İstanbul’un büyük zenginlerinden birisi Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin ismini duyar ve ziyaret etmek ister. Erenköy’e gelerek Hazret’i sorar. Kendisine beyaz köşkü gösterirler. Köşkü görünce kendi kendisine: “Bu nasıl şeyh böyle? Güzel bir köşkte oturuyor!” der.
Müsade isteyerek huzura çıkar. Bir de bakar ki, yerlere nâdide halılar serilmiş, güzel mobilyalar serilmiş. Şeyh Efendi’nin sırtında da, o zamanda ender bulunan meşhur ve çok kıymetli samur kürk var.
Kalbi yine karışır. İçinden: “Bu nasıl şeyh böyle? Köşkte oturuyor, konforlu bir hayat yaşıyor, sırtında da kıymetli bir samur kürk var!” diye geçirir.
Hazret’in elini öper ve oturur. Şeyh Efendi: “Hoş geldin!” der, kendisine hâl-hatır sorar.
Bu arada fakir bir derviş içeri girerek selâm verir ve:
“Efendim! Güz geldi, havalar soğumaya başladı, eski bir palto gibi bir şeyiniz varsa istemeye geldim.” der.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri hemen sırtındaki kıymetli samur kürkü çıkarır. “Al evlâdım!” diyerek dervişe verir.
Derviş kürkü alır, teşekkür eder ve dışarı çıkar. Sevine sevine evine giderken, yolda zengin bir ihvanla karşılaşırlar. Zengin ihvan, fakir dervişin elindeki samur kürkü görünce, kendi kendine: “Bu adam bu kürkü satarsa hemen alayım. Bu kürk Efendim’e lâyıktır, ona hediye ederim.” diye düşünür. “Arkadaş! Bu kürkü bana satar misin?” diye sorar. O da satabileceğini söyler. Fiyatını sorar. Verdiği fiyatın üç misli fazlasını vererek kürkü alır. Derviş de verilen paraya çok çok sevinerek ayrılır.
Kürkü satın alan ihvan köşke gelir ve huzura çıkar, selâm verir ve: “Efendim! Zât-ı âlinize lâyık bir hediye getirdim, kabulünü istirham ederim.” der.
Hazret: “Ört evlâdım ört!” diyerek sırtını işaret eder ve kürkü sırtına alır. Ziyarete gelen İstanbul’lu zengin hâlâ orada bulunmaktadır. Ona döner ve buyurur ki:
“İşte biz böyleyiz. Biri götürür, biri getirir, biz arada vasıtayız. Bu gördüğün şeyler de birer emanettir. Sizi meşgul ettiği kadar bizi meşgul etmez, Rabbimizle aramıza girmez.”
Durumu gözleriyle bizzat gören İstanbul’lu zengin özür diler ve evlâtlığa kabul buyurulmasını istirham eder.
Demiryollarında işçi olarak çalışan İhsan Efendi isminde bir ihvanın hanımı hastalanır. İstanbul’a götürerek, durumu Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine arzeder. Kendisine hastaneye yatırıp tedâvi ettirmesi tavsiye olunur.
Emirleri gereği hanımını hastaneye götürür. Baştabip muayene eder ve hastaneye alır. İzni olmadığı için kendisi de hastayı önce Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine, sonra da Hazret’in ruhaniyetine havale ederek vazifesinin başına döner.
Gittiği günden itibaren her akşam bir hanim koğuşa gelerek selâm verir. “Beni Şeyh Efendi gönderdi.” diyerek hâl-hatır sorar, yanına oturur, onu neşelendirir, uyuyuncaya kadar kendisiyle sohbet eder. Bu durum taburcu oluncaya kadar devam eder.
Hastaneden çıktıklarında hanım:
“Efendi Hazretlerine gidip hem vedâ ziyareti yapalım, hem de kendisine teşekkür edelim. Beni hastanede hiç yalnız bırakmadı, mahzun ettirmedi.” diyerek olan-biteni kocasına anlatır.
Huzura çıkarlar. “Efendim” der, “Allah sizden râzı olsun. Fakiriniz gittikten sonra bizim hanımın yanına her akşam bir hanım kardeşi göndermişsiniz. O da onu mahzun bırakmamış, sohbetleriyle neşelendirmiş. Teşekkür ederiz efendim.”
Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri şu karşılığı verir:
“Ruhâniyetin işidir bu!..”
İstanbul’da bir derviş Hazret’i ziyarete gelir. Bir rüya gördüğünü, rüyasında bütün dalları çiçeklerle dolu bir ağacın gölgesinde bulunurken, bu ağacın birdenbire kuruduğunu söyler. Hayretle uyandığını, bu rüyanın neye delâlet ettiğini sorar.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri tebessümle:
“Oğlum sen bir şeyhe mensup musun?” diye sorar.
Derviş: “Evet Efendim, Anadolu’da falan zâta müntesibim.” diye cevap verir.
