bunun eliyle olmasından endişe ediyorum.” dediyse de Asiye onu vazgeçirinceye kadar konuşmasını sürdürdü.
Allah-u Teâlâ’nın ezeli takdiri hüküm sürüyordu, Firavun’un korktuğu başına gelmek üzereydi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Firavun âilesi onu yitik olarak aldı. Sonunda o kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.
“Şüphesiz ki Firavun, Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı.” (Kasas: 8)
Bu arada Musa Aleyhisselâm’ın muzdarip annesi yavrusunun âkıbetini düşünüyordu.
Âyet-i kerime’de:
“Gönlü bomboş sabahı etti. Eğer biz, vaadimize inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı.” buyuruluyor. (Kasas: 10)
Musa Aleyhisselâm’a bir süt annesi gerekiyordu. Pek çok süt annesi getirildi. Fakat o hiçbirini emmedi.
“Biz daha önce ona, süt verenlerin sütünü emmesine müsaade etmemiştik.” (Kasas: 12)
Annesi tarafından “Onu takip et!” diye vazife verilen Musa Aleyhisselâm’ın ablası, olup-bitenleri gizlice araştırırken, bir süt annesi arandığını öğrendi.
Saraya giderek:
“Sizin için onun bakımını üzerine alacak, öğüt verip eğitecek bir aile buluvereyim mi?” dedi. (Kasas: 12)
Firavun, tavsiye edilen bu kadının hemen getirilmesini emretti. Hiçbir kadının sütünü emmeyen Musa Aleyhisselâm, annesini hemen emdi. Bunun üzerine bir ücret mukabilinde sarayda vazifelendirilmiş oldu.
Âyet-i kerime’de:
“Böylece biz onu annesine geri verdik ki, gözü aydın olsun da üzülmesin ve Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin. Fakat çoğu bunu bilmezler.” buyuruluyor. (Kasas: 13)
İşte o günden itibaren Firavun, tacının tahtının yok olup gitmesine sebep olacak zâtı kendi kucağında hürmet ve ihtimamla büyütmeye başlamıştır.
Aradan seneler geçti. Musa Aleyhisselâm Firavun’un sarayında Allah-u Teâlâ’nın murakabası altında büyüyüp yetişti.
“Ergenlik çağına gelip olgunlaşınca, biz ona ilim ve hikmet verdik. İyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.” (Kasas: 14)
Bir gün şehrin sokaklarında dolaşırken, yolda iki kişinin kavga ettiğini gördü. Birisi İsrâil asıllı, diğeri ise Kıpti’lerdendi. Kıpti onu kıyasıya dövüyordu. Adam Musa Aleyhisselâm’dan yardım istedi. Bunun üzerine Musa Aleyhisselâm Kıpti’ye bir yumruk vurdu, vurur vurmaz adam öldü. Aslında onu öldürmek istememişti. Mazlumu zâlimden kurtarmak istiyordu. Her nasılsa elinden bir kaza çıkmıştı. Yaptığına pişman oldu ve bunun bir şeytan işi olduğunu belirtti. Daha sonra, suçlulara bir daha yardımcı olmayacağına ahdederek, Allah-u Teâlâ’dan af ve mağfiret diledi:
“Rabbim! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla!..
Allah da onu bağışladı. Çünkü O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Kasas: 16)
Musa Aleyhisselâm bu hadiseden sonra, şehirde korku içinde etrafı gözetip dolaşarak, kötü bir netice bekler bir halde sabahladı, saraya dönmedi.
Ertesi gün ayni İsrâilliyi bir başka Kıpti ile kavga ederken gördü. Yine dayak yiyor, yine yardım istiyordu. Yanına gelerek:
“Belli ki sen bir azgınsın.” dedi. (Kasas: 18)
Bu yaptığı şeylerin, lüzumsuz çekişmelerin hiçbir fayda sağlamayacağını, Firavun ve adamlarının İsrâiloğullarına zulümlerini daha da artıracağını hatırlatmak istiyordu.
Musa Aleyhisselâm daha sonra onu kurtarmak için Kıpti’nin üzerine yürüdü. Kıpti kendisine saldıracağını sanarak dedi ki:
“Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Sen ıslâh edenlerden olmayı değil, yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun.” (Kasas: 19)
Musa Aleyhisselâm donup kalmıştı. Demek ki bir gün önceki hadiseyi herkes biliyordu.
Nitekim Firavun ve erkânı bu işin bir isyan mânâsı taşıdığını sezerek Musa Aleyhisselâm’ı öldürmek için aralarında görüştüler ve kararın icrâsı için peşine adamlar saldılar. Duruma muttali olan saray erkânından temiz vicdanlı bir kimse koşarak geldi ve:
“Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Buradan çık git, doğrusu ben sana öğüt veriyorum.” dedi. (Kasas: 20)
Musa Aleyhisselâm bunun üzerine korku içinde etrafını gözetleyerek Mısır’dan ayrıldı.
“Rabbim! Beni şu zâlimler gürûhundan kurtar.” diye niyazda bulundu. (Kasas: 21)
Medyen diyarına doğru tek başına yola çıktı. Medyen halkı İbrahim Aleyhisselâm’ın bir oğlunun, İsrâiloğulları da diğer bir oğlunun neslinden geldikleri için, onlarla aralarında bir karabet olduğunu biliyordu.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medyen’e vardı. Dinlenmek için bir kuyu başına oturdu. Çobanlar kuyudan su çekerek koyunlarını suluyorlardı. Öbür tarafta ise koyunlarını sulamak için bekleyip de kalabalık yüzünden sulayamayan iki kız gördü. Onlara acıdı. Yanlarına vararak:
“Derdiniz nedir? Niçin hayvanlarınızı sulamıyorsunuz?” diye sordu. (Kasas: 23)
Onlar da bir mahcubiyet ifadesi ile:
“Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır, onun için bu işi biz yapıyoruz.” dediler. (Kasas: 23)
Sanki onlar bu sözleriyle Musa Aleyhisselâm’ın gönlünde bir acıma hissi uyandırmak istiyorlardı.
“Bunun üzerine koyunlarını sulayıverdi.” (Kasas: 24)
Sonra bir gölgeye çekildi. Bütün ruhu ve kalbiyle Hazret-i Allah’a iltica etti:
“Rabbim! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.” (Kasas: 24)
Koyunlarını hızlıca sürerek babalarının yanına gelen kızlar, olup-biteni anlattılar. O da “Biriniz gidin o genci bana getirin.” dedi. Bu yaşlı zât Medyen ve Eyke halkına gönderilmiş olan Şuayb Aleyhisselâm’dı.
Kızlardan biri bunun üzerine utana utana Musa Aleyhisselâm’ın yanına gelerek:
“Babam sizi çağırıyor. Koyunlarımızı suladığınız için sana ücret ödeyecek.” dedi. (Kasas: 25)
Musa Aleyhisselâm dâvete icabet etti, Şuayb Aleyhisselâm’ın huzuruna geldi. Başından geçenleri olduğu gibi anlattı.
Şuayb Aleyhisselâm onu teselli ederek:
“Korkma!.. Artık o zâlimler gürûhundan kurtuldun.” buyurdu. (Kasas: 25)
Bu sırada kızlardan birisi, onun ücret mukabilinde tutulmasını istedi:
“Babacığım! Onu ücretle tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı budur, güçlü ve güvenilir bir adamdır.” dedi. (Kasas: 26)
Şuayb Peygamber kızının bu isteğini müsbet karşılayarak Musa Aleyhisselâm’a:
“Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer hizmetini on yıla tamamlarsan o senden bir lütuf olur. Bununla beraber sana zahmet vermek istemem. İnşallah beni sâlihlerden bulacaksın.” dedi. (Kasas: 27)
Musa Aleyhisselâm bu teklifi kabul etti.
“Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım bir kötülüğe uğramam. Söylediklerimize Allah vekildir.” diye cevap verdi. (Kasas: 28)
Medyen diyarında on yıl emniyet ve huzur içinde yaşadı. Şuayb Aleyhisselâm’ın kızı Safura ile evlendi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmemiş olsun.” (Buhari)
Aradan on yıl geçmiş, Musa Aleyhisselâm hizmetini tamamlamıştı. Memleketini ve yakınlarını özlemiş, gizlice onları ziyarete karar vermişti. Âilesini ve kayınpederinin kendilerine vermiş olduğu koyunları alarak Mısır’a doğru yola çıktı.
Âyet-i kerime’de:
“Musa süreyi doldurunca âilesiyle birlikte yola çıktı.” buyuruluyor. (Kasas: 29)
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine sığınarak günlerce yol aldılar. Bir gece vaktiydi, yollarını kaybetmişler, nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Gecenin zifiri karanlığı üzerlerine çökmüştü. Hava da çok soğuktu, üşümeye başladılar. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu.
Gittikleri yol, kendilerini Tur Dağı’nın sağına düşen batı tarafına kadar götürmüştü. Bu sırada Musa Aleyhisselâm Tuvâ vâdisinde, yerle gök arasında yükselen bir ateş yalını gördü.
