Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Yâ Ebâ Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır. Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir. Amelini halis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah basirdir, her şeyi, her yapılanı görür.”
Dönüşü olmayan ahiret gününde hafif olmak, hiç şüphesiz ki bahtiyarlıkların en büyüğüdür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“-Müferridler yarışı kazandılar!”
“-Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?”
“-Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar.
Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Hâkim)
Bu müferridler iki türlüdür:
Birincisi ahiret müferridi.
İkincisi dünya müferridi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bu Hadis-i şerif’lerinde tarif buyurduğu müferridler ahiret müferridleridir.
Dünya müferridlerini de biz açacağız size.
Ahiret müferridleri bütün benlikleri ile âlemlerin Rabbine yönelmişler, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nurlu yolu üzerindedirler. Dünya malının ağırlık olduğunu, hesaba mucip olduğunu bilirler. Onlarda hiç dünya malı bulunmaz. Dünyada iken yavaş yavaş dünya yüklerini sırtlarından attıkları için hesapları kolaylaşmıştır.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim.” (Buhari)
Allah-u Teâlâ’nın zikrine öylesine dalmışlardır ki, rikkatli bir kalp ile yalnız şunu isterler:
“Allah’ım! Rızânı ve hoşnutluğunu diliyoruz. Bize o rikkatli kalbi ver ve o kalp ile yürüt.”
Onlar Allah-u Teâlâ’dan hiçbir şey istemezler. Onlarda başka bir arzu yoktur ve yaşamaz.
Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Benim nazarımda insanların en çok imrenmeleri uygun olan kişi şu vasıfları taşıyan kimsedir:
(Yükü ve) hali hafif, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde gizli kalan (pek tanınmayan) ve (toplumda) kendisine değer verilmeyip iltifat edilmeyen mümindir.
Onun rızkı (zaruri ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti. Ölümü de çabuk oldu. Az miras bıraktı. Kendisi için ağlayan kadın da az oldu.” (İbn-i Mâce: 4117)
Allah-u Teâlâ murad ederse kulunu istediği gibi hallendirir, o halleri O koyar ve o kul o hallerle hemhâl olur.
Bu hale vâsıl olanlar çok az kişidir, âdeta tek kişi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin beyanlarının zâhiri mânâsı olduğu gibi, bâtınî mânâsı da vardır. Zâhirî mânâ çoğu zaman anlaşılıyorsa da, bâtınî mânâ anlaşılmıyor.
Herkes nasibi kadar alır. Zâhirden nasibi olan zâhirîni alır, bâtından nasibi olan bâtınını alır, ledünden nasibi olan ledünîsini alır.
•
Dünya müferridlerine gelince;
Onlar şeytanın izindedirler. Onlar birbirleriyle şöhret yarışına çıkmışlardır. Şöhret ise âfâttır.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin kıyamet gününde, oranın hâl ve ahvalini gördükleri, o büyük korkuları gözleri ile müşahede ettikleri zamanki durumlarını Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“O günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak;
‘Ey Rabbimiz! Gördük ve işittik. Bizi dünyâya geri gönder de, salih bir amel işleyelim. Artık biz kesin olarak inandık!’ derken bir görsen!” (Secde: 12)
Onlar fâni olan dünyayı bâki olan ahirete tercih etmişlerdi.
Dünyanın şâşâsına, gelip geçici zevklerine öyle kapılmışlar ki, hiç ölmeyeceklerini zannediyorlar.
Dünyanın süsüne lüksüne kimin daha çok sahip olduğu, kimin daha müreffeh yaşadığı hakkında böbürlenirler, kibirlilik yaparlar ve bununla da iftihar ederler. Her biri nam peşinde gezerler, bunlar gururludurlar.
Oysa bakarsın ikisi de bir câmidedirler. Fakat bu müferridlerin birisi Allah ehlidir, birisi de şeytan ehlidir.
Ahiret günü; kimin aldanıp kimin aldanmadığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür. O gün kimin kazanıp kimin kaybettiği, kandırılanın kim, aklını kullananın kim olduğu, kimin hakkının kime geçtiği, kimin hakkından mahrum olduğu anlaşılacaktır.
Yine o gün, ömür sermayesini yanlış işlere yatırarak iflâs edenlerle kârlı işlere yatırarak ebedî saâdet ve selâmetini kazananlar ortaya çıkacaktır.
İnsanlar mahşer yerinde amel defterlerinde belirtilen sevap ve günahları ölçtürmek için mizan başına gideceklerdir. Orada her şeyin kıymeti, her işin değeri, her sevabın ağırlığı ve her günahın derecesi ölçülür. Her şahıs kendi sevap ve günahının miktarına, mahiyetine vâkıf olur.
Mizan; amellerin tartılması, iyilerinin kötülerinin belirlenmesi için Allah-u Teâlâ’nın mahşer meydanında ortaya koyacağı terazidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Biz kıyamet günü adalet terazileri kuracağız.” (Enbiya: 47)
“O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi divana) çıkarlar.” (Zilzâl: 6)
Herkes ameline göre bölük bölük olur. İman ehli ayrı gruplar, küfür ehli ayrı gruplar halinde sevkedilirler, muhasebeye tâbi tutulurlar.
Müminin terazi kefesinde öncelikle imanının ağırlığı olacak, bunun yanı sıra amel-i salihleri de ağırlık yapacaktır. Kâfirlerin hiçbir iyiliği kötülük kefesini kaldırmayacaktır. Çünkü küfür, kötülük kefesini ağır bastıracak kadar büyük bir kötülüktür.
Allah-u Teâlâ’nın adaleti tecelli edecek, herkes bu ilâhî adaletin icabı olarak ya mükâfat veya mücâzat görecektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzâl: 7-8)
Bir mümin bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görecektir. Kötülük yapmışsa ondan da haberdar edilecektir. İyilikleri kötülüklerinden çok ise ilâhi bir lütuf olarak o kötülükleri affa uğrayabilir veya onun cezasını dünyada iken görmüş bulunur.
Bir kâfir ise, iyilik yaparsa, o iyiliği iman dahilinde olmadığı için Allah katında makbul değildir. Ahirette kendisini azaptan kurtaramaz.
Allah-u Teâlâ Fatiha sûre-i şerif’inin 4. Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’ini:
“Din gününün sahibi” olarak vasıflandırmaktadır.
Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
Ne emir buyurursa o olacaktır.
“Din günü” her yapılanın karşılığının verileceği son gün demektir. O gün, kendi mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, tasarrufuna ortak olacak hiç kimse bulunmayacaktır.
“Bu gün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah’ındır!” (Mümin: 16)
Soruyu soran da O, cevap veren de O...
Bir ortağı olmak şöyle dursun, her şey O’nun kahrına mahkûmdur.
“O gün gerçek hükümranlık Allah’ındır.” (Furkan: 26)
Dünyada geçici olarak emaneten mülk ve saltanat sahibi olanların hükümleri, ölümleri ile ellerinden alınır. İyi veya kötü, yaptıkları işlerin hesabı yanlarına kâr kalır. O gün O’ndan başka hiç kimse mülk sahibi değildir.
İlâhi mahkeme kurulduğunda yürekler çarpar, akıllar şaşkına döner. Herkes sadece kendisinin hesaba çekileceğini zanneder.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız.” (Rahman: 31)
Bu ilâhi bir tehdittir. O’nun bir meşguliyeti olup, O bu meşguliyeti bitirdikten sonra hesaba başlayacak değildir. Hiçbir şey O’nu bu işten alıkoymayacaktır. İnsanlarla cinlerin hesabını görecek, geriye bir şey bırakmayıp hükmünü verecektir. O gün perdeler kaldırılacak, her şeyin içyüzü açığa çıkacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan bir iyilik hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir tartıya koyarız.” (Enbiya: 47)
Her insan ne yapmışsa, her türlü sevap veya günahı mizanda tartılır. İyilikler mükâfatsız, kötülükler cezasız kalmaz.
Allah-u Teâlâ dilerse ufacık bir iyiliği dağlar kadar yaparak kulunu kurtarır.
Tartı neticesinde sevabı ağır gelenler cennete girmeye hak kazanırlar, günahı ağır gelenler ise cezalarını çekmek üzere cehenneme sevkedilirler.