Bunun üzerine buyurur ki:
“Allah sana uzun ömür ihsan etsin. Üstadın bu gece bekâ âlemine intikâl etmiş, ecel rüzgârı onun can kandilini söndürmüş.”
Derviş ağlayarak huzurdan ayrılır ve hemen postahaneye giderek telgraf çeker, üstadının durumunu sorar. Gerçekten de vefat ettiğini öğrenince tekrar huzura gelir.
“Ey üstad! Verdiğiniz haber aynı ile vukua gelmiş, şimdi benim ne yapmam lâzım?” diye sorar.
Hazret buyurur ki:
“Madem ki o ağaç kurudu, yeşil bir ağacın gölgesine sığın!”
Bunun nasıl olacağını sorması üzerine de şöyle buyurur:
“Bir başka üstada intisab ederek, noksanlarını ikmal eder ve hayatın boyunca üstâdın gölgesinden istifade etmeye çalışırsın.”
Bunun üzerine kendisinin evlâtlığa kabul buyurulmasını, gölgelerinden istifade etmek istediğini arzeder ve Hazret’e evlât olur.
İstanbul’da ithâlât ve ihrâcat işleri ile meşgul olan bir zengini arkadaşları Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine ziyarete getirirler. Gayeleri onu da ihvan yapıp aralarına almak. O ise işinin çokluğundan şikâyet etmektedir.
Müsaade isteyerek huzura girerler, mübarek elini öperek otururlar. Hâl-hatırdan sonra Hazret sohbete başlar. Buyurur ki:
“Mânevî âlemin kazancı da maddi kazanç gibidir. Meselâ bir kimse ticaret hayatına atıldığı zaman, sermayesine göre iş yapar. Evvelâ parasına göre bir müddet yumurta alıp satar. Parası çoğalınca tavuk alıp satar. Sonra bir attar tablası düzer, sermayesi artınca dükkân açar. Sermayesi biraz daha artınca mağaza açar. Sermayesi daha da çoğalınca Avrupa ile ithâlât ve ihrâcat yapmaya başlar...”
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri sözünü bitirmeden, zengin kişi ağlayarak ellerine sarılır ve evlâtlığa kabul buyurulmasını ricâ eder.
Meğerse Hazret’in tarif ettiği tüccar kendisi imiş. Yumurtadan başlayıp ithâlât ve ihrâcâta kadar yükselmiş ve zengin olmuş. Bu keramet ile irşad edilerek evlâtlığa kabul buyurulur.
Doktorlar tedavî maksadı ile bir ihvanın ayağının kesilmesine karar vermişler. O ihvan Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine mektup yazar. Bir noktasında der ki:
“Efendim! Vaktiyle İstanbul’da Sümbüllü Baba varmış. Onun zamanında bir kimsenin ayağı kesilecekmiş. Sümbüllü Baba’ya müracaat etmiş. O da: ‘Ayağını kestirme evlâdım, iyi olur inşaallah!’ demiş ve ayağı iyi olmuş. Efendim, şimdi bu âciz evlâdının da ayağını doktorlar kesmeye karar verdiler. Ne buyurursunuz?”
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri cevap yazar ve:
“Evlâdım! Her devirde Allah’ın sümbülleri vardır, eksik değildir. Ayağını kestirme, iyi olur inşaallah!” buyurur.
O ihvanın ayağı da kesilmeden biiznillâh-i Teâlâ sağlığına kavuşur.
Bursalı merhum Hacı Hüseyin Tunçak kardeşimizden dinlemiştim:
Kayınpederi Ali Efendi, Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh Hazretlerine intisaplıymış. Bursa’da bir ev satın almış. Kendi evini satıp, yeni evin parasını ödeyecekmiş. Parayı ödeme zamanı yaklaştığı halde hâlâ eski evini satamamış. İşin içinde mahçup olmak durumu var. Hemen İstanbul’a, mübarek Sultan’ın huzur-u saâdetine gitmek üzere yola çıkmış.
Vardığında onlar bir paşa ile sohbet hâlinde imişler. Kendisi de bir kenara oturmuş, içinden meseleyi arzetmiş.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri yüzlerini Ali Efendi’ye yöneltmişler ve şu sözler dökülmüş mübarek ağızlarından:
“Cenâb-ı Hakk kullarından bazılarına ‘Cemâl’ bazılarına da ‘Celâl’ sıfatı ile tecelli eder. Cemâl sıfatı ile tecelli edilen kullarına mal, mülk, sıhhat verir, rahat yaşatır. Bunların ahirette nasipleri azdır.
Bazılarına da Celâl sıfatı ile tecelli eder. Bu kullar, hayatlarını sıkıntı içinde geçirirler. Daima ‘Aman!’ kapısından ayrılmazlar. En ucuz zamanda Cenâb-ı Hakk Hazretleri rızık darlığı verir. Sabrederlerse bunların ahirette dereceleri âli olur.
Size Celâl sıfatı ile tecelli etmiş Ali Efendi!... Sabredin, acıda şifâ çoktur.”