“Siz burada durun. Ben bir ateş gördüm. Oradan size bir kor getiririm veya ateşin yaninda bir yol gösteren bulurum.” diyerek yürüdü. (Tâhâ: 10) (Bakınız. Kasas: 29)
Oraya geldiğinde vâdinin sağ yanındaki bir ağaç cihetinden:
“Ey Musa! Şüphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.” hitabına mazhar oldu. (Kasas: 30)
Bir Âyet-i kerime’de de:
“Ona Tur’un sağ yanından seslenmiş ve hususi bir konuşmada bulunmak için onu yaklaştırmıştık.” buyuruluyor. (Meryem: 52)
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a her tarafını ateş ihata etmiş bir ağaç şeklinde ve kelâm sıfatı ile tecelli etmiştir. Ateş şeklinde görünen aslında nûr-u ilâhî idi. Ateş olarak görünmesi onun isteğine göre olmuştur. Çünkü o anda onun ateşe ihtiyacı vardı.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Ben senin Rabbinim. Ayağındakileri çıkar. Zira sen mukaddes vadide, Tuvâ’dasın. Ben seni seçtim. Vahyolunanı dinle. Şüphesiz ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk et, beni anmak için namaz kıl. Kıyamet muhakkak gelecektir. Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tutuyorum. Ona inanmayan ve kendi nefis arzusuna uyan kimse seni ondan alıkoymasın. Yoksa helâk olursun.” (Tâhâ: 12-16)
İlâhi hitap devamla:
“O sağ elindeki nedir ey Musa?” buyurdu. (Tâhâ: 17)
Musa Aleyhisselâm:
“O benim âsâmdır. Ona dayanırım, onunla davarıma yaprak silkerim ve daha birçok işlerde faydalanırım.” diye cevap verdi. (Tâhâ: 18)
O anda Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’ın hatırına hayaline gelmeyen bir mucizeyi gerçekleştirdi:
“Bırak onu ey Musa!” buyurdu. (Tâhâ: 19)
O da bıraktı. Bir de ne görsün! Âsâ bir anda uzun bir yılan olmuş, sürünmeye kıvranmaya başlamıştı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Musa âsânın yılan gibi deprenip hareketler yaptığını görünce dönüp, arkasına bakmadan kaçtı.” (Kasas: 31)
Allah-u Teâlâ:
“Yâ Musa! Korkma! Çünkü benim huzurumda peygamberler korkmazlar.” (Neml: 10)
“Tut onu, korkma! Biz onu yine eski durumuna çevireceğiz.” buyurdu. (Tâhâ: 21)
Eline aldığında tekrar âsâ haline geldi.
“Elini koynuna sok, diğer bir mucize olarak kusursuz bembeyaz çıksın. Bununla sana en büyük mucizelerimizden bazılarını göstermiş olalım.” (Tâhâ: 22-23)
Musa Aleyhisselâm emri yerine getirdiğinde elinin bembeyaz olduğunu, karanlıkta parlamaya başladığını gördü. Korku ile ellerini uzattı. Allah-u Teâlâ ona cesaret vermek için:
“Elini kendine çek, korkun kalmasın.” buyurdu. (Kasas: 32)
Artık meseleyi kavrayan Musa Aleyhisselâm arka arkaya tecelli eden âsâ ve yed-i beyzâ mucizeleriyle ünsiyet peyda edince kendisine:
“Bu iki mucize, Firavun ve erkanına karşı Rabbinin iki delilidir. Doğrusu onlar fâsıklar gürûhudur.” buyuruldu. (Kasas: 32)
Musa Aleyhisselâm alacağını almış, göreceğini görmüştü.
“Firavun’a git, doğrusu o azmıştır.” (Tâhâ: 24)
Emrini alınca dedi ki:
“Rabbim! Ben onlardan bir kişi öldürmüştüm. Beni öldürmelerinden korkarım. Kardeşim Harun’un dili benimkinden daha düzgündür. Beni destekleyen bir yardımcı olarak onu da benimle beraber gönder. Çünkü beni yalanlamalarından endişe duyuyorum.” (Kasas: 33-34)
Musa Aleyhisselâm Firavun’un sarayında büyüdüğü için onun ne kadar zâlim, ne kadar azgın olduğunu biliyordu. İsrâiloğullarına yaptığı işkenceleri gözleri ile görmüştü.
Allah-u Teâlâ onun bu arzusunu kabul buyurduğunu bildirdi.
“Ey Musa! İstediğin sana verilmiştir.” (Tâhâ: 36)
“Seni kardeşinle destekleyeceğiz. İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, onlar size aslâ erişemeyecekler. Âyetlerimizle, siz de size uyanlar da üstün geleceksiniz.” (Kasas: 35)
Harun Aleyhisselâm çok fasih konuşurdu. Çok sakindi. Musa Aleyhisselâm ise çok heyecanlı, sert mizaçlı bir zâttı. Rivayete göre de dilinde biraz tutukluk vardı. Daha işin başlangıcında Rabbine tazarru ve niyazda bulundu.
Şu duâsı ne kadar arza şâyandır:
“Rabbim! Göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimin düğümünü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar.” (Tâhâ: 25-28)
İsrâiloğulları vaktiyle Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla birçok mucizeler görmüş oldukları halde yine bâtıl yollara sapmaktan geri durmamışlardır.
Musa Aleyhisselâm yeri ve zamanı geldikçe onları uyarmış, Allah-u Azimüşan’ın buyruğuna dönmedikleri takdirde kendilerini büyük bir azabın beklediğini önceden haber vermişti. Fakat onlar sapıklıklarında devam ettiler. Âkıbetlerini kendi elleriyle hazırlıyorlardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki biz Firavun hanedanını düşünüp ibret alırlar diye yıllarca kuraklığa, mahsül kıtlığına uğrattık.
Onlara bir iyilik geldiği zaman ‘Bu bizim hakkımızdır.’ derlerdi. Bir kötülük dokununca, Musa ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna yorarlardı. İyi bilin ki, kendilerinin uğradığı uğursuzluk Allah katındandır, fakat çoğu bunu bilmezler.
Firavun hanedanı ‘Bizi sihirlemek için ne mucize gösterirsen göster, sana iman etmeyeceğiz.’ dediler.
Bunun üzerine biz de birbirinden ayrı mucizeler olarak başlarına sel baskını, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de kibirlerine yediremediler. Onlar öyle günahkârlar gürûhu idiler.” (A’raf: 130-133)
“Andolsun ki, Musa’ya dokuz tane apaçık mucize verdik.” (İsrâ: 101)
Musa Aleyhisselâm İsrâiloğulları’nı kendisi ile birlikte salıvermesini Firavun’dan istediği zaman, kabul etmedi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara tufan gönderdi. Aralıksız yağan yağmurlar sel felaketi haline geldi.
Üzerlerine azap çökünce:
“Ey Musa! Sana verdiği söz yüzü suyu hürmetine, bizim için Rabbine duâ et. Eğer bu azabı bizden kaldırırsan, andolsun ki sana kesinlikle inanacağız ve İsrâiloğullarını seninle beraber göndereceğiz.” dediler. (A’raf: 134)
Musa Aleyhisselâm dua etti, fakat yine inanmadılar, İsrâiloğullarını da salmadılar.
Bunun üzerine o sene tarlalarında bol miktarda ekin yetişti. Önce çok sevindiler. Cenâb-ı Hakk da ekinlere çekirge musallat etti. Milyarlarca çekirge karabulut gibi gelerek ekinlerin başına üşüştü.
Ekinlerin hiç kalmayacağını anlayınca Musa Aleyhisselâm’a koştular ve Rabbine duâ edip de bu belâyı başlarından defetmesini istediler. Musa Aleyhisselâm duâ etti ve çekirgeler yok oldu. Amma onlar yine inanmadılar.
Ekinleri harman edip evlere yığdılar. “Bunları biz kazandık, bunlara bir şey olmaz.” dediler. Allah-u Teâlâ onlara haşerat musallat etti. Nerede ise o kadar ekini yiyip bitireceklerdi.
Yine geldiler, “Yâ Musa!” dediler “Rabbine bizim için dua et, bu haşeratı kaldırsın, sana iman edelim ve İsrâiloğullarını seninle beraber gönderelim.”
Musa Aleyhisselâm duâ etti, Allah-u Teâlâ onu da kaldırdı, yine inanmadılar.
Artık felâketlerin biri geliyor, biri gidiyordu.
Bir gün Musa Aleyhisselâm Firavun’un yanında otururken, etraftan kurbağa sesleri gelmeye başladı. Firavun’a “Sen ve kavmin bundan ne anlıyorsunuz?” diye sordu. O da “Mühim bir şey değil, ne olabilir ki?” dedi. Akşam olunca kurbağalar o kadar çoğaldı ki, yer-gök kurbağa olmuştu. Musa Aleyhisselâm’a daha önce söyledikleri gibi söylediler. Rabbine duâ etti, bu da kaldırıldı. Fakat söylediklerinden hiçbirisini yine tutmadılar. Cürüm ve cinayetlerden biraz olsun vazgeçmediler.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ bir belâ olarak üzerlerine kan gönderdi. Bir kuyudan, bir nehirden, bir kapdan su alıyorlardı, o su taze kana dönüşüyordu. Firavun’a dert yandılar, içecek su bulamadıklarını söylediler. Firavun “O sizi büyülemiştir.” dedi. Onlar “Nereden büyüleyecek bizi. Kaplarımıza ne kadar su koymuşsak, onları taze kan olarak bulduk.” diye cevap verdiler. Takatları kalmayıp iyice sıkışınca da Musa Aleyhisselâm’a koştular ve önce söyledikleri gibi söylediler. O da Rabbine duâ etti, Allah-u Teâlâ üzerlerinden bu musibeti kaldırdı. Amma onlar yine iman etmediler.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Biz onlardan, geçirecekleri bir süreye kadar azabı kaldırınca; bir de bakarsın, hemen sözlerinden cayıyorlardı.” buyuruluyor. (A’raf: 135)
Sefahat içinde olduklarından ne öğüt, ne tebliğ, ne musibet, hiçbiri kendilerine tesir etmiyordu.
Firavun, Musa Aleyhisselâm ile beraber İsrâiloğullarını göndermemekte diretiyordu. Allah-u Teâlâ Firavun’un elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
“Kullarımı geceleyin götür, çünkü takip edileceksiniz.” (Duhan: 23)
Bu ilâhi emir üzerine gizli gizli hazırlıklara başladılar. Bir gece ay ışığında yola çıktılar. Sabah olduğunda onlardan Mısır’da hiç kimse kalmamıştı. Durumu öğrenen Firavun son derece öfkelendi.
“Doğurusu bunlar bizi öfkelendiren döküntü azınlıklardır. Biz ise tedbirli kimseleriz.” dedi ve hemen şehirlerden ordu toplayacak adamlar gönderdi. (Şuarâ: 54-56)
Muhteşem bir ordu topladı. Güneş doğarken peşlerine düştüler. İzlerini takip ederek Mısır’dan çıktılar. Bu onların son çıkışları oldu.
