Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümleri karşılarına çıkınca alevinin etekleri alevlendi.
İkiyüzlü münafıkların cehennemdeki cübbesi katrandan olacak, varacakları yer de esfel-i safilin olacak.
Orası ne kötü bir yer olacak!
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniye’sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat edilmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulullah size ne verdiyse onu alınız, neyi yasak ettiyse ondan sakınınız!” (Haşr: 7)
Bu emr-i ilâhî’yi bizzat Allah-u Teâlâ buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Sünnet-i seniye’yi inkâr edenler bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar. Böylece küfre kayıyorlar.
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat, onun Sünnet-i seniye’sine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniye’ye uymak, İslâm’ın ve imanın bir gereğidir.
Ona itaat etmek, verdiği hükme râzı olmak, söylediği söze boyun eğmek, getirdiği her şeyi tereddütsüz kabul etmek mümin olmanın şartıdır. Aksi takdirde inanmanın mânâsı kalmaz. Ona muhalefet ederek Allah-u Teâlâ’ya itaat etmek düşünülemez.
Bu kesin hüküm iman esaslarından oldugu halde; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi, onun nezih hayatını, Sünnet-i seniye’sini, Hadis-i şerif’lerini hafife alıp inkâr eden, o yüce Peygamber’i rencide edici beyanlarda bulunan kimseler eskiden olduğu gibi günümüzde de çıkmakta böylece hem din-i İslâm’ı tahrip ve tahrif etmek, hem de müslümanları saptırmak istemektedirler.
Âlim gibi görünen ve fakat aslında kapkara câhil olan bu gibi kimseler, gerçekten imansız ve saptırıcıdırlar. Bunlar yolun başına oturmuş, halkı saptıran âhir zaman ulemâsıdır. Halkı dinden imandan ayırıyorlar. Ve fakat halk hâlâ onların bir şey bildiğini zannediyor.
Oysa Resulullah Aleyhisselâm’ın her emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:
“Resulullah Aleyhisselâm’ın hiçbir sünnetini terk etmedim. Eğer terk edersem, hak ve hidayetten sapıtmadan korkarım.” buyurmuşlardır. (Buhâri)
İşte gerçek iman edenler bunlardır. Bu sağlam imandan mahrum olanlar ise imansızlıkları sebebiyle onun her emr-i şerif’ini hafife alırlar. Bugün olduğu gibi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz hiçbir peygamberi, Allah’ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik.” buyuruyor. (Nisâ: 64)
Bu bir Âyet-i kerime’dir, ilâhî bir hükümdür. Allah-u Teâlâ: “İtaat et!” buyuruyor, o ise:“İtaat etmem!” diyor, Âyet-i kerime’nin hükmünü inkâr ediyor. Halbuki bir tek Âyet-i kerime’yi dahi inkâr eden kâfir olur.
Bunlar zanları ile ortaya çıkmakta, şeytanın kuklası ve oyuncağı olduklarını görememekte ve bilememektedirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Güya inandıklarını söylüyorlar. Fakat nefislerini ilâh edinerek Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’lerini hükümsüz sayıyor, kendi arzularını hüküm yerine koyuyorlar.
Emr-i ilâhî’yi bırakıp kendi arzularını hüküm yerine koyan, nefsin arzusunu ilâh edinen kimse; hem şirke düşmüş, hem de küfre girmiştir. Şeytanın yolunda gittiği için İslâm dininden çıkmıştır. Bunun böyle olduğunu kesin olarak bilin. Onlara tâbi olanlar da onlarla beraberdirler ve şeytanın fırkasındadırlar. Esas budur. Öz, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı, Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanıdır.
Bu gibi din hırsızları hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)
Öz ve özden alanlar öz söyler, özden nasipdar olmayanlar söz söyler. Bu sözleri söyleyenler nefis putuna dayanarak, şeytandan ilham alarak ve zanna uyarak söylerler. Bunların da alâmeti budur.
Nur ehlinin kaynağı Hazret-i Allah ve Resul’üdür. Diğerlerinin kaynağı ise şeytanın iğvâsı ve kendi zannıdır.
Birisi Allah ehli, diğeri dalâlet ehlidir.
Allah-u Teâlâ’nın hükmü esastır, mahlûkun hükmü yoktur. Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O’na aittir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:
“Hüküm, yücelerin yücesi Allah’ındır.” buyuruluyor. (Mümin: 12)
Onlar ise kendi zanlarını yürüterek delilsiz ve mesnedsiz konuşmaktadırlar.
Onlar bu Âyet-i kerime’yi bilmiyor, görmüyor, görmek de istemiyorlar. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar.
Hem Allah-u Teâlâ’nın hükmünü değiştirip kendi hükmünü koyuyorlar, hem de inkâra kalkıyorlar. Bu ise din-i İslâm’ı ifsattır, küfrün üzerinde bir küfürdür.
Bunlar gök kubbe altındaki insanların en şerlileridir.
“Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, karşı gelmekten çekinin. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki Peygamber’inizin vazifesi sadece açıkça duyurmak ve bildirmektir.” (Mâide: 92)
Bu Âyet-i kerime’de Allah’a ve Peygamber’ine itaat emrediliyor. Sünnet-i seniye’yi inkâr bu Âyet-i kerime’yi inkâr olur, inkâr ise küfürdür.
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin.” (Muhammed: 33)
Hadis-i şerif’lerin hükmünü çürütmek isteyenler bu Âyet-i kerime’leri inkâr ediyorlar. Âyet-i kerime’yi inkâr ise küfürdür.
“Allah’a ve O’nun Resul’üne itaat edin.” (Mücâdele: 13)
Bu Âyet-i kerime’de de “Resul’e itaat edin” buyuruluyor. Ona itaat etmeyin demek Âyet-i kerime’leri inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
“Allah’a itaat edin ve Resul’e de itaat edin.” (Teğabün: 12)
Hazret-i Allah böyle emrediyor. Bu gibi kimseler Hadis-i şerif’leri ve Sünnet-i seniye’yi hafife alıyorlar. Bu Âyet-i kerime’ye karşı geliyor ve küfre kayıyorlar.
O şerefli Peygamber bu tebliğ vazifesini en güzel bir şekilde yerine getirmiştir. Sizlerin ise herhangi bir itirazda bulunmaya hakkiniz kalmamıştır.
“O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm: 3-4)
Hadis-i şerif’leri inkâr edenler bu Âyet-i kerime’leri otomatik olarak inkâr etmiş oluyorlar ve küfre kayıyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Peygamber’ine itaati emretmekte, bu saptırıcılar ise ona itaat edilmemesini istemektedir. Allah’ın emri esastır, mahlûkun hükmü yoktur.
“Peygamber’e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.” (Nur: 56)
Allah-u Teâlâ ona her defasında itaat edilmesini bizzat emir buyuruyor. Ancak ve ancak bu suretle rahmete eriştireceğine vaad-i sübhanisi var. Buna aykırı hareket edenler bu rahmet-i ilâhî’den mahrumdurlar. Bu, Âyet-i kerime’dir. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur.
“Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah’a ve Peygamber’ine itaat ediniz.” (Enfâl: 1)
Bu Âyet-i kerime’ler mucibince, Hazret-i Peygamber’e itaat etmeyen, ona itaatı hafife alanlar, rahmet-i ilâhi’den mahrum kalmıştır.
“Allah’a ve elçisine itaat edin, ki merhamet olunasınız.” (Âl-i imran: 132)
Âyet-i kerime’lerde Resulullah Aleyhisselâm’a itaat emredilmektedir. Ona itaat Sünnet-i seniye’sine tâbi olmaktır.
“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse, Allah’a isyan etmiş olur.” (Buhari-Müslim)
Allah-u Teâlâ ona itaatı kendisine yapılacak itaatla birlikte emretti. Ona yapılan itaatı kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saydı. İsmini ismiyle birlikte zikretti.
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ: 80)
Buradan da anlaşılıyor ki, ona itaat etmeyip Sünnet-i seniye’sine riayet etmeyen, Hadis-i şerif’lerini hafife alan kimseler gerçek imandan mahrumdurlar. Çünkü ona itaat Allah-u Teâlâ’ya itaattir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a ve Resul’üne baş kaldırıp isyan eden kimse, hiç şüphesiz ki apaçik bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” buyuruyor. (Ahzâb: 36)
Ona itaat etmeyen kimse yoldan sapmış oluyor. Bu sapanlar başkalarını da saptırmaya çalışıyorlar.
Zaten dikkat edilirse zamanımızdaki münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetini hafife almak, Kur’an-ı azimüşan’ı tahrif etmek, ümmet-i Muhammed’i sapıklığa götürmek istemektedirler. Bunu kendileri için en büyük vazife edinmişlerdir.
Bunun içindir ki gök kubbe altında en şerli insanların âhir zaman ulemâsı olacağını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize Hadis-i şerif’lerinde haber vermişlerdir:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mâmur, fakat içleri hidayetten mahrum kalacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Bu Hadis-i şerif yeryüzünde bunlardan daha kötü bir insan olmadığına dair açık bir beyandır.
Allah-u Teâlâ kullarına ona uymayı ve yolundan ayrılmamayı emir buyurdu:
“O Peygamber’e uyun ki, doğru yolu bulasınız.” (A’raf: 158)
Bu Âyet-i kerime, Hazret-i Allah ve Resul’üne uyanların doğru yolda olduğunu beyan ederken, ona uymayıp hafife alanların da doğru yolda olmadığını ilân ediyor.
Peygamber Aleyhisselâm’a uymak onun Sünnet-i seniye’si ile olur. Hadis-i şerif’leri inkâr edenler, bu hükm-ü ilâhi’yi inkâr ediyor ve küfre kayıyor.
Gönüldeki gerçek imanı ortaya çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil Allah’ın ve Peygamber’in hükmüne rızâ göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise, Allah’a ve Peygamber’ine karşı takınılması gereken edep tavrıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir. İşte gerçek saâdete erenler onlardır.” (Nur: 51)
O itaatkâr müminler dünya saâdetine ahiret selâmetine ererler, umduklarına nail olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur: 52)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen nimetlere erenler ancak bunlardır.
Bütün insanlar ve cinler Allah-u Teâlâ’nın bir Âyet-i kerime’sini inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Binaenaleyh bu hüküm sadece Allah-u Teâlâ’nın kelâmını hafife alanlara değil, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’ini hafife alanlara da şâmildir.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine başvurmayı müminlere farz kıldığı gibi, onun verdiği hükümlerden dolayı müminlerin içlerinde herhangi bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.
İşte bundan ötürüdür ki Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’lerini hafife alanlar bu duruma düşmüşlerdir.
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir.” buyuruyor. (Ahzâb: 6)
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar kâmil mümin olamaz.” (Buhâri)
Allah-u Teâlâ Resul’üne itaat etmeyenlere en çetin azap edeceğini beyan buyurmuştur:
“Peygamber’in buyruğuna aykırı hareket edenler başlarına bir belâ gelmesinden, veya acıklı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nur: 63)
Onun emirlerine uymayan, yolundan gitmeyen, sünnetinden ayrılan kimseler; dünyada kendilerine büyük bir musibetin inmesinden ve ahirette de şiddetli bir azaba uğramalarından korksunlar.
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine karşı koyarsa, bilsin ki Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Enfâl: 13)
Bu korkunç azap, onların Allah ve Resul’ünün emirlerine muhalefet ve isyan etmeleri sebebiyle başlarına gelmektedir.
“Kim Allah’a ve Peygamber’e isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)
Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık eden Rabbine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de Rabbini sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan dolayi da Resulullah Aleyhisselâm’a isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek olduğu anlaşılmış oluyor.
Resulullah Aleyhisselâm’a isyan eden kimsenin dalâlette olduğu haber veriliyor.
Hadis-i şerif’te:
“Sünnet-i seniye’me tâbi olmayan benden değildir.” buyuruluyor. (Münâvi)
Ona muhalefet ederek Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek düşünülemez.
Abbasî halifelerinden Harun Reşid, Resulullah Aleyhisselâm'a dil uzatana verilecek ceza hakkında İmâm-ı Mâlik'in görüşünü sormuş ve Iraklı âlimlerin, dayakla cezalandırılabileceği tarzında fetvâ verdiklerini de sözlerine ilâve etmiş. İmâm-ı Mâlik -rahmetullahi aleyh- Hazretleri bu tarz fetvâya öfkelenmiş ve halifeye şöyle cevap vermiştir. “Ey müminlerin emiri! Peygamberlerine dil uzatıldıktan sonra müslümanların varlığı nasıl devam edebilir? Peygamberlere dil uzatan öldürülür, Ashâb-ı kiram'a dil uzatan ise dayakla cezalandırılır.”
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın hilafeti zamanında bir kimse kendisine ağır sözler sarfetmiş, o da kabul etmeyerek gerekli cevapları vermişti. Hadiseye şahit olan Ebu Berze -radiyallahu anh- de “Ey Resulullah'ın halifesi müsaade et de şu adamın boynunu vurayım.” demiş, Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ise şu cevabı vermiştir:
“Bu ancak Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan bir eziyet için verilebilecek cezadır.”
Halifenin bu hükmüne Ashâb-ı kiram'dan hiç kimse itiraz etmemiştir.
Allah-u Teâlâ ancak “Ulül-elbâb”a varanların hakikatı bileceğini beyan buyuruyor. Çünkü onların muallimi bizzat Allah-u Teâlâ’dır.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerini tatbik etmiş, nehiylerinden sakınmışlar, yani İslâm’ı yaşamışlardır.
Bunlar:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud: 112)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere İslâm’ı yaşamışlar ve başkalarının da yaşamaları için gayret göstermişlerdir.
Bir kimse Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerine riâyet etmedikçe, her nehyettiği şeyden kaçınmadıkça hiçbir zaman hakikat ehli olamaz.
Halk çoğunlukla nefse uydukları, İslâm’ı yaşamak, emr-i ilâhî’yi tatbik etmek nefislerine zor geldiği için açık kapı aramaktadırlar. Onlar da halkın içindeki bu arzuları bildiklerinden dolayı halkın hoşuna giden fetvâları vererek ifsad ediyorlar, beşeriyeti peşlerinden sürüklemek istiyorlar. Şu kadar var ki kendilerine modern müslüman adını verenler bunların peşindedirler.
