Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hitaben Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Mâide: 67)
Allah’tan korktuğum için bildiğimi bildirmeye çalışıyorum.
Siz de bildiğinizi yapın.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Resulullah Aleyhisselâm’a, aynı zamanda bütün müminlere de hitap mahiyetinde olmak üzere şöyle buyurmuştur:
“De ki: Ey Rabbim! Eğer onlara vaad edilen azabı bana mutlaka göstereceksen, o zaman ey Rabbim! Beni zâlimler topluluğu arasında bulundurma.” (Müminun: 93-94)
Allah-u Teâlâ’nın cezası, yalnızca günahkârların değil, günah ve isyanlardan sakınan müminlerin bile korkması gereken bir husustur. Çünkü ilâhi gazab geldiğinde, yalnızca günahkârları kapsamakla kalmaz, herkesi içine alabilir. Bu bakımdan fitne ve fesadın, isyan ve tuğyanın yaygınlaştığı zamanlarda muttaki müminlerin Allah-u Teâlâ’ya nasıl sığınması icabediyorsa o şekilde sığınmaları gerekir. Çünkü azabın ne zaman geleceği bilinmez.
“Onlara vâdettiğimizi sana göstermeye biz elbette kâdiriz.” (Müminun: 95)
Fakat biz bir hikmetten dolayı onu erteliyoruz.
“Sen kötülüğü en güzel bir usulde def et! Çünkü biz onların vasıflandırmakta oldukları şeyi çok iyi biliriz.” (Müminun: 96)
Ve yaptıklarının karşılığını veririz.
Allah-u Teâlâ imanlarına gizli veya açık şirk karıştıranları Âyet-i kerime’sinde müşrik olarak vasıflandırmaktadır.
“Onların çoğu Allah’a iman etmiştir, fakat müşrik olarak yaşarlar.” (Yusuf: 106)
Bunlar imandan, İslâm’dan mahrum kimselerdir. Halis tevhid ile iman etmezler. Allah’tan başkasına ilâhlık payesi verirler veya dünya nimetlerine taparcasına düşkünlük gösterirler.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri uyarmak üzere şöyle buyurmaktadır:
“Allah tarafından kuşatıcı bir felâket gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini emin mi gördüler?” (Yusuf:107)
Göz önünde bunca deliller varken, Âyet-i kerime’ler yüzlerine karşı okunurken; bunlar Hakk’ı hatırlamazlar, Hakk’tan yana olmazlar, imansızlık ve müşriklik ederler, ahiret için hazırlanmazlar. Emniyet içinde olduklarından değil, ilerisini düşünmediklerinden, basiretsiz olduklarından dolayı öyle yaparlar.
Mütebâki Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ Hâtem’ül enbiyâ olan rahmet peygamberine onların şirk ve azgınlıklarına karşı şu gerçeği açıkça ilân etmesini emretmektedir:
“Resulüm! De ki: ‘İşte benim yolum budur. Ben Allah’a davet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar basiret üzerindeyiz. Allah’ı noksan sıfatladan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.’” (Yusuf: 108)
Ben Allah’ın yoluna bu şekilde davet ettiğim gibi, bana uyanlar da aynı şekilde davet ederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde iman ve itaattan yüz çevirmelerinden dolayı nice memleketlerin halkının mahv ve perişan olduğunu bildirmektedir:
“Zâlim olan nice memleketleri kırıp geçirdik ve onlardan sonra da başka bir topluluk var ettik.” (Enbiyâ: 11)
Onları, yaptıklarının cezasına kavuşturduk.
“Onlar bizim azabımızı hissettiklerinde oradan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı.” (Enbiyâ: 12)
Bağlarını bahçelerini, evlerini barklarını, bulundukları beldeleri terkediyorlardı.
“Kaçmayın! İçinde şımarıp azdığınız nimetlere ve meskenlere dönün! Çünkü siz sorguya çekileceksiniz.”(Enbiyâ: 13)
Bunların hepsi kınama kabilindendir.
Kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı bir zamanda günahlarını itiraf edip pişman oldular.
“Dediler ki: ‘Vay başımıza gelenlere! Biz gerçekten zâlimlermişiz.’” (Enbiyâ: 14)
Bunun neticesi olarak da böyle bir azaba müstehak olduk.
Onların bu nedametleri hiç fayda vermeyecek, iş işten geçmiş olacak.
“Biz onları kuruyup biçilmiş olan ekin haline, sönmüş ateşe çevirinceye kadar bu haykırmaları sürüp gitti.” (Enbiyâ: 15)
Nihayet Allah-u Teâlâ onları azap ile yok etti, tırpanla biçilmiş ekin haline çevirdi.
Bu Âyet-i kerime, zulmün mamur memleketleri harap edeceğine işaret etmektedir.
Allah-u Teâlâ azgın ve şaşkın kavimler hakkında böyle misal veriyor. Bizim azgınlığımız onlardan daha şiddetli. Gadab-ı ilâhiye sebep teşkil edecek olan bütün kötülükler itleniyor.
Azap hükmünü verdiği zaman, daha önce gelip geçen kavimlerin durumlarını belirttiği gibi, şimdiki durumları da gözler önüne seriyor.
Binlerce ceset enkaz altında kaldı. Oysa onların vücutları saraylara dahi sığmıyordu. Kendilerini deniz kenarlarına, dağ tepelerine atıyorlardı.
Bu Âyet-i kerime’ler insanlara bu ibretleri veriyor.
Bu azgınlıklarının sebebiyle büyük bir âfat-ı ilâhiye sebep oldular.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ilâhi emirlere muhalefette bulunanların dünyevî ve uhrevî felâketlere uğrayacaklarını haber vermektedir:
“Hayır! Onların kalpleri bundan habersizdir.” (Müminun: 63)
Yapıp söyledikleri her şeyin amel defterine kaydolduğunu hiçe saymakta ve her şeyin hesabını vereceklerini düşünememektedirler.
“Onların bunun dışında da bir takım işleri vardır, bu işleri yapar dururlar.” (Müminun: 63)
Onlar bu kötülükleri alışkanlık haline getirmişlerdir, isyanlarında ısrarla devam ederler.
Onlar hem inkâr ettiler, hem de kötü işler yaptılar, bu sebeple onlara azap hak oldu.
“Nihayet onların refah ve bolluk içinde olanlarını azap ile yakaladığımız zaman hemen feryadı basarlar.”(Müminun: 64)
Bağırıp çağırıp yardım isterler, kurtulmak için yalvarıp yakarırlar.
Buna karşılık onlara şöyle denilir:
“Bugün artık boşuna feryat etmeyin! Çünkü size katımızdan bir yardım dokunmaz.” (Müminun: 65)
Başınıza gelen bu azaptan hiç kimse sizi kurtaramaz. İster feryadı basın, ister susun, hiçbir şekilde kurtulamazsınız, hiçbir yere sığınamazsınız. Ne yaparsanız yapınız, sizin başınıza bu azap gelecektir, azap sizin için hak olmuştur.
Akabinde Allah-u Teâlâ onların en büyük günahlarını beyan ederek şöyle buyurmuştur:
“Âyetlerim size okunuyordu da, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye gidiyordunuz.” (Müminun: 66)
Kurtuluştan mahrum olmalarına bir sebep de budur.
“O’na karşı büyüklük taslıyor, geceleri toplanarak hezeyanlar savuruyordunuz.” (Müminun: 67)
Hakk ve hakikatı inkâr ediyor, Allah’a inanan müminleri küçük görüyor, aşağılıyordunuz. O’na karşı büyüklenip, Hakk’tan yüz çeviriyordunuz.
Amma sonra yakalayışı çok şiddetlidir.
