Varlıklar, yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.
Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetine, kudret ve azametine delâlet ve şehâdette bulunur dururlar.
Bir kısmı kendi iradesiyle Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek suretiyle ibadet eder, bir kısmı ise yaratıldığı gayeye bağlı kalıp lisan-ı hâl ile Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder.
“Bitkiler ve ağaçlar secde ederler.” (Rahman: 6)
Yaratılışları itibariyle Allah-u Teâlâ’nın iradesi ne ise ona tâbi olarak boyun eğerler. Onların böyle muhtelif şekillerde ve hassalarda olarak dünya sahasına gelmeleri, ilâhî iradeye bağlanmalarının bir neticesidir.
Âyet-i kerime’de uçsuz bucaksız gökyüzüne işaret edilmekte, kâinatın azamet ve güzelliği karşısında insanlar uyarılarak düşünmeye dâvet olunmaktadır:
“Gökyüzünü Allah yükseltti.” (Rahman: 7)
Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, hem bir plânın hem de bir plânlayıcının varlığını ve azametini göstermektedir.
Göğü sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle bir yapıdır ki, cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de birbirleriyle ahenkli durumdadır.
“Ve mizanı (ölçüyü) O koydu.” (Rahman: 7)
Nitekim yaratıldığı günden bu yana, kâinatın ayakta durması, bu gerçeğe şâhitlik etmektedir.
Bu Âyet-i kerime’de gök cisimleri arasında itme ve çekme kuvvetleri bulunduğu, göklere denge kanunu konulduğu belirtilmektedir.
Yer ile gök arasını ayırdıktan sonra bütün kâinatın mizanını da O koydu.
Güneş kendi mihverinde döner, ay kendi mihverinde yüzer, yıldızların her birisi kendilerine tahsis edilen yollarla yürürler. Bunların hepsi bir ölçü, mizan ve intizam dairesindedir.
Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur, tesadüf diye hiçbir şey yoktur.
Allah-u Teâlâ insanların mallarını korumalarını, haklarını meşru yollardan elde etmeleri için tartı ve ölçü tanzim edilmesini, hile yapılmamasını emir buyurmuştur. Ölçü ve tartıyı tam tutmak, doğru terazi ile tartmak farzdır.
“Sakın tartıda haksızlık etmeyin.” (Rahman: 8)
Allah-u Teâlâ ölçüyü; insanların ölçüsüzlük yapmamaları, adaleti çiğneyip haddi aşmamaları için koymuştur.
Alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp tartmak haram kazanç yollarındandır ve bir nevi hırsızlıktır.
Ticari hayatta aynı zamanda kul hakkı da bahis mevzudur. Bu ise şirkten sonra günahların en ağırı, ödenmediği takdirde affedilmeyenidir.
“Tartıyı doğru yapın, terazide eksiklik yapmayın.” (Rahman: 9)
Çünkü kâinatın nizam ve intizamı, adalet ve dengeye dayanır.
Bu Âyet-i kerime ölçü ve tartıda haksızlıktan kaçınmaya işaret olabileceği gibi, kıyamet günü kendisi ile terazisinin hafif gelmeyeceği şeylerle uğraşmaya da işaret vardır.
Yeryüzünün canlıların yaşamasına uygun bir şekilde düzenlenmesi ve döşenmesi, güzel güzel bitkilerin yetişmesi, hiç şüphesiz ki ilâhî bir plâna göre olmaktadır.
“Yeryüzünü canlılar için o hazırladı.” (Rahman: 10)
Yerin bu şekilde aşağıya kurulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir. Ki, orada yerleşip Allah-u Teâlâ’nın orada yarattıklarından faydalansınlar.
Kâinat içinde her mahlûk için elverişli şartları sağlayan ve onu yaratan Allah-u Teâlâ’dır.
Allah-u Teâlâ insanlar için hazırlayıp ihsan buyurduğu ve sayılamayacak kadar çok ve çeşitli nimetlerini Âyet-i kerime’lerinde beyan etmektedir.