Kişinin yükü Allah-u Teâlâ ile yakınlığı nisbetinde hafif veya ağır gelecektir. O yakınlığın verdiği ağırlıkla tartılacak ve sadece o ölçü ile hesaba çekilecektir.
Allah-u Teâlâ’nın kudretinin, adaletinin bir büyük tecellisi olmak üzere, o gün insanların amelleri tartılırken, dereceleri ve mahiyetleri umuma karşı meydana çıkarılırken; imanı ve amel-i salihleri sebebiyle tartıları ağır gelenler, gazab-ı ilâhiye uğramayacaklar, her türlü korku ve azaplardan emin olacaklar, nâmütenahi sevaplara nâil olacaklar.
Âyet-i kerime’de:
“Tartıları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” buyuruluyor. (A’raf: 8)
İmanlarının sadakat ve kemâlinden, amellerinin güzellik ve cemalinden, ihlas ve samimiyetlerinden dolayı tartıları ağır gelmiş, neticeler belli olmuş, umuma ilân edilmiş, cennete girecekleri kesinleşmiş.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde bu gibi kimselerin bahtiyarlığı hakkında:
“Tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacaktır.” buyuruyor. (Kâria: 6-7)
Ki, bu çok büyük bir mutluluk alâmetidir.
Tartılan ameller her ne kadar cisim değilse de, Allah-u Teâlâ onları cisim haline getirir. İyilikler nurânî, kötülükler zulmânî birer cisim suretinde tartılırlar.
Mizanın tehlikesinden ancak dünyada nefsini hesaba çeken; duygu ve düşüncelerini, söz ve davranışlarını, amellerini ahkâm terazisi ile tartan kimselerle, tevbeleri kabul edilenler kurtulurlar.
Amelleri tartılacak olanlar, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmış olan kimselerdir. Yani hem sevap hem de günah işlemiş olanların amelleri tartılacaktır. Amel defterlerinin dağıtımında, defterini sağ eline alanlar, kolay bir hesap ile kurtulacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür.” (İnşikak: 7-8)
Bu gibi kimselerin amelleri Allah-u Teâlâ’ya arzolunur. İbadetlerine sevap verilir. Eğer günahı varsa günahından geçilir, affolunur, asla şiddet olmaz. Yaptıklarının bütün incelikleri sorulmaz. Çünkü yaptığı şeylerden bütün incelikleriyle hesaba çekilecek kimse azaba uğrayacaktır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Kıyamet günü inceden inceye hesaba çekilen azaba uğratılır.” buyurmuşlardır.
Hazret-i Aişe -radiyallahu anha- Validemiz bu söz üzerine:
“Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ: ‘Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür’ buyurmuyor mu?” diye sorduğunda:
“O hesap değildir, sadece bir arz edilmekten ibarettir. Yoksa kimin hesabı inceden inceye tetkik edilirse azaba uğrar.” cevabını verdiler. (Buhari)
Hazret-i Aişe -radiyallahu anha- Validemiz buyururlar ki:
“Resulullah Aleyhisselâm’ı dinledim, namazlarının bazısında: ‘Allah’ım! Beni kolay bir hesapla muhasebe et!’ diyordu. Namazı bitirince: ‘Yâ Resulellah! Kolay hesap nedir?’ diye sordum. ‘Kitabına bakılıp geçiştirilivermesidir’ buyurdu.” (Ahmet bin Hanbel)
İnşikak sûre-i şerif’inin 9. Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruluyor:
“Ve sevinçli olarak ailesine döner.”
Akrabalarının, dostlarının ve kendisi gibi azaptan kurtulanların yanlarına gelir. Müjdeleşirler, tebrikleşirler, sevinçleri yüzlerinde parlamaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (Müminun: 102)
Hiç isyan etmeyen sıddıklar ile şehidler mizan ve hesap görmeden cennete gireceklerdir.
Kötülerin hesaba çekilmeleri çok zor olacaktır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de:
“Hesabın en kötüsü onlar içindir.” buyuruluyor. (Rad: 18)
İyiliklerinin bulunmaması, sevaplarının olmaması, inkâr etmesi veya günahlarının sevaplarından çok olması neticesinde, bu gibi kimselerin de tartıları hafif gelir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Tartıları hafif gelenler, âyetlerimize yaptıkları haksızlıktan ötürü (âyetlerimizi inkar ederek zulmettikleri için) kendilerine çok yazık etmiş kimselerdir.” (A’raf: 9)
Ulvi hayata yönelmeyip sufli bir hayat süren, davete kulak asmayan, emir-yasak dinlemeyen kimselerin yaptığı yanına kâr kalmayacak, herkes amelinin cezasını görecek ve hak yerini bulacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Tartıları hafif gelenler ise, onların anası (varacakları yer) Hâviye’dir.” (Kâria: 8-9)
Cennet nasıl ki salih amelleri ağır gelenlerin ana yurdu ve ana kucağı ise, cehennem de kötülükleri ağır gelenlerin ana kucağı mesabesindedir.
Tepetakla, kafa üstü cehennem uçurumuna düşüp yuvarlanırlar. Sığınıp barınacakları en şefkatli anası Hâviye’den ibarettir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hâviye’nin ne olduğunu sen bilir misin? O kızgın bir ateştir!” (Kâria: 10-11)
Ateş zaten kızgın demek olduğu halde “Nâr” denildikten sonra Allah-u Teâlâ’nın bir de kızgın manasına gelen “Hâviye” kelimesi ile tavsif etmesi, “Hâviye”nin çok şiddetli olduğuna, o hararetin cehennemin diğer tabakalarında bulunmaz bir derecede yakıcı olduğuna işaret etmektedir.
Başkalarını dalâlete, küfür ve isyana sevketmiş olan her isyankâr topluluğun kötülükte önder olanlarını, sapıtmış ve saptırıcı liderlerini ve ileri gelenlerini Allah-u Teâlâ çıkarıp ayıracak, suçu en büyük olanlardan başlanacaktır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Sonra her gruptan Rahman’a karşı isyanda en ileri gidenleri ayıracağız.” buyuruyor. (Meryem: 69)
Onların mahkemesi daha şiddetli görüldüğü gibi, azapları da kat kat olacaktır.
Mizanda hasenatın en ağır geleni Kelime-i şehadet’tir. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah-u Teâlâ kıyamet günü bir kimseyi hesaba çekmek için herkesin önünde ayırır ve günahla dolu doksandokuz defterini ortaya koyar. Her bir defterin büyüklüğü gözün uzanabileceği mesafe kadardır.
Allah-u Teâlâ: ‘Bu günahlardan kabul etmediğin ve meleklerin sana fazla yazdığı hususunda bir diyeceğin var mı?’ diye sorar. Kul: ‘Hayır ya Rabbi!’ der. Allah-u Teâlâ: ‘Bunlara karşı herhangi bir mazeretin var mı?’ buyurur. O kimse de: ‘Hayır ya Rabbi!’ buyurur. Sonra, içinde:
‘Allah’tan başka ilâh olmadığına Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in O’nun kulu ve resulü olduğuna şehadet ederim.’
Cümlesi yazılı küçük bir kağıt parçasını çıkarır ve: ‘Gel kendi tartında bulun!’ buyurur.
Kağıdı gören kimse: ‘Ya Rabbi! Şu doksan dokuz defterin karşısında bu kağıdın ne kıymeti olur?’ der. Allah-u Teâlâ: ‘Sana hiçbir haksızlık yapılmayacaktır.’ buyurur ve defterler terazinin bir kefesine, Kelime-i şehâdet yazılı kağıt da diğer kefesine konur. Şehadet-i Celile’yi ihtiva eden kağıt doksandokuz defterden ağır gelir.
Hiçbir şey Allah Lâfza-i Celâl’inden daha ağır gelemez.” (Tirmizi)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“İki kelime vardır ki, Rahman’a sevimli, dilde hafif ve mizanda ağır gelir.
Bunlar;
‘Sûbhanellahi ve bihamdihi, Sûbhanellahil-azîm = Yüce Allah’ı hamd ile tesbih ederim, Yüce Allah’ı tenzih ederim.’ kelimeleridir.” (Buhari Tecrid-i Sarih: 2189)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici, ahiret hayatının ise ebedi olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedi hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!” (Fâtır: 5)
Nimet ve ziynetleriyle sizi ahiret hayatından alıkoymasın.