Eğer Allah-u Teâlâ’nın azametini, içlerinde onlara öğüt veren, o öğütleri de dinleyen kimseler olsaydı, milletimiz bu büyük zarara uğramazdı.
Ve bu azgınlık ve cehâlet devam ederse, daha neler olacağını haber veriyorum.
Cenab-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı, emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı, ilim dinden başka gaye için tahsil edildiği, kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı, mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fasık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu, şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu, şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği, şaraplar içildiği ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman; işte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizi)
Hadis-i şerif’te geçen “Kızıl rüzgâr” dan murad, şiddeti tasavvura sığmayan harplerdir. “Kılık değiştirme” ise, nasıl ki Allah-u Teâlâ yahudileri maymuna çevirdiyse, gadaba vesile olduğu zaman, kimin kılığını değiştireceğini O bilir.
Hiç şüphe yok ki bu da kıyamet alâmetlerindendir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya şiddetli bir azapla cezalandırırz. Bu, Kitapta (Levh-u mahfuz’da) yazılıdır.” (İsra: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur.
Bu Âyet-i kerime umumu kapsamaktadır.
İnsanların azgınlıkları sebebiyle bardağı taşırttırıyorlar, bu ise gadab-ı ilâhiye vesile oluyor. Kurunun yanında yaş da gidiyor ve milletimiz büyük zarar görüyor.
Kiminin başına taş yağdırıyor, kimisini yerlere batırıyor.
Bunların haberi verilmişti, Allah’ım beterinden korusun.
Bu sapıklık ve isyan devam ettikçe, Rabbimiz daha nice nice felâkelere, belalara uğratır.
Biz de deriz ki:
“Rabbimiz! Bu beyinsiz azgınların yüzünden bizi helâk eder misin? Yâ Rabbi! Bize sen rahmet ve merhamet et.”
•
Ne oldum delisi olanlar sarhoş, kadınlar çılgın, bedenleri saraylara köşklere sığmadı, amma evleri şimdi ya kabir ya da çadır oldu. Orta tabaka şaşkın, Hazret-i Allah’a mı tâbi olayım, şeytanın hizmetine mi gireyim, imansız imamları ilâh mı edineyim? Fâizle fuhuş alabildiğine almış yürümüş, artık karınlar haramdan başka bir şeyle doymaz oldu.
Ve fakat:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.”
Doğru yola çağırıldıkları halde yüz çevirenlerin, kendilerine merhamet edilip de uğradıkları felâketler kaldırılacak olsa, onların yine de sapıklıklarında ısrar edecekleri Âyet-i kerime’lerde beyan buyurulmaktadır:
“Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun, ahirete inanmayanlar ise, ısrarla yoldan sapıyorlar.” (Müminun: 73-74)
Ahirete inanmış olsalardı, dünyada yaptıklarının hesabının kendilerine sorulacağını düşünürler, doğru yolu bulurlardı.
“Eğer biz onlara merhamet edip de başlarındaki sıkıntıyı giderseydik, şaşkınlık içinde azgınlıklarına devam eder dururlardı.” (Müminun: 75)
Azgınlıklarında şaşkın şaşkın direnirlerdi.
“Andolsun ki biz onları azapla yakaladık. Yine de Rablerine boyun eğmediler, yalvarıp yakarmadılar.”(Müminun: 76)
Kibir ve gururlarında devam edip durdular.
“Nihayet üzerlerine şiddetli bir azap kapısı açtığımızda, birden ümitsizliğe kapıldılar.” (Müminun: 77)
Her türlü hayırdan, kurtuluş ümidinden mahrum kalmış, lâyık oldukları cezaya kavuşmuş bulunurlar.
Yaratan O olduğu gibi yaşatan da, donatan da O’dur. O yaratıyor, O yönetiyor. Mülk O’nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O’nundur.
Arş-ı Rahman’dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sonra Arş’ı istivâ etti. (Oturdu, oradan mülkünü yönetmektedir.)” (Furkan: 59)
Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Buyruğunu icrâ eder.” (Yunus: 3)
Arş’ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O’nun hiçbir tedbirine mâni olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsız ve devamlıdır.
“Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah’tır.” (Talâk: 12)
Bu ise O’nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.
O’nun bir İsm-i şerif’i de “Vâli”dir. O öyle bir Vâlî-i âzam’dır ki, mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.
Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.
Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedirdir. Hiçbir güç ve kudret O’na muhalefet edemez.
Mukaddes şânına saldırıda bulunanların cezasını verir, şiddetli intikamı ile perişan eder. Her şeye hükmünü geçirir. Zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.
Kâfirleri inkârları ve azgınlıkları sebebiyle lânetle alçaltır, düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırarak esfel-i sâfiline indirir. Şan ve şeref sahibi iken bir anda rezil ve rüsvay eder.
İtaat edenleri aziz kıldığı gibi, isyan edenleri de zelil kılar. O’nun zillete düşürüp hakir kıldığı kimseler şereflerini yitirirler.
Kendisinden hiçbir şey gizlenmez, bütün işleri murakabası altında tutar.
İntikamı çok elemli ve pek şiddetlidir. Kâfirleri, zâlimleri, fâsık ve fâcirleri yaptıkları isyanlardan dolayı hemen kahredivermez, bir zaman mühlet verir, bu mühletin arkası çok korkunçtur. Kötü ve isyana yönelen milletler ve cemiyetler de böyledir.
•
Sultan Alparslan Malazgirt savaşının başında askerlerine yaptığı konuşmasında:
"Burada Allah'tan başka sultan yoktur." dedi.
Sultan Murad da Kosova'da aynı şeyi söyledi. "Mülk ve kul senindir, sen kime dilersen ona verirsin." diyerek acziyetini itiraf etti.
Allah-u Teâlâ da onlara büyük muzafferiyetler bahşetti.
Hakikatı bilen kumandanlar böyle söyledi.
Kendisini bir şey zannedenleri Kahhar olan Hazret-i Allah kahretti.
Allah-u Teâlâ insanları bir damla kerih sudan yarattı, imtihan için sahneye koydu. Konuşulan her kelime zaptediliyor, her yapılanın fotoğrafı çekiliyor.
Yeryüzünde Allah-u Teâlâ’nın nimet ve rızıklarından faydalanan insanlar, gün gelecek huzura çıkacaklar, kendilerine verilen nimetler karşısında her zerreden hesaba çekilecekler, mükâfat ise mükâfat, ceza ise ceza alacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur.” (Mülk: 15)
Her yaratık için değil ancak siz insanlara, hususiyetle bu söze muhatap olan akıl sahibi kimselere boyun eğdirmiştir.
“Öyleyse yeryüzünde dolaşın, Allah’ın rızkından yiyin.” (Mülk: 15)
Rabbinizin size ihsan ettiği çeşitli kazanç ve rızıklardan faydalanın.
“Dönüş ancak O’nadır.” (Mülk: 15)
İnsanların sonu yine o başlangıca dönecek, sonunda O’na varacaklardır.
Kötü iş ve icraatlarıyla ateşi körükleyenler cehennemi boylayacaklar, esfel-i sâfiline düşecekler; güzel amelleriyle cenneti süslemeye çalışanlar ise Allah-u Teâlâ’nın geniş mağfiretine ve Cennet-i âlâ’ya ulaşacaklar, ebedî saâdet ve selâmete nâil ve dahil olacaklardır.
Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’lerinde din-i mübin’i hafife alan, isyan ve tuğyanda alabildiğine koşuşan mücrimleri tehdit etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“Gökte olanın sizi yere batırıvermeyeceğinden emin mi oldunuz?” (Mülk: 16)
O’nun sizi ve yeri, hep bulunduğunuz halde tutup duracağından ve sizi cezalandırmayacağından emin oldunuz da hiç korkunuz kalmadı mı? O korkunç âkıbeti hiç düşünmez misiniz?
