Muhterem Okuyucularımız;
Küffarın planı, kötü niyeti çok büyük. İran'a saldırmakla yetinmeyecekler, ateşi büyütmek istiyorlar.
Hedefte Türkiye de var. Türkiye aslında uzun zamandır hedefte. Ama dikkat ederseniz kademe kademe saldırıyorlar. PKK ile geldiler, PYD ile geldiler geliyorlar, FETÖ ile geldiler, ambargo ile geldiler, içeriden karıştırmakla geldiler. Çok badireler atlattık, çok mücadeleler verdik, çok muvaffakiyetler kazandık. Ve fakat biz güçlendikçe, kendi silahımızı yaptıkça küffar daha da kuduruyor. Sırada Yunan var. Yunan'ı hazırlıyorlar. Yakın zamanda bir Yunan Savaşı'nın yaşanma ihtimali var. Sonraki yıllarda daha büyük savaşların çıkma ihtimali var.
Bu savaşların olacağını, ahir zamanda yaşadığımızı, her türlü savaşların, nükleer harbinin, 3. Dünya Savaşı'nın dahi beklenmesi gerektiğini, İran harbini, Mısır'ın, Arabistan'ın da hedefte olduğunu, buna mümasil hadiseleri; bu hadiselerin ve harplerin müslümanları iyice zor durumda bıraktığı bir zamanda Hazret-i Mehdi'nin zuhur edeceğini, onun da büyük harpler ve mücadeleler yapacağını, İsa Aleyhisselâm'ın müslümanlara yardım etmek için yeryüzüne indirileceğini; ve nihayet bu büyük badirelerden ve harplerden sonra Allah-u Teâlâ'nın muzafferiyeti müslümanlara vereceğini, ancak çok az insan kalacağını; ve bu hadiselerin olup bitmesinin yakın olduğunu Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri beyan ve ifşaatları ile haber vermişler, ümmet-i Muhammed'i uyarmışlardı.
Yahudi ve Amerika bölgemizde kuvvetli bir İslâm devleti bırakmamak için çalışıyor. İçeriden çökertmek, iç savaş çıkartmak, yahut bölge ülkelerini kendi aralarında savaştırıp seyretmek istiyor. Muvaffak olamayınca kendisi saldırıyor.
Onun için durum çok nazikleşti. Türkiye'ye saldırma ihtimalleri var. Savaş ve cihad günleri iyice yaklaştı.
"Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara karşı galip kılsın ve müminlerin gönüllerini ferahlandırsın." (Tevbe: 14)
Bize düşen; Allah ve Resul'üne dayanmak, güvenmek ve yardımı yalnız Allah'tan beklemektir.
Yegâne galip olan Allah'tır:
"Allah: "Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!" diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir." (Mücadele: 21)
Bize düşen, şehadeti dünya ve dünyanın içindekilerden, hayattan, ve dahi en yakınlarımızla birlikte olmaktan daha çok arzulamak; aşk ile, şevk ile, seve seve harp meydanına çıkıp, düşman üzerine atılmaktır.
Allah'ın verdiği canı Allah için feda etmek gibi güzel bir son, şehadet gibi büyük bir rütbeye nâil olmaktan daha güzel bir nimet var mıdır?
Etrafımız ateş çemberi haline geldi. Bu zor günlerde birlik ve beraberlik içinde olan bir Türkiye'ye, güçlü, kuvvetli ve kararlı bir Türk ordusuna çok ihtiyaç var.
Bütün halk kenetlenmeli, hazırlanmalı, millet olarak bu aziz vatanda devletimizle bir ve beraber olmalıyız.
Devlet olarak, millet olarak bütün gücümüzü seferber etmemiz lâzım. Cihad ruhunu, savaş azmini dâima yüksek tutmamız lâzım. İçimizdeki ihanetlere, ihanet şebekelerine aslâ fırsat vermememiz, sürekli teyakkuz hâlinde ve çok sıkı durmamız lâzım. Ve cephedeki askerimize maddi-mânevî destek için elimizden geleni yapmamız lâzım.
Tehdit bu kadar büyük ve bu kadar yakın iken bizim de büyük bir cihad ruhu ile, küffardan daha gayretli savaşa hazırlanmamız, gerektiği zaman kenetlenmiş bir duvar gibi savaşmamız gerekmez mi?
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever." (Sâff: 4)
Büyük bir sabır ve sebatla bu kâfir güruhuyla mücadele etmemiz gerekmez mi?
"Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!" (Bakara: 250)
•
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...

"Osmanlı'ya bak. Canını malını feda etti. Bu galibiyetleri elde etti. Bugün de bu iman ve vatan kalesini muhafaza etmek için insan da canını, malını feda edecek. Laf işi değil. Şöyle niyaz ettim: 'Ölünceye kadar bu yoldan, bu cihaddan ayırma dedim. Şehit oluncaya kadar, Allah'ım beni bu mücadeleden alıkoyma. Onun için, benim için şehadet en büyük şerbettir. Siz neye dayanıyorsunuz? Canlarınız mı kıymetli, yoksa malınız mı kıymetli? İnceden inceye dikkat ederseniz, biz Hazret-i Allah'a sığınarak bu uğurda canımızı, malımızı ortaya koymuşuzdur. Tek başımıza bütün dünyadaki bölücülere harp ilân etmişizdir. Onun için tek beni tutan, murad ederse cihaddır. Son nefesime kadar son damla kanıma kadar. Allah'ım beni bundan ayırmasın. Allah'a yemin ederim, bin canım olsa, O'nun uğrunda feda ederim. Bütün dünya ve içindekileri verseler Hazret-i Allah ve Resul'ünü tercih ederim."
"Can Canan'ındır. Benim canla ne işim var. Ben mi koydum onu. Bana veren isterse alır, isterse istediği kadar tutar. 'Cihad-ı ekber' buna denir."
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 2004 yılında İran ve İsrail'in karşılıklı olarak birbirlerini tehdit ettiklerinden mevzu açıldığında şu cevabı vermişlerdi:
"Patlayıncaya kadar. Patlayacak yakında. İkisinin de kuvvetli silahı var. İkisi de birbirinden korkuyor. Ve oradan patlayacak silah. Ateş bir çıktı mı, yavaş yavaş bütün dünyayı saracak. Evvel atan kazanıyor." (25 Eylül 2004)
"Yahudinin daha ruhsatı var. İran'ın üzerine gidecekler. Suûdî Arabistan'ın üzerine gidecekler, Mısır'ın üzerine gidecekler. Bu ruhsat epey devam eder, Hazret-i Mehdi'den sonraya kadar devam eder. Sonra İsa Aleyhisselâm çıkar, işleri biter. O zamana kadar ruhsatları var."