Bir Âyet-i kerime’sinde de buyurur ki:
“Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat:
O, gökten indirdiğimiz suya benzer ki, o su sayesinde yeryüzünün bitkileri birbirine karışır, arkasından da rüzgarın savurduğu çöp kırıntısı haline döner.
Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır.” (Kehf: 45)
İşte dünya hayatının sonu böyledir. Başlangıçta pek güzel bir manzara teşkil ediyor, daha sonra bir felaketle mahvolup gidiyor.
Servet ve evlat, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa cehennemin kapısını açar. Bunlar dünya hayatına âit birer ziynettir. Allah katında asıl hayırlı olan şey ise salih amellerdir.
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde dünya hayatının az bir süre ve bir geçimlik olduğuna dair, yağan yağmur sebebiyle yeşeren bitkilere kısa bir ömür verilmesini misal olarak beyan buyurmaktadır:
“Dünya hayatı tıpkı gökten indirdiğimiz yağmura benzer. O yağmurla insan ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkiler bol bol yetişir; yeryüzü renk renk, çeşit çeşit mahsullerle süslenir.
Yerin sahipleri bütün bunlara malik olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün birden emrimiz geliverir de, orayı hiçbir şey bitirmemişe çeviririz.
İşte biz âyetlerimizi, düşünen insanlar için böylece apaçık beyan ederiz.” (Yunus: 24)
Dünyanın, kıyametin kopmasından az önceki durumu işte budur.
Bu misallerden ders alabilenler, ancak tefekkür kabiliyeti olan kimselerdir.
Geçici ve gidici bir hayatın lezzetlerine aldanarak, ahiret için hiçbir hazırlık yapmayanlar; tıpkı hasadından emin olunan olgun bir bitkinin, aniden bir felaketle karşılaşması gibi, onlarda bu yaptıklarının karşılığını bir felaket olarak bulurlar.
Dünyayı isteyenden dünya kaçar, ondan kaçanın da peşine düşer.
Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan say.” (Tirmizî)
Ömrünü Allah yolunda değerlendirenler, ebedi saadetin yolunu seçmiş olurlar:
“Allah esenlik yurdu olan cennete çağırır, dilediğini doğru yola eriştirir.” (Yunus: 25)
Öyle bir cennet ki, orada; herhangi bir kayıp, felaket, üzüntü ve sıkıntı, acı ve tasa yoktur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim: 2956)
Mümin dünyada ne kadar nimet içinde yaşarsa yaşasın, Allah-u Teâlâ’nın Cennet-i âlâ’da ona bahşedeceği nimetler yanında zindanda gibidir. Fakat bir kâfir ne kadar eziyet görürse görsün, cehennem azabının yanında dünya ona cennet gibidir.
•
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Dünya hayatı, dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür. Aranızda öğünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olmak isteğinden ibarettir.
Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.
Ki, sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.
İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.
Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid: 20)
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.
Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp ahiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.
Bu dünya hayatı, “Ben filanın oğluyum! Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Dünya vasıta, ahiret gaye hayattır. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve gaye hayat olan ahireti unutturmaması gerekir.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedi olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir. Allah’ın yanında bulunanlar ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır.
Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine tevekkül edip güvenenler içindir.” (Şûrâ: 36)
Bu mükâfatı hak edenler Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutlar içinde ömürlerini sürdürürler, her vesile ile Rızâ-i ilâhî’yi ararlar.
Bir şey zeval bulmakla karşı karşıya ise, çok bile olsa az sayılır. Hem az hem de geçici ise durum daha da değişir.
Ahiretin kendileri hakkında dünyadan daha hayırlı olacağı kimseler ise takvâ sahipleridir.
Eğer insanlar ahiretin devamını bilselerdi, dünyayı ahiret üzerine tercih etmezlerdi.
Ukbâ’yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kâimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.
Allah-u Teâlâ’nın zikrinden yüz çeviren, Rabbi ile rabıtasını koparan, onun uçsuz ve bucaksız rahmetiyle alâkasını kesen kimseler hakkında Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” (Tâhâ: 124)
Bu gibi kimseler her ne kadar bolluk içinde olsa da, müreffeh bir hayat yaşıyor görünse de, onun hayatı sıkıntılarla, şüphelerle ve darlıklarla doludur. Onun için iç huzuru ve gönül ferahlığı yoktur. Kararsızlıklar ve dengesizlikler içinde bocalar durur. Sürekli vicdan azabı çeker.
Kazandığı servetten tek başına faydalanmak ister, kimseyi o maldan istifade ettirmek istemez. Helâl-haram demeden servetinin çoğalmasını ister. Malı eksilirse Rabbinden hoşnud olmaz. Her iki durumda da sıkıntı içindedir.
Altın ve gümüş biriktirmeyi, mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçip; ölümü ve ahireti unutan, dünyada devamlı kalacağını zanneden bir takım kimselerin nasıl bir cezaya maruz kalacaklarını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde ihtar buyurmaktadır:
“Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, arkadan çekiştirip yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı adet edinen herkesin vay haline! O, malının kendisini ebedi kılacağını zanneder.” (Hümeze: 1-2-3)
Malını yığar ve onu sayar durur, saydıkça zevk alır, Allah-u Teâlâ’nın o maldaki hakkını vermez, ölüm ve ahiret hiç aklına gelmez. Gün gelip dünyadan ayrılacağını, bilcümle malının bu dünyada kalacağını hiç düşünmez. Malına son derece güvenir, bir takım hülyalara dalar, büyük emeller taşır. O fâni serveti sayesinde büyük bir mevki sahibi olduğunu zanneder.
İnsanları küçümseyip onlarla alay etmenin sebebi işte budur. Gelip geçici bir servete sahip olmakla azgınlık eden, isyanını artıran bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Gerçek şu ki, insan kendini zengin görerek azgınlık eder. Şüphesiz ki dönüş Rabbinedir.” (Alâk: 6-7-8)
Helâl ve haram demeksizin topladıkları servet yüzünden ahirette pek acıklı bir azaba uğrayacaklardır.
“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda sarfedip harcamayanlara acıklı bir azabı müjdele!” (Tevbe: 34)
Allah yolunda harcamak şöyle dursun, başkalarını da o yolda harcamaktan alıkoyarlar.
Ebu Zerr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Malı şöyle şöyle yapan (yani belirli bir parçasını hayır yollarına, erafındaki fakirlere harcayan) ve onu helâl yoldan kazananlar hariç, dünyalığı en çok olanlar, kıyamet günü en aşağı olanlardır.” (İbni Mâce: 4130)
Bir malın zekâtı verilmezse, bu maldan hacc gibi bir farz yerine getirilmezse, bakmakla mükellef olduğu kişilerin nafakalarına sarfedilmesi gereken miktar sarfedilmezse; bir de bu mal gururlanma ve övünmeye sebep olursa, hele hele gayr-i meşru şekilde haram yollardan kazanılmışsa, haram yollarda harcanmışsa, sahibini gaflet ve şehvete düşürmüşse, Rabbine karşı kulluk vazifelerini ifaya mani olmuşsa, kalbini ulvi düşüncelerden mahrum bırakmışsa... O fazla mal ve servet, sahibi için bir nimet değil, bir felâket olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“O biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri o gün cehennem ateşinde kızdırılır, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır.” (Tevbe: 35)
Onlara denir ki:
“İşte bu kendiniz için yığdıklarınızdır. Yığdıklarınızı tadın!” (Tevbe: 35)
O gün bu mallar alevli ateşte kızdırılır, alınları, yanları ve sırtları dağlanarak yakılır, kendi mallarıyla rüsvay olurlar. “Eyvah!” derler, fakat fayda etmez, artık iş işten geçmiştir. Geri dönüş de yok.
Bir ömür boyu topladıkları yükün bir pislik olduğunu görürler. Bir de bakarlar ki iftihar ettikleri şey pislikmiş!
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” (K. Hafâ)
Hesabın çok şiddetli olduğunu gözü ile görünce dünyaya geri dönmeyi çok isterler.
•
İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara mühlet verir. Bu da haklarındaki ilâhî azabın artmasına sebep olacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma durumuna düşmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere boğardık.
Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabbinin katında, O’nun azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zuhruf: 33-34-35)
Allah katında dünya malının hiçbir değeri yoktur. Altın ve gümüşün kıymet olarak bilinmesi insanlara göredir. O’nun katında değersiz olduğu içindir ki, peygamberlerini dünya hayatında bunlardan mahrum bırakmıştır.