“Orada meyveler, salkım salkım hurmalar vardır.” (Rahman: 11)
Cinsleri ve şekilleri ayrı ayrı olan meyvelerin yanı sıra, duruşlarının güzellikleri de bir başkadır.
“Yapraklı taneler ve hoş kabuklu bitkiler vardır.” (Rahman: 12)
O bitkiler sinirlere ve ruhlara neşe ve canlılık verir. Bütün bunlar, yeryüzünün insanlar için hazırlanmış olduğunun tecellileri arasındadır.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 13)
Durum böyle olduğuna göre, o halde size bunları yaratana, bunları verene şükretmek düşer.
Bu Âyet-i kerime’nin otuzbir yerde tekrarlanması, ilâhî nimetleri hatırlatmak, ihsan ve ikramları itiraf içindir.
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak muhtelif Âyet-i kerime’lerde değişik terimlerle ifade edilmektedir.
Âl-i imran sûre-i şerif’inin 59. Âyet-i kerime’sinde Âdem Aleyhisselâm’ın vücud buluşunun ana maddesinin toprak oluşu;
Secde sûre-i şerif’inin 7. Âyet-i kerime’sinde bu toprağın su ile hamur edilip çamur haline getirilişi;
Müminun sûre-i şerif’inin 12. Âyet-i kerime’sinde çamurun süzülerek özleştirilmesi;
Saffat sûre-i şerif’inin 11. Âyet-i kerime’sinde çamurun istenilen şekli almaya elverişli ve hazır duruma gelmesi;
Hicr sûre-i şerif’inin 26. Âyet-i kerime’sinde çamurun şekillendirilerek kurutulması ve havanın tesiri ile renginin değişik olması;
Rahman sûre-i şerif’inin 13. Âyet-i kerime’sinde ise çamurun iyice ıslah edilmesi ve âdeta saksı gibi merhalelerden geçirilerek pişmesi belirtilmektedir:
“Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir balçıktan yarattı.” (Rahman: 14)
Bunlar yaratılış merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellisiyle şekillendirilmiştir.
Şu halde insanların asıl yaratılışlarını düşünerek Allah-u Teâlâ’ya imanla beraber çok şükretmeleri gerekmektedir.
Mevcudatta cin adı verilen lâtif yaratıklar da vardır. İnsanlarla birlikte yeryüzünde hayatlarını sürdürürler. Yaratılışları insanların yaratılışlarından daha evveldir. İnsanlar topraktan yaratıldığı gibi, onlar da ateşten yaratılmışlardır.
Âyet-i kerime’de:
“Cinleri de yalın bir ateşten yaratmıştır.” buyuruluyor. (Rahman: 15)
Şeytan da cinlerdendir.
“O cinlerden idi.” (Kehf: 50)
Onların insan toplulukları, kabileleri ve cinsleri gibi muayyen toplulukları vardır. Evlenirler-çoğalırlar, yer-içerler, genci-ihtiyarı vardır. Ancak nerede yaşadıkları bilinmemektedir. Dünyanın dışındaki yıldızlarda yaşama kabiliyetleri de vardır. Onlar insanları görürler, söylediklerini işitebilirler, dillerini anlayabilirler. İnsanlar ise onları göremezler.
Cinler namazda insana iktidâ ederler.
Cinlerin gıdası kemiktir, tezek de hayvanlarının yemidir.
Uzunluk-kısalık ve bir mekânda bulunmak gibi sıfatlara haizdirler. Kendilerine mahsus ilimleri vardır. Muhtelif şekillere girme hassaları mevcuttur. Çok defa yılan suretinde görüldükleri rivayet olunmaktadır.
Hem hidayet yoluna hem de dalâlet yoluna girmeye müsait kabiliyette yaratılmışlardır.
Cinlerin mümin olanları müminlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber cehennemde olacaklardır.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 16)
Siz bu nimetleri hiç görmüyor musunuz? Kendi varlığınızı inkâr mı ediyorsunuz?