Deniz kenarına vardıkları bir sırada arkalarından yetiştiler.
Firavun ve ordusu yaklaşıp da aralarında çok az mesafe kaldığı bir anda, Cenâb-ı Hakk Musa Aleyhisselâm’a vahyetti:
“Âsânı denize vur!...” (Şuarâ: 63)
O da âsâsını denize vurdu.
“Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ: 63)
Firavun ve ordusu, akıllara durgunluk veren bu sahne karşısında şaşırıp kaldılar. Arkalarından onlar da yürüdüler.
İsrâiloğulları karşı sahile çıkıp kurtulduklarında, onlar iki taraflı suların arasına tamamen girmiş bulunuyorlardı.
İşte o anda:
“Allah da onu dünya ve ahiret azabı ile yakalayıverdi.” (Nâziat: 25)
Kızıldeniz yavaş yavaş ikiye katlanarak, korkunç bir şekilde birbirine kavuştu. İsrâiloğulları’nın gözleri önünde hepsi denizde boğuldular. Onlardan hiç kimse kurtulamadı.
Böylece zâlimlerin korktukları eninde sonunda başlarına gelmiş, yaptıkları zulümlerin cezasını en ağır şekilde ödemişlerdir.
Kızıldeniz’i karşıya geçen İsrâiloğulları başlarında Musa Aleyhisselâm olduğu halde Kenan diyarına dogru yola çıktılar.
Her ne kadar Musa Aleyhisselâm’a tâbi olmuşlar ise de, Mısır’da iken putlara ve suretlere gözleri alışıktı. Daha henüz zihinlerine Tevhid yerleşmemişti.
“Gönülden putlara tapan bir topluluğa rastladılar. ‘Ey Musa! dediler, onların ilâhları olduğu gibi bize de bir ilâh yap!’ O da dedi ki ‘Siz gerçekten cahil bir kavimsiniz. Onların taptıkları putlar bâtıl, bütün yaptıkları yok olmaya mahkûmdur. Allah sizi âlemlere üstün kılmış iken, ben size Allah’tan başka ilâh mi arayayım?” (A’raf: 138-140)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerin devamında şöyle buyuruyor:
“Hatırlayın o zamanı ki biz sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size işkencenin en kötüsünü yapıyorlardı; oğullarınızı öldürüp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bütün bunlarda, Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı.” (A’raf: 141)
Allah-u Teâlâ İsrâiloğullarını ataları İsrâil’den kendilerine miras olarak kalan Arz-ı mukaddes’te iskân edeceğini vadetmişti. Fakat şimdiki Filistin’in bulunduğu bu yerler, o vakit Amâlika’lıların işgali altında idi. Onları oradan çıkarmak için savaşmakla emrolunmuşlardı.
Musa Aleyhisselâm onlara:
“Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. İçinizden peygamberler çıkarmış ve sizi hükümdar yapmıştı, dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.
Ey kavmim! Allah’ın size takdir ettiği Arz-ı mukaddes’e girin, ardınıza dönmeyin. Yoksa zarara uğrar, kaybedersiniz.” demişti. (Mâide: 20-21)
Ne yazık ki İsrâiloğulları, kendilerine vâdedilen yere girmekten kaçındılar ve şöyle söylediler:
“Ey Musa! Orada çok zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz aslâ girmeyiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.” (Mâide: 22)
Akabinde şunları da söylediler:
“Ey Musa! Onlar orada oldukça, biz aslâ oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada otururuz.” (Mâide: 24)
Musa Aleyhisselâm’ın yakınlarından iki kişi, onlara şehrin kapısından girmelerini, girdikleri takdirde mutlaka galip geleceklerini söyledikleri halde, onlar girmemek için direndiler. Bütün ısrarlara rağmen yüz çevirdiler ve peygamberlerine birçok gönül endişesi yaptılar.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bir zamanlar Musa kavmine: ‘Ey kavmim! Beni niçin incitiyorsunuz? Halbuki benim, Allah’ın size gönderdiği bir peygamberi olduğumu biliyorsunuz!’ demişti.” (Saf: 5)
Artık nasıl olur da emirlerime muhalefet edebilirsiniz?
Musa Aleyhisselâm da onlara gücenerek bedduâ etti:
“Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum. Artık bizimle, yoldan çıkmış bu milletin arasını ayır.” (Mâide: 25)
Cenâb-ı Hakk sevgili peygamberine şöyle buyurdu:
“Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış fâsık millet için tasalanma, üzülme.” (Mâide: 26)
Böylece Arz-ı mukaddes’in kapısına kadar geldikleri halde, bu emr-i ilâhi’yi yerine getirmedikleri için Tih Çölü’ne düştüler. Yuşâ peygamberin kumandası altında yeni neslin Arz-i mukaddes’i fethederek oraya girmesine kadar zillete düçar oldular.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Musa Aleyhisselâm’a Tur dağının üzerinde otuz gece sonra buluşma vâdetti, sonra buna on gece daha ekledi. Böylece kırk geceye tamamlandı. Musa Aleyhisselâm günlerini oruçla geçirdi. Kavminden ayrılıp bir kenara çekilmezden evvel Harun Aleyhisselâm’ı yerine vekil tayin etti:
“Kavmim içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna gitme!” buyurdu. (A’raf: 142)
Rabbinin kelâmını işitmeye şevki ve iştiyakı vardı. Daha önce bu şevki tattığı için aceleyle huzura geldi.
Allah-u Teâlâ:
“Seni kavminden daha çabuk gelmeye sevkeden nedir ey Musa?” diye sordu. (Tâhâ: 83)
“Onlar benim ardımdan geliyorlar. Rabbim! Hoşnut olman için sana acele geldim.” dedi. (Tâhâ: 84)
Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Biz senden sonra kavmini imtihana çektik. Sâmiri onları saptırdı.” (Tâhâ: 85)
Musa Aleyhisselâm’ın Cenâb-ı Hakk ile Tûr Dağında vaki olan mükâlemesi Kur’an-ı kerim’de şu şekilde beyan edilmektedir:
“Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuştuktan sonra ‘Rabbim! Zâtını bana göster, sana bakayım.’ dedi. Allah ‘Sen beni göremezsin. Fakat şu dağa bak! Eğer o yerinde durursa, sen de beni görürsün.” buyurdu.
Rabbi dağa tecelli edince, onu yerle bir etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca ‘Allah’ım! Seni tenzih ederim, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim’ dedi.
Allah buyurdu ki:
“Ey Musa! Seni peygamber göndermem ve seninle konuşmamla, seni insanlar arasından seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!” (A’raf: 143-144)
Tur dağında Musa Aleyhisselâm’a Hakk’ı bâtıldan ayıran Tevrat-ı şerif verildi. O zamana kadar nebi idi. O andan itibaren resul oldu.
Bu hususta Kur’an-ı kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
“Musa’ya verdiğimiz Tevrat levhalarında her şeyden bir öğüt yazdık ve her şeyi uzun uzadıya açıkladık. Onlara sıkıca sarıl, kavmine de emret, en güzel şekilde tutsunlar. İlerde size yoldan çıkmış fâsıkların harap olan yurdunu göstereceğim.” (A’raf: 145)
Musa Aleyhisselâm Tur dağında iken, onun yokluğunu fırsat bilen İsrâiloğulları; üzerlerinde taşıdıkları altın süs eşyalarını toplayarak Samiri adındaki bir adama bir buzağı heykeli yaptırdılar ve onu kendilerine ilâh edindiler. Allah’ı bırakıp ona tapınmaya başladılar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Musa’nın kavmi; onun ardından kendi ziynetlerinden canlıymış gibi böğüren buzağı heykeli yaparak onu ilâh edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve yol da göstermediğini görmediler mi? Onu ilâh olarak benimseyip kendilerine yazık ettiler.” (A’raf: 148)
“Musa kavmine çok kızgın ve üzüntülü olarak döndü! Ey kavmim dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Uzun bir zaman mı geçti aradan? Yoksa Rabbinizin gazabına mı uğramak istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?” (Tâhâ: 86)
“‘Ben sizi geride bırakıp gidince ne kötü olmuşsunuz. Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?" dedi.
Elindeki Tevrat levhalarını bırakıverdi ve kardeşinin başından tutup kendine doğru çekmeye başladı.” (A’raf: 150)
“Ey Harun! Bunların sapıttığını görünce, seni benim yolumdan gitmekten alıkoyan nedir? Neden bana uymadın? Emrime karşı mı geldin?” dedi. (Tâhâ: 92-93)
Harun Aleyhisselâm şöyle cevap verdi:
“Anamın oğlu! Saçımdan sakalımdan tutma. Ben senin ‘İsrâiloğulları arasına ayrılık soktun, sözüme bakmadın.’ diyeceğinden korktum.” (Tâhâ: 94)
“Bunlar beni zayıf görüp hırpaladılar, az daha beni öldürüyorlardı. Bana düşmanları sevindirecek şekilde davranma. Beni bu zâlimler gürûhu ile bir tutma.” (A’raf: 150)
“Daha önce Harun onlara ‘Ey kavmim! Siz bu buzağı ile imtihana çekildiniz. Sizin gerçek Rabbiniz Rahman’dır. Bana uyun, emrime itaat edin.’ demişti.