Nitekim Hadis-i şerif’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Altın ve gümüş kaplardan su içmeyin, altın ve gümüş kaplardan yemek yemeyin. Şüphesiz ki bunlar dünyada onların, ahirette ise bizimdir.” (Buhari-Müslim)
“Eğer dünya Allah katında sivrisineğin kanadına muâdil olsaydı, hiçbir kâfire dünyadan bir içim su vermezdi.” (Tirmizi)
•
Allah-u Teâlâ kullarının dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmaları için kitaplar salmış, peygamberler göndermiş, onları hidayete dâvet etmiştir. Bu dâvete icabet edenler ebedî saadete ermişler, kaçınanlar ebedî felâkete maruz kalmışlardır.
İlâhî davete icabet etmemenin cezâsı olarak cehennem onları alabildiğine kendisine dâvet edecektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“(Cehennem) yüz çevirip geri döneni, mal toplayıp yığan kimseyi (kendine) çağırır.” (Meâric: 17-18)
Helâl yollardan mal toplamak, servet elde etmek her ne kadar meşru ise de; cimrilik yaparak servetinin zekâtını vermemek, ömrünü mal toplamakla geçirip ibadet vazifelerini ihmal etmek, onu biriktirmeye düşkün olup hayır hasenat yollarında harcamamak, nâil olunan nimetlerin şükrünü yerine getirmemek... cehennemin dâvetine sebep olabilir.
Allah-u Teâlâ’nın çizmiş olduğu hudutlar çerçevesinde kazanç sağlamakla beraber; servetinin şer’an sarfetmesi hakkını veren, gereken yere sarfeden, fisebilillah infak eden kimse cehennemin dâvetine maruz kalmayacağı gibi, kazandığı serveti cehenneme perde olup sahibinin kurtulmasına sebep olacaktır.
Nitekim Hadis-i şerif’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Yarım hurma tasadduk etmek suretiyle de olsa, cehennemden korunmaya çalışınız.” (Buhari)
Ensar’dan Sâlebe bin Hâtıb adında bir kimse Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek: “Yâ Resulellah! Bana mal vermesi için Allah’a duâ et!” dedi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Yâ Sâlebe! Yazık sana! Şükrünü yerine getireceğin az bir mal, şükrüne güç yetiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.” buyurdu.
Bir başka seferinde yine söyleyince şöyle buyurdu:
“Yâ Sâlebe! Peygamberin gibi olmaya râzı değil misin? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, şayet ben dağların altın ve gümüş akıtmasını isteseydim, mutlaka akıtırlardı.”
Sâlebe ise isteğinde ısrar ederek şöyle dedi:
“Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer bana mal vermesi için Allah’a dua edersen, O da bana mal verirse, her hak sahibine mutlaka hakkını vereceğim.”
Nitekim onun hakkında nâzil olan Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlardan kimi de: ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız.’ diye O’na kesin söz verdiler.” (Tevbe: 75)
Sâlebe sürekli olarak Resulullah Aleyhisselâm’a bu husus için başvurmaktan geri durmuyordu.
Sonunda Resulullah Aleyhisselâm: “Allah’ım! Sâlebe’ye mal ver!” diye dua etti.
Sâlebe önce bir koyun edindi. Koyundan kurtçuklar gibi çok sayıda kuzular türedi. Kısa sürede sürüsü o kadar çoğaldı ki, Medine-i Münevvere dar gelmeye başladı. Oradan dışarı çıkıp, Medine vadilerinden bir vadiye çekildi. Artık mallarıyla uğraşıyordu. Nihayet öğle ve ikindi namazlarını cemaatla kılmaya, diğerlerini terketmeye başladı. Sürüleri daha da çoğalınca Cuma namazını ve cemaatı terketti.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün: “Sâlebe ne yapıyor?” diye sormuş, Ashâb-ı kiram durumunu haber verdiklerinde üç defa “Yazık oldu Sâlebe’ye!” buyurmuştu.
Sonra Allah-u Teâlâ:
“Onların mallarından sadaka al!” (Tevbe: 103)
Âyet-i kerime’sini indirdi, ayrıca zekâta âit farizalar nâzil oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birisi Cüheyne kabilesinden, diğeri Süleym kabilesinden olmak üzere iki kişiyi müslümanlardan zekât almaları için memur olarak gönderdi. Nasıl zekât alacaklarına dair de ellerine yazı verdi.
Onlar da gittiler, nihayet Sâlebe’nin yanına geldiler, ona Resulullah Aleyhisselâm’ın yazısını okudular. Emr-i nebeviyi işiten Sâlebe “Bu istediğiniz cizyeden, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir, bilmiyorum bu nedir?” dedi. Onlar da ayrılıp gittiler, Süleym oğullarından olan kişiye vardılar, durumu bildirdiler. O da develerinin en iyisini zekât olarak ayırdı. Deveyi aldılar, sonra diğerlerine uğrayıp zekâtlarını almaya devam ettiler, tekrar Sâlabe’ye geldiler. O ise yine aynı şeyleri söyledi, vermekten imtina etti.
Memurlar huzur-u nebeviye geldiklerinde, daha onlar bir şey söylemeden: “Yazık Sâlebe’ye!” buyurdu, Süleym oğullarından zekâtını veren zâtın malına bereket girmesi için duâ yaptı.
Bu arada mezkur Âyet-i kerime nâzil oldu:
“Allah onlara lütfundan verince, onda cimrilik edip yüz çevirdiler, sözlerinden döndüler.” (Tevbe: 76)
Sâlebe’nin akrabasından biri Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında bu Âyet-i celile’yi işitince, gidip Sâlebe’ye haber verdi. “Yazık sana ey Sâlebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle âyet indirdi.” dedi.
Durumu öğrenen Sâlebe, vermesi gereken zekâtını yanına alarak Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna geldi, zekâtının kabul buyurulmasını istedi. Resulullah Aleyhisselâm: “Allah senin zekâtını almamı yasakladı.” buyurdu.
Sâlebe’nin başına toprak saçmaya başlaması üzerine Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Ben sana vaktiyle emretmedim mi? Sen ise bana itaat etmedin.”
Zekâtını vermekte ısrar etmesine rağmen kabul edilmeyince evine çekildi. Halife olduğunda zekâtını Hazret-i Ebubekir -radiyallahu anh-e götürmüşse de kabul etmemiş: “Onu senden Resulullah Aleyhisselâm kabul etmedi.” buyurmuş, vefatına kadar da almamıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de aynı yolu izlemişler, onun zekâtını kabul etmemişlerdi.
Ve Sâlebe Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilafeti zamanında ölmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için, Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak sokmuştur.” (Tevbe: 77)
Bu durumda Sâlebe mürted kabul edilerek irtidat hükmü uygulanmamış, fakat müslüman olduğu da tasrih edilmemiştir.
•
İşte şuursuzca mal toplayanın hali budur. Kalbi işgal ediyor, kendisini de meşgul ediyor, ebedî hayatı da söndürüyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” (Ahzab: 4)
Ki birini muhabbet-i Mevlâ’ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
Bu hadiseden anlaşılıyor ki zenginliğin mesuliyeti çok büyüktür.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimin fakirleri, zenginlerinden yetmiş sene önce cennete girer.” (Ahmed bin Hanbel)
Yükü hafif olanın hesabı da kolaydır. Durum böyle olunca yükü yüklemeye çalışanların durumu nasıl olur?
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Cennete muttali oldum, ekseri ehlinin fakirler olduğunu gördüm. Cehenneme muttali oldum ve ekseri ehlinin kadınlar olduğunu gördüm.” (Müslim: 2737)
İnsan dünya malına karşı haris olmamalı, Allah-u Teâlâ’dan hakkında hayırlısını dilemelidir.
Eğer meşru surette bir servete sahip olursa, bunun kıymetini bilmeli, zekâtını ve sadakasını vererek Allah’u Teâlâ’ya fiili şükürde bulunmalıdır.
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal etmemişlerdir.