2006 yılında Amerikan Time dergisinde "Amerika aniden İran'ı vurmaya hazırlanıyor, havadan vuracak" şeklinde çıkan haber Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ne arzedildiğinde ise şöyle buyurmuşlardı:
"Aynısını Türkiye'ye yapacaklar. Bununla beraber Türkiye'yi ayırıyor parçalayabilmek için.
İran'la beraber Türkiye hedefte. Türkiye'yi belirtmiyorlar İran'ı ayırmak için."
Beklenen oldu. Ve İsrail İran'a saldırdı. Amerika arkasında.
Küffarın planı, kötü niyeti çok büyük. İran'a saldırmakla yetinmeyecekler, ateşi büyütmek istiyorlar.
Hedefte Türkiye de var. Türkiye aslında uzun zamandır hedefte. Ama dikkat ederseniz kademe kademe saldırıyorlar. PKK ile geldiler, PYD ile geldiler geliyorlar, FETÖ ile geldiler, ambargo ile geldiler, içeriden karıştırmakla geldiler. Çok badireler atlattık, çok mücadeleler verdik, çok muvaffakiyetler kazandık. Ve fakat biz güçlendikçe, kendi silahımızı yaptıkça küffar daha da kuduruyor. Sırada Yunan var. Yunan'ı hazırlıyorlar. Yakın zamanda bir Yunan Savaşı'nın yaşanma ihtimali var. Sonraki yıllarda daha büyük savaşların çıkma ihtimali var.
Bu savaşların olacağını, ahir zamanda yaşadığımızı, her türlü savaşların, nükleer harbinin, 3. Dünya Savaşı'nın dahi beklenmesi gerektiğini, İran harbini, Mısır'ın, Arabistan'ın da hedefte olduğunu, buna mümasil hadiseleri; bu hadiselerin ve harplerin müslümanları iyice zor durumda bıraktığı bir zamanda Hazret-i Mehdi'nin zuhur edeceğini, onun da büyük harpler ve mücadeleler yapacağını, İsa Aleyhisselâm'ın müslümanlara yardım etmek için yeryüzüne indirileceğini; ve nihayet bu büyük badirelerden ve harplerden sonra Allah-u Teâlâ'nın muzafferiyeti müslümanlara vereceğini, ancak çok az insan kalacağını; ve bu hadiselerin olup bitmesinin yakın olduğunu Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri beyan ve ifşaatları ile haber vermişler, ümmet-i Muhammed'i uyarmışlardı.
Bu haberleri dergimizin çıkmaya başladığı günden bugüne 32 senedir her vesile ile dile getirmiş, halkımıza bu gidişatın nereye gittiğini, nasıl hazırlanmamız gerektiğini, dünyevî ve uhrevî kurtuluş için ne yapmamız gerektiğini izah etmiştik.
Hikmet-i ilâhî geçen ay yayınlanan dergimiz de "Dünyada Yaşananlar, Olacak Hadisatın Habercisidir. Vakit Geldi Geliyor!" başlığı ile çıkmış; Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin haber verdiği bu "Harp ve Harabiyat Devri" hakkındaki beyanlarını tekrar hatırlatmış; buna göre nasıl hazırlanmamız, nasıl tedbir almamız gerektiğini dikkat nazarlarınıza arzetmiştik.
Dergimizin yayınlanmasının hemen ardından İsrail İran'a büyük bir savaş başlattı. Yahudi, Gazze'de başlattığı yangını büyüte büyüte nihayet İran'a taşıdı. Ve bu ateşi daha da büyütmek niyetinde. Bu savaş her ne kadar bekleniyor olsa da savaş esnasında çok dersler çıkaracak durumlar yaşandı.
Bilmemiz gerekir ki küffarın hedefinde Türkiye de var. Şu anda Türkiye'ye karşı Yunan'ı ve Rum'u, Suriye'de PKK-PYD'yi hazırlıyorlar. Yahudi ve Amerika son yıllarda Yunan'a ve Rum'a her silahı, her füzeyi, her desteği veriyor. Kendi aralarında ittifak kurdular. Bu ittifaka Hindistan'ı da kattılar.
Tarihte Haçlı Seferleri'ni başlatan ve organize eden merkez Papalıktı. O günkü papaların yerini bugün İsrail ve yahudiler aldı. İslâm dünyasını bölmek, parçalamak, yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlar, en başta Amerika bütün küffar milletlerini seferber etmeye çalışıyorlar.
Yahudi ve Amerika bölgemizde kuvvetli bir İslâm devleti bırakmamak için çalışıyor. İçeriden çökertmek, iç savaş çıkartmak, yahut bölge ülkelerini kendi aralarında savaştırıp seyretmek istiyor. Muvaffak olamayınca kendisi saldırıyor.
Dikkat ederseniz 40 yıldır Türkiye üzerinde de çalışıyorlar. PKK ile, FETÖ gibi din ve vatan bölücülerini kullanmakla Türkiye'yi çökertmeye çalıştılar. Muvaffak olamadılar çok şükür. Ama asla düşmanlığı bırakmış değiller. Düşmanlarımızı kışkırtıyorlar. Katıksız Türk düşmanı olan Yunanistan zaten dünden hazır. Bazıları Yunan'ı küçümsüyor ama arkasında Amerika'nın, yahudinin olduğunu, her türlü yakıcı silahı verdiklerini görmüyor. Bugün Ukrayna bunların desteği sayesinde hâlâ Rusya'ya karşı savaşabiliyor. Rusya'yı Ukrayna'ya soktular seyrediyorlar. Aynısını Türkiye ile Yunanistan arasında planlıyorlar.
Allah-u Teâlâ kâfirlere fırsat vermesin. Plan ve tuzaklarını başlarına çevirsin. Dinimize vatanımıza kast etmek isteyenleri kahr-u perişan eylesin..
Onun için durum çok nazikleşti. Türkiye'ye saldırma ihtimalleri var. Savaş ve cihad günleri iyice yaklaştı.
"Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara karşı galip kılsın ve müminlerin gönüllerini ferahlandırsın." (Tevbe: 14)
Her şeyden önce bize düşen; meyus olmak değil, üzerimize gelmesi mukadder bu küffar ateşine karşı cihad azmi ve kararlılığı ile bir dağ gibi durmaktır. Bu harplere samimi bir iman ile, büyük bir vatan sevgisi ile, cihad aşkı ve azmi ile, şehadet özlemi ve arzusu ile hazırlanmak, bu harpler esnasında yaşanacak sıkıntılara karşı da tedbir almaktır.
"(Ey iman edenler!) Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfal: 60)
Bize düşen; Allah yolunda, din ve vatan uğrunda gerektiğinde canımızı seve seve vermeye hazır olmaktır.