Allah-u Teâlâ sadece insanların ve cinlerin yaratıcısı olmakla kalmayıp; bütün varlık yönlerinin, görünen ve görünmeyen bütün nimetlerin ve bütün tekâmül mertebelerinin hepsinin sahibidir.
“O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir.” (Rahman: 17)
Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunlardaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen üzere bir irade ile ve sadece “Ol!” demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah-u Teâlâ böyle bir yaratıcıdır.
Dünyanın küre şeklinde yuvarlak olması nedeniyle; güneş bir yarı kürede doğarken, diğer yarı kürede batar. Bu şekilde düşünülürse yeryüzünün iki doğusu ve iki batısı olmuş olur.
Bir kimse üzerine güneş batarken, bir başkası üzerine doğmaktadır. Bir tek anda bile doğuş ve batış olabilmektedir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ burada doğuların da batıların da Rabbi olduğunu bildirmektedir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki biz muktediriz.” (Meâric: 40)
Burada Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı akdes’ine yemin etmektedir.
Nereye bakılırsa bakılsın, orada O’nun Rubûbiyeti hâkimdir.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 18)
Bunların faydaları nasıl inkâr edilebilir?
Allah-u Teâlâ’nın kâinattaki hârikulâdeliklerinin sınırına pâyan yoktur. Yarattıklarının seyrine güzelliğine doyulmaz, hakikatine erilmez. Âlemdeki akıllara durgunluk veren şeyler, hep O’nun kudretinin eseridir.
Âyet-i kerime’lerinde salıverilen iki denizin, aralarına konulan bir perde ile birbirlerine karışmalarının önlenmiş olduğunu beyan etmektedir:
“Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar.” (Rahman: 19)
Onlar birbirine kavuşurlar, satıhları birbirine değer, görünüşte aralarında fark yoktur.
“Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahman: 20)
Birbirleriyle karşılaştıkları halde, karışarak taşkınlık etmezler. Görünüşte aralarında bir ayrılık yoktur. Böylelikle birinin ötekini bozması önlenmiştir. Bu durum karada ve denizde pek çok yerde görülmektedir.
Nitekim son yıllarda Batılı deniz araştırmacısı Kaptan Kusto, Cebelitarık boğazında araştırmalarını sürdürürken, Akdeniz ile Atlas okyanusunun birbirine karışmadığını; bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli bulunduğunu tesbit etmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın azâmetinin aklî delillerinden olan zâhirdeki bu mânânın yanısıra, bu karışmamanın bâtınî mânâsı da şudur.
Berzah; iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Allah-u Teâlâ hakikatı da salmıştır, dalâleti de salmıştır.
Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır, birbirine karışmazlar.
Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. "Ol!" demekle perde husule geliyor, "Karışma!" emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli koyan O'dur.
Âyet-i kerime'sinde:
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara yemin olsun ki!.." buyuruyor. (Mürselât: 4)
Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O'nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı kurdu. O berzahı aşmak mümkün değil. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta kaldı. Hükmünü yürüttü, berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde diye bir şey yok, Allah-u Teâlâ'nın hükmü var.
Diğer Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip, aralarına da karışmalarına engel olan bir perde koyan Allah'tır." (Furkan: 53)
Allah-u Teâlâ o arşa emanetleri indiriyor, sonra o mânevî arştan dilediğine taksim ediyor.
O tatlı denizden murad, susuz olanları sular, onların gönüllerini yıkar, nasibini verir, mutmain eder, yol aldırır. Bunlar hakiki mutasavvıflardır.
Diğeri ise tuzlu ve acıdır. Onlarınkisi fayda vermez. O berzahın ötesinde kalanlar dalâlet ehlidirler. Onlarda su var gibi görünür. Fakat ne susuzluğunu giderir, ne de suya kandırır.
Asıl perde O'nun emri ve hükmüdür. O'nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet birbirine karışmıyor.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 21)
Bu iki denizin faydalarını, bunlardaki alınacak ibretleri nasıl inkâr edersiniz? Bunları bir kere olsun düşünmez misiniz?