Âdem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı. İdris Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriyâ Aleyhisselâm marangoz, Davud Aleyhisselâm demirci, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tüccar idiler.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin yediğinin en temiz olanı kendi kazancından olanıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram’ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb “Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu!” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:
“Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Amma riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.” (Taberâni)
Huzur-u saâdetlerine bir gün bir cemaat geldi. Söz sırasında “Yâ Resulellah! Memleketimizde sulehadan bir zât var, gündüzleri oruçla geceleri namaz ve zikrullahla meşgul oluyor.” dediler. Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun yiyecek ve içeceğini kimin temin ettiğini sordu. “Biz hepimiz...” cevabını alınca: “Öyle ise hepiniz ondan üstünsünüz.” buyurdu.
Bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyip her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır.” buyuruyorlar. (Camiüs-sağir)
Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur, itimada şayan değildir, geçicidir, gönül bağlamaya değmez.
Lâkin ebedî bir hayatın ekim tarlası olduğu için çok kıymetlidir, çok muhteremdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyururlar. (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saadetine hem ahiret selâmetine nâil olur, hem de kendisini cehennem azabından muhafaza etmiş olur.
Zaten bunun aksini yapmakla da kişi dini ve dünyevî vazifelerini hakkıyla yerine getiremez. Binaenaleyh her hususta itidale riayet etmek, ifrat ve tefritten kaçınmak gerekmektedir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz eti gıdaların başı saymış, süt ve balı övmüş, tereyağını sıcak ekmek içine koyup yapılan tiritten hoşlanmıştır. Şu kadar var ki bütün dünyevî lezzetlere dalmak da insanı manevî kemâlâttan mahrum bırakır, âhiret saâdetini temine çalışmaktan alıkoyar.
İman etmek, son derece müttaki olmayı gerektirmektedir. Her şeyde takvâ lâzımsa da, yeme-içmede daha çok lâzımdır.
Mutlak helâl ile haram olmasında hiç şüphe olmayan şeylerin yanında bir de şüpheli saha vardır. İslâm, bu gibi şüpheli şeylere düşmekten sakınmayı takvâ kabul etmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Helâli aramak, helâl kazanmak ve helâl yemek her müslüman üzerine farzdır.” buyuruyorlar. (Taberânî)
İbadetin onda dokuzu helâl lokmada arandığına göre, demek ki insanın ilk önce helâl lokma üzerine eğilmesi gerekmektedir. Bir insanın ihlâsla Allah’a yönelmesi için helâl lokma şarttır. Helâl lokma olmazsa ihlâs husule gelmez.
Allah-u Teâlâ sâlih amelden önce helâl olan şeylerden yemeyi emrederek Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Helâl ve temiz rızıklardan yiyiniz ve sâlih ameller işleyiniz.” (Müminun: 51)
Haram, insanın içini karartır. Haram yiyen kişiden iyi işler beklemek boştur. Çünkü küpün içinde ne varsa dışına o sızar.
Helâl yiyenlerin ise içleri nurlanır. Bu nurdan hikmet husule gelir. Hikmet ehlinde en güzel iş ve icraatlar zuhur eder.
Allah-u Teâlâ mümin kullarına rızık olarak verdiği temiz nimetlerden yemelerini, karşılığında da şükretmelerini emir buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin. Eğer siz gerçekten yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” (Bakara: 172)
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; âhireti ise mükâfat ve mücazat yeri olarak yaratmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Uykunuzu bir dinlenme yaptık, geceyi bir bürgü yaptık, gündüzü ise geçiminize elverişli kıldık.” (Nebe: 9-10-11)
Uyku ve gece; gündüz çalışmak için dinlenme zamanı olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da geçim temin etmeye vasıtadır. Allah-u Teâlâ tarafından insana tahsis edilmiştir.
“Yeryüzünde sizin için geçimlikler yarattık.” (Hicr: 20)
Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde birçok nimetler ve maişetler halketmiştir.
“Size yeryüzünü boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın. O’nun verdiği rızıktan da yiyin.
Nihayet dönüş O’nadır.” (Mülk: 15)
İnsanın ondan yararlanmasını elverişli kılmış, onun her bölgesine her tarafına çeşitli kazanç yolları aramak ve ticaret yapmak üzere gidip gelmelerini tavsiye buyurmuş, rızkını elde etmek için gerek duyacağı her şeyi yeryüzünde var etmiştir.
“Yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından nasibinizi arayın.” (Cumâ: 10)
Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.
“Dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas: 77)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” (İbn-i Asakir)
Görülüyor ki İslâm’da zenginlik kötü bir şey değildir. Ve fakat şeytan insanların ekserisini varlıkta yakalıyor. Varlığın, zenginliğin, paranın yükü çok büyük olduğu için; bu tehlikelerden sakındırmak, azaba düşürmemek için bu hatırlatmaları yapıyoruz.
Çalışırken ve kazanırken kişinin niyeti, ahiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak olmalıdır.
Hadis-i şerif’te:
“Allah-u Teâlâ dünyayı ahiret niyetine göre verir.” buyurulmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her şeyde sadeliği tercih ederdi. Sade yer, sade giyinir, sade yaşardı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyerdi. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.
Sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamıştır.
Hicretin üçüncü senesinden sonra fütuhatlar çoğalmış, dokuzuncu senesinde ise elde edilen ganimetler Medine-i Münevvere’ye sel gibi akmış, müslümanların durumu düzelmiş, çoğu zengin olmuştu. Mısır azizi, Bizans imparatoru ve diğerleri kendisine kıymetli hediyeler gönderiyorlardı. Fakat o bunlara zerre kadar iltifat etmedi, eski yaşama biçimini sürdürmeye devam etti. Eline geçen her şeyi, bir gün bile yanında tutmadı; fakirlere, gazilere, müslümanların yükselmesine sarfetti.
Kendisine bağışlanan çok kıymetli bağları halkın istifadesine bıraktı. Mahsulleri fukaraya ve muhtaçlara dağıtılırdı.
Ahzab sûre-i şerif’inin 28. Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre; diğer müslümanlar seviyesinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile ahiret arasında bir tercih yapmalarını istemiştir.
Müellefet-ül kulûb adı verilen bir takım gayr-i müslimlerin kalplerini İslâm’a ısındırmak için onlara yaptığı iyilikler anlatmakla bitmez.
Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde yaşamayı tercih etti.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Sade hayat imandandır.” buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sadeliği severlerdi. Süsten-lüksten hoşlanmazlardı. Sadelik en güzel nezafettir, tevazuya meyletmektir.
Süs ise kibre vesile olur. Yani güzel giyinmek güzeldir ve fakat sadeliği tercih etmek daha güzeldir.
Hane-i saâdetleri, eski halini muhafaza ediyordu. Tevazu ve sadeliği o kadar ileri götürmüştü ki, bütün mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyadan ibaretti. Süse ve lükse hiç önem vermedi.
Günlerce bacası tütmez, aylarca evinde ışık yanmadığı olurdu.
Yiyecek bir şey bulamadıkları için, hanımları ve çocukları ile beraber, birçok geceler yemek yemeden yatarlardı.
Hiçbir zaman hiçbir yemeği beğenmemezlik etmez; arzu ederse yer, etmezse bırakırdı.
Zenginliği kendisinin ve âile fertlerinin bir yıllık nafakasından fazla değildi. Asıl zenginliği de Rabbine güvenerek beslediği gönül zenginliği idi.
Diğer taraftan o, Allah’tan gafil olmaya sebep olacak fakirlikten ve azdıracak zenginlikten hoşlanmayarak Allah’a sığınmıştır.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Her zengin ve her fakir kıyamet günü dünyada rızkının geçinecek kadar verilmiş olmasını muhakkak arzulayacaktır.” (İbn-i Mâce: 4140)
Bir duâları ise şöyledir:
“Alllah’ım! Muhammed’in ev halkının rızkını geçinecek kadar kıl!” (İbn-i Mâce: 4139)
Böyle bir rızık sahibi ne fakir ne de zengin sayılır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hâdis-i şerif’lerinde, İslâm dinine erdirilerek Rabbine itaat eden, ihtiyacına cevap verebilecek derecede helâl rızık verilen ve kanaatkâr olan müminin kurtuluşa ereceğini beyan buyurmuşlardır:
“İslâm dinine erdirilen, yetecek derecede rızık verilen ve buna kanaatkâr olan kimse muhakkak ki felâh bulmuştur.” (İbn-i Mâce: 4198)
Amr bin Hâris -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- vefat ettiği vakit geride ne dinar, ne dirhem, ne köle, ne cariye, ne de başka bir şey bıraktı. Onun bıraktıkları beyaz katırı, silâh ve yakınları için tasadduk ettiği bir tarladan ibaretti.” (Buhari. Vesâya, 1)
Hiçbir kimseye mal vasiyetinde bulunmamıştır. Zira arkasında mal bırakmamıştır.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Bize mirasçı olunmaz, bıraktığımız sadakadır.” buyuruyorlar. (Müslim: 1761)
Gerçi Hayber ve Fedek’te hissesine düşmüş arazisi vardı ve fakat onları sağlığında tasadduk etmiştir.