“O zaman yer sarsıldıkça sarsılır.” (Mülk: 16)
İsyanınıza karşılık bir ceza olmak üzere çalkalanır, zelzeleler olur. Sizin için yeri boyun eğdiren O değil midir? Onu bu haliyle yaratmaya kâdir olduğu gibi, bunu da yapmaya kâdir değil midir?
“Gökte olanın üzerinize taş yağdırmasından emin mi oldunuz?” (Mülk: 17)
Böyle bir felâkete uğrayacağınızı hiç düşünmez misiniz?
“Siz benim tehdidimin nasıl olduğunu yakında bileceksiniz” (Mülk: 17)
Ey o dönüşe, bu tehdit ve uyarıya inanmayanlar! “Gökten taş mı yağarmış?”, “Tabii âfetlerin bizimle ilgisi neymiş?” diyenler! Haber verdiğim uyarı ve tehdidin ne olduğunu, şimdi uyanmazsanız ileride fiilen göreceksiniz.
“Andolsun ki, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Fakat benim intikamım nasıl oldu?” (Mülk: 18)
Bir bak! Onları cezalandırmam son derece korkunç, şiddetli ve acıklı değil miydi?
“Rahman olan Allah’a karşı size yardım edecek askerleriniz kimdir?” (Mülk: 20)
Elbette ki böyle bir orduya, bir kuvvete sahip değilsiniz.
O korumayınca, O’nun rahmeti ulaşmayınca ne yapsanız, ne kadar çabalasanız kendinizi koruyamazsınız. Böyleyken niçin yolunuzu değiştiriyorsunuz, kendinize gelmiyorsunuz, Hakk’a yönelmiyor, hakikata sarılmıyorsunuz?
“Kâfirler ancak aldanış içindedirler.” (Mülk: 20)
Onları şeytan aldatmaktadır. O Rahman’ı ve O’nun emirlerini, uyarılarını tanımayıp da yalnız hayatta kalmak için boğuşan kimseler, aldanmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde elbette azabın geleceğini, azgınların azaptan kurtulamayacaklarını beyan buyurmaktadır:
“Doğrusu o, onlara ansızın gelecek ve onları şaşkına çevirecek. Artık onu ne geri çevirmeye güçleri yeter, ne de kendilerine mühlet verilir.” (Enbiyâ: 40)
Nitekim ansızın gelmedi mi? Kimisi çılgınca eğleniyordu, kimisi zina ile evleniyordu, kimisi her türlü âlemlerde bulunuyordu. Ansızın gelen azap onları yakalayıverdi ve hepsini yerlere serdi.
Allah-u Teâlâ merhametlilerin en merhametlisidir, fakat O’na harp ilân edenlere, alenen isyan edenlere karşı dilediği zaman hükmünü verir ve mülkünde dilediğini yapar.
Bunca isyanlar bardağı dolduruyordu, sınırı aşınca bardağı taşırttırdı.
Geride kalanlar Allah-u Teâlâ’nın azabından emin mi oldular? Onları başka türlü bir âfâtla yakalamayacağına dair ellerinde senetleri mi var?
Bu isyanın cezasının devam edeceğinden haberiniz olsun.
“Andolsun ki senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Onları alaya alanları, o alay ettikleri şey kuşatıverdi.” (Enbiyâ: 41)
Bu onların, peygamberleri ile alay etmeleri ve o alaya aldıkları şeyin onları kuşattığı gibi, müşrikleri de kuşatacağı hususunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için bir vaaddir.
İlâhi hükümlerle kimisi alay ediyor, kimisi eğleniyor, kimisi karşı geliyor, kimisi itiraz ediyor. Bunlardan ötürü gadab-ı ilâhiyi hak etmiş olmuyor muyuz?
O ansızın yakalar, kahreder, kabre koyar, cehenneme atar. O her şeye kâdirdir. Amma sen hükümsüz ve zayıfsın. O’nun azabına karşı hiç de korunacak tarafın yok. Hiç kurtarıcı bir dostun da yok. Nedametin sonsuzdur, faydası da yok.
“De ki: Sizi gece ve gündüz Rahman’dan kim koruyabilir? Buna rağmen onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirmektedirler.” (Enbiyâ: 42)
Allah’tan korkmak ve kendilerine verdiği emniyet ve rahatlık gibi içinde bulundukları nimetleri saymak şöyle dursun, Allah’ı anmayı bile akıllarına getirmezler.
Allah-u Teâlâ yalnız kendisinin koruyucu olduğunu beyan etmekte, daha sonra da dilediği zaman onların üzerine azabı indirmeye kâdir olduğunu açıklamaktadır.
“Yoksa kendilerini bize karşı koruyacak ilâhları mı var? Onlar kendilerine bile yardım edemezler. Onlar bizden de dostluk görmezler.” (Enbiyâ: 43)
Onları bizden hiç kimse koruyamaz.
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış ümmetlerden misal vererek, insanları uyarmak için öğüt vermenin ve öğüt verenlerin faziletini, bu öğütleri kabul etmeyenlerin de sonunda ne gibi azaplara mâruz kaldıklarını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“İçlerinden bir topluluk:
‘Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azap ile cezalandıracağı bir topluluğa ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediler. Onlar da: ‘Rabbinize karşı mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’tan korkarlar diye.’ cevabını verdiler.” (A’raf: 164)
Yani bizler bu davranışımızı Allah-u Teâlâ’nın huzurunda bizim için bir mazur görülme sebebi olsun diye yapmaktayız.
“Onlar kendilerine verilen öğüdü unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık.” (A’raf: 165)
Neticede Allah-u Teâlâ’nın azabı tahakkuk etti. Hakk yolunda bulunup öğüt vermekte devam edenler onların arasından ayrıldılar ve kurtuldular. İsyankârlar topluluğunu ise şiddetli bir azap sarıverdi.
Ey kardeşler! Daha evvel birçok defalar arzetmiş ve haber vermiştik. İlk olarak 1994 yılının Ağustos ayında çıkan dergimizde “Bu İsyan Cezasız Kalmaz.” denilmişti.
Gözünüzün önüne koyduğumuz bu iki Âyet-i kerime’yi de 1998 yılının Mart ayında çıkan dergimizde beyan etmiştik.
Bu felâket taşlarının geleceği o zamandan beri haber verilmeye başlanmıştı.
Ve fakat dünyanın şâşâsı ve câzibesi, nefsin arzuları size bunları duyurmaktan alıkoyuyordu. Ve fakat kırbaç çok şiddetli geldi.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Urve bin Rüveym -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetimde zelzeleler olur. Öyle ki bu zelzelelerde onbin, yirmibin, otuzbin kişi ölür.
Allah bu ölümü muttakilere öğüt, müminlere rahmet, kâfirlere ise azap kılar.” (Râmuz El-Ehâdis: 3222)
•
Halk arasında: "Filan gün zelzele olacak!" gibi söylentiler sürüp gitmektedir.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resulüm! De ki: ‘O bilgi ancak Allah katındadır. Ben ancak uyarıcıyım.’" (Mülk: 26)
•
Allah-u Teâlâ yoldan sapanların, bâtıla uyanların o zor gündeki durumunu bildirerek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Onu (azabı) yaklaşmış gördükleri zaman, kâfirlerin yüzleri karardı.” (Mülk: 27)
Fakat o vakit yakından duymanın da faydası olmadı.
“Kendisine: ‘İşte sizin isteyip durduğunuz şey budur!’ denilir.” (Mülk: 27)
Artık, şimdi bunu inkâr edebilecek misiniz?