Zaten Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âhir zaman ulemâsının gök kubbe altındakilerin en şerlileri olacağını çok zaman evvel bildirmişti. Bu gibilere hiç hayret etmeyin. Bu gibi sapıtıcılar, sadece bugün değil, bundan evvel de vardı, bundan sonra da çıkacak. O zaman türediği gibi, bundan sonra da türeyecektir.
Hakiki müctehidler içtihadlarını yürütüyorlardı. Bunlar ise ifsatlarını yürütüyorlar.
İslâm’ı yaşamayanlar İslâm’dan bahsetmeye sahib-i selâhiyet değildirler.
İslâm’ı yaşamadıkları halde İslâm’dan bahseden, ileri-geri konuşan, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri hafife alıp, ortadan kaldıranlar tahripçidirler.
Bunlar ruh adamı değil süs adamıdırlar, sun’i çiçeğe benzerler. Ruhları ölmüştür, yaşayan nefistir. Her biri bir canlı cenazedir. Bunların hükmü budur.
Ruhu ölmüş, kalbi mühürlenmiş, nefis putuna tapmış kimseler sapıktırlar ve yalancıdırlar. Zan ile hareket ederler. Kendileri saptıkları gibi, başkalarını da saptırmaya çalışırlar.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” buyuruyor. (A’raf: 54)
Mahlûkun hiç hükmü yoktur, kim olursa olsun. Böyle olduğu halde emr-i ilâhî’yi kenara itip bırakan, kendi arzu ve reyini ortaya koyan, kendi nefsini ilâh olarak ilân etti demektir. Bu gibi kimselerin sözünü doğru kabul edenler de onu ilâh edinmiştir.
Halbuki Âyet-i kerime'de:
"Allah ve Resul'ü doğru söylemiştir." buyuruluyor. (Ahzâb: 22)
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bu iradesini yerleştirmek için de ruhlar âlemini ve cisimler âlemini, dilediği şekil ve nizam üzere halketti.
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım.” (K. Hafâ)
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat: 56)
Önce yaratanı bil de ondan sonra ibadet et. Bilinmeyen Allah’a ibadet, suretten, şekilden ibaret olur.
Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da, ezelden de önce vardı.
“O Evvel’dir.” buyuruluyor. (Hadid: 3)
O öyle Evvel ki, Zât-ı Ecell-ü A’lâ’sından başka hiçbir mevcut yok iken O vardı. Bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir tek kelime ile meydana çıkmışlar, “Ol!” emriyle oluvermişlerdir.
Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:
“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1317)
Zaman ve mekânı yaratmadan önce O var idi. Onları yaratmadan önce nasıl idiyse, yarattıktan sonra da aynıdır.
Kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur.” (K.Hafâ. 1, 309, 311)
Cemâl nurundan ilk evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra o nurundan âlemleri halketti, bütün mükevvenâtı da o nur ile donattı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’tan size bir nur gelmiştir.” buyuruyor. (Mâide: 15)
Ruhlar âleminde “Elest bezmi”nde ilk defa ahid ve misakı alınan ve:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf: 172)
Hitâb-ı izzet’ine ilk cevap veren odur. Peygamberliği her ne kadar diğer peygamberlerden sonra ise de hakikatte onlardan öncedir. Âlem-i şehadet’te son peygamber, âlem-i misal’de ilk peygamberdir.
Hadis-i şerif’lerinde bu hakikatı beyan buyurmuşlardır:
“Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamberdim.” (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ’nın kendi nurundan ilk olarak yarattığı varlık odur. Resulullah Aleyhisselâm’ın o zamanın peygamberi olduğu, peygamber olarak halkedildiği beyan ediliyor.
“Ben yaratılış bakımından peygamberlerin ilki olduğum halde, onların hepsinden sonra gönderildim.” (Hâkim)
Böylece, en son gönderilen o olduğu halde, bütün peygamberlerin önüne geçmiş oldu.
Nitekim Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ onu, seçtiği diğer peygamberlerden öne almıştır:
“Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resulüm! Senden de, Nuh’tan da, İbrahim’den de, Musa’dan da, Meryem oğlu İsa’dan da.” (Ahzâb: 7)
Çünkü o, bütün peygamberlerden önce anılıp en son gönderilen peygamberdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Ben Âdem yaratılmazdan ondörtbin sene önce, Azîz ve Celîl olan Rabbimin yanında bir nur olarak mevcut idim.” (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi. C.12, sh: 404)
Her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ onu o kadar sevmiş, seçmiş ki gönderdiği peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm’dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun zaman-i saâdetine erişirlerse mutlaka ona iman edip yardim edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini ümmetlerine müjdelediler ve âhir zaman nebisinin zaman-ı saâdetini idrak ederlerse hemen iman edip dinine yardım edeceklerine dair onlardan söz aldılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı sübhânisi ile peygamberleri arasındaki bu ahdi kuvvetli bir misak olarak kaydetmiş, bu kesin sözü yeminle pekiştirmiştir.
“Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek.” (Âl-i imran: 81)
O zât-ı âlî, peygamberler zincirinin son halkasını teşkil edecek olan peygamber Muhammed Aleyhisselâm’dır.
“Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken, hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştı. Hepsi de kendilerini tasdik eden Muhammed Aleyhisselâm’a iman ve yardım için Allah-u Teâlâ’ya söz vermişlerdi.
“‘Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti.” (Âl-i imran: 81)
Peygamberlerden misak alındığının belirtilmesi, onlara tâbi olan ümmetlerinden de alındığını gösterir.
“Onlar da: ‘Kabul ettik.’ demişlerdi.” (Âl-i imran: 81)
O Azîz Peygamber’e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî’yi kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
“Allah da: ‘O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.’ buyurmuştu.” (Âl-i imran: 81)
Âl-i imran sure-i şerif’inin 82. Âyet-i kerime’sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin fâsık kimseler olacağı bildirilmektedir:
“Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Âl-i imran: 82)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
Bu Hadis-i şerif, Muhammed Aleyhisselâm’ın gönderilmesi ile bütün dinlerin neshedildiğine delildir. Hüküm yalnız Asr-ı saâdette yaşayanlara münhasır olmayıp her devir insanlarına şâmildir. Yahudi ve hıristiyanların kitapları olduğu halde hüküm böyle olunca, ehl-i kitap olmayanların hükmü de böyle olacağı açıktır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Siz beni hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı derecede methettikleri gibi, aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Benim hakkımda ‘Allah’ın kulu ve elçisidir.’ deyiniz.” (Buhâri. Tecrid-i sarîh: 1405)
Çünkü onun methedilmeye ihtiyacı yoktur. Onu övmek insana âit değildir. Onu yaratan, onu âlemlerin nuru yapan Allah-u Teâlâ, onu meth-ü senâ etmiş, fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’e çok salât ve senâ ederler.” (Ahzâb: 56)
Peygamber’ine Allah-u Teâlâ’nın salâtı; onu en yüce makamda yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok seviyor ki; ona çok çok salât-ü selâm getiriyor, Habib-i Ekrem’ine olan sevgisini beşeriyete duyurmuş oluyor. Bunun içindir ki onu hiçbir beşerin anlaması mümkün değildir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah’a duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiği gibi meleklere de sevdiriyor. Bütün melekler ona hürmet ve tâzim gösteriyorlar.
Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek, kendileri için en büyük rahmet olan Peygamber’lerine salât-ü selâm getirmelerini, ona gönülden teslim olmalarını, saygı ve sevgi göstermelerini emir buyuruyor.
“Ey inananlar! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Ki bu sayede ilâhî rahmete, Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaat-ı uzmâsına nail olsunlar.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber’ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın nuru olduğu gibi aynı zamanda ruhudur.
Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı, o ruhtan bütün âlemlere hayat veriyor. O ebul-ervah’tır, bütün ruhların babasıdır.
“Ey insan!” (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm’dır. İnsan-ı kâmil, hülâsa-î insan odur.
Allah-u Teâlâ ona kendi lütf-u kereminden “Yâsin! = Ey insan!” buyurdu.
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin: 4)
Âyet-i kerime’sinde en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen insan odur.
“Asluhu nûr, cismuhu âdem,
Velekad kerremnâ benî âdem.”
Aslı nurdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki;
“Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık.” (İsrâ: 70)
Âyet-i kerime’sindeki mükerrem insan hitabının mazharı da yine odur. İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların en mükerremidir. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.
Allah-u Teâlâ onun hakkında bir Hadis-i kudsî’de:
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” buyurdu. (K. Hafâ. c. 2, sh: 164)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin sebeb-i mevcûdat, yani mevcudatın yaratılış sebebi olduğunu beyan buyurdu ve beşeriyete duyurdu.
Demek ki o feleklerden değil, felekler onun nurundan yaratılmıştır.
O bütün mevcûdatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatın özüdür, her şey ondan yaratılmıştır. Bu sebeple sebeb-i mevcûdat olmuş oluyor.
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı ve o nurdan mükevvenâtı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenâtı da donatmayacaktı. Onun sebeb-i mevcûdat oluşu bu noktadandır. Her canlının Allah-u Teâlâ’ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm’a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kaimdir.
Bu noktada gizli bir sır söyleyeyim:
Fakir:“Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resulullah” dediğim zaman, her defasında gizli olarak Allah-u Teâlâ’ya şükrederim.
“Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun ki, sen kendi nurundan onu yarattın, o nur ile mükevvenâtı donattın. Onu yaratmamış olsaydın kâinat da olmayacaktı, ben de olmayacaktım, hiçbir şey olmayacaktı.” diyorum.
“O Hakk’ın nûrudur
İlim-irfan kaynağıdır
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”
Allah-u Teâlâ nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı. O nur mükevvenâtın mayası oluyor. Yani mükevvenâtın aslı, Allah-u Teâlâ’nın nurudur.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruluyor. (Nur: 35)
Bu Âyet-i kerime’nin en gizli sırrı, tarif ettiğim bu sözün içinde gizlidir.
“Nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı.”
Halbuki nur da O’nun, yaratan da O, hep O... Hep Allah!..
Kendi nurundan yarattığı için, kendi nurundan mükevvenâtı donattığı için hiçbir katkı yok.
Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.
Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kat’i surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyat verilmemiştir.
Eğer bu noktayı kavrayabilirseniz, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünüzle görmeseniz de, inanmakla kurtulmuş olursunuz.
Vaktaki içinde O olduğunu gördüğün zaman, kendinin bir maskeden, bir örtüden, bir paçavradan ibaret olduğunu gördüğün zaman; bir de bakarsın ki, meğer nurundan “Nur”unu yaratmış, o “Nur” ile mükevvenâtı donatmış.
Yani bu mükevvenâtın malzemesi nur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Bu “Nur”un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor. Âlemlerin hayat bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için yaratmıştır. O bir hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı. Hem “Rahmeten lil-âlemîn”dir, hem de “Ebul-ervah”tır.
Kâinat o nurdan yaratıldığı için, âlemler rahmeti ondan aldı. Allah-u Teâlâ nurundan nurunu yarattığı için, o “Nur”dan da mükevvenâtı donattığı için, o noktada “Rahmeten lil-âlemîn” oldu, âlemlere hayat veren kaynak oldu. Aynı zamanda “Sebeb-i mevcûdat” oldu.
O “Rahmeten lil-âlemin” olduğu için, âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Nereye baksan o nur. Ona verildiğinden ötürü kâinat ona muhtaçtır.
Mümin bir kimseye mânevî olarak ne verilmişse onun vasıtasıyla verilmiştir. Oradan o hayat suyu gelmedikçe hiç kimse iman etmiş olmaz. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede mânevî hayat bulunmaz. İlâhî feyz de iman şerefiyle müşerref olan müminlere ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın Aziz’i, Halil’i ve Nur’u olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den gelir.
O ki, Allah-u Teâlâ’nın inanan bütün insanlara en büyük nimetidir, bir hidayet nurudur. Allah’a varan hedefe onun yolundan gidilir, hakikatın köprüsüdür.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar devam edecek, insanlar o nurla hidayete ereceklerdir.
Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcudatın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkatın en şereflisidir.
Allah-u Teâlâ onu dost edindi, adını adı ile andı, ona imanı Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi.
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete gönderildikleri için, yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat o bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı onun irşad sahası içindedir.
Âyet-i kerime:
“Resulüm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler.” (Sebe: 28)
O hem peygamberler silsilesini hitama erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhi bir mühürdür.
Peygamberlerin her biri birer yıldızdır. Güneşin doğmasından önce insanlara ışık saçtılar. Kendi ümmetlerinden zulmeti kaldırdılar.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ise fazilet semâsının güneşidir, bütün nurların aslıdır. Cümle âlemin nuru, gurur ve sürurudur. Nurlar onun nurundan yayılmıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman ve mekânda Aziz’dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir. Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği ikram ve ihsanlar sonsuzdur.
O ki yaratıkların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ’nın habibi, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlarının menbaı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzetin sahibi, ezel sırlarının müşâhidi, Kelâm-ı kadim’in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun, içinizden size öyle aziz bir Peygamber gelmiştir ki...” (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona “Azîzim” buyurdu. Bu hitab-ı ilâhî karşısında bütün mahlûkat âciz kalır. O öyle bir “Azîz” dir ki, onu ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin onu idrak etmesi mümkün değildir. Canlardan da cânanlardan da azîzdir. Bir mahlûk ancak Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği ve duyurduğu kadarını bilir, ötesini bilmez. Çünkü mahlûktur, âcizdir.
Bu noktada artık ne ilim, ne bilgi, ne de akıl işler, hiçbir şey işlemez. Onun “Azîz” oluşu, Allah-u Teâlâ’nın nuru oluşundan ileri gelmektedir. Nuruna “Azîz” buyurdu. Onu tartmaya, ölçmeye çalışmak, kişinin basitliğine delâlet eder. Onu öyle tanıtan Rabbime şükürler olsun.