Allah-u Teâlâ dünya nimetlerini, dostları olan müminlere has kılmıştır. İnanmayanlar her ne kadar ortak olsalar da, bu nimetler dünya hayatında Allah’a inanan ve ibadet edenler için yaratılmıştır. Kıyamet günü ise sadece onlara tahsis edilecek, inanmayanlardan hiç kimse bu nimetlere eremeyeceklerdir. Zira cennet kâfirlere haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı süsü ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış?
De ki: Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde ise yalnız inananlara tahsis edilmiştir.
İşte biz bilen kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Â’raf: 32)
O ziynetlerin, o temiz yiyeceklerin başlıcası, müminlerin istifadesi için yaratılmıştır. Mümin olmayanların bunlardan bu dünyada istifade etmeleri ise geçici bir zamandır. Ahirette bu nimetlere iştirak edemeyecekleri gibi, birçok cezalara ve azaplara maruz kalacaklardır.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların meşru surette dünyadan faydalanması gerekir.
Allah-u Teâlâ yeryüzünü içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanılmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, salma ve güzel atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatıdır.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.” (Âl-i imran: 14)
1- Allah-u Teâlâ beyanına kadınlardan başlıyor. Zira dünyadaki fitnelerin en şiddetlisi kadınlar sebebiyledir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Benden sonra erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Şu kadar var ki kadınlarla ülfetin maksadı ırzını koruma ve çocukların çoğalması olursa, bu durum arzulanan ve teşvik edilen bir husustur.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Evleniniz, çok olunuz! Zira ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla geçmiş ümmetler üzerine iftihar ederim.” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud)
2- Çocukları sevmek, övünme ve ziynet için olursa Âyet-i kerime’nin hükmüne girer.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de:
“Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür.” buyurulmuştur. (Kehf: 46)
Çocuk, anne-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Ümmet-i Muhammed’in çoğalması gayesiyle güzel bir terbiye ile yetiştirirlerse elbette hayırlı bir iş yapılmış olur. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştikleri için anne-baba da onun ecir ve sevabına ortak olurlar.
3- Servete gelince; sahibini gurura kaptırıp onu insanların haklarını çiğneyen bir kişi yaparsa kötüdür.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Benden sonra size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılıp onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum.” (Buharî-Müslim)
Kişi o malı elde etmek için birçok tehlikeyi göze alabilir.
Fakat mal sahibi, serveti ile hem Yaratan’ının hem de insanların haklarına riâyet ederse o mal güzel bir şeydir.
Diğer bir Hadis-i şerif’te:
“Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir!” buyurulmuştur. (Münavî)
4- Övünmek ve nefsini tatmin etmek için yetiştirilen at, sahibi için vebaldir. İnsanlar bu gibi binekleri hoş gördüler ve sevilecek şey bunlar zannettiler. Bu gibi şeylerin süslü ve hoş görünmesi insanoğlunun fıtrat ve yaratılışı icabıdır.
Sahipleri bunları Allah yolunda kullanmak üzere beslerlerse sevap kazanırlar.
5- Deve, sığır ve hayvanlardan binek ve yiyecek için olanlar, ekilen ve dikilen şeyler de bunun gibidir.
Bütün bunlar insanın Allah’tan uzaklaşmasına ve günah kazanmasına sebep olurlarsa kötüdürler. Zamanımızda birçok insanlarda görülen durum budur.
Bunların haklarına riâyet edilirse, bunlarla dini ve vatanî vazifeler yerine getirilirse her biri birer nimettir, ilâhi birer lütuftur.
Bununla beraber hepsi de dünyevîdir, geçicidir, fânidir. İnsan bunlarla yetinmemeli, ebedi hayatını temin etmek için yorulmalıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“De ki: Size bunlardan daha iyisini haber vereyim mi?
Takvâ sahipleri için Rableri katında, altlarından ırmaklar akan ve orada ebedi kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır.
Allah kullarını hakkıyle görücüdür.” (Âl-i imran: 15)
O, kullarının niyetlerinden de amellerinden de tamamen haberdardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yarışanlar bunun için yarışsınlar, imrenenler buna imrensinler.” (Mutaffifin: 26)
Bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan’a hasım kesilen, nâmütenâhi nimetlerle donatıldığı halde şükretmeyip nankörlük eden, Allah’a inanmayan, olanca kibriyle öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kimseler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Gerçekten insan Rabbine karşı çok nankördür.” (Âdiyat: 6-7)
O kadar ilâhî nimetlere nâil olduğu halde hiçbirisinin şükrünü yerine getirmez. Mazhar olduğu bolca iyilikleri hiç hesaba katmaz. Rabbini unutur da, kulluk vazifelerini yapmaz. Maruz kaldığı musibetleri ve zorlukları dile getirerek itiraz eder durur.
İnsan dünyanın geçici geçimliğinden ibaret olan mala muhabbetinden dolayı son derece cimri ve haristir.
Âyet-i kerime’de:
“Doğrusu o, mal sevgisine aşırı derecede düşkündür.” buyuruluyor. (Âdiyat: 8)
Mala olan aşırı muhabbeti insanı öyle bir dereceye getirir ki; o malın hakkını vermez, hayra harcamaz, Allah yolunda infak etmez, malın şükrü olan ibadet ve taatı da unutur.
Gönüllerde gizlenen bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar bütünüyle meydana konduğu vakit, insanlar dünyada neler yaptıklarını anlayacaklar.
Allah-u Teâlâ malı ve zenginliği sevdiğine de verir, sevmediğine de verir. Dilediğine servet verir, dilediğine de vermez.
Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu, gerekse darlığı kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez. Dünya malından herhangi bir şeyin verilmesi veya verilmemesi bir ceza değildir. Geniş rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi hakir kıldığını göstermez. Her iki halde de netice Allah-u Teâlâ’ya itaat noktasında düğümlenir. Mühim olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek, yoksa isyan mı edecek?
İtaatkâr mümin imtihanda olduğunu bilir, darda da olsa bolda da olsa daima Hakk’a yönelir, O’nun lütuf ve merhametine güvenir.
Kâfire göre değer ve değersizlik, dünyada mal ve mülkün çokluğu ve azlığına göredir.
Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İnsana gelince; Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunur ve ona bol nimet verirse, ‘Rabbim bana ikram etti.’ der.
Amma onu imtihan edip rızkını daraltırsa, ‘Rabbim bana ihanet etti.’ der.” (Fecr: 15-16)
“Rabbim bana ikram etti.” demesi şükür için değil, kibirlenmek ve övünmek içindir. İhanet ettiğini söylemesi ise sabırsızlığını ve şuursuzluğunu göstermektedir.
Biçare insan! Nâil olduğu nimetlerin ilâhi bir lütuf olduğunu ve bu nimetlere şükretmesinin gerektiğini düşünmez. Rızık darlığını kendisine bir hakaret sayar, yüzünü ekşitir. Rabbinin lütuf buyurmuş olduğu diğer nâmütenâhi nimetleri dikkate almaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu çarpık fikirlerini reddetmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.” (Fecr: 17)
Onlar bundan daha kötüsünü yapmaktadırlar. Allah-u Teâlâ onlara birçok mal ikram ettiği halde; onlar yetime değer vermemekte, haksız yere malını elinden almaktadırlar.
“Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.” (Fecr: 18)
Kendileri yedirmedikleri gibi, başkalarını da buna teşvik etmemektedirler. Şayet bir kimseye ikramda bulunsalar bile nam yapmak için ikramda bulunurlar.
“Size kalan mirası (hak gözetmeden) yiyorsunuz.” (Fecr: 19)
Miras malı helâl olmakla beraber; bunlar nereden geldiğini düşünmeksizin, haram helâl olduğuna bakmaksızın, yetimlerin, çocukların, kadınların ve diğer mirasçıların haklarını gözetmeksizin hırsla mirasın hepsine konmak veya kendi hissesinin fevkinde bir hisse almak isterler.