“De ki: Söyler misiniz? Eğer Allah beni ve benimle beraber olanları öldürürse, kâfirleri acı azaptan kim kurtarabilir?” (Mülk: 28)
Bütün o azap, bu dünyada kalmak sevdasıyla Allah-u Teâlâ’ya olan nankörlüğünüzden dolayı geliyor. İşte sizin hakkınız böyle yakıcı bir azaptır.
Hayatın, yaşamasını da ölümünü de Cenab-ı Hakk’tan bilen ve yalnız O’na kulluk eden müminlerin ise, fani hayattan dâr-ı bekâya iman-ı kâmil ile gitmekten başka bir gayeleri yoktur.
“De ki: O Rahman’dır. Biz O’na inandık ve O’na tevekkül ettik. Kimin apaçık sapıklık içinde olduğunu yakında bileceksiniz.” (Mülk: 29)
O Rahman’a iman edip, O’na güvenen ve O’nun yolunda giden bizler mi? Yoksa geçici dünyaya aldanıp O’nun uyarı ve rahmetine nankörlük eden sizler mi? Sonunda hangisi kaybedecekmiş anlayacaksınız.
Ey gafiller!
Dikkat edilirse görülecek ki, şimdiye kadar sizi hep Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanları ile uyandırmaya çalıştım.
Bu âfât gelmeden evvel geleceğini duyurduğumuz gibi, ileride gelecekleri de size duyurmaya çalışıyoruz.
Ortalık daha çok bozulacak, daha çok karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları, geçim sıkıntıları, telâşlar başgösterecek.
Dikkat ederseniz hadiseler başladı. Bu zelzeleler, yere batmalar, kılık değiştirmeler şimdiden başladı. Dünyanın birçok yerleri sallanıyor. Artık bu dalga böyle gidiyor. Bu zelzele hadisenin başıdır, sonu değil.
Öteden beri şunu duyardık: “Âhir son zamanda bina ile zinâ çok olacak.”
Binaya ne kadar önem verildi, amma o binanın içinde hep zinâ. Hiç nikâh yok. Bugün nikâh bilinmiyor, yapılmıyor, mehir zaten bilinmiyor.
Amma görülüyor ki bina da gitti, zinâ da gitti, hepsi gitti. Dün yıkanmayı kibrine yediremeyen, bugün yıkanmadan gömülüyor. Dün saraylara sığmayan bugün barakalarda sığınmaya çalışıyor. Ne ibretler var!
Onun için gün bu gün ve bugünün de sonundayız. Dünyanın ömrü pek uzun değil. Fakat insanlar devrenin ucuna geldiğinin farkında değiller. Dünya ile meşgul olacak, dünyaya meyledecek zaman değil.
Ancak ihtiyacını, maişetini temin et, ebedî hayatını kazanmak için gayret et!
Zira bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." (C. Sağir)
Haram ve nâmeşru kazançlara gelince:
“Eddünya cîfetün ve tâlibüha kilâbün”
"Dünya bir cîfedir, onun taliplisi köpeklerdir."
Yani kelp olarak âhirete çıkacak. Ne oldu? Kazandı! Neyi kazandı? Ateşi kazandı!
Kardeşler! Kendimize gelelim, ebediyatımızı kurtaralım. Artık Hakk'a dönme zamanı. Yapacağımızı şimdiden yapalım.
•
Allah-u Teâlâ yoldan sapanları uyarmak ve mazeretlerini ortadan kaldırmak için, geçmiş kavimlerde yalanlayanların, azgınlıklarında devam edenlerin başlarına gelenleri Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmakta ve beşeriyete duyurmaktadır:
“Onlardan Nuh kavmi, Ress halkı ve Semud da yalanlamıştı. Âd, Firavun ve Lut’un kardeşleri de, Eyke halkı ve Tubba kavmi de yalanlamışlardı. Bütün bunlar peygamberlerini yalanladılar. Tehdidim (azabım) da onlara hak oldu.” (Kaf: 12-13-14)
Hepsi de helâk oldular, yok oldular, lâyık oldukları cezalara kavuştular.
Bu Âyet-i kerime’lerde çok ince ve derin ikazlar vardır.
Yani geçmiş kavimlerin başına gelen azabın benzerinin sizin de başınıza gelmesinden sakının. Çünkü aynı işi yapma, aynı cezayı hak etmeyi gerektirir.
Ey yirminci asrın azgınları! Sizden önce de azanlar oldu ve biricik Yaratıcı’ya isyan ettiler, hasım kesildiler. Fakat O, bütün bu kavimleri ansızın helâk etti. Sizi de kahretmeyeceğinden emin misiniz?
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Fecr sûre-i şerif’inde geçmişte yaşamış bir takım kavimlerin küfür ve tuğyanları sebebiyle nasıl bir cezaya ve helâke maruz kalmış olduklarını beyan buyurmakta ve beşeriyete duyurmaktadır:
“Görmez misin Rabbin nasıl yaptı Âd’e? Sütunlar sahibi İrem’e? Ki, o şehirler içinde benzeri yaratılmamıştı.” (Fecr: 6-7-8)
Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir ihtişama sahiptiler. Dağlar içinde ilk defa bina yapmaya başlayan kavimdirler. Dağları yontarak kaleler, saraylar yapıyorlardı. Evleri kat kattı.
Halkın bütün imkânları kullanılarak cennete nazire olmak üzere büyük ve yüksek köşkler, kireçle dondurulmuş saraylar, konaklar inşa ediyorlardı. İçlerinde cesim havuzlar vardı.
Yazlık ve kışlık olarak yer değiştirdikleri için, iri cüsselerine uygun çadırlar ve ona göre uzunca çadır direkleri bulundururlardı.
Son derece kaba, haşin ve zorba idiler. Kendilerinden başkalarına hiç insafları yoktu. Ellerine geçirdikleri komşu kabileleri ve fakir halkı angaryalar, zulümler ve işkenceler altında köle gibi en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Öldürdüklerini zulümle öldürüyorlar, dövdüklerini zulümle dövüyorlar, asla merhamet etmiyorlardı.
Hud Aleyhisselâm’ın yıllar yılı yaptığı uyarılara bütünüyle kulak tıkadılar. Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği fırsatları kullanamadılar. Sonunda da Allah-u Teâlâ onlardan ruhsatı aldı. Kasırga şeklindeki şiddetli bir rüzgârla onları helâk etti.
Âd kavmi sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarından hiçbir iz ve işaret kalmadı. Geride sadece taş toprak yığınları, yıkık meskenler, kırık dökük sütunlar, yüzü koyun devrilmiş putları kaldı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onları bir süprüntü haline getirdik. Uzak olsun o zâlim kavim!” (Müminun: 41)
Dünyaları mahvolup hayatlarını kaybettikleri gibi; bu rüsvaylıkla da kalmadılar, Allah-u Teâlâ’nın âlemleri ihata eden engin rahmetinden mahrum edildiler. Onlar bu cezaya müstehak olmuşlardı. Bu müstehak oluşları ebedî hayatlarının helâkine vesile oldu, böylece cehennemi boyladılar.
Allah-u Teâlâ onlara verdiğini başkasına vermediği halde, onları nasıl yakaladı ve helâk etti. Biz kim oluyoruz? Bizim azgınlığımızı da herhalde yanımıza bırakmayacak. Amma er, amma geç.
Allah-u Teâlâ Semud kavmine de Âd kavmine verdiği gibi bol nimetler, maddi imkânlar vermişti. Kendilerinden önce gelen Âd kavmine halef oldular, beldelerini imar ettiler.