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzab: 23)
Bize düşen; o en büyük kahramanın, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in; onun yolunda giden, cihad sahasında canını malını seve seve feda eden Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz'in izinden gitmektir.
"Muhammed'in nefsini kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi ne kadar isterdim." (Buhârî - Müslim)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- dünyanın en kahraman insanı hakkında şöyle buyurdu:
"Bedir günü savaş kızıştığı zaman Resulullah Aleyhisselâm'a sığınmıştık. O gün insanların en cesaretlisi ve en kahramanı o idi. Müşriklerin saflarına ondan daha yakın olan bir kimse yoktu."
Bize düşen; Allah yolunda, ilây-ı kelimetullah uğruna canlarını hiçe sayan, küfür ordularını, haçlı sürülerini ekin biçer gibi biçen, "Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler" ilâhî sırrına mazhar olan, bu güzide vatanı yüzbinlerce, milyonlarca şehid kanıyla sulayan, mazlumların "Muhammed'in ordusu" ismini verdiği, Selçuklu ve Osmanlı atamızın yolunda gitmektir.
"Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler." (Mâide: 54)
Bize düşen; cihad ruhunu, savaş azmini, şehitlik aşkını iliklerimizde, damarlarımızda, her bir zerremizde yaşamak ve yaşatmak, küffarı büyük bir azim ve kararlılıkla karşılamaktır. Silahımızı, uçağımızı, tedarikimizi gücümüzün yettiğince çok ve hızlı yapmaktır.
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz (sarılırsanız), Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)
Bize düşen; yeryüzünü zulüm ve zorbalıkla dolduran ve daha da beterini hazırlamak için en kötü, en vahşi niyetini sahaya süren küffarın karşısında mazlumun yanında durmak, Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir kurtarıcı olarak geleceğini, yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracağını haber verdiği Zât-ı âli geldiğinde ona yardımcı olmak, onun bayrağı altına girmektir.
"Mehdî bendendir. Yeryüzü zulüm ve işkence ile dolduğu gibi, onu doğruluk ve adaletle doldurur." (Ebû Dâvud. 4285)
"Artık sizden kim o güne yetişirse kar üstünde emeklemek suretiyle de olsa onlara varsın (katılsın)." (İbn-i Mâce: 4082)
Bu harp günleri yaklaştı.
"Ey müminler! Gevşemeyin, üzülmeyin. Gerçekten inanıyorsanız, siz mutlaka en üstünsünüzdür." (Âl-i İmran: 139)
Bu Âyet-i kerime Uhud yenilgisinden sonra müslümanları teselli etmek için nazil buyurulmuştur. Binaenaleyh Allah'a inanan bir müslümanın vazifesi cihad etmektir. Gerisi Allah'ın takdiridir. İnanan için "Yenilgi" diye bir şey yoktur. Bu hakikat dilimize "Sefer bizim, zafer Allah'ındır." deyişi ile yerleşmiştir.
Bize düşen; Allah ve Resul'üne dayanmak, güvenmek ve yardımı yalnız Allah'tan beklemektir.
Yegâne galip olan Allah'tır:
"Allah: "Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!" diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir." (Mücadele: 21)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ müslümanlara zafer, kâfirlere yenilgi vaad etmiştir. Müslümanın en büyük zaferi, bayramı; şehid olmak, imanla gitmektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Allah'ın kılıcı" ismini verdiği Halid bin Velid -radiyallahu anh- Hazretleri Bizans ve İran fetihleri esnasında düşmanı ile karşılaşmadan önce onlara "Sizin hayatı ve şarabı sevdiğiniz kadar ölümü seven bir ordu ile geldim." demişti.
Bize düşen, şehadeti dünya ve dünyanın içindekilerden, hayattan, ve dahi en yakınlarımızla birlikte olmaktan daha çok arzulamak; aşk ile, şevk ile, seve seve harp meydanına çıkıp, düşman üzerine atılmaktır.
Allah'ın verdiği canı Allah için feda etmek gibi güzel bir son, şehadet gibi büyük bir rütbeye nâil olmaktan daha güzel bir nimet var mıdır?
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i İmran: 169-170)
Kâfirin en büyük, kesin ve mukadder yenilgisi ise cehennemi boylamaktır:
"Resul'üm! Kâfirlere de ki: Yakında yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürükleneceksiniz. Orası ne kötü bir kalma yeridir!" (Âl-i İmran: 12)
Şüphesiz Hadis-i şerif'lerde haber verildiği ve müjdelendiği üzere bu harp devirlerinin sonunda zafer müslümanlara vaad edilmiştir.
Peki biz bu vaad-i ilâhîyi hak etmek için hazır mıyız? İmanımız, ihlasımız ne durumda? Hadis-i şerif'te Hazret-i Mehdi'nin ihlaslı olanları ordusuna alacağı haber veriliyor. Bizim durumumuz nedir?
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebat edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyordunuz?" (Âl-i İmran: 142)
Bugün ümmet-i Muhammed'in, İslâm ülkelerinin çektiği sıkıntıların en büyük sebebi budur. İman zayıflamış, cihad aşkı sönmüş, insanlar balık otu yutmuş gibi. Birlik yok, beraberlik yok, İslâm ülkeleri arasında ittifak yok. Felâket bir çığ gibi kopmuş geliyor, İslâm devletlerinin, bilhassa Arap devletlerinin yöneticileri hâlâ rahatım, istirahatim bozulmasın, Amerika'yı ürkütmeyeyim derdinde.
İsrail'in bu yayılmacılığı, saldırganlığı karşısında ümmet-i Muhammed'de cihad ruhu görünmüyor. İsrail her zulmü işlerken İslâm devletleri ses çıkarmıyor, çıkaramıyor.
Biz de böyle olursak, yarın düşman saldırdığında, bir harp çıktığında durumumuz ne olur?
Bir savaş anında, Yunan saldırdığında bu imanı, bu cihad ruhunu, bu şehadet aşkını bulamazsak bu bize çok pahalıya patlayabilir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri çok büyük bir cihad ruhuna sahipti. Bu ruhu, bu azmi hem ihvanına hem bu müslüman halkımıza vermek için gayret etti. Tek başına Türkiye'deki din ve vatan bölücülerine karşı olsun, dünyada da İslâm'ı yıkmaya çalışan Papalık ve hıristiyan misyonerlerine karşı olsun büyük cihad yaptı.
"İtimat edin dünyada kalmak için tek bir arzum bu cihad içindir. Beni tek tutan bu cihaddır." buyurmuş, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'i kastederek "Büyük dedem de kâfirlerle savaşmayı çok severdi" demişlerdi.