Onlar da ‘Musa bize dönünceye kadar buna sarılmaktan aslâ vazgeçmeyeceğiz.’ demişlerdi.” (Tâhâ: 90-91)
Ayrıca şu sözü de söylemişlerdi:
“İşte bu sizin de Musa’nın da ilâhıdır. Fakat o unuttu.” (Tâhâ: 88)
Musa Aleyhisselâm onlara “Verdiğiniz sözden niçin caydınız?” diye sorduğu zaman:
“Sana verdiğimiz sözden kendi başımıza caymadık. O kavmin ziynet eşyasından bize yükler dolusu taşıtıldı. Biz onları ateşe attık. Aynı şekilde Sâmirî de attı.” dediler. (Tâhâ: 87)
Daha sonra Musa Aleyhisselâm Sâmiri’ye dönerek:
“Ya senin zorun ne idi ey Sâmiri?” buyurdu. (Tâhâ: 95)
“Onların görmedikleri bir şey gördüm ve onu sana gelen ilâhi elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım. Bunu ziynet eşyasının eritildiği potaya attım. Nefsim bana bunu hoş gösterdi.” dedi. (Tâhâ: 96)
Musa Aleyhisselâm buyurdu ki:
“Defol, git! Doğrusu artık hayat boyunca ‘Bana dokunmayın!’ demenden başka yapacağın bir şey yoktur. Bir de senin için hiç kaçamayacağın bir ceza günü var. Sarılıp durduğun, üstüne düşüp tapındığın ilâhına bak! Biz onu yakacağız, sonra da denize atacağız.
Sizin ilâhiniz, ancak ve ancak O’ndan başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. İlmi her şeyi kuşatmıştır.” (Tâhâ: 97-98)
Daha sonra da Allah-u Teâlâ’ya niyazda bulundu:
“Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetinin içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (A’raf: 151)
Musa Aleyhisselâm’ın ciddi müdahalesi ile İsrâiloğulları hatalarını anladılar, yaptıklarına pişman oldular.
Elleri böğründe, çaresiz kalıp kendilerinin sapıtmış olduklarını görünce:
“Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsan, andolsun ki en büyük ziyana uğrayanlardan olacağız.” dediler. (A’raf: 149)
“Musa’nın öfkesi geçtikten sonra levhaları aldı. Onların bir nüshasında ‘Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.’ yazılmıştı.” (A’raf: 154)
Buzağıya tapmaları üzerine Musa Aleyhisselâm onları tevbeye davet ettiği gibi, ayrıca ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi özür dilemek maksadıyla Tur dağına götürmüştü.
Allah-u Teâlâ ile mükâlemeden sonra huzurdan ayrılan Musa Aleyhisselâm’a “Allah’ı apaçık görmedikçe sana aslâ inanmayacağız.” dediler. Bunun üzerine öyle bir sarsıntı meydana geldi ki, İsrâiloğulları bu sarsıntı ile birlikte yıldırımlara maruz kalıp kendilerini kaybettiler. Yarı ölü vaziyette yere serildiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Musa, tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş kişiyi seçti. Onları bir sarsıntı tutunca dedi ki:
‘Rabbim! Dileseydin bunları da beni de daha önce helâk ederdin. Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir. Sen bu imtihanınla dilediğini dalâlete düşürür saptırırsın, dilediğini de hidayete götürür doğru yola iletirsin. Bizim dostumuz sensin. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.
Bize dünyada da iyilik yaz, ahirette de. Biz sana yöneldik.’
Allah buyurdu ki:
‘Ben kimi dilersem onu azabıma uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Ben onu Allah’tan korkup kötülükten sakınanlara, zekâtını verenlere ve âyetlerimize imân etmiş olanlara yazacağım.” (A’raf: 155-156)
İsrâiloğulları Mısır’dan çıktıktan sonra, aslî vatanları olan Arz-ı mukaddes’e ulaşmak için uzun yollar katetmişler, ömürlerinin çoğunu çöllerde geçirmişlerdi. Arz-i mukaddes’e geldikleri halde, orada zorba bir millet bulunduğunu bahane ederek oraya girmekten çekinmeleri üzerine, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştı. Tih sahrasında her gün ileri-geri gidip-gelmek ve yine yerinde saymak suretiyle azap olundular.
Birçok güçlüklerle, hatta kendilerini yok edebilecek büyük tehlikelerle karşılaştıkları halde; Allah-u Teâlâ onları bertaraf etmiş, kendilerine yeni yeni nimetler ihsan buyurmuştur.
Esaretten hürriyete kavuştular. Gölgelenmeleri için çölün kızgın sıcağında üzerlerine bulutlar gönderdi. Karınlarını doyurmaları için gökten kudret helvası ve bıldırcın indirdi. Susuzluktan ölecekleri bir sırada taştan pınarlar akıttı.
Bu ilâhi nimetlerin şükrünü edâ edecekleri yerde büsbütün şımardılar. Nimetleri beğenmemezlik ederek hıyar, sarmısak, mercimek gibi yiyecekler istediler. Hakk’ın taksimine râzı olmadılar.
Bu kadar mucize yetmiyormuş gibi, dosdoğru inanabilmeleri için Allah’ı apaçık görmeyi şart koştular.
Nefislerini ıslah edecekleri yerde, bozgunculuk yaptılar. Kaskatı yürekleri yumuşamadı. Bunun için de tarih boyunca zilletten kurtulamadılar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri İsrâiloğullarına vermiş olduğu nimetleri hatırlatarak, yaşayan milletleri ibret almaya ve intibaha dâvet ediyor:
“Ey İsrâiloğulları! Size ihsan ettiğim nimetimi ve sizi bir zamanlar âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
Hiç kimsenin hiç kimseye bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden şefaatın kabul edilmeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği azap gününden korkup sakının.
Hani sizi, işkencelerin en kötüsünü tattıran, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlatan Firavun hanedanından kurtarmıştık. Bu Rabbinizin büyük bir imtihanı idi.
Denizi yarıp sizi kurtarmış ve gözlerinizin önünde Firavun hanedanını suda boğmuştuk.” (Bakara: 47-50)
“Bir vakit de ‘Şu şehre girin, dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yiyin. Kapısından secde ederek girin ve hıtta (Bizi affet) deyin, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım, kusurlarınızı örtelim. İyilik edenlere daha da artıracağız.’ demiştik.
Amma o zalimler, kendilerine söylenmiş olan sözü, başka sözle değiştirdiler. (Hıtta kelimesini alaya alarak buğday mânâsına olan hınta’ya çevirdiler.) Biz de o zalimlere, yoldan çıkmalarından dolayı, gökten korkunç bir azap indirmiştik.” (Bakara: 58-59)
“Musa, kavmi için su aramıştı. ‘Âsânla taşa vur!‘ demiştik. Bunun üzerine taştan oniki pınar fışkırmıştı, her zümre su alacağı yeri bildi. Allah’ın rızkından yiyin için; yalnız yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Bakara: 60)
“Hani siz ‘Ey Musa! Biz bir çeşit yemeğe mümkün değil katlanamayacağız. Bizim için Rabbine duâ et de; yerin bitirdiği sebze, kabak, acur, sarmısak, mercimek ve soğandan yetiştirsin.’ demiştiniz.
Musa da onlara ‘Siz hayırlı olanı, daha aşağı olan şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Öyle ise bir şehre inin, orada istediğiniz şeyler var.’ demişti.
Üzerlerine zillet ve meskenet, horluk ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah’ın gazabına uğradılar. Öyle oldu; çünkü onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberlerini öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, haddi aşıp aşırı gittikleri için bunu hak ettiler.” (Bakara: 61)
Musa Aleyhisselâm Hazret-i Yuşâ’yı yerine halife tayin etmiş, Arz-ı Mukaddes’i fethetmesini de vasiyet etmişti.
Bilahare peygamberlik verilmiş olan Yuşâ Aleyhisselâm İsrâiloğullarını alıp çölden çıkararak Arz-ı Mukaddes’i fethetti. Böylece İsrâiloğulları çöllerde dolaşmaktan kurtuldular ve dedelerinin kadim vatanları olan Kenan diyarına yerleşmiş oldular. Allah-u Teâlâ’nın takdiri yerini bulmuş oldu.
Yuşâ Aleyhisselâm yirmisekiz sene kadar İsrâiloğullarının başında bulunduktan sonra vefat etmiştir.
Daha sonra sırasıyla pek çok hâkimler gelip İsrâiloğullarını idare ettiler.
Zaman oldu doğru yolda gittiler, zaman oldu yoldan çıktılar. Yoldan çıktıkları zaman Cenâb-ı Hakk onları musibetlere uğrattı. Bazen üzerlerine düşman musallat etti. Esarete düştüler. Bazen de hâkimsiz kalıp perişan oldular.
“İsrâiloğullarına Kitap’da ‘Siz yeryüzünde iki defa fesat çıkarıp bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz.’ diye bildirdik.
Birinci bozgunculuğunuzun ceza vakti gelince üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketin her köşesini kontrollerine alacaklar, evlerin aralarına girip sizi araştıracaklar. Bu, yerine gelecek bir vaaddir.
Bunun ardından sizi o istilâcılara tekrar galip getireceğiz. Mallar ve oğullarla size yardım edecek, sayınızı artıracağız.” (İsrâ: 4-5-6)
Musa Aleyhisselâm, vefatından önce Hazret-i Yuşâ’yı yerine halife tayin etmişti.
Nihayet Allah-u Teâlâ Davud Aleyhisselâm’ı gönderdi. Davud Aleyhisselâm duruma hakim oldu. Câlut’u öldürerek birliği sağladı. Yeni bir devir başlamış oldu.
Davud peygamberden sonra oğlu Süleyman Aleyhisselâm’ın devri başladı. Onun zamanı yahudilerin en parlak devridir.
Davud ve Süleyman peygamberler, aynı zamanda hükümdar oldukları ve geniş bir askeri güce sahip bulundukları için, ister istemez itaat ettiler, düzenli bir hayat sürdüler.
Bu iki peygamberden sonra yoldan çıkarak yine sapıttılar, asıl karakterlerini ortaya çıkardılar ve kısa zamanda birbirine düştüler.