Âd kavmi yüksek sütunlu binalar yapmakla tanınıp, Kur’an-ı kerim’de “Sütunlar Sahibi” olarak anıldığı gibi; Semud kavmi de dağlarda kayaları oyup evler yapmakla tanınmışlar ve “Vâdide kayalar oyanlar” diye anılmaktadır:
“Vâdide kayaları oyan Semud’a (Rabbinin ne yaptığını görmedin mi?)” (Fecr: 9)
Vâdilkurâ havalisi bir medeniyet mamuresi halinde idi.
Onlar evlerini mesken edinmek, içinde oturup rahat etmek için yapmıyorlardı. Bu maksatla yapmış olsalardı kınanmazlardı. Fakat onlar kibirlenip böbürlenmek ve öğünmek, sırf servet ve hüner gösterisinde bulunmak için bina yapıyorlardı. Bunların ardında ulvi bir gaye, yüksek bir maksat yoktu. Halkın umumi menfaatını ilgilendiren bir düşünceleri de yoktu. Ölümü hiç hatırlarına getirmiyorlar, dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşıyorlar, şeref ve haysiyeti dünya malında arıyorlar, servet-ü sâmânı olmayanlara, kendi soylarından olmayanlara hiç itibar etmiyorlardı. İçlerinde fakir olanlar bu imkânlardan mahrum idiler.
Semud kavmi tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders ve ibret almamışlar, isyan etmişler, fısk-u fücüra dalmışlardı.
Kendilerini kurtuluşa dâvet eden Sâlih Aleyhisselâm’ın dâvetini yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler. Pek az kimsenin dışında çoğunluğu onu yalanladılar.
Şirretlikleri son haddine varınca Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Gece yarısı ile sabah arasındaki süre içinde yıldırım çarpmış gibi bir gürültü koptu. Gökten üzerlerine bir sayha, altlarından da şiddetli bir sarsıntı geldi. Her şey bir anda olup bitti. Bir varmış bir yokmuş oldular. Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü, yaptıkları kendilerine çok pahalıya maloldu. Bize malolduğu gibi.
Âyet-i kerime’sinde:
“Hepsini kırdık geçirdik.” buyuruyor. (Furkan: 39)
Âd ve Semud kavimlerinin durumları gözler önüne serildikten sonra mütebâki Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Kazıklar sahibi Firavun’a neler yaptı?” (Fecr: 10)
Onu da nasıl müthiş bir azaba uğrattı. Kendisini de, kendisine tâbi olanları da sular içinde helâk ederek cezalarına kavuşturdu. Firavun’un şevket ve saltanatı kendisini aslâ kurtaramadı. Kendi kendisini bile kurtaramadı.
“Zira onların hepsi memleketlerinde azgınlık ettiler.” (Fecr: 11)
Kendilerinden daha büyük hiç kimsenin olmadığını sandılar, her devirdeki azgınların sandığı gibi.
Her biri kuvvetlerine, makam ve mevkilerine aldanmış, arzu ve heveslerine uymuş, bulundukları memleketlerde hak ve adalet sınırlarını aşıp Hakk’ın ve halkın haklarını çiğnemede ileri gitmişlerdi.
“Bulundukları yerlerde bozgunculuğu çoğalttılar.” (Fecr: 12)
Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmışlardı. Fakat O fırsat veriyor, ruhsat vermiyor.
“Bundan dolayı Rabbin de azap kırbacını çarpıverdi.” (Fecr: 13)
Hepsini de daha dünyada iken felâketlere uğrattı. Ahiretteki azapları ise her türlü tasavvurun üstündedir.
•
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde geçmiş kavimlerin başlarına gelen felâketlerden haber vererek gelecek nesilleri uyarmaktadır:
“Âd kavminin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik. Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” (Zâriyat: 41-42)
Allah-u Teâlâ’nın “Kahhar” sıfatı tecelli edince, azabı ve hükmü inince; ne kaba kuvvetin, ne de tedbirin bir yararı olur.
“Semud kavminin başına gelenlerde de ibretler vardır. Onlara: ‘Bir süreye kadar sefa sürüp zevklenin!’ denmişti.
Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar. Bu yüzden bakıp dururken kendilerini yıldırım çarpmıştı.
Ayağa kalkacak güçleri kalmadı, yardım edenleri de olmamıştı.” (Zâriyat: 43-44-45)
Semud kavminin kıssası Kur’an-ı kerim’de arzedilirken, her devirde yaşayan maddeci münkirlere gerçekler duyurulmaya çalışılmaktadır.
“Bunlardan önce Nuh kavmini de helâk etmiştik. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir topluluk idiler.” (Zâriyat: 46)
Helâklerine sebep olan küfür ve isyanda haddi aştılar, bunun için de helâk edildiler.
Bütün bu örnekler, bu şekilde dünyada da cezanyn vuku bulacağını göstermektedir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde İbrahim Aleyhisselâm’ın yanına gitmiş olan meleklerin, Lut kavminin helâkı için indiklerini beyan buyurmaktadır:
“Dediler ki: Üzerlerine sert taşlar yağdıralım diye biz suçlu bir kavme gönderildik. (O taşların her biri) haddi aşanlar için Rabbinin katında işaretlenmiştir.” (Zâriyat: 32-33-34)
Onların kötülükleri o kadar çoğalmıştı ki Allah-u Teâlâ onları “Suçlu bir kavim”, “Haddi aşanlar” diye vasıflandırmaktadır.
“Bunun üzerine orada bulunan müminleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan sadece bir ev halkından başka kimse bulamadık.” (Zâriyat: 35-36)
Orada bir evden başka mümin yoktu, onun için Lut Aleyhisselâm’ın ev halkından başka selâmete çıkan bulunmadı. Demek ki onun tebliğlerine daha başka iman eden bulunsaydı, onlar da kurtulacaklardı.
Âyet-i kerime’de azaptan kurtulan müminlerin azlığı ve yok olmaya müstehak olan kâfirlerin çokluğu açıklanmaktadır.
“Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık.” (Zâriyat: 37)
Allah’tan korkan müttakiler zümresi bu Âyet-i kerime’leri görünce muhtevasını öğrenirler, ibret alıp istikamet üzere yürümeye çalışırlar. Basiretleri körelmiş olanlar ise ne yeryüzündeki ibretleri, ne de kendi iç âlemlerindeki alâmetleri görürler. Bunun neticesi olarak da Hakk ve hakikatten habesiz olarak yatarlar.
Allah-u Teâlâ geçmiş kavimlerin bütün bu helâk durumlarını ibret alınması maksadıyla önümüze seriyor. Fakat ibret alan nerede?
Bu ilâhi bir ihtardır. Bu ilâhi bir gadaptır. Bunun ilâhi bir kamçı olduğunu bizzat Cenab-ı Hakk buyuruyor.
Ve fakat bu pısırıklar hâlâ Hazret-i Allah’a ve O’nun emirlerine karşı gelmeye çalışıyorlar.
İmanları yok, insafları yok, vicdanları hiç çalışmıyor.
İnsan haklarından dem vuruyorlar ve batılılaşmaya çalışıyorlar.
Evet Batılılar Kur’an-ı kerim’e ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize inanmadıklarından ötürü küfürde kalmışlardır.
Ve fakat vicdanları işliyor, kafaları çalışıyor, adaletle iş görüyorlar.
İnsana hak ve değer veriyorlar. Her hak sahibine hakkını veriyorlar.
Bunlardan evvel de nice Firavunlar geldiler, zulümlerini ettiler, imtihanlarını verip geçip gittiler.
Bunlar batılı değil, bâtıl olup gittiler.
Meşhur bir söz var:
“Yıl uğursuzun, eyyam cenâbetin.”
Ve fakat Âdil-i mutlak olan Hazret-i Allah bunlara da bırakmaz.
Çünkü O yegane Galip’tir.