Bu cihad ruhunu ihvanına da aşıladı. Onun ihvanı onun bu mücadelesini, eserlerini, neşrettiği İslâm nurunu her yerde, sokak sokak, cadde cadde yaymaya, İslâm'ı anlatmaya, ümmet-i Muhammed'i din ve vatan düşmanlarına karşı uyaran beyanlarını ulaştırmaya, halkımıza bu hakikatleri duyurmaya çalıştılar. Bugün de bu mücadele devam ediyor.
Zât-ı âlileri: "Ben bunlarla kalemle mücâdele etmeye vazifeliyim. Benim için can ve mal, böyle bir şey düşünülmez." buyurmuşlardı.
Bu cihad ruhuna sahip bir avuç ihvanı bir harp çıkmış olsa, yeri geldiği zaman bu din için, bu vatan için cepheye, savaş meydanına da bu cihad ruhu ile gider, en ön safta savaşır, seve seve canlarını verirler.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu harpleri haber verip tedbir ve hazırlık yapılmasını nasihat ettikleri gibi; küffarla savaşta Türk ordusuna düşen bu büyük vazifeden dolayı daima mânevî olarak desteklerini beyan etmişlerdi.
"O hem Türk milletine, hem de Türk ordusuna gönderildi. Bu gönderilme; Türk milletinin ıslâhı, ordunun mânevî desteği içindir." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Saadete Erenler, Felâkete Kayanlar", s. 318)
Ümmet-i Muhammed için, bu devlet için, Türk ordusunun muzaffer olması için duâ ettiler. "Bizim iki gayemiz var: İman ve vatan" buyurdular.
Etrafımız ateş çemberi haline geldi. Bu zor günlerde birlik ve beraberlik içinde olan bir Türkiye'ye, güçlü, kuvvetli ve kararlı bir Türk ordusuna çok ihtiyaç var.
Bugün savaşlar sadece ordu ile yapılmıyor. İstihbarat olsun, polis olsun, savunma sanayii olsun ve buna mümasil bir ordu gibi çalışan kurumlarımız var.
İran Savaşı göstermiştir ki bunların hepsine çok büyük işler, çok büyük vazifeler düşüyor. Hatta halkın da yapabileceği işler var, halkın teşkilatlanmasını gerektiren durumlar ve yerler var. Nükleer harbi var. Maraş depreminde bunun en bariz bir örneğini yaşadık. Bunun için ordu, emniyet, istihbarat bütün kurum ve kuruluşlar; asker-polis, mühendis-doktor, imam-öğretmen, işçi-memur-esnaf, işli-işsiz bütün vatandaşlar yek vücut bütün halk kenetlenmeli, hazırlanmalı, millet olarak bu aziz vatanda devletimizle bir ve beraber olmalıyız.
Bugün herkes rahat ve istirahata alışmış, bu cihad ruhu azalmış. Fakat bu milletin gönlünde Resulullah Aleyhisselâm'a derin bir sevgisi, atalarından gelen cihad ruhuna içlerinde meyli var. Bu küllenen korun tekrar alevlenmesi, bu aşkın tekrar canlanması için gayret etmek, irşad etmek, bu ruhu vermek lâzım. Cihad ruhu çok önemli. Bir milletin cihad ruhu olmazsa o millet savaşmaz. Bu halkın bu milletin bu ruhu taşıması lâzım. Bu ruh var mı? Var. Ama diri tutmamız lâzım.
Çanakkale'de savaşan atalarımız sabah şehid olacağız diye, üzerimizdeki elbiseler bizim kefenimiz olacak diye akşam elbiselerini yıkıyor, tekrar giyiyorlardı.
Malazgirt Savaşı başlamadan önce Sultan Alparslan askerinin karşısına kefene benzeyen beyaz bir elbise ile çıkıp şöyle hitap etmişti:
"İşte ben kefenimi giydim. Şehid düşersem beni böylece gömünüz."
Sultan Murad 1. Kosova Savaşı'nda:
"Yâ Rabb'i! Müminlerin uğruna beni fedâ kıl. Evvelce beni gazi kıldın, şimdi şehadet nasip eyle." diye duâ etmişti. Haçlılar büyük bir bozguna uğradılar. Sultan Murad savaş alanını gezerken ölü taklidi yapan bir düşman askeri tarafından hançerlenerek şehid edildi.
Gördüğünüz gibi onlar nasıl çarpıştılar, neyi göze aldılar?
İşte cihad aşkı böyle olur. Atalarımız din için, vatan için, seve seve cihad ettiler ve şehadet şerbetini kana kana içtiler.
Ey müslümanlar! Ey necip millet!
Biz buna hazır mıyız? Bizim durumumuz nedir?
Dinimiz için, vatanımız için, devletimiz için aynı ruhla bizim de vazifemizi yapmamız lâzım. Çünkü önümüz karanlık, buyük harpler var.
Bu Zât-ı âli bu ruhu canlandırmak için çok gayret etti, çok eserler, çok dergiler neşretti. "Din" dedi, "Vatan" dedi. İnsanlar çok farkında olmasa da bu mücadelesi bu irşadı çok meyveler verdi, çok kapılar açtı. FETÖ kalkışmasında olduğu gibi bu vatanın ayakta durmasında en büyük bir amil oldu. Şöyle ki; FETÖ çok güçlü iken, el altından her şeye hakim iken en şiddetli mücadeleyi yaptı. Onun hâin olduğunu, küffarın ajanı olduğunu, küfür ordusuna asker yetiştirdiğini neşretti. Halkı irşad etti. Halk önce anlamakta zorlandı ancak başına gelince bunlar hakkında hemen hükmünü verdi ve mücadele etti.
Bize düşen hem içeride hem İslâm dünyasında bu azmi ortaya çıkarmak için var gücümüzle çalışmaktır, bize saldırdıklarında en şiddetli bir şekilde topyekün, var gücümüzle üzerlerine yürümektir.
Bununla beraber münafıklar, ihanet edenler elbette olacaktır. Resulullah Aleyhisselâm devrinde oldu, bugün mü olmayacak? O devrin münafıklarının başı, yahudi işbirlikçisi Abdullah bin Ubeyy bin Selül'ün ölümü yaklaştığı zaman Resulullah Aleyhisselâm ona "Yahudilere karşı duyduğun sevgi en sonunda seni mahvetti." buyurmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm o ölünceye kadar fitne ve tehlikesine karşı sürekli tetikte ve tedbirli hareket etti.
Bizim de yapmamız gereken bunun gibi bugünkü münafıkları tanımak, takip etmek, devletten temizlemek, onlara fırsat vermemek için sinsiliklerine karşı sürekli tetikte ve tedbirli olmaktır.