Ardından gelen peygamberlerle aralarında amansız mücadeleler oldu. Çoğunu yalanladılar. Zekeriya ve Yahya peygamberler gibi bir kısmını da öldürdüler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Her ne zaman onlara hoşlarına gitmeyen hükümlerle bir peygamber gelmişse; bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” (Mâide: 70)
İsa Aleyhisselâm’ın da katline teşebbüs etmişlerse de muvaffak olamamışlardır.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“‘Gerçekten Allah fakirdir, biz ise zenginiz.’ diyenlerin lâfını andolsun ki Allah işitmiştir. Onların söylediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağız ve: ‘Tadın o yangın azabını!’ diyeceğiz.” (Âl-i imran: 181)
“Bu, kendi ellerinizle yapmış olduğunuz şeylerin karşılığıdır. Allah kullarına aslâ zulmedici değildir.” (Âl-i imran: 182)
“O kimseler: ‘Doğrusu Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe herhangi bir peygambere iman etmememiz hususunda ahid verdi.’ dediler. De ki: ‘Benden önce de nice peygamberler apaçık delillerle ve dediğiniz şeyle geldiler. Eğer doğru sözlü iseniz, niçin onları öldürdünüz?” (Âl-i imran: 183)
Bütün bu aşırı gitmeleri yüzünden başlarına birçok belâlar geldi. Dünyanın her tarafinda çok kötü muamelelere maruz kaldılar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âlemlere rahmet olarak gönderildiği yıllarda Arabistan’ın her tarafında yahudi bulunmasına rağmen, Mekke’de hemen hemen hiç yoktu. Mekke devrinde iken müslümanların düşmanı yalnız müşriklerdi. Medine’ye hicret ettikten sonra Medineli yahudilerle müslümanların içindeki münafıklar da bu düşmanlığa katıldılar. Medine’nin yarısı yahudi idi. Resulullah Aleyhisselâm, putperestlerden daha çok yahudilerin hücum ve saldırısına maruz kaldı.
Yahudiler Tevrat’ta geleceği haber verilen son peygamberi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Allah-u Teâlâ beklenen bu peygamberi İsmail Aleyhisselâm’ın soyundan Haşimoğulları’ndan seçtiğini görünce, Harun Aleyhisselâm’ın soyundan olması gerektiğini ileri sürerek itiraz ettiler. Risalet ve nübüvvetin kendilerine münhasır olduğunu, peygamberlerin kendi içlerinden çıkacağını iddia ediyorlardı. Beklenen peygamberin geldiğini bildikleri halde inkâra saptılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlardan bir kısmı ona iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter!” (Nisâ: 55)
Kudüs’ün yıkılması üzerine Rumlar tarafından tecavüze uğrayan yahudiler, Hicaz bölgesine sığınarak bu bölgenin yerli halkı haline gelmişlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Medine’ye teşriflerinde; Kaynuka, Nadir ve Kureyza oğullarına mensup üç yahudi kabilesi vardı. Her kabile kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. İktisâdi yönden Medine’de hakim durumda idiler. Medine etrafında kuvvetli kaleler içinde yaşıyorlardı.
Yahudiler kendi ırk, soy ve kültürleriyle iftihar ederler; Araplara vahşi ve cahil gözüyle bakarlar, onlara hayvanca muamele yapmayı âdeta bir hak sayarlardı. Mallarını çeşitli hile ve bahane ile yemeyi âdet edinmişlerdi. Yahudi din adamları ve ulemâsının bir bölümü falcılık ve bir takım sihir, büyü ile ilgileniyor, Arapları kandırmaya çalışıyorlardı.
Yahudiler maddi refah açısından çok güçlüydüler. Arapların bilmedikleri bazı sanat ve hünerleri biliyorlardı, ticaretin çoğu ellerinde idi. Etraf memleketlerden gıda maddeleri getirirler, oralara hurma götürüp satarlardı. Hayvancılık yaptıkları gibi, dokuma imalatı da yapıyorlardı. Kaynuka oğulları kuyumculuk, demircilik, çanak çömlek imalatında mahir idiler.
Ticarette doğruluk ve dürüstlük ancak kendi ırklarından olanlarla yapıldığı zaman geçerli idi. Kendilerinden olmayanlarla yaptıkları ticaret ve diğer muamelelerde sahtekârlığın her türlüsünü icrâ etmekten çekinmezlerdi.
Kendilerinin Allah’ın has kulu olduklarına, ne yaparlarsa yapsınlar ahirette hiçbir cezaya çarptırılmayacaklarına, cennete sadece kendilerinin gireceklerine kani idiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Hayır! Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl kadar zulme uğratılmaz.” (Nisâ: 49)
En büyük işleri tefecilikti. Borç para verip karşılığında çok yüksek fâiz alırlardı. Fâizler çok yüksek, ödeme şartları çok ağır olduğu için, yahudilerden bir defa borç almış olan Araplar bir daha yakalarını kurtaramazlar, fâiz ödemekten ana parayı ödeme fırsatı bulamazlardı. Arapların yahudilere böylesine bağlanması, onlara karşı kin ve nefretlerini artırmıştı, bu baskıdan bir an evvel kurtulma çarelerini arıyorlardı.
Yahudiler ise maddi menfaatlerini korumak maksadıyla Arapların hiçbir zaman birlik ve beraberlik içinde olmalarını istemiyorlardı. Zira Araplar arasında birlik kurulduğu takdirde, sahip bulundukları verimli topraklardan, bağ ve bahçelerden, mamur beldelerden sürüleceklerini biliyorlardı. Yahudiler ayrıca kendi can ve mal güvenliklerini koruma altına almak için, güçlü olan Arap kabileleri ile ittifak kurup onların himayesine girerlerdi. Böylece güçlü olan bir başka Arap kabilesinin tecavüzlerinden korunmuş olurlardı.
Evs ve Hazreç kabileleri, yahudilerle bazen anlaşır bazen bozuşurlardı. Ne zaman araları açılsa yahudiler “Bir Peygamber gönderilmek üzeredir, gölgesi üzerimize düştü. O gelince biz ona tâbi olacağız, sizin kökünüzü kazıyacağız.” derlerdi. Ayrıca “Ey Allah’ımız! Tevrat’ta özelliklerini yazılı bulduğumuz âhir zaman peygamberi hürmetine bize yardım et!” diye duâ ve istimdat ederlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm Medinelilerle konuşup onları Islâm’a dâvet edince birbirlerine “Vallahi bu size yahudilerin, geleceğini haber verdikleri ve bizi korkuttukları Peygamber olsa gerek! Sakın yahudiler ona tâbi olmakta bizi geçmesinler.” demişlerdi. Çünkü yahudilerin böyle bir beklenti içinde yaşadıklarını biliyorlardı.
Aslında yahudiler Resulullah Aleyhisselâm’ın geleceğini ve vasıflarını “Kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlardı.” Fakat tıynetleri icabı olsa gerek ki “Ne zaman bir Peygamber gelip de gönüllerinin hoşlanmadığı bir şey getirse ona karşı büyüklük tasladılar. Peygamberlerinin kimini yalanladılar, kimini öldürmekten çekinmediler.” Resulullah Aleyhisselâm’ı da çekemeyecekleri tâbii idi. “Bile bile ona düşmanlık edeceklerdi.” Kıskançlık ve hasetlerinden, kin ve düşmanlık etmeye başladılar.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Ellerindeki Tevrat’ı tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha önceleri kâfirlere karşı onunla yardım isteyip durdukları halde, tanıdıkları ve bekledikleri kendilerine gelince, bu defa onu inkâr ettiler. İşte bundan dolayı Allah’ın lâneti kâfirlerin üzerinedir.” (Bakara: 89)
Bunun içindir ki bunlar melun oldular.
Medineli müslümanlar yahudilerin bu kadar merakla ve heyecanla bekledikleri Peygamber’i kabul etmek yerine, ona karşı çıkmalarını, onun en azılı düşmanları olmalarını bir türlü anlayamıyorlardı.
Hatta Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- gibi bazı müslümanlar yahudilere şöyle dediler:
“Ey yahudiler! Allah’tan korkun ve İslâm’a girin. Bizler müşrik iken siz bir peygamber gönderileceğini bize bildiriyor ve bu vasıfları ile bize onu tanıtıyordunuz.”
Fakat onlar itiraz ettiler. “Bizim kendisinden söz ettiğimiz kişi bu değildir.” dediler. Onun gelmesiyle Arapların üstünlüğünün sona ereceğine ve kendilerinin iktidar ve ikbal sahibi olacaklarına kesinlikle inanan yahudiler sabahtan akşama kadar “Geliyor... Gelmek üzeredir...” gibi laflarla onun geleceğinden sözedip dururlardı. Fakat o gelince bütün bunları unutup insanlıktan çıktılar. “Vakti geldi” dedikleri Peygamber’i “Hayır! Beklediğimiz bu değildir, daha onun vakti gelmedi, bu bizden değildir.” dediler.
•
Yahudilerin ileri gelenlerinden birinin kızı, diğerinin de yeğeni olan Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ- vâlidemiz şöyle buyurmuştur:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret edince babamla amcam onu görmeye gittiler ve kendisiyle uzunca müddet sohbet ettiler. Eve döndüklerinde amcam ‘Bu gerçekten, kitaplarımızdaki haberi verilen peygamber midir?’ dedi. Babam ‘Evet, vallahi o aynı peygamberdir!’ diye cevap verdi. ‘Sen buna inanıyor musun?’ diye sorduğunda ‘Evet!’ dedi. ‘O halde ne yapmalı, niyetin nedir?’ dedi. Babam ‘Yaşadığım müddetçe vallahi ona muhalefet edeceğim.’ dedi.”
Gerçek apaçık meydanda iken, bundan daha çirkin bir kıskançlık olamaz. Çünkü böyle bir inatlaşma ve kıskançlık doğrudan doğruya zât-ı ulûhiyete karşı bir itirazdır.
Yahudiler bu şerefli Peygamber’i tasdik edip destek olacak yerde inkâr etmek sûretiyle, nefislerini çok kötü bir bedelle satmış oldular:
“Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar! Allah’ın, kullarından dilediğine lütfundan (kitap) indirmesine hased ederek Allah’ın indirdiğini inkâr ettiler ve bu sebeple gazap üstüne gazaba uğradılar. Küfredenlere kahredici bir azap vardır.” (Bakara: 90)
Onların küfre sapmalarının sebebi kıskançlık ve büyüklük taslamak olduğuna göre, hor ve hakir kılınmakla onlara karşılık verilmiş oldu.