Kimileri de eline geçen mirası meşru bir şekilde harcamayıp, lüks ve israf, zevk ve eğlence yolunda yiyip bitirirler.
“Malı pek çok seviyorsunuz.” (Fecr: 20)
Helâl veya harama aldırmadan, câiz olup olmadığına bakmadan mal toplamaya büyük bir temâyül göstermektedirler. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt etmemektedirler. Ne kadar mal sahibi olsalar da gözleri doymuyor. Hayra sarfedilmeyip yığılan mallar, mirasyedilerin ellerinde sefahat yollarında yenip bitiriliyor, kendilerine ise vebalinden başka bir şey kalmıyor.
Allah-u Teâlâ bir takım kimseleri zengin veya fakir olmalarının ilâhi bir takdir eseri olduğunu, insanların çoğunun kendilerine mal-mülk verilmesinin bir imtihan olduğunu bilmediklerini, bir istidraç olduğunu takdir edemediklerini, yanlış kanaatler içinde yaşadıklarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, başına bir sıkıntı gelince bize yalvarır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimizde ‘Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir.’ der. Hayır! O bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” (Zümer: 49)
Öyle bir imtihan ki, kendisine verilen nimetler hususunda itaat mı edecek yoksa isyan mı edecek kendisi de görsün, sabreden ve şükreden meydana çıksın.
O ise sahip olduğu şeylere kendi kabiliyet ve meziyeti sayesinde sahip olduğunu, kazanç ve ticaret yollarını iyi bildiği için verildiğini söyler durur.
Karun, Firavun ve diğer ümmetlerden birçok kimseler sahip oldukları nimetleri kendi bilgileri sayesinde elde ettiklerini iddia etmişlerdi. Fakat Allah-u Teâlâ’nın gazabı geldiğinde zekâ ve marifetleri işlerine yaramadı, gelen belâyı başlarından defedemedi.
Menkul ve gayr-ı menkul mal vererek dilediği kulunu servet sahibi kılan Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Zengin eden O’dur, sermaye veren O’dur.” buyurmaktadır. (Necm: 48)
Mal bakımından, sıhhat bakımından zengin eder, dilediğini de ahiret zenginliği ile zenginleştirir.
Rızık işi kişinin zekâsının azlığına ve çokluğuna, kulun arzu ve isteğine bağlı değildir. O ancak Allah-u Teâlâ’nın hikmetine ve iradesine bağlıdır. Hakiki müessir O’dur, bütün işler O’nun tasarrufu altında olur. Bütün genişlikler O’nun dilemesiyle meydana geldiği gibi, bütün darlıklar da yine O’nun dilemesiyle olur. Açan ve genişleten de O’dur, sıkan ve daraltan da O’dur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bilmiyorlar mı ki Allah, rızkı dilediğine bol bol verir, dilediğine de kısar. Şüphesiz ki bunda inanan bir kavim için ibretler vardır.” (Zümer: 52)
Bazı kullarını aklına ve aslına bakmaksızın bir müddet fazlaca merzuk ettiği halde, bir müddet de dar bir rızık içinde bırakır. Nice kimseleri varlıklar içinde yaşatır, nice kimseleri de yokluklar içinde bırakır.
Rızık bolluğu kişiyi sevdiğinin bir delili olmadığı gibi, yoksulluk da sevmediğinin bir delili değildir. İster sevsin ister sevmesin, bu husustaki kesin tasarruf O’nundur.
“Şüphesiz ki Allah dilediği kimseye hesapsız rızık verir.” (Âl-i imran: 37)
Allah-u Teâlâ fertlere darlık ve bolluk verdiği gibi, toplumlara da bazen darlık bazen bolluk verir. Darlıkta ümitsizliğe düşmemeli, genişlikte azıp sapmamalı, her iki halde de Hakk’tan yana olmalı, hayır ve hasenat yapmayı elden bırakmamalıdır.
Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılanların rızıkları hemen kesilip helâk olmazlar. Bol nimetlerle şımarırlar, neticede azab-ı ilâhî bilmeyecekleri bir taraftan ansızın gelir ve helâk olurlar.
O’nun açtığı rahmet hazinesini hiç kimse kapayamaz, O’nun kapadığı bir hazineyi de açabilecek bir mahlûk mevcut değildir. Hiç kimsenin erişemediği, el süremediği hazineler O’nundur.
“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar. Şüphesiz ki O her şeyi bilendir.” (Şûrâ: 12)
Herkesin haline uygun olanı en iyi bilen O’dur. Şu halde rızık hususunda herkesin eline geçen miktar, kendisi hakkında hayırlı olandır.
Hiç kimsenin karışmaya ve itiraz etmeye salâhiyeti olamaz. Mülkün sahibinin hiçbir işine mahlûkun aklı ermez.
Nice zenginler sonradan fakir düşmekte, nice fakirler de sonraları zengin olmaktadır.
Âlemin içinde bulunduğu düzen, hem zenginin hem de fakirin varlığını gerekli kılmaktadır.
Herkesin rızkını bol bol kılmış olsaydı, o varlıklara güvenerek gurura, kibire ve isyana dalarlar, birbirlerine karşı üstünlük sevdasına kapılırlar, aralarında husumetler, düşmanlıklar başgösterirdi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görendir.” (Şûrâ: 27)
Nitekim bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bazı kullarım vardır ki, onlara ancak zenginlik yaraşır. Şayet onu fakirleştirirsem (bu fakirlik) onu yoldan çıkarır.
Bazı kullarım vardır ki, ona ancak fakirlik yaraşır. Eğer ona bol rızık verirsem, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak sağlık yaraşır. Şayet onu hastalandırırsam, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak hastalık yaraşır. Eğer onu sağlığına kavuşturursam, bu onu ifsad eder.
Şüphesiz ki ben kullarımın kalplerindekileri bilerek onları idare ederim. Muhakkak ki ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olanım” (Kenz’ül-Ummâl)
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzumsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyuruyor. (A’raf: 31)
Haksız yere başkasının malını yemeyi yasaklayan dinimiz, insana kendi malını dahi ölçülü harcamasını emretmiştir. Kişi, Allah ve Resul’ünün koyduğu ölçülere göre harcama yapmazsa, sarfiyatının her zerresinden mesuldür.
Malın haram olan yollardan harcanması, kişiye ve başkalarına hiçbir faydası olmayan harcamalar, başkalarına muhtaç hale gelecek derecede ölçüsüzce yapılan bağış ve harcamalar, Allah için değil de gösteriş için infakta bulunmak hep israftır ve haramdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, deniz kenarında bile olsa, abdest alırken suyu ölçülü kullanmayı tavsiye etmişlerdir.
İsraf, cömertliğin ifrat dereceye varmış olan şeklidir. Cömertlik ise müslümanda bulunması gereken güzel huylardan birisidir.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Cömert insan Allah’a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır.” (Tirmizi)
Allah’ımız bize itidali, orta hâli emir buyuruyor:
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme! Büsbütün de saçıp israf etme ki, sonra kınanır, hasret içinde eli boş kalırsın.” (İsrâ: 29)
Buradan anlaşılıyor ki, korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca harcamalıdır.
Korunması gereken yerde bolca harcamak israftır. Bolca sarfedilecek yerde sıkılık etmek ise cimriliktir. Her ikisi de kınanmaktadır.
En makbul ve övülmüş olanı sehavettir.
Âyet-i kerime’de:
“Rahman’ın o kulları ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur.” buyuruluyor. (Furkan: 67)
Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Cimri kimse Allah’tan uzak, insanlardan uzak, cennetten uzak, cehenneme yakındır.” (Tirmizi)
Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister.” (Enfal: 67)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Âyet-i kerime’de:
“Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)
Dünya lezzetlerinin mübahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır.” buyurmuşlardır. (Beyhaki)
Onun için aldanmaya gelmez.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı asla akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedi olana tercih ederler.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” buyuruluyor. (Nahl: 107)
Hidayet yolunu seçen müminlerin gönülleri mal ve mülk, para ve pul sevgisine bağlılıktan kurtulmuştur.