Zira hâlâ en kritik yerlere sızmış FETÖ'cüler yakalanıyor. Haziran ayının sonunda yapılan FETÖ operasyonunda gözaltına alınan subaylardan 10'unun SİHA pilotu olarak görev yaptığı, bir tanesinin Savunma Bakanı'nın emir subayı olduğu ortaya çıktı. Kimi yarbay, kimi albay rütbesinde. 15 Temmuz'da FETÖ'cü subaylar devletin helikopteri ile Yunanistan'a kaçmıştı. Yarın bir savaş çıksa bunların verebileceği zararı düşünebiliyor musunuz? FETÖ düşman için çalışacak. İran en büyük darbeyi içerden aldı. Bir savaş durumunda biz de bu gibi FETÖ'cülerden içerden darbe alırsak durumumuz ne olur? O SİHA pilotu o bombayı kime atacak? Bu rütbeye, bu göreve gelinceye kadar hâlâ yakalanamamış olmaları büyük bir zafiyet değil midir? Nasıl hâlâ kritik yerlere gelebiliyorlar? Dış düşman tehlikeli ama, iç düşman daha tehlikeli. İç düşmanı temizlemek için çok daha keskin tedbirler almamız lâzım.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sen kendileriyle antlaşma yaptığın halde, onlar her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozarlar." (Enfâl: 56)
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Bir defa bunların hukukla adaletle hiçbir işlerinin olmadığını, barbarlıkta, zulümde, kötü niyette, düşmanlıkta, vahşette sınırlarının olmadığını bilmemiz lâzım. Özellikle Gazze'deki sahneleri görüyorsunuz. Bebek, çocuk demeden bomba yağdırıyorlar, aç-susuz bırakıyorlar. Vahşi hayvan gibi saldırıyorlar. Vahşi hayvanın bile bir sınırı var, bir yerde duruyor. Bunların sınırı yok, durmaya niyetleri yok. İnsan bunu ancak hayvandan elli derece aşağıya düştüğü zaman yapabilir.
"Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapık ve şaşkındırlar." (A'râf: 179)
"Gerçekte onlar hayvanlar gibidir; hatta onlar, daha şaşkın haldedirler." (Furkân: 44)
İran'ı gafil avlamak için İsrail ve Amerika birlikte çalıştılar. İran Umman'da devam eden müzakerelere hazırlık yapıyordu, Netanyahu da tatile çıkıyorum, oğlumun düğünü var diye açıklama yapmıştı. Toplantıdan iki gün önce, beklenmedik bir anda vurdular.
İsrailliler sığınaklarında saklanırken, İran komuta heyeti evlerinde uyuyordu. Ve evlerinde vuruldular. Niçin? Kâfire güvendikleri için. Anlaşma olacak sandıkları için.
"Müminler yalnız Allah'a güvenip bağlansınlar." (Tevbe: 51)
Ey necip millet!
Harp kapıda. Bu aziz vatanı kâfire vermeyelim. Canımızı verelim, imanımızı, vatanımızı vermeyelim.
Yarın savaşa giriyormuş gibi din için, vatan için cihada hazırlıklı olalım.
Görüyorsunuz İran'ı gafil avlamak için müzakere yapıyoruz, yapacağız dediler. Bir gece ansızın vurdular, en büyük zararı da içeriden verdiler. Aynı taktiği devam ettiriyorlar. Amerika bir yandan ateşkes filan dedi, diğer yandan bütün silahlarını, uçaklarını bölgeye yığdı. Saldıracağı belli idi. Nitekim Amerika'dan kalkan bombardıman uçakları ile kimsede olmayan bombalar ile İran'ın üç tesisini vurdular. İran ise cevap olarak Amerikan üslerine göstermelik, önceden haber vererek, birkaç füze attı. Trump çok memnun oldu, teşekkür etti. İsrail ve İran'ı hemen ateşkese çağırdı.
Trump süreç boyunca güya savaş istemiyormuş gibi konuştu ama İran'ı gafil avlamak için en büyük sinsiliği de kendisi yaptı.
Savaşın 12. gününde iki taraf da ateşkesi kabul etti.
Allah-u âlem bu iş burada kalmaz. Çünkü İsrail'in durmak gibi bir niyeti yok. Trump'ın gönlü olsun diye kabul ettik diyorlar, iki saat sonra Tahran'ı vuracağız diyorlar.
Ateşkes konuşulmadan önce İranlılar 2 sene sürebilecek bir savaşa hazır olduklarını söylüyor, Rusya da İran'a açık destek vereceğini deklare ediyordu.
İran Amerika'ya her füze atışından önce (Kasım Süleymani suikastinden bu yana) Amerika'yı arıyor; "Zevahiri kurtarmam lazım, sana füze atmam lazım, ama merak etme çok zarar vermeyeceğim, haberin olsun." minvalinde haber veriyor.
Güya bilmem kaç yıllık devlet aklı deniliyor, ama İran'ın stratejik aklından değil, olsa olsa stratejik akılsızlığından bahsedilebilir. Hem kendine zarar veriyor, hem bütün müslümanlara zarar veriyor. Vekil güçlerinden sonra kendisinin bütün üst düzey yöneticileri suikaste uğramış, dini lider Hamaney'i açıkça tehdit ediliyor, hâlâ zevahiri kurtarma derdinler. En büyük dertleri "Biz büyük devletiz, büyük ulusuz, şöyle galip geldik, düşmanı böyle perişan ettik" diye laflar edebilmenin yolunu yapmak.
Dikkat ederseniz yahudi önce içeriden vuruyor. İç cepheye çok dikkat etmemiz, çok sıkı tutmamız lâzım.
Devlet olarak, millet olarak bütün gücümüzü seferber etmemiz lâzım. Cihad ruhunu, savaş azmini dâima yüksek tutmamız lâzım. İçimizdeki ihanetlere, ihanet şebekelerine aslâ fırsat vermememiz, sürekli teyakkuz hâlinde ve çok sıkı durmamız lâzım. Ve cephedeki askerimize maddi-mânevî destek için elimizden geleni yapmamız lâzım.
Allah-u Teâlâ inananları Allah yolunda kahramanlığa ve fedakârlığa teşvik ederek Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Andolsun o koştukça koşanlara! Kıvılcımlar saçanlara! Sabahleyin akına çıkanlara! Orada tozu dumana katanlara! O toz duman içinde bir topluluğun ortasına dalanlara andolsun ki!" (Âdiyât: 1-5)
Diğer Âyet-i kerime'lerinde düşmanları olan kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad etmeyi emir buyurdu:
"Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!" (Tahrîm: 9)
Bedir savaşından önce nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem'ine hitaben şöyle buyurdu:
"Ey Peygamber! Müminleri savaş için coştur." (Enfâl: 65)
"Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, onlardan ikiyüz kâfire galip gelirler." (Enfâl: 65)
"Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler." (Enfâl: 65)
Müminleri kâfirlerle savaşmaya teşvik eden bir diğer Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Yeminlerini bozan, Peygamber'i sürgüne göndermeye kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız?" (Tevbe: 13)
"Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin." (Tevbe: 14)
Azaba uğratsın, savaşın acılarını tattırsın, öldürsün, esarete düşürsün, mallarını ellerinden gidersin.