O öyle bir nurdur ki, nurları o nurdan yarattı.
O öyle bir ruhtur ki, ruhları o ruhtan yarattı.
O öyle bir kandil ki;
“Ey Peygamber! Biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
Âyet-i kerime’si ile bütün âlemleri nurlandıran bir kandil olarak vasıflandırılıyor.
Aslı nurdur, görünüşü beşerdir. Nur ile cismi ayırmak gerekiyor.
Cismin beşer oluşu hakkında Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor.” (Kehf: 110)
Her ne kadar görünüşü beşer ise de, fitrî yapısı ayrıdır.
Yaratan öyle murad etmiş, ona o değeri, o rütbeyi, o meziyeti O vermiş, ona “Azîz” buyurmuş.
Allah-u Teâlâ’yı en iyi bilen odur, en çok korkan o, emirlerini en iyi ve en çok tatbik eden de odur. Çünkü nuru ile nurlanmış.
Nur olduğu için Allah-u Teâlâ ile mülâkatı cesedi ile yaparken cismânî yapardı. Buna delil olarak Mirac-ı şerif’i gösterebiliriz.
O anda mest olur, o hâl ile hallenir ve tekrar eski haline döndürülürdü.
Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecelli ettiği için “Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil” olmuştur.
Artik bu hususta ilim yürütülmez, akil oynatılmaz. Yetmez çünkü. Niçin yetmez? Allah-u Teâlâ’nın nuru olduğu için.
Onun nuru üzerinde durulacak, beşeriyeti üzerinde durulmayacak. Beşer aldatabilir, nur aldatmaz. İnsanda nefis ve şeytan galip olduğu için cismaniyete aldanır ve Hazret-i Allah’ın nurunda noksanlık aramaya kalkar, zannını ortaya koyar ve kayar gider. Çünkü nefsi noksan, kendi noksanlığını orada görür.
“Ben de sizin gibi bir beşerim.” Âyet-i kerime’sini görerek “O da bizim gibi bir insandır.” diyenler, onun “Sirâc-ı münîr” olduğunu bildiren ve buna mümasil Âyet-i kerime’leri görememektedirler. Nefisleri onlara onu göstermiş, diğerini göstermemiş. Onları ikaz edecek bir kimse de yok.
Bu gibi kimseler kabukta kalmışlardır, imanları sûreta olduğu için onun hakikatına nüfuz edememişlerdir.
Nurundan nurunu yaratmış, o nur ile âlemleri donatmış, biz onu öyle tanıyoruz.
•
İşte nurundan nurunu yarattığı için:
“Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buharî)
Bu Hadis-i şerif’in tecelliyâtı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize mahsustur. Allah-u Teâlâ kendi suretini aynada aksettirdi. Aslı nur olduğu için nur nura aksetti.
O öyle bir ahlâk sahibidir ki, Allah-u Teâla;
“Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin.” buyurdu ona. (Kalem: 4)
O öyle bir rehberdir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Doğru bir yol üzerindesin. Üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği (Kur’an yolu üzerindesin).” buyurmuştur. (Yâsin: 4-5)
Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm’ın emaneti ile Nûr-i Muhammedî ile geldiler. Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizdeki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Muhammed Aleyhisselâm’ın nurunu taşıdıklarından ötürüdür.
“Nur üstüne nurdur.” (Nur: 35)
Yani Allah-u Teâlâ kendi nurundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. Peygamberân-ı izâm Aleyhimüsselâm Hazerâtının hepsini de Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan yaratmıştır. Onlardaki nur Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru idi.
Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nurun sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi, nur nura kavuşmuş oldu.
Allah-u Teâlâ bütün insanlık âlemine hitap ederek, onlara kendi katından hak bir peygamber, ilâhî bir burhan, büyük bir delil gönderdiğini haber vermektedir:
“Ey insanlar! Size Rabbinizden HAK gelmiştir.” (Yunus: 108)
Resulullah Aleyhisselâm’ın gerek yüksek şahsiyeti, gerekse tebliğ ettiği esaslar ve prensipler, onun hak bir peygamber olduğunu göstermektedir.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ’nın beşeriyete en büyük nimetidir:
“Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i imran: 164)
Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu göndermeseydi, emir ve nehiylerini bize duyurmasaydı, dalâlet çukurlarında kalırdık, hidayetten mahrum, ebedî bir azaba düçar olurduk. Allah-u Teâlâ’nın onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyen kurtulamayacaktır.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ’nın beşeriyete en büyük nimetidir.
Sûrî ve mânevî, zâhirî ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî... üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır.
İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddi ve mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî kötülüklerden; kararan ruhları, taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp temizlemiştir.
Ve kıyamete kadar da bu böyle devam edecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek temizleyecek, size kitap ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi size öğretecek bir PEYGAMBER gönderdik.” (Bakara: 151)
Onun ümmetinden olmayanlar anlatılan devlete eremezler.
Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ’nın zâtî tecellisine kavuşurlar. İzinde ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.
“Muhammed Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb: 40)
O hem peygamberler silsilesini hitama erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhi bir mühürdür.
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Benim diğer peygamberler arasındaki durumum şuna benzer.
Adamın biri gayet güzel ve süslü bir ev yapar, yalnız duvarların birinde bir kerpiç yeri boş bırakır. Evin güzelliğini görmeye gelen herkes evi gezerler, hayran kalırlar. Sonra da “Ne güzel ev! Keşke şu kerpiç yeri boş kalmamış olsaydı!” derler. İşte ben o kerpiç yerindeyim. Ben peygamberlerin sonuncusuyum.” (Buhârî)
Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemâle erip son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dininin inkiraza ugraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki kalacaktır. Öyle bir din öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı kalmamıştır.
Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemâllisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem’ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek yüce şahsiyetine gerekse ümmet-i muhteremesine tazim vardır.
Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir nurdur. Nuru cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.
Bir güzel ki; güzellikler güzelliğini ondan almış.
O ki; insanlara Allah-u Teâlâ’nın lütfunu belirten, sonsuz saâdeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir peygamberdir.
Fakat nankör olan birçok insan bunu bilemedi, bu nuru göremedi. Dalâlet çukuruna düştü ve ebedi saâdetini kaybetti.
“Resulüm! De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.” (A’raf: 158)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor. Bunun içindir ki hiç kimse “Ben böyle bir şey duymadım, bilmediğim için de iman etmedim.” diye hiçbir bahane bulamaz.
Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.
“Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhid olarak Allah yeter.” (Nisâ: 79)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde “Biz seni gönderdik” buyuruyor. Resulullah Aleyhisselâm’ın vazifesi bütün insanlara İslâm’ı duyurmaktır. Zira o, Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etmek gerektiğini bildiren bir emirle gönderilmiştir. Bu emr-i ilâhi’yi nazar-ı itibara alıp iman edenler, saâdet-i ebediye’ye erdiler. İman etmeyenler küfürde kaldılar. Bunun bizzat şahidinin de Hazret-i Allah Zât-ı akdesi olduğunu beyan buyuruyor.
Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse onun peygamberliğini tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul olmaz, cennete de giremez. Zirâ bütün peygamberler âhir zaman peygamberini tasdik etmişlerdir. Onlara indirilen kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberliği açıkça beyan olunmuştur.
