Huzur-u saâdetlerinde çok bulunmuş, çok şeylerle karşılaşmış olan merhum Sabri Kaptan’dan nakledilmiştir:
Paşa olsa gerek, yüksek rütbeli bir zât Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine gelerek, dâvet üzerine Anadolu’ya geçmek için müsaade ister ve duâ talep eder.
Cevaben: “Oğlum geç, yalnız sıkıştığın zaman bize müracaat et...” buyurur.
Onlar da bu emir üzerine Anadolu’ya geçiyorlar ve harekete başlıyorlar.
Hareket esnasında bir kış gecesi, cephe kumandanı olması hasebiyle, maiyyetine birkaç kumandan daha alarak cepheyi tedkike çıkıyor. Bu arada öyle bir hâl oluyor ki, yolu kaybediyorlar. ‘Acaba düşmanın içine mi girdik, neredeyiz?’ diye şaşırıyorlar.
Gece yarısını geçmiş, sabah yaklaşırken bir çeşmeye tesadüf ediyorlar. Hemen hatırına geliyor. ‘Efendi Hazretleri bana; ‘Sıkıştığın zaman istimdat et!’ demişti, işte şimdi tam zamanıdır.’ diyerek atından iniyor. Abdest alıp iki rekât namaz kılıyor ve tekrar atına biniyor.
Biraz sonra bakıyorlar ki, karşıda bir çoban ve birçok koyunları var.
Çobana yaklaşıyorlar. ‘Bize yol gösterir misin?’ diyorlar. ‘Göstereyim.’ diyor ve önlerine düşüyor. Çoban önde onlar arkada uzun bir müddet yürüyorlar. Nihayet bir yola çıkarıyor ve: ‘Böyle gidersiniz!’ diye gidecekleri yolu tarif ediyor. Güneş de ilk ışıltısını vermiş. ‘Böyle gidersiniz!’ deyince yüzünde bir aydınlık beliriyor. Bir de baksa ki, Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri...
O anda meyhoş oluyor, çok duygulanıyor. Biraz sonra arkadaşlarına dönüyor: ‘Bu kış kıyamette bir çoban sürüsünü bırakıp, saatlerce yol yürür mü?’ diyor. Düşünüyorlar, hakikaten olacak bir iş değil. ‘Olmaz!’ diyorlar.
Devam ediyor. ‘İşte o gördüğünüz çoban, çoban değil Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizdir. Zira: ‘Yol budur... Böyle gidersiniz!’ diye tarif ettiklerinde, baktım ki tâ kendileri.’
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizin oğlu Şeyh Mehmed Ali Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri tasavvuf yolunu yağlı direğe benzetmiş. Direğe güçlükle tırmanan bir müridin, küçük bir hata ile bir anda dibine indiğini beyan etmiş.
Sabri Kaptan uzun seneler Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin hizmetinde bulunmuş hoş bir insandı. Onları çok severdi, pek tatlı anlatırdı, bitmezdi bahsi. “Ben Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin meddahıyım.” derdi.
Bir defasında şöyle anlatmış:
“Şeyh Ali Efendi Hazretlerini bir sebepten dolayı kızdırmıştım, beni oradan kovdular. Gelirdim, köşkün uzak bir yerinde durur, karşıdan seyrederdim. Şeyh Ali Efendi beni gördüğü zaman: ‘Yine mi burdasın?’ diye bağırırdı, hemen kaçardım. O gitti mi yine oraya gelirdim. İçeri girmezdim de, karşıdan seyrederdim.
Efendi Hazretleri affetmesini istiyor amma, onu da kırmak istemiyor. Benim de çekecek çilem varmış, uzun zaman direğin dibinde saklanmış olarak durdum, köşke yanaşamadım.
Kovardı giderdim, yine gelirdim. Kovardı giderdim, yine gelirdim. Uzun zaman oradan hiç ayrılmadım.
Bir gün nasılsa ihvanlar onun gönlünü yaptılar, şefaatçı oldular, içeriye girdim. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri benim hakkımda bir şey söylemek istedi herhalde ki, Şeyh Ali Efendi: ‘Baba baba! Sabri Araba benzer. Arap sabunla yıkamakla beyaz olur mu? İşte Sabri budur!’ buyurdu. Onların da hoşlarına gitti ve güldüler, seslerini çıkarmadılar.
Bir gün de diyor, köşkte çok meyvalar vardı, dökülüyordu. Orada çalışan Hüsnü ile ikimize: ‘Oğlum Sabri! Hüsnü ile beraber bu meyvaları alın da sizin mahallede şöyle bir gezdirin.’ buyurdular. Tabii ki bir binbaşının meyva satması nefsin işine gelir mi? Fakat nefsimi kırmak maksadıyla yaptıklarını bildiğim için gittim.”