"Onları rezil etsin, sizi onlara galip kılsın ve müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin." (Tevbe: 14-15)
Yahudi, Amerika'yı, Haçlı Batı ülkelerinden yanına alabildiğini almış saldırıyor.
Tehlike geldi geliyor derken artık kapımıza dayandı.
Yönümüzü, fikrimizi, azmimizi buna göre çevirelim, bu küffar güruhunun hazırladığı ateşe karşı tedbirimizi, hazırlığımızı yapalım.
Ey müslüman kardeş! Ey necip millet!
Tehdit bu kadar büyük ve bu kadar yakın.
Bizim de büyük bir cihad ruhu ile, küffardan daha gayretli savaşa hazırlanmamız, gerektiği zaman kenetlenmiş bir duvar gibi savaşmamız gerekmez mi?
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever." (Sâff: 4)
Büyük bir sabır ve sebatla bu kâfir güruhuyla mücadele etmemiz gerekmez mi?
"Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!" (Bakara: 250)
Atalarımız Allah yolunda ömrünü verdi, yüzlerce yıl O'nun uğrunda cihad etti, İslâm'ın ve müslümanların en büyük hamisi oldu. Dalga dalga, tsunami gibi gelen Haçlı saldırılarını büyük bir azim ve gayretle kahr-u perişan etti. Bazen yenildi ama asla azmini kaybetmedi.
Küffar bizi yok etmek, soykırımdan geçirmek için çok niyet etti, çok geldi, ancak bu büyük cihad sayesinde, Allah-u Teâlâ'nın yardım ve ikramı sayesinde asla muvaffak olamadı.
Yine geliyorlar.
Eğer bu azim ve gayret içinde olursak, bu cihad ruhu ile baş koyarsak yine muvaffak olamayacaklar. Belki bazılarımız şehadet şerbeti içecek, ve fakat bu vatan, bu iman payidar kalacak, küffarı Allah-u Teâlâ kahr-u perişan edecek.
Tarih bize tekrar Allah yolunda O'nun uğrunda mücadele etme, cihad sahasında can verip can alma günlerini karşımıza çıkartıyor.
Bu âli din de, bu güzel vatan da bize emanettir. O halde emanete hakkıyla sahip çıkıp onları koruyalım. Atalarımızı hatırlayalım. Onlar i'lâ-yi kelimetullah ve vatan için canlarını, mallarını feda etmekten çekinmediler. Bu niyette oldular, bu niyetle öldüler. Hazret-i Allah ile alışverişe girdiler.
"Hiç şüphesiz ki, Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat'ta da İncil'de de ve Kur'an'da da sâbittir. Allah'tan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saâdettir." (Tevbe: 111)
Yetmez mi!
Değmez mi!
Onun için bu imanlı ruhla, cihad aşkıyla din ve vatanımıza yönelen tüm tehditlere karşı duralım.
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever." (Saff: 4)
Yahudinin, Yunan'ın, Amerika'nın bir saldırısına karşı yekvücud hazır olalım.
Bugün İslâm'ın bayraktarlığını bu millet yapıyor. O halde her hazırlığımız tam olsun. Sonra nedamet çok olur, faydası yok olur. Ama biz O'nun yolunda olursak, eksiğimiz olsa da O bizi affeder, destekler, her zorluktan bir çıkış yolu ihsan eder. Bu cennet gibi vatanın düşmanı çok, onun için uyanık olalım. Su uyur, düşman uyumaz.
Hazret-i Allah sonunda zaferi bize bahşedecek.
"Eğer Allah size yardım ederse artık sizi yenip mağlup edecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? Müminler yalnız Allah'a güvensinler." (Âl-i İmran: 160)
"Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!" (Bakara: 250)
Bize Allah-u Teâlâ'nın dostluğu yardımı yeter.
Tarih boyu bu millet kendi vatanını, dinini, imanını muhafaza ederken bir baraj gibi zulüm ve küfür selinin önünde durmuş, bütün İslâm dünyasının, müslümanların ve mazlumların selâmeti için mücadele ve mücahede etmiştir. Atalarımız yüzyıllar boyu İslâm'ı bütün dünyaya yaydıkları gibi İslâm'ın ve müslümanların yok edilmesinin önündeki en büyük engel olmuştur.
Bugün de böyledir.
Ordusuna "Peygamber ocağı" diyen bu necip milletin necip olanları bu cihad azmini ve kararlılığını kaybetmemişlerdir. Elan böyledir; kahraman Mehmetçik harp meydanlarında küffara karşı, haçlı ordularına karşı savaşa, şehadet şerbetini yudumlamaya devam etmektedir.
"Müminler ahzabı (düşman birliklerini) gördüklerinde: "İşte Allah ve Resul'ünün bize vâdettiği! Allah ve Resul'ü doğru söylemiştir." dediler. Bu onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.
Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 22-23)
Biz Allah için olursak, Allah-u Teâlâ'nın yardımı ve desteği de bizim için olur.
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz (sarılırsanız), Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sabit kılar.
Kâfirlere gelince onlar yüzüstü sürünsünler! Allah yaptıklarını boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 7-8)
Gaye, O'nun rızâsı olunca ve bu uğurda çalışınca; niyeti halis, azmi çok olanı ve kendisine yöneleni Hazret-i Allah destekler.
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." (Ankebut: 69)
Azim ve gayretleri nispetinde yollarını açar. Karşılarına çıkan bütün engelleri kaldırır. Fisebilillâh yaptıkları cihad karşılığında hidayetlerini artırır, imanlarını kemâlleştirir. Onlara destek vererek önlerine çıkan düşmanlara karşı galip getirir.
Allah-u Teâlâ'nın yardım ettiğini kim mağlup edebilir?
"Allah: 'Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!' diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir." (Mücadele: 21)
"Şüphesiz ki bizim ordumuz galip gelecektir." (Sâffât: 173)
"O sizin Mevlâ'nızdır. O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır!" (Hacc: 78)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin." (Hacc: 78)
"Allah'ın dinini yüceltmek için mallarınızla, canlarınızla, bütün imkânlarınızı seferber ederek, bütün güç ve kuvvetinizle, her şeyinizle hakkıyla cihad edin." buyuruluyor.
Bunun için de niyet-i hâlisa olacak, azim olacak, gayret olacak. Gaye, maksat, menfaat olmayacak. "Allah bana yeter!" denecek, öyle yürünecek. Canla-başla, malla, kalemle mücadele edilecek.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cihad üzerinde çok durdu.