Âyet-i kerime’de:
“O daha öncekilerin kitaplarında da vardır.” (Şuarâ: 196)
Yani Allah-u Teâlâ gerek Tevrat’ta gerekse İncil’de onun fazileti ve meziyetini, daha gelmeden evvel buyurmuş ve duyurmuştur.
Ehl-i kitap bu suretle onun geleceğini biliyordu. Nasibdar olanlar iman şerefiyle müşerref oldular, kibrine yediremeyenler de ebedi hüsrana uğradılar. Çünkü bu hakikat onlara bildirilmişti. Bildirildiğinden ötürü de ebedî hüsrana uğradılar.
Bütün meleklerin, peygamberlerin, ulvî ve süflî yaratılmışların malumu idi. Zamanı ile mekânı ile bilinen bir durumu vardı. Ona iman etmeyenler inat ve hasetlerinden iman etmediler.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ism-i şerifleri ve vasıfları Tevrat’ta da İncil’de de yazılı bulunuyordu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyarlar.” (A’raf: 157)
Gerçekten Allah-u Teâlâ, Tevrat’ta da, İncil’de de, Resulullah Aleyhisselâm’ın vasfını bildirdiğinden, fazilet ve meziyetini duyurduğundan ötürü gerek peygamberler, gerek onlara yakın olanlar bunu o anda kabul etmiş ve iman etmişlerdir. Hiçbir itirazları da olmamıştır.
Ümmî, okuma yazma bilmeyendir. Ümmîlik avam insanlar hakkında kullanıldığı zaman, umumiyetle ilim eksikliğini ifade eden bir noksanlık sıfatı iken; bir ümminin okuyup yazanlardan daha bilgili olması, çalışıp çaba göstermeden ilâhî bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ilimlere sahip olması onun fıtrat yüceliğine delâlet eder.
İlmi yüceliği ve kemâli, okuyup yazanları âciz bırakan bir peygamber hakkında “Ümmî”lik, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından gönderildiğini ispat eden üstün bir özelliktir.
Resul-i Ekrem- sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ümmî oluşu, onun mucizeleri cümlesindendir. Çünkü o okuma ve yazma bilmiş olsaydı, öncekilerin kitaplarını mütalâa etmekle ve bu ilimlerin o araştırmaların sonucu olmakla itham edilirdi. Halbuki tahsilsiz ve mütalâasız olarak öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini içine alan Kur’an-ı Azimüşân’ı getirmesi, apaçık bir mucizedir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde yahudi ve hıristiyanlardan, Kur’an-ı kerim’i indirildiği gibi okuyan müslüman bir grup olduğunu haber veriyor:
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler.
Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (Bakara: 121)
O heva ve heves sahipleri artık gerçek mânâsıyla kitap ehli değildirler.
•
Yahudiler Tevrat’ta, hıristiyanlar İncil’de âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tembihledi. Bu sebeple her iki zümre de bu peygamberin gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak beklenen peygamberin Araplar arasından ve yetim bir kimse olarak gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.
Peygamberler onun gönderileceğini ümmetlerine müjdelediler ve ona tâbi olmalarını emrettiler. Onun sıfatları peygamberlerin kitaplarında, tahrif edilmelerine rağmen hâlâ bulunmaktadır.
Meselâ Matta İncilinde İsâ Aleyhisselâm’ın şu beyanı yer almaktadır:
“O ki, benden sonra gelecek, benden evvel yaratılmıştır. Ben onun papuçlarının bağını çözme hizmetine bile lâyık değilim.”
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a mikatte ve Tevrat’ta, âlemlere rahmet olan son peygamberi bildirmiş ve istenilen rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını vaad ederek, İsrâiloğullarından ona yetişeceklerin ona iman etmelerini ve uymalarını böylece teşvik etmiştir. Tevrat’tan sonra ve Kur’an-ı kerim’den önce İncil’in geleceğini haber verip açıklamıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin peygamber olarak gönderildiği sırada Tevrat’ı ve İncil’i hakkıyla okuyup anlayan kitap ehli, ona uymak sayesinde rahmete nâil olabileceklerini ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.” (Bakara: 146 - En’am: 20)
Âyet-i kerime’de “Seni tanırlar” buyurulmayıp da “Onu tanırlar” buyurulmasında mühim bir incelik vardır.
Şöyle ki; Tevrat’ta “Musa’ya benzer bir peygamber” diye vasıfları anlatılmış bulunduğu için öteden beri ehl-i kitap tarafından: “O peygamber” diye anılır ve böyle tanınırdı. “O” dedikleri zaman bunu anlarlardı. Ancak onun Muhammed Aleyhisselâm olduğunu gösterecek bir belgeye ihtiyaç vardı. Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği apaçık âyetler karşısında o zamanki ehl-i kitap âlimlerinin hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu çocuklarını bildikleri gibi kesin bir şekilde biliyorlardı.
Nitekim Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, yahudi âlimlerinden müslüman olan Abdullah bin Selâm -radiyallahu anh-e sorduğu zaman şöyle demişti:
“Ben onu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü onda hiçbir şüphe ve tereddüte yer yoktur. Fakat çocuklarımıza gelince, ne bileyim, belki anneleri hiyanet etmiş olabilir.”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- onun başını öpmüştü.
Bu Âyet-i kerime hususiyetle şunu da ispat ediyor ki, sadece bilmek iman etmek için yeterli değildir. İtaat etmek, boyun eğmek, hakikati gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek de lâzımdır.
Ehl-i kitap âlimleri o peygamberi kalben çok iyi tanıdıkları halde mümin olmamışlar, aksine bile bile gerçeği gizlediklerinden dolayı inatçı kâfirlerden olmuşlardı.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara: 146)
Bile bile onun vasıflarını gizleyenler bilginleridir. Bildikleri hakikatı avam halktan gizlerlerdi.
“Kendilerini hüsrana uğratanlara gelince, onlar iman etmezler.” (En’am: 20)
Beklenen peygamberin Araplar arasından gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Vedâ Haccı hutbesinde ümmetine bıraktığını açıkladığı ve sımsıkı sarıldıkları takdirde, hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını haber verdiği iki şeyden ikincisi Sünnet-i seniye’dir.
İslâm hukukunun Kur’an-ı kerim’den sonra ikinci kaynağı Sünnet-i seniye’dir. Bu iki kaynağa “Nass” adı verilir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetidir.” (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Kur’an-ı kerim’de pek çok Âyet-i kerime, Sünnet-i seniye’ye uymanın, Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmenin farz olduğuna delâlet etmektedir.
“Hepiniz topluca sımsıkı Allah’ın ipine sarılın!” (Âl-i imran: 103)
Âyet-i kerime’sindeki Allah’ın ipinden murad; Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye’dir.
Sünnet-i seniye Resulullah Aleyhisselâm’ın Rabbinden aldığı risaleti tebliğden ibarettir.
Allah-u Teâlâ, risaleti tebliğ hususunda Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun.” (Mâide: 67)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk bîat şartı olarak Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye’de bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştur.