Allah-u Teâlâ yahudileri kınamakta ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine iman edin!’ denilince ‘Biz sadece bize indirilene inanırız.’ derler ve ondan başkasını inkâr ederler.” (Bakara: 91)
İncil gibi, Kur’an-ı kerim gibi ilâhi kitapları tasdik etmezler.
“Halbuki o Kur’an, kendi ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gelen hak Kitap’tır.” (Bakara: 91)
Böyle iken yine de inkâr ederler. Onların Tevrat’a iman ettikleri hakkındaki iddiaları da doğru değildir. Çünkü Allah’ı bilen ve tanıyan, kitabını da kabul eder. O’nun bütün Resul’lerine indirilmiş veya indirilmekte olana da iman eder. İşte Muhammed Aleyhisselâm son peygamberdir ve Tevrat da onun geleceğini müjdelemiştir. Ona indirilen kitap, Tevrat’ta bulunanı tasdik etmektedir. Durum böyle iken onu inkâr ettiler.
Şu kadar var ki, bu onların kötü tavırlarının, yanlış icraatlarının ilki değildir:
“Resulüm! De ki: Şayet siz gerçekten inanmış kimseler idiyseniz, daha önce Allah’ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?” (Bakara: 91)
İmanınızda samimi iseniz onları niçin öldürdünüz? İnandığınız Tevrat bunu yasak kılmamış mıydı? Ecdadınızın bu cinayetlerini doğru bir davranış gördüğünüz için siz de onlar gibi câni hükmünde bulunmaktasınız.
•
Yahudiler Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna gelirler, bazı şeyler sorarlar, yanından çıktıkları zaman onun sözlerini değiştirerek yaymaya çalışırlardı.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yahudilerden öyleleri var ki, kelimeleri yerlerinden değiştirirler. ‘İşittik ve isyan ettik’, ‘Dinle, dinlemez olası’ derler. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak: ‘Râinâ’ derler. Eğer onlar: ‘İşittik, itaat ettik, dinle, bizi gözet’ deselerdi, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat inkârları yüzünden Allah onlara lânet etmiştir. Artık pek az inanırlar.” (Nisâ: 46)
•
Yahudilerin inanç ve ahlâkları ile ilgili olarak, herkesin anlayabileceği bir ifade kullanılarak Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Yahudiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır.’ dediler. Böyle dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın! Lânet olsun onlara! Hayır! Allah’ın iki eli de açıktır, dilediği gibi sarfeder. Andolsun ki Rabbinden sana indirilenler, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır. Biz onların aralarına kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş için bir ateş tutuştursalar, Allah onu söndürür. Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar. Şüphesiz ki Allah fesat çıkaranları sevmez.” (Mâide: 64)
•
Yahudiler beklenen Peygamber’in geldiğini bildikleri halde, onun kadr-ü kıymetini düşürmek için, devamlı olarak karışık sorular sormaktan, kasıtlı bir takım itirazlar ortaya koymaktan geri durmuyorlardı.
Müslümanları dinlerinden soğutmak ve uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar, âyetlerin mânâlarını bozacak şekle sokuyorlar, dilleri sürtmüşçesine kelimeleri yanlış söylüyorlar, bir gün müslümanlığa girip ertesi günü çıkıyorlardı. Gayeleri müslümanlığı küçük düşürmek, müminleri şaşırtmak, kalplere şüphe ve fesat tohumları saçmaktı.
İslâm düşmanlığı o kadar ileri gitmişti ki, ehl-i kitaptan oldukları halde putperestliği müslümanlığa tercih bile ediyorlar, müşriklerin daha doğru yolda olduklarını söylüyorlardı.
Tevrat, Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla İsrâiloğulları’na gönderilmiş hak bir kitaptır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendilerini Allah’a teslim etmiş peygamberler, yahudi olanlara onunla hükmederlerdi. Rabbânîler (Rabbe kul olanlar) ve Ahbar (bilginler) de Allah’ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için onunla (hükmederlerdi). Hepsi de ona (Tevrat’a) şâhit idiler. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi değersiz olan şeylerle değiştirmeyin. Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerdir.” buyuruluyor. (Mâide: 44)
Hazret-i Allah’ın Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla gönderdiği Tevrat’ın, İsrâiloğulları tarafından değişikliğe uğratıldığı ve tahrif edildiği de Kur’an-ı kerim’de açık ifadelerle beyan edilmektedir.
Âyet-i kerime’de:
“(Ey müminler!) Şimdi siz onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan (hahamlık eden) bir zümre vardı ki, Allah’ın kelâmını (Tevrat’ı) işitirler de iyice anladıkları halde onu bile bile tahrif eder (değiştirirler)di.” buyuruluyor. (Bakara: 75)
Diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Onlar Allah’ı lâyıkıyla bilip takdir edemediler. Çünkü: ‘Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi.’ dediler. De ki: ‘Musa’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği Tevrat’ı kim indirdi? Siz onu parça parça kâğıtlar haline getirip, işinize geleni açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilmediği şeyler (Kur’an’da) size öğretilmiştir.’ Resul’üm! Sen ‘Allah!’ de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.” buyurulmaktadır. (En’am: 91)
Tevrat Musa Aleyhisselâm zamanında levhalar halinde muhafaza ediliyordu.
Âyet-i kerime’de:
“Biz Musa için levhalarda her şeyden bir öğüt yazdık ve her şeyi uzun uzadıya açıkladık.” buyurulmaktadır. (A’raf: 145)
Daha sonra bu levhalar muhafaza edilememiş ve Yahudi âlimleri tarafından tahrifata uğramıştır. Hatta bu tahrifat o derece ilerlemiş ki, Tevrat’ta peygamber olarak ifade edilenlere, daha sonradan çok çirkin iftiralarda bulunulmuştur.
Tevrat’taki Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile ilgili bölümleri ise değiştirmişler ve bu gerçekleri kibirlerine yedirememişlerdir.
Âyet-i kerime’de:
“Verdikleri kesin sözü bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler ve kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hâinlik görürsün.” buyurulmaktadır. (Mâide: 13)
Tevrat’ı kendi istekleri doğrultusundaki hükümlerle değiştirdiler. Kitapta yazılı olanlara bağlı kalmayarak kendi hükümlerini icra ettiler. Tevrat’ta olmayan şeyleri ona kattılar, kitabın hükümlerini yerine getirmediler. Bu ise Kur’an-ı kerim’de şu şekilde ifade edilmiştir.
Âyet-i kerime’de:
“Kendilerine tevrat yükletildiği halde, onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.
Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür! Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” buyurulmaktadır. (Cumâ: 5)
Yahudiler Tevrat’taki tahribatları sayesinde birçok Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize iftirada bulunmuşlardır.
Bu ifadeler bugünkü muharref Tevrat’ta geçmektedir. Bu hakaret ve iftiraları İslâm tamamıyla reddetmektedir. Çünkü Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz seçilmiş, muhafaza edilmişlerdir. Her hususta doğru sözlüdürler. Aslâ yalan söylemezler. Her türlü itimada haiz olup istikametten ayrılmazlar. Masumdurlar, günah işlemezler. Son derece iffet ve ismet sahibidirler. İnsanların en zekisi ve en akıllılarıdırlar. Kuvvetli bir iradeye sahiptirler. Allah’tan aldıkları emir ve nehiyleri insanlara bildirirler.
Âyet-i kerime’de:
“Onları emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık.” buyuruluyor. (Enbiya: 73)
Onlar en yüksek ahlâka ve vasıflara sahiptirler.
Âyet-i kerime’lerde:
“Onlar bizim katımızda seçilmişlerden ve hayırlılardan idiler.” (Sâd: 47)
“O peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup onlara uy, o yoldan yürü.” buyuruluyor. (En’am: 90)
Kur’an-ı kerim’de bu ifadeler varken, muharref Tevrat’tan bir iki örnek arzedelim:
• Muharref Tevrat’ta (Tekvin: 3/22-23) Nuh Aleyhisselâm’a, (Tekvin: 12/14-19) İbrahim Aleyhisselâm’a aynı şekilde iftiralar mevcuttur.
Tevrat’ta Hazret-i Lût Aleyhisselâm hakkında da iftiralar mevcuttur. (Tekvin 19/30-36)
İshak Aleyhisselâm hakkında da (Tekvin 12/10-13, 20/1-3) iftiralar vardır.
• Yakub Aleyhisselâm için de (Tekvin: 35/22) iftira etmişlerdir.
• Hazret-i Harun Aleyhisselâm için ise (Çıkış: 32/1-4)de iftira etmişlerdir.
• Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm için ise (II. Samuel: 11-13/10-12)de iftiralar mevcuttur.
• Süleyman Aleyhisselâm’a da (I. Krallar 11/4)de iftira etmişlerdir.
Ve buna benzer birçok ifade muharref Tevrat’ta mevcuttur.
Allah’ın bu sevgili kullarına isnat edilmek istenen çirkin iftiralar, ancak hak vasfını kaybetmiş bir kitapta bulunabilir.
Zira Allah-u Teâlâ bütün gönderdiği Peygamberleri hakkında:
“Hepsi de sâlihlerdendi.” buyuruyor. (En’am: 85)
Üzerinde böyle değişiklikler yapılan, içinde tenakuzlar, çelişkiler bulunan, akıldışı ve ürkütücü bilgileri ihtiva eden ve Allah elçilerine yakışıksız iftiralardan çekinmeyen bir kitap, insan dimağını tatmin edemez. Hiç şüphe yok ki Tevrat da, Zebur gibi, Allah’tan gelen ilâhi bir kitaptı. Allah’ın peygamberi tarafından tebliğ edilmişti. Fakat başlangıçtaki mahiyetini kaybetmiştir. Tahrif edilmiş ve tanınmayacak kadar değişmiştir. Bu hale gelen bir kitaba Allah kelâmı nazarı ile bakmak mümkün değildir. Çünkü o, insan müdahelesinden ve tahriften kurtulamamıştır.
