Tâlut’un sayıca az olan imanlı ordusu, Câlut’un sayıca çok olan putperest müşrik ordusu ile karşılaştılar.
Âyet-i kerime’de :
“Câlut ve ordusuna karşi çiktilar.” buyuruluyor. (Bakara: 250)
Câlut’un ordusu karınca gibi kaynıyordu. Müminler hep birden ellerini açarak âlemlerin Rabbine duâ etmeye, yalvarmaya başladılar :
“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler güruhuna karşı bize yardım et!” (Bakara: 250)
Sabır ve sebat O’nun elindedir, O dilediğini sebat ettirir, azim ve gayret verir.
İki ordu karşı karşıya geldiler ve savaş başladı. Tâlut’un imanlı ordusu büyük bir azimle savaşa girmişlerdi. Câlut’un müşrik ordusu ise neye ugradiklarini bilemediler, kisa zamanda bozguna ugradilar.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere :
“Sonunda Allah’ın izniyle onları hezimete uğrattılar.” (Bakara: 251)
Netice bekledikleri gibi oldu. Allah-u Teâlâ duâlarını kabul buyurdu, sabır ihsan etti, sebatlarını artırdı, onlardan yardımını ve nusretini esirgemedi.
Tâlut’un muharebesi ve Davut Aleyhisselâm’ın kahramanlığı ile Allah-u Teâlâ İsrailoğullarının başından düşmanlarını savdığı gibi, eğer bir kavmin üzerinden başka kavimleri savmasaydı, elbette düzen bozulurdu.
Nitekim Allah-u Teâlâ Kuran-ı kerim’inde Tâlut ile Câlut arasında cereyan eden savaş emrinin hikmetini ve insanlığa olan büyük faydasını beyan ederek şöyle buyuruyor :
“Eğer Allah, insanların bir kısmı ile diğerlerini savmasaydı, yeryüzünün düzeni bozulurdu.
Fakat Allah bütün âlemler üzerine lütuf ve kerem sahibidir.” (Bakara: 251)
Zira eğer savaş olmasaydı, yeryüzünde fesat çıkaran şer kuvvetler dünyaya hakim olurlar, akla hayale gelmeyen zulümler işlerlerdi. Düzen bozulur, yeryüzünde insan namına bir şey kalmazdı.
Fakat Allah-u Teâlâ âlemler üzerindeki sonsuz lütuf ve keremi ile zaman zaman salih kullarına inayet ve nusret ihsan eder, onların vasıtası ile dünyayı fesad ehlinin şerrinden korur, bir çok fesadların zuhurunu önler. Beşeriyete Hakk’ı bildirecek, hakikatı duyuracak zatlar yaratır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde “Allah’ın def’i, Allah’ın savması olmasaydı!” mânâsına gelen “Ve levlâ def’ullahi” buyurmak suretiyle fesad ehlini defedip savma işini bizzat kendisine nisbet etmiştir. Buradan da anlaşiliyor ki, mümin kullarini fesad ehlinin şerrinden ve zulmünden korumayi bizzat üzerine almiş bulunmaktadir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur :
“Onlarla savaşin ki Allah sizin ellerinizle onlara azaplandirsin, onlari rüsvay etsin, size onlara karşi zafer versin, müminlerin gönüllerini ferahlandirsin.” (Tevbe: 14)
İşte bu sebepledir ki cihadı farz kılmıştır. Canı ile malı ile düşmana karşı Allah yolunda savaşmak müminlerin vazifesidir. Onlara yardım edip muvaffak olmalarını sağlamayı, düşmanlarını defedip tesirsiz bir hale getirmeyi tekeffül etmiştir.
Bütün bunlar O’nun değişmez kanunudur. İnsanlık âlemi için lütuf ve kereminden başka bir şey değildir. Tarihte görülen galibiyet ve mağlubiyetler de bunun açık bir delilidir.
Şüphesiz ki tâ Adem Aleyhisselâm’dan beri hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, hayır ile şer... yüryüzünde devamlı var olmuş, inananlarla inanmayanlar arasındaki mücadele sürüp gitmiştir. Bu hususta Kuran-ı kerim’de bir çok Âyet-i kerime’ler mevcuttur.
Allah-u Teâlâ cihadı takdir buyurmasa idi, dalâlet ehli sapıklıklarını sürdürürler, kendi zamanlarındaki muhtelif milletler üzerine saldırırlar, yurtlarını istilâ ederler, mabedlerini harap edip dururlardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur :
“Onlar ki, başka degil, sirf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır.
Şüphesiz ki Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile bertaraf edip savmasaydı; manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın ismi çok çok anılan mescidler yıkılır giderdi.
Allah kendisine yardım edenlere elbette yardım eder, şüphesiz ki Allah pek kuvvetlidir, aziz olandır.” (Hacc: 40)
Allah-u Teâlâ’nın insanları birbirleri ile bertaraf etmesinden başka hiç bir şey o mabedleri yıkılmaktan kurtaramaz. Her peygamberin zamanında düşmanın tasallutuyla ibadet mahalleri hep yıkılırdı.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına savaşsız da yardım etmeye kadirdir. Şu kadar var ki kulları ne derece kendisine itaat edecek diye denemek ister.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur :
“Eğer Allah dileseydi onlardan intikam alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek ister.” (Muhammed: 4)
Kim Allah’ın dinine sarılıp yardım ederse, Allah da elbette dalâlet ehline karşı onlara yardım eder. Müminler her zaman için ilâhi desteğe mazhardırlar.
Yeryüzünde hangi millete ne kadar iktidar verileceğine karar veren O’dur.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki :
“Onlar ki, eğer biz kendilerine yeryüzünde iktidar mevkii verirsek namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder, kötülükten nehyederler.
Bütün işlerin sonucu Allah’a aittir.” (Hacc: 41)
Bu savaşta babasi ile birilikte Tâlut’un askerleri arasında er olarak Davut Aleyhisselâm da bulunuyordu ve genç bir delikanlı idi. Attığı bir sapan taşı ile Câlut’u öldürdü.
Âyet-i kerime’de :
“Davut Câlut’u öldürdü.” buyuruluyor. (Bakara: 251)
Câlut güçlü kuvvetli, cesur ve cebbar bir hükümdar olmasına rağmen, Allah-u Teâlâ onun ölümünü bir ibret nümunesi olarak yaşı küçük bir delikanlının eline verdi.
Tâlut, Allah-u Teâlâ’nın yardımı ile muzaffer olarak savaş meydanından ayrıldı. İsrailoğulları tekrar eski topraklarına ve hürriyetlerine kavuşmuş oldular.
Tâlut, kızını Davut Aleyhisselâm’la evlendirdi.
O günden itibaren Davut Aleyhisselâm’ın ismi İsrailoğulları arasında parladı, şöhreti yayıldı. İsrailoğulları Tâlut’un ölümünden sonra toplanıp Davut Aleyhisselâm’a biat ettiler. Yaşi daha otuz bile yokken onlara hükümdar oldu. Israilogulari ondan önce hiç bir hükümdarin etrafinda bu şekilde toplanmamişlardi.
Bir müddet sonra da Allah-u Teâlâ kendisini peygamberlikle vazifelendirdi. Böylece saltanatla nübüvveti şahsinda birleştiren ilk peygamber oldu.
Âyet-i kerime’de :
“Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi, ona dilediğini öğretti.” buyuruluyor. (Bakara: 251)