•
Buharî’nin rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Kur’an-ı kerim’i indirdiği ve öğrettiği gibi Sünnet-i seniye’yi de indirmiş ve öğretmiştir.
Kur’an-ı kerim vahiy olduğu gibi, Hadis-i şerif’ler de vahiydir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm: 3-4)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.
Şu kadar var ki, Kur’an-ı kerim vahyin en yüksek mertebesidir. Lâfzı ve mânâsı ile birlikte vahyolunmuştur. Hadis-i şerif ise Vahy-i metlüv, yani okunan vahiy değildir. Lâfzı olmayıp sadece mânâdan ibarettir. Allah-u Teâlâ’nın muradını bildirmektedir.
Sünnet-i seniye; Kavlî sünnet, Fiilî sünnet ve Takrirî sünnet olmak üzere üç çeşittir.
1- Kavlî Sünnet:
Resulullah Aleyhisselâm’ın muhtelif sebepler ve maksatlarla söylediği sözlerdir.
2- Fiilî Sünnet:
Resulullah Aleyhisselâm’ın fiil ve davranışlarıdır. Beş vakit namazı kılışı, hacc ibadetini yapışı, hırsızlıkta sağ eli kesmesi gibi.
3- Takrîrî Sünnet:
Resulullah Aleyhisselâm’ın Ashab-ı kiram’a âit bazı söz ve fiilleri, susmak veya kötü görmemek suretiyle tasdik etmesi, onu beğendiğini belli etmek suretiyle tasvip etmesidir.
Bu husus, sanki Resulullah Aleyhisselâm’ın sözü veya fiili imiş gibi kabul edilir.
Ashâb-ı kiram’dan iki zat yolculuğa çıkmışlardı. Namaz vakti geldiğinde su bulamamışlar, teyemmüm yapıp namazlarını kılmışlardı. Sonra vakit içinde su bulmuşlar, birisi abdest alıp namazı yeniden kılmış, diğeri kılmamıştı.
Dönüşte durumlarını anlattıklarında her ikisinin yaptığını da tasvip etmiş, yeniden kılmayana: “Sünnette isabet ettin, namazın geçerlidir.”, kılana da: “Sana iki kat mükâfat vardır.” buyurmuştu. (Ebu Dâvud: 338)
Hadis-i şerif’lerin ayrı kitaplarda ve farklı tertipler içinde derlenmesi, tasnifi hicrî ikinci asırda gerçekleşmiş olmakla beraber; tertipsiz olarak yazılması ve büyük küçük sayfalarda muhafaza edilmesi, Asr-ı saâdete kadar uzanmaktadır.
Resulullah Aleyhisselâm İslâm’ın ilk yıllarında Kur’an-ı kerim âyetleri ile karıştırılmaması için Hadis-i şerif’lerin yazılmasını yasaklamıştı. Buna rağmen ilk yıllarda güvendiği kimselerin yazmalarına izin verdiği gibi, karıştırılma ihtimali ortadan kalktıktan sonra bu yasağı kaldırmış ve yazılması için izin vermişti.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ- buyururlar ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden her ne işitirsem yazardım. Kureyşliler beni bundan menetmek istediler. Dediler ki; ‘Sen her şeyi yazıyorsun. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ise beşerdir. Rızâ halinde de gazap halinde de söz söyler.’ Bu tenbih üzerine yazmaktan bir müddet vazgeçtim. Nihayet bu durumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arzettim. Mübarek parmağını ağzına götürerek:
“Yaz! Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, buradan hak sözden başkası çıkmaz!” buyurdu.” (Ebû Davud: 3646)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde pek çok Âyet-i kerime’lerde Peygamber’ine itaatı emretmiş, ona itaatı Zât-ı Akdes’ine itaat kabul etmiştir.
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiştir.” (Nisâ: 80)
İhtilafların çözümünü Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a arzetmek ilâhî bir emirdir.
“Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah’a ve Peygamber’e arzedin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız!” (Nisâ: 59)
Çünkü itaat imanın gereğidir. Anlaşmazlık halinde Kitab-ı kerim’e ve Sünnet-i seniye’ye başvurmak da itaatin gereğidir.
Bir hadise meydana geldiğinde önce Kur’an-ı kerim’e bakılır, eğer hükmü varsa kabul edilir. Yoksa Sünnet-i seniye’ye bakılır, hükmü bulunursa kabul edilir.
Allah-u Teâlâ ve Peygamber’i bir hüküm verdiklerinde müminlere tercih hakkı tanınmamıştır. Allah-u Teâlâ, Peygamber’inin verdiği bir hükme güven duymayandan ve en küçük bir sıkıntı duymadan teslim olmayandan iman sıfatını kaldırmıştır.
“Allah ve Peygamber’i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur.
Allah’a ve Peygamber’ine baş kaldırıp isyan eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür.
Ona itaat, onun Sünnet-i seniye’sine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniye’ye uymak imanın gereğidir.
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, ahlâki ile ahlâklanıp edebi ile edeplenmeyi gerektirir.
Ona itaat etmek, verdiği hükme râzı olmak, söylediği söze boyun eğmek, getirdiği her şeyi tereddütsüz kabul etmek, mümin olmanın şiarıdır. Aksi taktirde inanmanın mânâsı kalmaz. Ona muhalefet ederek Allah-u Teâlâ’ya itaat etmek düşünülemez.
•
Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil, Allah’ın ve Peygamber’in hükmüne rıza göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise, Allah’a ve Peygamber’ine karşı takınılması gereken edep tavrıdır.
Asr-ı saâdet’te iki kimse huzur-u Nebevî’de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen “Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer’e gidelim.” dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen “Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm’a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Böyle mi oldu?” diye sordu, öteki “Evet” dedi. Bunun üzerine “Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın.” diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına kaçtı ve “Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti.” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Ömer’in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım.” buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
“Hayır, öyle değil!.. Rabbin hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime’sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Tasavvur buyurun, onlar daha Âyet-i kerime gelmeden, bu hükmü gönüllerinde hissedercesine yaşıyorlar.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine başvurmayı müminlere farz kıldığı gibi, onun verdiği hükümlerden dolayı müminlerin içlerinde herhangi bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.” (Nur: 51)
O itaatkâr müminler dünya saâdetine ahiret selâmetine ererler, umduklarına nail olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederse, Allah’tan korkar ve ondan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur: 52)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen nimetlere erenler ancak bunlardır.
•
Allah-u Teâla Âyet-i kerime’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine itaat etmeyenlere en çetin azapla azap edeceğini beyan buyurmuştur:
“İnkâr edenler ve Peygamber’e baş kaldırmış olanlar, kıyamet günü hak ile yeksan olup yerin dibine geçirilmeyi ne kadar isterler ve Allah’tan hiçbir söz gizleyemezler.” (Nisâ: 42)
Onların bütün organları bile aleyhlerinde şâhitlik yapacaklardır.
“Peygamber’in buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya acıklı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nur: 63)
Onun emirlerine uymayan, yolundan gitmeyen, Sünnet-i seniye’sinden ayrılan kimseler; dünyada kendilerine büyük bir musibetin inmesinden ve âhirette de şiddetli bir azaba uğramalarından korksunlar.