İsrâiloğullarının Filistin’in dışında çeşitli kavimlerle temasta bulunmaları neticesinde dini telakkilerinde büyük değişiklikler olmuş ve bu yüzden birçok mezhepler meydana çıkmıştır. Yahudilikte sayısız mezhep vardır. Bunların en önemlileri şunlardır: Sadûkîler, Fariziler, Esseniler, Terapötler, Talmudcular ve Karailer.
“Ve Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Musa orada Moab diyarında öldü. Ve Moab diyarında Beyt-Poer karşısındaki derede onu gömdü, fakat bugüne kadar kimse onun kabrini bilemez.” (Tesniye: 34/5-6)
Allah-u Teâlâ yaşayan Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a böyle hitap etmez. Demek ki tevrat sonradan yazılmıştır.
“Ve İsrâiloğulları, Moab ovasında, otuz gün Musa’ya ağladılar ve Musa için yas ağlama günleri tamam oldu.” (Tesniye: 34/8)
Musa Aleyhisselâm daha hayatta iken İsrâiloğulları onun ölümü için yas tutmuştur. Öte yandan Tekvin (14/14) Hakimler (18/2) cümleleri karşılaştırıldığı vakit bu daha açık görülebilir. Tekvin’de geçen “Dan” bir şehir adıdır ve Musa’dan seksen sene sonra bu ismi almıştır.
İşte bu Yahudiler’in Tevrat’ı sonradan elleriyle yazdıklarını gösterir.
•
Eski Ahid’deki tahrif unsurlarından biri de içinde bulunan çelişik ifadelerdir.
Tekvin’in ilk babında Allah’ın insanı kendi suretinde erkek ve dişi olarak aynı anda; Tekvin (1/27)de ise önce erkek ve onun kaburga kemiğinden kadını yarattığı ifade ediliyor.
•
Tufan hadisesi anlatılırken, bir yerde Tufan’ın 40 gün, diğer bölümde 150 gün sürdüğü ifade ediliyor. (Tekvin: 7/4,12,17,24)
•
Nuh Aleyhisselâm’ın gemisine getirilen hayvanların her cinsinden Tekvin 6. bab da 2, Tekvin (7/9,10,14,16) ise 7 çift alındığı söylenmektedir.
•
Allah, İsrâiloğullarının sayımı için II. Samuel’de (24/1-6) Davud Aleyhisselâm’ı görevlendirmekte; I Tarihler’de (21/1-7) aynı konunun, şeytanın tahrikiyle olduğu belirtilmektedir.
•
I. Samuel’de (16/10-13) Hazret-i Davud Aleyhisselâm Yesse’nin sekizinci oğlu olarak gösterilirken, I. Tarihler’de (2/13-15) ise Yesse’nin yedinci oğlu olarak geçmektedir.
•
II. Samuel’de (6: 23-21) Saul’un kızı Mikail’in hiç çocuğu olmadığı söylenirken, Tekvin’de (2/14, 17) beş oğlundan bahsedilmektedir.
•
II. Samuel’in 24. bölümünde “vilâyetimizde yedi sene kıtlık” denirken I. Tarihler’in 21. bölümünde “üç sene kıtlık...” denilmektedir.
•
II. Krallar’ın 8. bölümünde “Ahazya kral olduğu zaman 22 yaşında idi.” denilirken I. Tarihler’in 22. bölümünde “Ahazya kral olduğu zaman 42 yaşında idi.” denilmektedir.
•
II. Krallar’ın 24. bölümünde “Yehoyakin kral olduğu zaman onsekiz yaşında idi.” derken, II. Tarihler’in 36. bölümünde “Yehoyakin kral olduğu zaman sekiz yaşında idi.” denilmektedir.
•
II. Samuel’in 5. ve 6. bölümlerinde Davud Aleyhisselâm’ın ilâhî tabutu Filistî’ler muharebesinden sonra, I. Tarihler’in 13. ve 14. bölümlerinde ise Davud Peygamber’in ilâhî tabut’u muharebeden önce taşıdığı belirtilmektedir.
•
I. Krallar’ın dördüncü bölümünde: “Ve Süleyman’ın cenk arabaları için kırk bin ahır bölüğünde atları vardı. Ve oniki bin atlısı vardı.” denilirken I. Tarihler’in dokuzuncu bölümünde: “Ve atlarla cenk arabaları için Süleyman’ın dört bin ahırı vardı. Ve oniki bin atlısı vardı...” denilmektedir.
•
I. Krallar’ın beşinci bölümünde: “Süleyman’ın işte çalışan kavmin üzerine hükmeden, işin başında bulunan üçbin üçyüz baş kâhyaları vardı.” denilirken, II. Tarihler’in ikinci bölümünde: “Ve onların üzerinde iş başı olan üçbin altıyüz adam saydı.” deniliyor.
•
I. Krallar’ın yedinci bölümünde: “Süleyman peygamberin yaptırdığı denizin ikibin bat su aldığı” belirtilirken, II. Tarihler’in dördüncü bölümünde “üç bin bat alır.” denmektedir.
•
I. Tarihler’in üçüncü bölümünde: “Davud’un çocuğu olarak, Geşur kralı Talmay’ın kızı Maaka’nın oğlu Abşalom” denilirken II. Tarihler’in onbirinci bölümünde ise: “Ve Mahalattan sonra Abşalom’un kızı Maaka’yı aldı ve ona Abiya’yı... doğurdu.” denilmektedir. İkinci Samuel’in ondördüncü bölümünde de; “Ve Abşalom’un üç oğulla bir kızı doğdu ve kızının adı Tamar’dı” deniliyor. Aynı kitapta birbirini tutmayan aykırılıklar mevcuttur.
•
Yeşu kitabinin onuncu bölümünde: “İsrâiloğulları Kudüs Kralını öldürdüler. Bütün mal ve mülkünü ele geçirdiler.” denirken, aynı kitabın onbeşinci bölümünde ise “İsrâiloğulları Kudüs’e hiçbir zaman taarruz etmediler.” denilmektedir.
•
II. Tarihler’in üçüncü bölümünde: “Evin önünde olan çardağın uzunluğu evin genişliği kadar, yani yirmi arşın ve yüksekliği de yüzyirmi arşın” diye yazılıdır. I. Krallar’ın 6. bölümünde ise evin yüksekliğinin “otuz arşın” olduğu yazılmaktadır.
•
II. Tarihler’in yirmisekizinci bölümünde: “İsrâil kralı Ahaz’ın yüzünden Rab Yahuda’yı alçalttı.” deniliyor. Oysa ki, İsrâiloğulları sözü yanlıştır. Çünkü Ahaz İsrâiloğullarının değil Yahuda’nın kralıydı.
•
Hezekiel kitabının yirmialtıncı bölümünde şöyle yazılıdır: “Bana Rabbin şu sözü geldi. Allah-u Teâlâ Hazretleri buyurdu ki: İyi bil, ben öyle bir kudret sahibiyim ki, Bâbil Padişahı Buhtunnasr’ı bir takım atlarla ve başka binilecek şeylerle, süvari ve piyade askerler ve büyük bir kuvvetle Sur üzerine göndereceğim, senin tarlada çalışan kız ve kadınlarını kılıçtan geçirecekler, seni kuşatacaklar, şehrin etrafına mancınık mevzileri yapacaklar. Sur şehri etrafında bulunan sur ve burçları bu mancınıklarla yıkacaklar, şehrin cadde ve yollarını harap edecekler, içindeki bütün insanları kılıçla öldürecekler, mallarını yağma edecekler, bütün binaları harap ederek, binaların taşlarını, ağaçları suya atacaklardır. Ve bir daha bina yapamayacaksın.”
Buhtunnasr Sur şehrini onüç yıl muhasara etti. Onu elde etmeye çok çalıştı, fakat alamadı. Büyük bir başarısızlıkla geri çekilmeye mecbur oldu. Tarih bunu belgelemiştir. Semavi kitaplar yanlış bilgi vermezler.
•
Tekvin’in onbeşinci bölümünde; “Ve İbrahim dedi: ‘Ya Rab Yehova, bana ne vereceksin?” ifadesi varken. Çıkış’ın altıncı bölümünde “Ve Tanrı Musa’ya söyleyip dedi: 'Ben Rabbim ve İbrahim’e İshak’a ve Yakub’a kadir olan Tanrı olarak göründüm. Fakat Yehova ismimle malum olmadım.” şeklinde geçmektedir.
•
Tekvin’in otuzikinci bölümünde; “Allah’ı yüzyüze gördüm ve canım sağ kaldı” ifadesi varken. Çıkış’ın otuzüçüncü bölümünde; “Ve (Rab) dedi, yüzümü görmezsin, çünkü insan beni görüp de yaşayamaz.” ifadesi vardır.
•
İşte Yahudilerin iman ettikleri muharref Tevrat bu ve bunun gibi tutarsızlıklarla doludur. Onlar sırf kibirlerine yediremediklerinden Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e iman etmemişlerdir. Zira onlar Peygamber Efendimiz’in geleceğini ve sıfatlarını biliyorlardı, ancak İsrâiloğullarından gelmesini umuyorlardı. Onu öz çocuklarından daha iyi tanıdıkları halde sırf kendi milletlerinden olmadığı için iman etmemişler, bu kadar tutarsızlığa rağmen dinlerini terketmemişler ve Allah’ın lânetine müstehak olmuşlardır.
Kur’an-ı kerim için ise Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onlar Kur’an’ı gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından indirilseydi, içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.” buyuruyor. (Nisâ: 82)
Hazret-i Musa’ya gelen ilk vahiylerde böyle çelişkiler yoktu. Bunlar sonradan meydana geldi. Allah sözünde böyle birbirine zıt olan, birbirini çürüten ifadeler bulunmaz.