Hele hele önümüzde çıkacak çok büyük harplerde kimin kalacağı belli değil.
Allah-u Teâlâ’ya inanmayan, O’na itaat etmeyen kimselerin şehid olacaklarını mı zannettiniz? Zira şehitliğin şartları çok incedir.
O’nunla harp etmenin ne olduğunu yakında onlar da bilecekler ve mükâfatlarını tastamam alacaklar.
Bu gibilerin mükâfatı evvelâ kaynar suya atılmaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte.” (Vâkıa: 92-95)
Sonra demirden boyunduruklar ve yetmiş arşın uzunluğundaki zincirlerin vurulmasıdır.
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hakka: 32)
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasynda dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Yiyecekleri ve içecekleri kanlı irin, kaynar su ve zakkumdur.
“Ancak günahkârların yediği, kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” (Hakka: 36-37)
“Günahkârların yiyeceği zakkum ağacıdır.” (Duhan: 43-44)
“İşte kaynar su ve irin! Tatsınlar onu!” (Sâd: 57)
“Yaptıklarına uygun bir karşılık olarak.” (Nebe: 26)
İşte yaptıklarının mükâfatı böyle olacaktır! Azgınlıklarının cezası budur.
Günümüzde kâfirden daha tehlikeli olan münafıklar içten türedi, iman kalesini içten yıkmaya başladılar. Bunlar diğerlerinden daha tehlikelidirler. Çünkü kâfirin hedefi var, bunların hedefi yok. Bu sapıtıcı imamlar sûret-i haktan göründüler, hepsi de müslümanları kurdukları dinlerine ayrı ayrı dâvet ettiler.
Nitekim bu tehlikeyi gören Bediüzzaman Hazretleri buyururlar ki:
“Bana ızdırap veren, yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi, şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye vaktim bile yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbâli selâmet olsa.” (Bediüzzaman Said Nursi:Eşref Edip; sh. 16)
Deccalden daha beter olan sapıtıcı imamları ve onların türemelerini, aynı zamanda âhir zaman ulemâsını tarif ediyor. İşte bizim asıl vazifemiz bu dokuz tâife ile çarpışmaktır.
Bediüzzaman Hazretlerinin feryadına şaşıyor musunuz? Bir iman âbidesi olan bu zât nasıl feryat etmesin?
Kendi yolunun yolcuları teheccüd namazı dahi kılarken; sapıtıcı imam, onları imandan ve İslâm’dan çıkardı. İlâh edindikleri bu sapıtıcıya tâbi olanların hepsine küfrü hoş gösterdi ve küfrün içine düşürdü. Hepsinin kalbine küfür tohumu ekti. Papazları hazret kabul etti.
Ve bunların hepsini yapınca küfür diyarına kaçtı, onların hepsini yüzüstü bıraktı gitti.
Ona tâbi olanlar da küfürde dondular kaldılar, ne yapacaklarını şaşırdılar. Tekrar İslâm’a dönsünler mi, yoksa küfür batağında kalsınlar mı?
Diğer taraftan devlet erkânı öylesine din-i İslâm’a ve Hazret-i Allah’a hasım kesildiler.
Nefislerini ilâh edinmişler, alabildiklerine İslâm âlemine ve müslümana zulmediyorlar. Firavunlar da böyle yapmıştı. Ellerinden gelse din-i İslâm’ı kökünden koparmaya çalışacaklar.
Diğer taraftan da dokuz muhalif fırkanın hepsi din-i İslâm’ı kemiriyor ve yavaş yavaş yok etmek istiyorlar.
Hazret-i Allah’a gönül vermiş bir müslüman bu sahneye nasıl tahammül edebilir?
Oysa yegâne galip olan Hazret-i Allah’tır. O Kahhâr’dır, kahredicidir, kahreder, herkesi yerlere seriyor.
“O’nun zâtından başka her şey helâk olucudur. Hüküm yalnız O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas: 88)
Allah-u Teâlâ Bakara sûre-i şerif’inin 256. Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Dinde zorlama yoktur. İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
Güneşin varlığına delil, yine güneşin kendisidir.
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
İlmin nûru ile münevver olan “Hakikat ehli”, iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan “Dalâlet ehli” ise dünyada ve ahirette ceza ve mücazat görecek.
“Kim tağutu inkâr edip de Allah’a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur. (Bakara: 256)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.
İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan tağutların, imansız imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk’tan, hakikattan ve doğruluktan uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapıklık içinde bocalar dururlar.
Tağut; tuğyan kelimesinden gelmektedir. Haddi aşan her şey tağuttur. Şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.
“Allah işitendir bilendir.” (Bakara: 256)
Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Dili ile “Ben de müslümanım.” deyip, içinde inkârı saklayan kâfirlerin, münâfıkların sapıklıklarından Allah-u Teâlâ habersiz değildir.
Deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla, gökkubbe altında bulunan insanların en şerirleri olan âhir zaman uleması ile.
Bunlar dokuz fırkadırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayandan korkarım.
- Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal’den daha beterdirler?
Deccal doğrudan doğruya Allah’lık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de suret-i haktan göründüler. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, herbiri dinlerini ilân ettiler.
•
Evvelâ Erbakan kendi dinini ilân etti. “Hak geldi bâtıl gitti” diye ortalığı çınlattılar. Saf müslümanlar onlara kandı ve hak zannı ile saflarına geçti. Çünkü imana susamıştı.
Etrafında bir kalabalık olduğunu görünce kendilerini ilâh kabul ettiler. İmanları para oldu ve halkı da kaz gibi yoldular. Dinlerini ilân edince oraya batanların hepsi imanlarından soyundu.
Bu sapıtıcı imamlar, dinlerini ilân edip ilâhlık dâvâsında bulunduklarından din-i İslâm’dan çıktılar, onlara tâbi olup ilâh kabul edenleri de dinden çıkardılar. Yani imanlarından soyundular, küfre kaydılar.
Çünkü apaçık din kurdu. “Refah’tan başka İslâm yoktur.” dedi.
Allah-u Teâlâ kendi dinini ilân etmiş Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” buyurmuştur. (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, o ise bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor ve böyle söylüyor. Bu sözü ile alenen Hazret-i Allah’a karşı geldiğini resmen ilân etti.
Diğer taraftan kendi dinini ayakta tutmak için: “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyerek, Allah-u Teâlâ’nın dinini patatese çevirdi. Kendi dinini yüceltmek için İslâm dinini küçülttükçe küçülttü.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imran: 85)
Bu Âyet-i kerime onun bu beyanını çürüttü, reddetti.
Gerek din kurmakla, gerekse bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmekle bu adam Allah’lık dâvâsı gütmüştür ve bu Âyet-i kerime’ler mucibince küfre kaymıştır. Çünkü bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur. Bu böyledir, bunu katiyetle bilin.
•
Deccalden daha beter olan ikinci imam:
Bunlar da sûret-i hak’tan göründüler. İslâm’ın ön safında görünerek halkı avladılar. Sonra lüzumlu olan maddeyi elde edince ve etraflarında kalabalıkları görünce, kendilerinde bir güç gördüler ve dinlerini ilân ettiler, ilâh kesildiler.
Yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalatırlardı ve bu senetleri ödemeyenleri icrâ ile tahsil ederlerdi, halka bu kadar zulmederlerdi.
Yani halkı kaz yerine koyarlardı. Bütün bunların hepsi dini dünyaya âlet etmek suretiyle oluyordu. Bütün bu sapıtıcı imamlar bu şekilde yapıyordu.
