Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.
Gök yarılıp parça parça olduğunda, açılmış gül gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı gibi mâyi bir hale gelir, bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi görünür.
“Gök yarılıp da erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül gibi olduğu zaman.” (Rahman: 37)
O büyük felâket günü gökyüzüne bakıldığı zaman, gökyüzü ateşle tutuşturulmuş gibi görünecektir.
Allah-u Teâlâ kıyamet ahvâlinden haber vermekle kullarını intibâha dâvet etmektedir.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 38)
Kıyametin korkunç safhalarını haber vererek terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî lütuflardandır. Bu lütuflara nankörlük değil şükretmek gerekir.
“İşte o gün ne insana ne de cin’ne günahı sorulmaz.” (Rahman: 39)
O gün hiç kimseye: “Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?” gibi sorular sorulmaz. Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye kâfidir. Zaten korku içinde olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine izin de verilmez ki mazeretlerini beyan etsinler.” (Mürselât: 36)
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 40)
O gün gelmeden önce dünyada iken Hakk’a yönelip, kulluğunuzu yaparak O’na yönelmeli değil misiniz?
İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem Aleyhisselâm’dan, kıyamet gününün son anında doğan çocuğa kadar gelip geçen bütün insanlar ve cinler, tekrar dirilip kabirlerinden kalkarlar, mahşer yerine sevkolunup Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde toplanırlar.
O gün suçlular için çok sıkıcı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün anlaşmazlıklar çözümlenip karara bağlanmıştır.
Hiçbir kimsenin kaçacak bir yeri yoktur ve hiçbir fert unutulmaz.
“Suçlular simalarından tanınırlar.” (Rahman: 41)
Müminler sevinç ve ferahlıkla tanındığı gibi, onlar da siyah yüzleri ve patlak gözleriyle tanınırlar.
Gerçekten de azgınlıklarının eseri olarak yüzlerini siyahlık, gözlerini çirkinlik kaplar. Üzüntü ve sıkıntıları son dereceye varır.
“Alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar.” (Rahman: 41)
Zebâniler onları ayaklarından tutup yüze doğru bükerler ve sımsıkı bağlarlar. Tortop bir kütük gibi olurlar, hakaret ve tehditlerle, dağları bir anda toz edebilecek güçteki darbelerle ateşe sürülürler.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 42)
Hâl böyleyken, bu başa gelecek durumları inkâr etmeye hiç kimsenin salâhiyeti olamaz.
Bir azarlama, suçlama ve hakaret olarak onlara şöyle denilecektir:
“İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir!” (Rahman: 43)
Sizin varlığını yalanlamakta olduğunuz cehennem işte karşınızda duruyor ve siz onu ayan-beyan görüyorsunuz.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
“Hamîm” kaynar su; “Ân” ise son derece kızgın, ileri derecedeki hararetinden dolayı tahammül edilemeyecek noktaya gelmiş olan su demektir.
Kimi zaman cehennemde azap edilecek, kimi zaman da onlara kaynar su içirilecektir. Bu su bağırsakları paramparça eden, eritilmiş bakır gibidir. Kendilerini ayrıca yakar yandırır. Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
Suçluların cezâlandırılması ve muttaki müminlerin nimete kavuşturulması, Allah-u Teâlâ’nın adaletinin ve merhametinin eseri olduğu gibi; onları azabı ile uyarması da işledikleri günahlardan ve şirkten alıkoyacak unsurlardır.
Bunun içindir ki insanlara minnet ederek şöyle buyurmaktadır:
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 45)
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabbinin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
“Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır.” (Rahman: 46)
Makamın Allah-u Teâlâ’ya izafe edilmesi, hükümranlığın yalnız O’na mahsus olmasından dolayıdır.
“Rabbinin makamı”; âlemlerin Rabbi olan Allah-u Teâlâ’nın her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.
Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir.
Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Hazretleri bir gün düşünceye dalmış; kıyamet, mizan, cennet, cehennem, meleklerin dizilmeleri, göklerin katlanışı, dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülmesi ve yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş ve:
“Arzu ederdim ki, ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni yeselerdi ve ben yaratılmamış olsaydım.” demişti.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ’nın huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet verileceğine dair Âyet-i kerime nâzil oldu.
Ki birisi cismânî cennet diğeri ruhânî cennet. Birisi dünyada iken gönül cennetine girmektir, ahirette ise dilediği lütfunu onlara bahşeder. Onlar dünyada iken bu cennete girmişlerdir, bu halleri böylece ahirete intikal eder.
Ve bu iki cennet “Mukarrebler”e mahsustur.
Mukarrebler Huzur-u İlâhî’de bütün mertebelerin ilerisinde bulunan öncülerdir.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, orada da öncüdürler. Onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır ve naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 10-11-12)
Çünkü dünyada da Hazret-i Allah iledirler, orada da Hazret-i Allah iledirler.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 47)
Mukarreb kullarını cennete değil cennetlere mazhar edecek olan bir Hâlik-ı kerim’in nimetleri nasıl inkâr edilebilir?