Merhum Hacı Hüseyin Tunçak kardeşimiz anlatmıştı. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizin bir müridi daha önceleri definecilik yaparmış. İntisaptan sonra yerin altındaki defineleri kalp gözü ile görmeye başlamış. “Hadi alsana!” denildiğinde hiç iltifat etmemiş.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizin bir ihvanı, bir başka yere müntesip birisi ile konuşurken, o kimsenin Râbıta’dan bir şey anlamadığını söylediğini şeyhine arzetmiş.
“İntisap etsin de Râbıta neymiş görsün!” buyurmuşlar.
Hazret Erbil’de ikamet ettiği yıllarda, İstanbul’da dergahta iki ihvan Hoca Yekta Efendiye haset ederek sihir yaparlar ve Hoca Efendi sihirin tesiriyle hastalanır. Yine dergahta sihir bozmasını bilen bir ihvan, sihir yapanların sihirlerini bozarak Hoca Efendiyi sağlığına kavuşturur.
On sene sonra Erbil’den dönen Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri İstanbullular tarafından karşılanır, yine Kelâmî dergahına gelerek irşad görevine devam eder.
Bu sihir hadisesi kendilerine haber verilince:
“Onlar bir daha dergaha gelemezler.” buyurur.
Gerçekten de o iki kişi bir daha dergaha gelemezler ve bu ulvî hayattan mahrum olurlar.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin amcazâdesi her ne hikmetse teslim olamaz. Bir mürşid-i kâmil bulmak için Halep, Bağdat, Basra... gibi birçok yerler dolaşır ve bu hususta yorgun düşer.
Ninayet bir gece rüyasında boynuna bir ip bağlandığını, ipin ucunun Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin elinde olduğunu görür. Uyanır uyanmaz: “Eyvah!” der ve hemen İstanbul’a döner.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri: “Amcazâde hoş geldin! Serin ol!” gibi mülâyim sözlerle kendisini karşılar. Bu durum karşısında ruhu açılır, içini feyiz kaplar ve teslim olur.
Dergah açıldığından beri mutfakta üç öğün yemek çıkmaktadır. Amcazâde derviş bir gün: “Efendim! Günde üç öğün yemek geliyor. Nefsi beslemekten başka bir şey değil bu... Emir verin de iki öğüne insin.” der.
Hazret: “Peki, aşçıya söyleyin öğle yemeği yapmasın!” buyurur ve öğle yemeği kalkar.
Yemek işi bir sabah bir akşam bu şekilde devam ederken bir ihvan, hanımına: “Üstadımın misafiri var. Bir şeyler hazırla da Üstadım Hazretlerine götüreyim.” der. Hanım tepsiye bir şeyler hazırlar, o da dergaha götürür. Hazret’le amcazâdesi içeride otururlarken o mürid elindeki tepsi ile içeri girer, selâm verir ve: “Efendim! Ufak bir hediyemiz, kabul buyurun.” istirhamında bulunur.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri amcazâdesinin yüzüne bakarak: “Amcazâde! Buna zuhurat derler.” buyurur. Ona da: “Getir evlâdım!” der ve yemeği beraberce yerler.
Ertesi gün başka bir ihvan yemek getirir. Hazret yine tebessümle: “Amcazâde! Buna zuhurat derler.” buyurur.
Ertesi gün bir başka ihvan yemek getirir, bu hâl böylece birkaç gün devam edince amcazâde dayanamaz: “Efendim! Zuhurat... Zuhurat... Bu devam edeceğe benzer. Aşçıya söyleyelim de üç öğün yemek yapsın.” demek zorunda kalır ve bundan sonra üç öğün yemek yapmaya başlar.
Konya’dan bir ihvan İstanbul’a Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerini ziyarete gider. Huzurlarına girdiğinde, Hazret ona adını ve memleketini sorar.
O mürid Konya’ya dönüşünde Hazret’e mektup yazar. “Efendim! Falan zaman fakir sizi ziyarete varmıştım, siz bizi bilemediniz.” der.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri cevap yazar ve buyurur ki:
“Evlâdım! Ceset türabidir, toprağa âittir. Zulmânîdir, yaratılışında zulmet vardır. Hayvânî sıfatlıdır. Yer içer, uyur, evlâdını da unutur. Ruhâniyet ise melekîdir, felekîdir, nûrânîdir. Yemez içmez, uyumaz ve evlâdından da gâfil olmaz.” buyururlar.
Diğer bir sözünde ise:
“Bir mürşid-i kâmil Allah-u Teâlâ’nın izniyle ve bildirmesiyle çobanı olduğu sürüsünden haberdardır, tek tek isimleriyle, şekilleriyle, meşguliyetleriyle, halleriyle tanır.
‘Hepiniz çobansınız, çoban güttüğü sürüden mesuldür.’
Hadis-i şerif’i gereğince; eğer bir mürşid, çobanı olduğu sürüsünden, yani evlâdlarının hallerinden haberi olmaz ise, o mürşid nâkıstır.” demiştir.