Oysa Allah-u Teâlâ:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
Haram lokma midelerine girince, hemen refah’tan görerek onlar da sürekli para toplamaya başladılar, para toplamada onu da çok geçtiler ve bu husustaki Âyet-i kerime’leri tamamen inkâr ettiler. O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde onlar banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Bu nur çıkınca, iç yüzlerini açığa vurunca bunların soygunları bitti. Bu para toplama hırsı onları İslâm dininden rahatça çıkardı. Böylece kendilerine tâbi olanları, o masum yavruların hepsini küfrün kucağına attılar.
Bu da yetmiyormuş gibi imanlı talebeleri yavaş yavaş küfre meylettirdiler. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret olarak kabul ettiler. “Küfrü hoş görün!” diye milyonlarca müslümanı küfre kaydırdılar. Nitekim papaya yazdığı mektup ve muhtevası gazetelerde neşredildi.
Alenen Hazret-i Allah’a karşı geldi ve küfrü hoş gördü, hoşgürüyü ilân etti ve bütün müslümanları kâfir olmaya dâvet etti.
Ona tâbi olanlar ona uydular, papazlarını hazret olarak kabul ettiler ve onlara tâbi oldular, böylece hepsi birden küfre kaydılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Bunların vasıfları daha önce “Nurcu” iken, bu hallerinden ötürü “Nurcu” isimlerini “Narcı” olarak vasıflandırdık. Bu ismi onlara biz verdik ve artık “Narcı” olarak tanınıyorlar. Nurculuk Said-i Nursî Hazretlerinde ve onun yolunda olanlarda kaldı.
Çünkü bunlar papazlarını hazret kabul ettikleri için, bunlara nurcu demek, İslâm’a büyük bir zillet getirir.
Allah-u Teâlâ mümine izzet, kâfire ise zillet vermiştir. Bu zillete düşenlere izzet vermek, İslâm’ın izzetini yok etmek demektir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyuruyor. (Mâide: 51)
Küfrü hoş görmeyi, her yerde küfrün soluklanmasını ilân edince, hepsi de kabul ettiler. Onu ilâh olarak kabul edenler böylece küfre kaymış oldu ve küfür içinde donup kaldılar.
Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanların âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de haber verilmektedir:
“Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz.” (Saffat: 28)
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
•
Bu beyanı size hikmet tahtında açıyorum.
Dikkat ederseniz biraz evvel caminin ocağında idi, biraz sonra papazların kucağına düştü.
Müslümanlara kürsülerden nasihat ederdi. İslâm’ı yaşamaya gayret ederdi, talebelerine İslâm’ı telkin ederdi.
Ve fakat şöhret girince, para toplamaya girişince, Allah-u Teâlâ bu hallerden hoşlanmadı ve kalbini çevirdi.
Aynası ters dönünce artık küfrü hoş gördü ve tâbi olanlara küfrü hoş göstermeye çalıştı ve gösterdi. Onların hepsinin küfre kaymasına vesile oldu.
Bu gibilerin hakkında Allah-u Teâlâ’nın fermanı var.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (Bakara: 159)
Bir madde, menfaat ve şöhret için buna cüret etmişlerdir.
Hakikatı anlarlar, görürler ve tevbe ederler, hem kendilerini hem de etraflarında bulunanları cehennem azabından kurtarmış olurlar diye bütün bu Âyet-i kerime’leri açıklıyoruz. Zira gerçekten Hazret-i Allah’ın azabı şiddetlidir. Felâha ermek için Allah’tan korkmak ve emirlerine sarılmak lâzımdır.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar lânetlenmekten kurtulmuşlardır. Ben onların tevbesini kabul ederim ve ben tevbeleri daima kabul ederim, merhamet ederim.” (Bakara: 160)
Hiç kimseye garazımız yok ve fakat hakikat ile dalâleti karıştıranlardan değilim. Bunu ayırt etmeye çalışıyorum.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere ve kâfir oldukları halde ölenlere gelince; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun!” (Bakara: 161)
Çünkü onlar dünyada birbirini yoldan çıkararak küfre sevkettikleri için, âhirette bu alçaklıklarının neticesini görünce birbirlerine lânet etmeye başlayacaklardır.
“Onlar ebedi olarak o lânetin içinde kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet de verilmez.” (Bakara: 162)
Mazeret için onlara süre verilmez, hiçbir istekleri dikkate alınmaz.
Allah-u Teâlâ bütün insanlığa hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
“Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O Rahman’dır, Rahim’dir.” (Bakara: 163)
O’nu bu anlatılan şekilde tanıyın, O’nun yolundan başkaca yollara sapmayın ve saptırmayın.
•
Üçüncü bir sapıtıcı imam:
Süleymancılar kendi dinlerini kurunca: “Bizim dinimize göre fâiz helâldir.” diyerek fâizin helâl olduğunu ilân ettiler. Bu inkârlarını alevlendirerek bütün Türkiye’ye ve dünyaya duyurdular, halkı fâize bulaştırdılar.
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmekle, din-i İslâm’dan çıkmakla kalmadılar, Hazret-i Allah’ı ve Kitabullah’ı şikâyete kalktılar.
İlk olarak fâizin helâl olduğunu söylediler. Para, öşür ne varsa topladılar, böylece ilk çığırı açmış oldular.
Oysa fâizin azı da çoğu da İslâm dinine göre şiddetle haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler, böylece ebedî hayatlarını kaybettiler.
Âyet-i kerime’de geçen “Harp” ifadesi, başka hiçbir tahrim Âyet-i kerime’sinde görülmez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Dinleri Süleymancılık, imanları para, has huyları gasp, meslekleri dilencilik olan Süleymancılar; ellerinden gelen her türlü gaspı yaparlardı, yurtlarına aldıkları çocukları her tarafta dilendirirlerdi.
Dolayısıyla hem paralarını, hem imanlarını aldılar. İşte bunu da deccal yapamaz.
Ve hepsini birden cehenneme attılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık.” buyuruyor. (Kasas: 41)
İşte o imamlar bunlardır.
•
Dördüncü bir sapıtıcı imam:
Küfür diyarında İslâm halifeliğini ilân eden nankör ve sahtekâr Kaplan ve oğlu evvelâ Almanya’nın kuklası idiler, sonra şeytanın maskarası oldular.
Diğerleri gibi bunlar da para topluyorlardı ve halkı yoluyorlardı. Böylece Kaplancılık dinini yaymaya çalışıyorlardı.
Bunların hepsi hakkında kitaplar yazıldığı gibi; bu dinine ve vatanına ihanet eden nankörün hakkında da kitap yazıldı.
•
Âhir zaman ulemâsına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda, gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile çalıştılar.
Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, Allah’lık dâvâsında bulunanlar da oldu.
Bunların içlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet Kayserilioğlu hakkında da “Âhir Zaman Âlimleri” adı ile bir kitap yazıldı. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle hepsine bir bir cevap verildi.
Bunların içinde kimisi “İmam benim” dedi, kimisi sahte İsa, kimisi sahte Mehdi kesildi, kimisi “Ben Dabbet’ül arz’ım” dedi, Yaşar Nuri gibi kimileri çok şiddetli ifsatçı.
Bu gibilerin fesatlarını, sahte ve yalancı olduklarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremediği için, onlara isnat edilen küfrü ister istemez kabullendiler.
Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışan bu dokuz muhalif fırka ortalığı kararttıkça kararttılar, müslümanları kararsız hâle getirdiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular.
Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk’ı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Oysa Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.
Fakat bu nur-i ilâhî çıkınca zulümâtı deldi. Nur yayıldı, hem de dünyanın birçok yerlerine.
Bunların iç yüzleri meydana çıktı, küfürleri meydanda kaldı. Ne cevap verebildiler, ne de tevbe ettiler, şaşırıp kaldılar.