Allah-u Teâlâ kendi varlığını ve birliğini bilmeleri, kendisine ibadet ve taatta bulunmaları için insanları yaratmıştır.
İnsanların hakikati bulmaları, dünyada güzel bir düzen içinde yaşamaları, ahirette de selâmete ermeleri için fazl-u keremi ile varlığından insanları haberdar etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ta ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmasın. Allah Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Nisâ: 165)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri insanların dünya ve ahirette saadet ve selâmete ermeleri için onlara kendi içlerinden peygamberler göndermiş, kitaplar salmıştır.
Her peygambere gönderildiği insanlar arasındaki ihtilaf ve ayrılıkları halletmek için bir kitap verildiği Kur’an-ı kerim’de şöyle haber veriliyor:
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Bu durumda iken Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanların ayrılığa düştükleri hususlarda aralarında hüküm vermeleri için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi. İndirilen kitapta, gönderilen peygamber ve onun dininde hiç kimse ayrılığa düşmedi. Ancak kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan, ihtirastan ötürü kendilerine kitap verilenler ayrılığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izni ile inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe eriştirdi. Allah dilediğine doğru yolu gösterir.” (Bakara: 213)
Kendisine müstakil bir kitap verilmeyen peygamberler ise daha önce indirilen ilâhi bir kitaba tâbi olmuşlar ve gönderildikleri milletlere talim ve telkin etmekle vazifelendirilmişlerdir.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ sadece Kur’an-ı kerim’e değil, daha önce indirilen ilâhi kitapların hepsine iman etmeyi emir buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamber’ine, Peygamber’ine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği Kitab’a iman ediniz.” (Nisâ: 136)
Kur’an-ı kerim’de her millete bir peygamber ve her peygambere de bir “Kitap” veya “Suhuf” verildiği bildirilmiş ise de, bütün peygamberlere indirilen kitapların isimleri ayrı ayrı beyan edilmemiştir.
Bu bakımdan Kur’an-ı kerim’de isimleri geçen mukaddes kitapların her birinin Allah Kelâmı olduğuna ayrı ayrı inanmak her müslümana farzdır. Bir insan Allah-u Teâlâ’nın indirdiği ilâhi kitaplara inanmadıkça müslüman olamaz.
Ancak Kur’an-ı kerim’den başka diğer kitapların bir kısmı tamamen kaybolmuş, günümüze kadar gelenler de tahrif edilerek ilâhi kitap özelliğini yitirmiştir. Biz bozulmuş olan bu kitapların Allah’tan gelen ilk şekline inanıyoruz.
Zira;
“Onlar durmadan yalana kulak verirler. Sana gelmeyen bir başka topluluk lehine kulak verip casusluk yaparlar. Kelimeleri yerlerinden tahrif ederek değiştirirler. ‘Bu (değişik şekliyle) size verilirse alın, verilmezse sakının!’ derler.” (Mâide: 41)
Yahudiler Allah’ın kendilerine gönderdiği kitabı tahrif etmiş, kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirmiş, manalarını saptırmış, gerçekleri ve bu arada Hazret-i Peygamber’in geleceğini müjdeleyen kısımları örtmüş, bozmuş ve inkâr etmişlerdir.
“Kitabı elleriyle yazıp da, sonra onu az bir pahaya satmak için: ‘Bu Allah katındandır.’ diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline onların!” (Bakara: 79)
“Onlar, ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı ölümü aslâ istemezler. Allah zâlimleri bilir.” (Bakara: 95)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde müslümanlara karşı ikiyüzlü hareket eden bir kısım yahudiler ile kendi bilgilerini açıklayan diğer bir kısım yahudilerin hallerini bildirmektedir.
“(Yahudi münafıklar) müminlerle karşılaştıkları zaman: ‘Biz de iman ettik.’ derler. Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise: ‘Allah’ın size açtıklarını, Rabbiniz katında sizin aleyhinizde kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Bunları hiç düşünemiyor musunuz?’ derler.” (Bakara: 76)
Çünkü onlar hem Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamber olduğunu kabul ediyorlardı, hem de ona uymuyorlardı.
“Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilmektedir.” (Bakara: 77)
Bu çirkin hareketlerinin cezasını görmeyeceklerini mi sanıyorlar?
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şeyi gizleyenler ve onu az bir pahaya satanlar var ya, işte onların karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Bakara: 174)
Çünkü onlar bile bile gerçeği gizlerler.
“Tevrat indirilmeden önce İsrâil’in (Yakub’un) kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrâiloğullarına helâl idi. De ki: ‘Eğer doğru sözlü iseniz Tevrat’ı getirip okuyun.’
Artık bundan sonra da kim Allah’a yalan uydurup iftirâ ederse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Âl-i imran: 93-94)
Resulullah’ın zamanında da ilk anda kötü maksatlarını belli etmeyecek sözler kullanarak onu tahkir etmek ve kinlerini tatmin eylemek yoluna gitmişlerdir.
•
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlardan teşekkül eden ehl-i kitaba seslenerek, kendilerine Muhammed Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdiğini haber veriyor:
“Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size PEYGAMBER’imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, ‘Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.’ demeyesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.
Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Mâide: 19)
Bu Âyet-i kerime mucibince Resulullah Aleyhisselâm geldiği halde inanmayan hiçbir ehl-i kitabın kurtulması mümkün değildir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri onu peygamberlerin arkasının kesildiği bir dönemde; dinlerin değiştirildiği, hak ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.
Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim Peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse, mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim)
Bunların hepsi onu duyduğu halde inkâr ettiler, itiraz ettiler. Bunların hepsinin cehennemlik olduğunu bu Hadis-i şerif beyan eder.
Bir de “Onların da dini hak” diyenler var. Hayır!
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Bir kimse Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etmedikçe cennete giremez. Bu Âyet-i kerime ve bu Hadis-i şerif mucibince muhakkak onların hepsinin cehennemde olduğunu görürsünüz.
İsa Aleyhisselâm göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:
“Ey İsrâiloğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Saf: 6)
Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini bütün peygamberlere ismiyle cismiyle nasıl tanıtmış ve bildirmiştir. Hiçbir yahudinin bu vebal altından kurtulması mümkün değildir. Çünkü açık bir ferman-ı ilâhiye var. Zira Hazret-i Allah ve Peygamber’i bildirip açıklıyor. Yani ben bilmiyordum, duymadım gibi bir itirazı kabul etmek mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ tarafından indirilen Tevrat’ın aslı daha sonraları insan sözü ile karıştırılmış olmasına rağmen şu andaki nüshalarda bile Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in geleceğine dâir işaretlere rastlanmaktadır.
“Allah’ın rab senin için aranızdan, kardeşlerinden benim gibi bir peygamber çıkaracak; onu dinleyeceksiniz.” (Tesniye: 18/15)
“Onlar için kardeşleri arasından tam senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım.” (Tesniye: 18/18)
Görülüyor ki bu cümlelerde iki defa “kardeşlerin arasından” ifadesi kullanılıyor ve gelecek peygamberin bunlar arasından çıkacağı bildiriliyor.
“Allah İbrahim’e dedi: “Hacer doğuracak ve evlâdı içinden eli herkesin üstünde olacak ve herkesin eli huşu ile ona açılacak biri çıkacak.” (Tekvin: 16/12)
“Hakk Sübhanehu, ahir zamanda, kendisinin temizleyip seçtiği kulunu gönderecek ve ona Ruh’ül-Emin Hz. Cibril’i yollayıp, din-i ilâhisini ona öğrettirecek. Ve o dahi, Ruh’ül-Emin’in öğrettiği üzere insanlara öğretecek ve insanlar arasında hakla hükmedecektir. O bir nurdur, halkı karanlıklardan çıkaracaktır. Rabb’in bana önceden bildirdiği şeyi ben de size bildiriyorum.” (İşaya: 42-1-4,9)
“Denizden denize malik ve nehirlerden Arz’ın makta’ ve müntehasına malik ola ve kendisine Yemen ve Cezair melikleri hediyeler götüreler... Ve padişahlar ona baş eğeler. Ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bereketle dua oluna ve nuru Medine’den parlaya; ve anılışı ebede kadar devam ede... Onun ismi güneşin varlığından önce mevcuddur. Onun adı güneş durdukça yayılacaktır.” (Mezmurlar: 72. bab; 8,10,11,15-17)
“Ey Musa” dedi: “(İsrâiloğullarının) kardeşlerinin oğullarından (İsmail evladından) kendileri için senin gibi bir nebi göndereceğim ve sözümü onun ağzına koyacağım; ve vahyimle konuşacak nebi’nin sözünü kabul etmeyenden intikam alacağım, azap vereceğim.” (Tevrat, Tesniye, bab: 18)
“Musa dedi; Rabbim, Tevrat’ta, insanlar için çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülükten nehyeden ve Allah’a inanan ümmetlerin hayırlısı bir ümmet buldum, (Allah’a iman eden ümmetin vasıflarını gördüm) onları benim ümmetim kıl.” (Allah) dedi: “O, Muhammed Ümmeti’dir.” (Tevrat, Eş’ıya Islah: 42)
İslâm ile müşerref olan meşhur musevi bilgini Abdullah bin Selâm -radiyallahu anh-, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi gördüğü zaman, Tevrat’taki vasıflarını bildiği için, çocuklarını tanıdığı gibi onu tanıdığını söylemiştir. Her şeye rağmen bugünkü tahrif edilmiş şeklinde dahi biz eski ahidde Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin teşriflerine dair haberleri tesbit ediyoruz.
Ayrıca Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin geleceği aşağıda gösterilen bölümlerde de müjdelenmiştir. (Habbuk: 3/3-7; Neşideler Neşidesi: 1/5-6; 2: 7; 3: 5-7, 4: 9, 102; 5: 9, 16; İşaya: 4/1-3; 5: 26-30; 8: 13-17; 9: 6-7; 21-25; 62: 2; Danya: 2/ 31-35, 37-45)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edilen Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Benim ismim Kur’an’da Muhammed, İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ühîd’dir.”