Allah-u Teâlâ onların bazı vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Başlarına gelene sabrederler, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Hacc: 35)
Onlar her hâlükârda Allah yolunda mallarını sarfederler. Bolluk ve darlık zamanlarında, sağlık ve hastalık hallerinde, sevinçli ve üzüntülü anlarında, az olsun çok olsun, gizli ve açık infak etmekten geri durmazlar. Hiçbir şey onları Allah’a itaatten, O’nun rızâsına kavuşturacak yerlere mallarını harcamaktan alıkoyamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! İnanan kullarıma söyle! Namazı kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmayacağı gün gelmezden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak etsinler.” (İbrahim: 31)
Azabı hakeden kimse orada bir kimsenin dostluğu ile bağışlanmayacaktır. O gün herkes kendi derdini düşünür, nefsani bir meyil ile birbirinin imdadına koşamazlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyuruyor:
“Onlar ki Allah’ın rızâsına ermek için her güçlüğe sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizlice ve açıkça sarfederler, kötülüğü iyilikle savarlar. İşte bunlar var ya, ahiret yurdu sadece bunlarındır.” (Rad: 22)
Kendilerine lütuf buyurulan nimetlerden gizlice ve açıkça, gece ve gündüz infak edilmesi gereken yerlere infak ederler. Bir durumda infakta bulunmuş olmaları, diğer durumlarda infakta bulunmalarını engellemez.
Allah-u Teâlâ’ya inanmayıp yolunda bulunmamakla kendisine zulmeden kâfir ve münafıklar dünyada her ne kadar müreffeh bir hayat yaşasalar da gün gelip dünyadan göçecekler ve ahiretin yanında dünya hayatının çok kısa olduğunu anlayacaklar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı?
Onlar bunlardan daha çok, daha kuvvetli ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha sağlam idiler.
Fakat kazandıkları şeyler kendilerine asla fayda vermemiştir.” (Mümin: 82)
Ne kendilerine bir fayda sağladı, ne de onlardan azabı savdı.
Onlar yeryüzünü imar etmişler, ziraat için tarlalar sürmüşler, madenler çıkarmak için ocaklar kazmışlar, su menbâları bulup her tarafa akıtmışlar, arazileri sulamışlar, bağlar-bahçeler yetiştirmişler, sonraki nesillerden daha fazla kazanç elde etmişler, sağlam binalar, eşsiz sanat eserleri meydana getirmişlerdi. Fakat onlar kendilerine verilmiş olan nimetlerin kendilerinden hiç alınmayacağını sandılar ve pek büyük bir aldanış içine girerek, müstehak oldukları en adil cezaya çarptırıldılar. Çünkü onlar cemiyetlerin helâk olmasını gerektiren günahlar işliyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sonunda, Allah’ın âyetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların âkıbetleri pek kötü oldu.” (Rum: 10)
Allah-u Teâlâ onların hal ve ahvallerinden haber vererek gelecek nesilleri düşünmeye ve ibret almaya dâvet ediyor. Âkıbetlerin en kötüsü, en kötü ceza olan cehennem azabıdır.
Onlar hem dünyadaki varlıklarını kaybettiler, hem de bu varlıklarını kötüye kullandıkları için bu yüzden uhrevî azaba da müstehak oldular.
Allah-u Teâlâ bu dünya hayatında onlara geçimlik vermişti. Bu bolluk ve nimet içinde yaşadılar. Buna aldanarak bu durumun devam edeceğini sandılar. Kalpleri katılaştı, yükleri ağırlaştı, hesapları zorlaştı, cezaları da cehennem oldu.
Eğer ahiretin devamını bilselerdi, fâni dünyayı ebedî olan âhiret hayatı üzerine tercih etmezlerdi.
Eğer bu insanlar bu dünya hayatının imtihan için verilmiş bir süre olduğunu, bir gün zevale erip son bulacağını, insan için gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilselerdi, böyle cahilâne hareket etmezlerdi. Her dakikasını ahiretleri için hazırlık yaparak geçirirlerdi.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler!” (Ankebut: 64)
Bu beyân-ı ilâhi ahiret hayatının daima göz önünde bulundurulmasını, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutların aşılmamasını öğütlemektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’ım! Hayat ancak ahiret hayatıdır.” (Buhari - Müslim)
Yeryüzünde Allah-u Teâlâ’nın nimet ve rızıklarından faydalanan insanlar, gün gelecek huzura çıkacaklar, kendilerine verilen nimetler karşısında şükredip etmediklerinden hesaba çekileceklerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın, Allah’ın rızkından yiyin.
Dönüş ancak O’nadır.” (Mülk: 15)
İnsanların sonu yine o başlangıca dönecek, sonunda O’na varacaklardır.
Kötü iş ve icraatlarıyla ateşi körükleyenler cehennemi boylayacaklar, güzel amelleriyle cenneti süslemeye çalışanlar Allah-u Teâlâ’nın geniş mağfiretine ve cennet-i âlâ’ya ulaşacaklardır.
Öyleyse;
“Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz.” (Beyhakî)
Hadis-i şerif’i mucibince, huzur-u ilâhi’ye varıp hesap verileceği düşünülerek, hudutları muhafaza etmeye çalışılmalıdır.
Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş, insanları bunlarla imtihan etmektedir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız.” (Âl-i imran: 186)
Dilediği kuluna mal ve servet verir, onunla kendisini imtihan eder. Tâ ki emr-i ilâhi’ye uyup uymadığı, o serveti nereden elde edip ne gibi yerlere sarf ettiği, zekâtını verip vermediği meydana çıksın. Kimisini fakir düşürür, çeşitli musibetlere uğratır, o şekilde imtihan eder. Bazen de sıkıntı ve hastalık vererek canları hususunda imtihana çeker.
Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı arttırılır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Nihayet o gün dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (Tekâsür: 8)
Büyük nimetlerden suâl olunacağı gibi, en küçük nimetlerden dahi suâl olunacaktır. Emniyet ve asayişten, sıhhat ve âfiyetten, mevki ve servetten, ikbal ve itibardan, yenilen, içilen, giyilen şeylerden, koyu gölgeden, soğuk bir sudan muhasebeye tutulacaklardır.
O nimetleri nereden alıp nereye harcadıkları, helâlinden kazanıp helâlinden mi harcadıkları, haramdan kazanıp haram mı harcadıkları, şükrünü yapıp yapmadıkları bir bir sorulacaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki arkadaşı ile Ebu Eyyüp el-Ensârî -radiyallahu anh-ın evine gitmişlerdi. Onlara hem tazesinden hem de kurusundan hurma ikram etti. Ayrıca bir oğlak keserek pişirdi ve önlerine koydu.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ekmek, et, kuru ve olgun hurma!..” diyerek mübarek gözleri yaşardı, daha sonra şöyle buyurdu:
“Nefsim kudret elinde bulunan Zât’a yemin ederim ki, işte bu kendisinden sorguya çekileceğiniz nimetlerdir.” (İbn-i Hibban)
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizden her kim kendi evinde ve yurdunda emniyetle, vücudu âfiyetle olarak sabaha çıkarsa ve yanında günlük yiyeceği bulunursa, sanki dünya bütünüyle ona ayrılıp verilmiş gibi olur.” (Tirmizi: 2449)
Bugün görülüyor ki herkes kendisinin olduğu yolda olduğunu, kendisinin haklı olduğunu, kendi yaptığının iyi olduğunu zannediyor. “Benim dediğim, benim yaptığım doğrudur, bu böyle olmalıdır.” diye bastırıyor.
Hakikat ehli onlara bakar, film gibi seyreder. İçinden: “Bu doğruluğu sen yarın öğreneceksin.” der, fakat hiç kimseye de haber vermez. Çünkü o kati kararlı. “Bu doğrudur, böyle olmalıdır.” diyor, bastırıyor. İnandığını yaşamıyor, yaşadığı gibi inanıyor. Artık ona söz işlemez. Görülür, bilinir, haber verilmez.
Bu an nereye kadar devam eder? Hakk’ın huzuruna varıncaya kadar bu zan böylece devam eder.
Yarın Hakk divanında pirinçle taş ayrılır.
“O gün bir fırka cennette, bir fırka da çılgın alevli cehennemdedir.” (Şûrâ: 7)
Bir tek emir gelir, her şey biter.
“Ey günahkârlar..! Bugün şöyle ayrılın!” (Yasin: 59)
Haklı ile haksız işte o zaman ayrılır.