Çünkü her isim bir dindir. Bunların her biri kendi yolunu beğendi.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Müminun sûre-i şerif’inin 52. Âyet-i kerime’sinde:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.” (Müminun: 52)
Buyurduğu halde, bölücüler bu ilâhî emir ve hükmü dinlemediler, Allah-u Teâlâ’ya isyan ettiler ve dinden çıktılar.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın dinine sahip çıkmak ve parselleyip parça parça yapmak istediler. Her bir parsele her bir imansız imam birer din kurmak istedi ve bu suretle İslâm dininden çıkmış, küfre girmiş oldular.
İslâm’dan çıktıklarına dair 53. Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyurmaktadır:
“Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Müminun: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek ümmet bir tek din vardır.
Allah-u Teâlâ En’am sûre-i şerif’inin 159. Âyet-i kerime’sinde bütün bölücülerin İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir.
Buyurur ki:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile kendisi ilgiyi kestiği gibi, Hakk’a bağlı olanlara da “Sen de ilgiyi kes!” diye emir veriyor.
Ve fakat onlarla ilgi kuranların imanı, ancak ilâh edindikleri imansız imamadır. Onların İslâm dini ile aslâ hiçbir ilgisi kalmadı. Çünkü onlar Hazret-i Allah’a ve dinine düşmandır.
Ey müslüman! Sen bunları düşman bellemezsen, Allah-u Teâlâ’nın dostluğunu kazanacağını mı sandın?
Çünkü imanın en sağlam kulpu Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.
Eğer müslümanlar bu Âyet-i kerime’leri görüp iman etselerdi, bunların tuzağına düşmezlerdi. Hem imanlarını, hem maddelerini kurtarmış olurlardı. Maddelerini götürdükleri gibi imanlarını da götürdüler.
Allah-u Teâlâ Yâsin-i şerif’in 21. Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Buyurduğu halde müslümanlar bu Âyet-i kerime’yi göremedi, anlayamadı ve bu sapıtıcılara çok rahat yolundular.
Bir taraftan din-i İslâm’ı ifsata ve çürütmeye çalışıyorlar, bir taraftan da kendi kurdukları dini ayakta tutmaya gayret ediyorlar.
Nur yerine zulümât ile ortalığı kararttılar. Ve ortalık tam mânâsı ile karardığı bir zamanda Allah-u Teâlâ bu ilmi, bu nuru ihsan buyurdu ve lûtfetti. Bu nur ile bu dokuz muhalif ve yalancı, ifsatçı, tahripçi fırkalar ile mücadele ediliyor ve bu yalancı bölücülerin hepsinin hakkında kitaplar da yazıldı. Gerek Türkiye’ye, gerekse bütün dünyaya neşredildi.
Nur çıkınca kararmış olan âlem aydınlandı ve kâfirlerin küfrü ortada kaldı.
Zira onlara Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat edildi. Bu ilâhî hükümler karşısında şaşırıp kaldılar, maskeleri indi, iç yüzleri ortaya çıktı.
Hiçbir Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremedikleri için küfrü ister istemez kabullenmek zorunda kaldılar.
Ve fakat yarın âhirette nedametleri o kadar şiddetli olacak ki, Allah-u Teâlâ onların bu durumlarını Âyet-i kerime’sinde şöyle haber vermektedir:
“O gün zâlimlerden her biri ellerini ısırarak: ‘Ne olurdu ben de o peygamberin maiyyetinde bir yol edineydim. Vah başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Andolsun ki beni zikirden, bana Kur’an gelmişken o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakıyor.’ der.” (Furkan: 27-29)
Taraf-ı ilâhi’den onlara şöyle hitap edilir:
“Tutun onu! Hemen bağlayın!” (Hâkka: 30)
“Sonra atın onu cehenneme!” (Hâkka: 31)
“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hâkka: 32)
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
İşte bu hayâlâthanede birkaç gün ömür için sûret-i haktan görünen Deccallerin durumu budur.
•
Oysa dünya hayatı muvakkattır, günleri mahduttur, geçicidir. Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı karşılaştırılırsa, önem derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Ahirete varınca tarife sığmayacak kadar korkunç manzaralar karşısında insanlar dünyanın hâb-u hayal olduğunu anlarlar. Uğrayacakları belâ ve musibetlerin tesiriyle şaşkına dönerler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar vaadedildikleri azabı gördükleri zaman sanki dünyada gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar.” (Ahkâf: 35)
O muhteşem tablo karşısında azabın şiddetini ve uzunluğunu gördükleri zaman, dünyanın faniliğini ve değersizliğini düşünerek; dünyada kaldıkları senelerce ömrü az, azın da azı göreceklerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Aralarında gizli gizli konuşurlar: Siz dünyada on günden fazla kalmadınız!” (Tâhâ: 103)
Bu hayat için hiçbir hazırlık yapmayıp eli boş geldiklerinden, kısa bir ömrün geçici zevkleri uğruna böyle bir felâketle karşılaştıklarını anlayarak bin pişman olurlar.
“En akıllıları ise: ‘Siz dünyada ancak bir gün kaldınız!’ der.” (Tâhâ: 104)
Bâki olan şey karşısında fâni olan şey yok gibidir. İşte böylece dünyada geçirdikleri koca yıllar gözlerinden silinip gider.
İşte ebedî ahiret hayatının yanında dünya hayatının hükmü budur.
Bütün bu beyanlar ibret ve ikaz maksadıyla yazılıyor. Felâketler gelmeden evvel hatırlatılıyor.
Azgınların azgınlığı kendilerinde kalsın, biz kendimize dönelim.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ Bedr'e katılanlara (fedâkârlık ve samimiyetlerine) muttali oldu da:
‘Artık ne isterseniz yapın, ben sizi affetmişim.’ buyurdu." (Ebu Dâvud: 4654)
Rifâa bin Râfî -radiyallahu anhüma- der ki:
"Cebrail Aleyhisselâm Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
‘İçinizde Bedr'e katılanları ne sayıyorsunuz?’ diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm:
‘Müslümanların en faziletlisi.’ buyurdu.
Cebrail Aleyhisselâm:
‘Biz de Bedr'e katılan melekleri öyle (en faziletlimiz) biliyoruz.’ dedi." (Buhari. Megâzi, 11)
"Ashabıma dil uzatmayın. Yemin ederim ki eğer biriniz Uhud dağı kadar altını Allah yolunda harcasa yine onların ne bir avuçluk harcamasına ne de yarısına eritemez." (Buhârî)
"Ashabım hakkında Allah'tan sakının. Benim vefatımdan sonra onları hedef seçmeyin. Kim onları severse beni sevdiğinden sevmiş, kim kendilerine kin beslerse bana nefret beslediği için yapmıştır. Bana eziyet eden de Allah'a eziyet eder ki Allah ansızın cezalandırır." (Tirmizî)
"Kim ashabıma söverse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun." (C. Sağîr)
"Yüce Allah beni seçtikten sonra, benim için ashab ve arkadaşlar da seçmiştir. Ashabımın içinden bana vezirler, yardımcılar ve akrabalar seçmiştir. Onlara dil uzatan ve küfredene Allah, melekler ve bütün insanların lâneti olsun. Allah onun ne farzını ne de nâfilesini kabul etmez." (Hâkim)
"Ashabımdan söz edildiği zaman susun. Yıldızlardan söz edildiği zaman susun ve kaderden konuşulduğu zaman da susun." (Taberani)
Görülüyor ki Hazret-i Allah ve Resul'ü onlar hakkında böyle buyuruyor, ne oldum delisi olan sapıtmışlar da onlar hakkında dil uzatıyor.
“Nâdir bulunur tıynet-i kemâlde kusur,
Kem mâyede eyler ne ki eylerse zuhur.”