•
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-ın şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Bir defasında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- uyurken yanına bir takım melekler geldiler. Bazıları: “Bu zât uyuyor.” dedi. Bazıları da “Gözü uyuyor amma kalbi uyanıktır.” dediler. Birbirlerine: “Bu dostunuzun âlî sıfatı vardır. Haydi siz de bunun âlî mevkiine bir temsil getiriniz.” dediler. Fakat bazıları: “İyi amma bu zât uyuyor.” dediler. Bazıları da: “Hayır, onun gözü uyuyor, kalbi uyanıktır.” dediler.
Bunun üzerine melekler: “Bu zât şuna benzer ki, bir kimse yeni bir ev yaptirir. O evde bir ziyafet tertip eder. Bu ziyafete insanları çağırmak için bir dâvetçi gönderir. Bu dâvetçinin dâvetine kim gelirse, o eve girer ve ziyafetten yer. Her kim de icabet etmezse, o eve giremez, ziyafet yemeklerini yiyemez.”
Bunun üzerine melekler yine birbirlerine: “Haydi bu temsilinizi bu zâta açıklayın da anlasın.” dediler. Fakat yine bunlardan bazıları: “İyi ama bu zât uyuyor.” dediler. Bazıları da: “Hayır. Onun gözü uyuyor, kalbi uyanıktır.” dediler.
Melekler kendi aralarında bu temsili izah ederek şöyle dediler:
“O ev cennettir. Dâvetçi de Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- dir. Her kim Muhammed Aleyhisselâm’a itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir. Her kim de Muhammed Aleyhisselâm’a isyan ederse Âziz ve Celil olan Allah’a isyan etmiş olur.
Muhammed Aleyhisselâm insanların arasını ayırdetmiştir. İmanlı olanlar belli oldu. İmansız olanlar da iyice açığa çıktı.” (Buhâri, Tecrid-i Sarih: 2172)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı dinin esaslarını doğrudan doğruya Kur’an-ı kerim’den alırlardı. Açık bir hüküm bulamazlarsa, hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize sorarlardı. Hem sağlığında hem de vefatında onun Sünnet-i seniye’sine uymanın farz olduğuna dair icmâ ederek söz birliğine vardılar.
Kur’an-ı kerim’de Resulullah Aleyhisselâm’a vahyolunan bir hüküm ile bizzat Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisinden sadır olan hüküm arasında ayırım yapmazlar ve her ikisine de uymanın farz olduğuna inanırlardı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-ı Yemen’e vali olarak gönderirken ona: “Ey Muâz! Ne ile hükmedeceksin?” diye sordu. O da: “Allah’ın Kitab’ı ile.” diye cevap verdi. “Orada bulamazsan?” buyurdu. Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-: “Peygamber’in sünneti ile.” dedi.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- bir hadise hakkında bir sünnet bilmiyorsa çıkar ve müslümanlara:
“Bu mevzu hakkında Resulullah Aleyhisselâm’dan bir sünnet bileniniz var mı?” diye sorardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, fetvâ işleriyle uğraşan diğer Ashâb-ı kiram, onların yolundan giden Tabiin-i kiram da böyle yapardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Ey insanlar! Doğru görüş Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın görüşüdür. Allah-u Teâlâ ona gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise zandan ve tekliften ibarettir. Sünnet, Allah ve Resul’ünün koyduğu yoldur. Yanlış bir görüşü ümmet için sünnet haline getirmeyin.”
Getirdiği hükümler açısından Sünnet-i seniye üç kısımdır:
1. Kur’an-ı kerim’deki bir hükmü destekler:
Âyet-i kerime’lerin ortaya koyduğu, Resulullah Aleyhisselâm’ın da desteklediği ve her ikisinden delili olan emir ve yasaklardır. Haksız yere adam öldürmek, yalancı şahitliği yapmak, hırsızlık ve diğer yasaklanan hususlar Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye ile haram kılınmıştır.
Bu durumda o hükmün iki kaynağı ve delili olmuş olur:
a- Âyet-i kerime’ler.
b- Hadis-i şerif’ler.
2. Kur’an-ı kerim’deki kapalı bir hükmü açıklar:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir taraftan kendisine vahyolunan Âyet-i kerime’leri artırma ve eksiltme yapmadan bütünüyle tebliğ ederken, diğer taraftan da onlardan ne gibi mânâlar kastedilmiş olduğunu sözleriyle, işleriyle tefsir ve izah eder, kapalı hükümleri açıklardı.
Çünkü Allah-u Teâlâ ona Kur’an-ı kerim naslarını açıklama yetkisi vermiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Resulüm! Biz sana da Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın.” (Nahl: 44)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde namazın farz olduğunu bildirdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Allah-u Teâlâ’dan aldığı vahiy ve ilham ile namazın vakitlerini, rekâtlarını, âdâb ve erkânını ve nasıl kılınacağını hem anlattı, hem de müslümanların gözü önünde kıldı. Sonra da:
“Beni namaz kılarken nasıl görmüşseniz, siz de öylece kılınız!” buyurdu. (Buhârî)
•
Oruç Âyet-i kerime’si nâzil olunca, müslümanlar Ramazan orucunun farz olduğunu anladılar ve oruçlarını tuttular. Fakat oruçlu olduğunu unutarak yenilen veya içilen bir şeyin orucu bozup bozmayacağı hakkında Âyet-i kerime’lerde açık bir hüküm yoktu.
Kur’an-ı kerim’de zekâtın farz olduğu bildirilmekteydi. Ancak ne kadar malı olana zekâtın farz olduğu, hangi mallardan zekât verileceği, nisab miktarları belli değildi. Hacc da böyledir.
Âyet-i kerime’lerde temiz olan şeylerin helâl, pis olan şeylerin de haram olduğu haber verilmiş, fakat bunların neler olduğu bildirilmemiştir.
Bütün bunları birer birer izah eden Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hadis-i şerif’leri ve Sünnet-i seniye’sidir.
İnsanları dünya saâdetine ve âhiret selâmetine ulaştıracak ne varsa hepsini açıklamış, geriye bir şey bırakmamıştır.
3- Kur’an-ı kerim’de yer almayan bir hükmü ortaya koyar:
Bir konu ile ilgili olarak Kur’an-ı kerim’de herhangi bir delil olmadığı zaman, o hüküm Sünnet-i seniye ile sâbit olur.
Bir kadını teyzesi veya halasıyla birlikte aynı anda nikâh altına tutmanın haramlığı, yırtıcı hayvan ve pençeli kuşların etlerinin haramlığı, erkeklerin ipek giymesi ve altın yüzük takmasının haramlığı... hep bu çeşit Sünnet-i seniye’nin misalidir.
“Doğumdan haram olan her şey sütten de haram olur.” Hadis-i şerif’i de böyledir. (Müslim: 1444)
Görülüyor ki Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye hükümleri arasında çelişki olması imkânsızdır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp: ‘Bilmiyorum! Biz Allah’ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.’ derken bulmayayım.” (Tirmizi)
Bütün bu izahlardan anlaşılıyor ki, Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye’yi birbirinden ayırmak mümkün değildir.