Böyle bir kimseyle, cehennemde ateş ile kaynar su arasında gidip gelenin durumu arasındaki fark ne kadar da büyüktür!
Daha sonra Allah-u Teâlâ mukarreblere bahşedeceği iki cennetin vasıflarını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“İkisi de çeşit çeşit ağaçlarla doludur.” (Rahman: 48)
Bu ağaçların güzel, yemyeşil dalları, zarif yaprakları vardır. Bu dallar en iyi cinsten olgun meyvelerle yüklüdür. Gölgeleri de pek lâtiftir, manzarası bakanları usandırmaz.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 49)
Allah-u Teâlâ itaatkâr kullarını cennetlerde her türlü nimetlere nâil buyuracaktır. Bunları inkâr etmek kimin haddinedir?
“İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.” (Rahman: 50)
Bu iki pınar tatlı ve güzel su akıtırlar. Birine “Tesnim”, diğerine “Selsebil” denilir. Fevkalâde lezzetlidirler.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 51)
Bunlar öyle ulvî nimetlerdir ki, bunlardan ancak inkârcılar mahrum kalacaktır.
“İkisinde de her türlü meyveden çift çift bulunur.” (Rahman: 52)
Yaşı da vardır, kurusu da. İstenilen meyve istenildiği zaman ve mekânda mevcuttur. Getirmek, götürmek, ağacından toplamak zahmetleri yoktur. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin aklından bile geçmeyen meyvelerden çift çift vardır. Dünya nimetlerine hiç benzemezler. Sadece isim benzerliği vardır. Dünyada tanınan meyveler olduğu gibi, tanınmayan meyveler de vardır.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 53)
Bu lezzetli nimetlerin hangi birini inkâr edebilirsiniz?
“Orada örtüleri kalın, parlak atlastan yataklara yaslanırlar.” (Rahman: 54)
Yatakların örtüleri bu kadar güzel olursa, yüzlerinin güzelliğini Allah-u Teâlâ bilir.
“İki cennetin meyvelerini kolayca toplarlar.” (Rahman: 54)
Oturan da, ayakta duran da ve yatan da uzanıp alabilir. Onlar dünya meyvelerine benzemez.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 55)
Böyle bir nimet sahibine nasıl nankörlük edilir?
“O cennetlerde bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş eşler vardır.” (Rahman: 56)
Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, hatırlarından bile geçirmezler. Ayrıca bakanın bakışlarını da kendilerine çekerler.
Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
Kadının en mühim hususiyeti onun hayâsı ve iffeti olduğu içindir ki; Allah-u Teâlâ cennet nimetlerinden bahsederken, kadının güzelliğinden önce hayâsını ve iffetini anmıştır.
“Bu kocalarından önce, kendilerine ne insan ne cin dokunmamıştır.” (Rahman: 56)
Bilâkis onlar bakiredirler. Bu kadınlar, daha önce içinde hiç hayvan otlamamış koruluklar gibidirler.
Bu kadınlar dünya kadınlarıdırlar. Dünyada iken ister evli ister bakire olsunlar, ikinci yaratılıştan sonra bunlarla hiç kimse ilişki kurmamıştır.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 57)
Allah-u Teâlâ’nın bu hususta vermiş olduğu söz kesindir ve katidir, nasıl olur da bunlar inkâr edilebilir?
“Onlar yâkut ve mercan gibidirler.” (Rahman: 58)
Saflık bakımından yakut, beyazlık bakımından da mercan gibidirler. Kırmızı ile beyaz birbirine karıştığından insanlar için pek makbul bir renkte olacakları beyan buyurulmuştur.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 59)
Bu pek güzide hanımlar ne büyük birer nimettir. Bunları da mı inkâr edeceksiniz?
“İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (Rahman: 60)
Dünyada iyilik ve güzellikte bulunan müminler, ahirette iyilik ve güzellikle mükâfatlandırılırlar.
Güzelliğin karşılığı güzellik, güzel iş yapanın sevabı güzel sevaptır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime’yi okuyarak: “Biliyor musunuz Rabbiniz ne buyuruyor?” diye sormuş, oradakiler de: “Allah ve Resulü en iyisini bilir!” diye cevap vermişlerdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“Allah ‘Benim kendisine Tevhid nimeti olarak verdiğim kimsenin mükâfatı ancak cennettir.’ buyuruyor.” diye karşilik vermiştir. (Nevâdirül-usül)
Nitekim bu Âyet-i kerime yüksek bir mertebe olan “İhsan”ı göstermektedir.
Cebrail Aleyhisselâm Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize: “İhsan nedir?” diye sorduğu zaman şöyle cevap vermiştir:
“İhsan, Allah’a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor.” (Müslim: 1)
Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir. Zâhirî ve bâtinî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 61)
Bu ilâhî lütuflardan bîhaber yaşamak kulluğun şânına yakışır mı?