Evvelâ kendi imanımızı saniyen başkasının imanını korumak için cihad ruhu, cihad aşkı lâzım. Cihadın zevki tarif edilemez.
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ve malları ile cihad etmişlerdir. İşte onlar sâdıklardır." (Hucurât: 15)
Çünkü onların bütün gaye ve hedefleri Allah rızâsını kazanmak, O'nun dinini yaymaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cihad etmeniz üzerinize farz kılınmıştır." (Ebu Davud: 2533)
"Cennet kılıçların gölgesi altındadır." (Buhârî)
Hiç şüphesiz ki cihad edenlerin Allah katındaki makam ve mevkileri çok yüksek, çok kıymetlidir.
"Allah, malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan çok üstün kıldı. Bununla beraber Allah ikisine de cenneti vâdetmiştir. Fakat cihad edenleri oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.
Kendi katından dereceler, mağfiret ve rahmet vermiştir." (Nisâ: 95-96)
Çünkü onlar değil mallarını, canlarını bile Allah yolunda fedâ etmekten bir an bile tereddüt etmemişlerdir. Böyle olduğu için mükâfatları da büyüktür.
Ebu Saîd -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün şöyle dedi:
"Kim Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Muhammed'den râzı ise ona cennet vâcip olmuştur."
Bu sözü hayretime gitti ve:
"Yâ Resulellah! Bir kere daha tekrar eder misiniz?" dedim.
Aynen tekrar etti, arkasından da şunu söyledi:
"Bir şey daha var ki, Allah onun sebebiyle kulun cennetteki makamını yüz derece yüceltir. Bu derecelerden ikisi arasındaki uzaklık gökyüzü ile yer arasındaki mesafe gibidir."
Ben: "Öyleyse bu nedir?" diye sordum.
Şu cevabı verdi:
"Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad!.." (Müslim: 1886)
Yol Allah ve Resul'ünün yolu, yol cihad yoludur. İman cihadla kâimdir, imandan sonra hemen cihad gelir.
Âyet-i kerime'sinde Cenâb-ı Hakk müminleri kendisiyle alışverişe davet ediyor.
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, Cennet kendilerinin olma karşılığında satın almıştır." (Tevbe: 111)
Cenâb-ı Hakk yalnız ve yalnız canını ve malını bütün ihlâsı ile Hazret-i Allah'a hasrederse, O'nun uğrunda O'nun için ortaya koyarsa mukabil olarak ona cenneti takdim edeceğini beyan buyuruyor.
Hazret-i Allah ile alışveriş ancak cihad ile mümkündür.
Allah-u Teâlâ ile alışverişe girip cihad edenleri dilerse derece derece yükseltir. İman etmiş, amel-i sâlih işlemiş, ibadet ve taatini ehemmiyetle yapmış, cihad etmemiş, dilerse onu da cennetine koyar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"Allah yolunda ayağı tozlananları, Allah cehenneme haram kılmıştır." buyuruyorlar. (Buhârî)
Öyle kimseler vardır ki Hazret-i Allah'a gönülden bağlıdır, Allah uğrunda canını, malını fedâ edeceğine dair söz vermiştir.
İşte bunlar niyet-i halisa ile hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.
"Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda siz de savaş açın! Aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez." (Bakara: 190)
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı." (Bakara: 216)
"Fitneden eser kalmayıp ve din de tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Enfâl: 39)
"Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir." (Ahzab: 21)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her anı, her hâli, her saniyesi cihad idi. Cihadın geniş anlamı içerisinde İslâm'ın tebliği, insanların imanlarını kurtarmak için yapmış olduğu irşadı ve gerektiği zaman harp sahasındaki cehd ve gayreti ile müslümanların en kâmil mücahidi, en güzel numunesi idi. Her daim canını, malını, her şeyini Allah için, O'nun dini için seve seve feda etmek, O'nun rızasını kazanmak için cihaddan cihada, savaştan savaşa koşmuş, her an ashabının en önünde savaşmıştır.
En büyük cihadını Mekke müşriklerine ve yakın akrabalarına karşı yapmış, bütün suikast, kötü söz, aşağılama, hakaret, kötülük nevinden ne yapılmış olursa olsun, o buna karşı mücadele ve mücahededen geri durmamıştır. Hicretten sonra ise Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te, Hayber'de, Mekke'nin Fethi'nde, Huneyn Savaşı'nda, Tebük Seferi'nde ordusunun başında bizzat bulunmuştur.
O insanların en cesaretlisi idi. Düşmanlarından hiç bir zaman korkmadı. Hayatına kastetmek için tertipler hazırlanırken bile, gece ve gündüz Mekke'de korkusuzca dolaşırdı.
Hicret esnasında yanında sadece bir kişi bulunuyordu. Azılı düşmanları Sevr mağarasının önüne geldiklerinde Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- endişesini açığa vurunca:
"Korkma! Allah bizimle beraberdir." buyurmuştur. (Tevbe: 40)
Ondaki cesaret fıtrî idi. Yalnız başına ordular hazırladı, yalnız başına ordusunu sevk ve idare etti. Bozulmuş ve dağılmış bir orduyu bir anda harekete geçirdi. Ordusunun başında bizzat on dokuz harbe iştirak etti. Tehlike anlarında büyük bir cesaretle ileriye atılırdı.
Muvaffakiyetle neticelenen her harekette Allah-u Teâlâ'nın bir tecellisini görür ve bundan dolayı secde-i şükrana kapanırdı.
Mekke'nin Fethi'nden sonra yaşanan Huneyn Savaşı'nda Arabistan'ın iman etmeyen Arap kabileleri bir araya gelmiş büyük bir ordu hazırlamışlardı. İslâm ordusu da kuvvetli idi. Ancak düşman kuvvetleri İslâm ordusunu pusuya düşürdüler ve büyük bir bozgun yaşandı.
Herkes dağılıp kaçışmaya başlamıştı. Hiçbir müşkül durumda aslâ acele ve telâş etmeyen, vakarını ve ciddiyetini bozmayan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz soğukkanlılığını muhafaza ediyor, bineğini daima ileriye doğru düşmana karşı sürüyordu. Sağında amcası Abbas -radiyallahu anh-, solunda amcazâdesi Ebu Süfyan bin Hâris -radiyallahu anh- beyaz katırın dizginini tutuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm'ın daha ileri gitmesine mâni oluyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm'ın yanında Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas, Ebu Süfyan bin Hâris, Üsame bin Zeyd -radiyallahu anhüm ecmaîn- olduğu halde yüz kadar sahabe kalmıştı. Durum çok vahimdi. Düşmanın hakim tepelerden yağdırdığı şiddetli ok yağmuru yüzünden ordu çekilirken Resulullah Aleyhisselâm: "Ey Allah'ın kulları! Buraya geliniz! Ben Allah'ın Peygamber'iyim, bunda yalan yok! Ben Abdülmuttalip soyundanım!" diye sesleniyordu. Amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-da daha gür sesiyle Ashâb-ı kiram'a hitap etti:
"Ey Akabe'de biat eden Ensâr! Ey Şecere-i Rıdvan altında söz veren Ashâb! Muhammed burada! Ona doğru gelin!" diyordu.
Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-ın sözlerini işiten Muhâcirler ve Ensâr hemen cevap verdiler ve: "Lebbeyk, Lebbeyk!" sesleriyle geri döndüler. Her taraftan koşuştular. Bozulmuş olan ordu, Resulullah Aleyhisselâm'ın etrafında tekrar toplandı. Savaş bütün şiddetiyle yeniden canlandı.
Resulullah Aleyhisselâm bir taraftan:
"Allah'ım bize yardımını gönder!" (Müslim)
Diyerek Allah-u Teâlâ'dan yardım diliyor, bir taraftan da Ashâb'ına hücum emrini veriyordu. Eline bir avuç toprak alarak düşmanın üzerine attı. "İşte şimdi fırın kızdı, harp kızıştı!" buyurdu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- onların bayraktarlarını öldürdü. Bozulmuş olan ordu, öyle hızlı bir şekilde derlenip toparlandı ki, atları koşamayanlar inip koşuyorlardı, kısa zamanda müminlerin hepsi Resulullah Aleyhisselâm'ın etrafında toplandılar ve savaş düzeni aldılar. O korku ve telâşı bir yana bırakıp bütün gayretleriyle cenge giriştiler. Şiddetli hamlelerden sonra düşman darmadağın olup kaçmaya başladı.
Bir insanın Allah için, vatan için şehadeti sevmesi ve istemesi lâzım. Buna hazır mıyız? Savaşacak ruh halimiz var mı? Gitgide yaklaşan hadiseler karşısında cihad ruhumuz ne durumda?
Hakiki müslüman cihada hep hazırdır. Hazret-i Allah'a teslim olmuş, canından geçmiş bir ruh. Cihad aşkı ile cehd etmiş, en değerli varlığı canını Allah için vatan için vermiş. Bu ne büyük bir saadettir, bilen için.
"Osmanlı'ya bak. Canını malını feda etti. Bu galibiyetleri elde etti. Bugün de bu iman ve vatan kalesini muhafaza etmek için insan da canını, malını feda edecek. Laf işi değil.
Şöyle niyaz ettim: 'Ölünceye kadar bu yoldan, bu cihaddan ayırma dedim. Şehit oluncaya kadar, Allah'ım beni bu mücadeleden alıkoyma. Onun için, benim için şehadet en büyük şerbettir.
Siz neye dayanıyorsunuz? Canlarınız mı kıymetli, yoksa malınız mı kıymetli?
İnceden inceye dikkat ederseniz, biz Hazret-i Allah'a sığınarak bu uğurda canımızı, malımızı ortaya koymuşuzdur. Tek başımıza bütün dünyadaki bölücülere harp ilan etmişizdir. Onun için tek beni tutan, murad ederse cihaddır. Son nefesime kadar son damla kanıma kadar. Allah'ım beni bundan ayırmasın.
Allah'a yemin ederim, bin canım olsa, O'nun uğrunda feda ederim. Bütün dünya ve içindekileri verseler Hazret-i Allah ve Resul'ünü tercih ederim."
"Can Canan'ındır. Benim canla ne işim var. Ben mi koydum onu. Bana veren isterse alır, isterse istediği kadar tutar. Cihad-ı ekber buna denir." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Bu Zât-ı âli böyle buyuruyor. İnsanın canı kime ait? Veren de O, alacak olan da O. Bir insanın sahibi uğruna canını feda etmesi, şehadeti istemesi, en büyük rütbe, en büyük makam. Bilen için.
Can benim değil ise, neden canı O'nun uğruna, O'nun yoluna feda etmeyeyim. Allah için, din için, vatan için verilen canların karşılığı cennet-i alâ'dır. Zaten bir gün öleceğiz, kalan fert yok; bari O'nun için ölelim de rızasına nâil, cennetine dahil olalım.
Yaşanan ve yaşanacak olan olayların, harplerin hiçbirinin imanımızı sarsmaması için, bizi imandan, cihattan çevirmemesi için gayret etmeliyiz.
Âyet-i kerime'de Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış-verişler, hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah'tan ve O'nun Peygamber'inden, Allah yolunda cihaddan daha sevgili iseler, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar gürûhunu hidayete erdirip doğru yola iletmez." (Tevbe: 24)
"Gaye; Allah ve Resul'ünün nurunu yaymak, iman, İslâm, cihad; ilâhi davadan geri durmamak, ne olursa olsun Allah için olmak, Allah için hareket etmek olmalıdır." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah muhsinlerle beraberdir."(Ankebut: 69)
Gaye bu olmalı. Dünya yıkılsa sen imanını kaybetme. Her şeyini kaybetsen de imanını ve cihad aşkını kaybetme.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin." (Hacc: 78)
Allah-u Teâlâ'ya sığınarak, dayanarak, O'nun desteğiyle, azmiyle, korkusuyla, O'nun rızâsını kazanmak için cihad edin. Allah namına, iman ve vatan uğruna, azim ve gayretle cihad eder, canını, malını fedâ edersen bu şerefe nail olursun.
Hendek savaşının en nazik anında Medine'de ikamet eden yahudi kabilesi Kureyza oğulları, Kureyşliler'le birleştiler ve savaşa girdiler. Oysa savaşın başında Medine'de ikamet ettikleri için müslümanlarla anlaşma içinde idiler. Savaşın ortasında, en nazik bir anda düşmanla birlik olup, anlaşmalarını bozdular ve vatanlarına ihanet ettiler.
Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, müslümanların âile ve çocuklarını kılıçtan geçirme teşebbüsünde bulundular. Bu hareketleriyle müslümanları savaş endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hendek'ten döndüğü zaman silâhları bırakıp elini yüzünü yıkamış, tam başındaki toprakları çırparken Cebrail Aleyhisselâm geldi ve:
'Sen silâhını bıraktın, vallahi biz daha bırakmadık!' dedi ve onlara geri gitmesini söyledi.
Resulullah Aleyhisselâm: 'Nereye kadar?' diye sorduğunda 'Şuraya!' diyerek Kureyza oğulları'nı gösterdi. Resulullah Aleyhisselâm bu emir üzerine onlarla savaşmaya çıktı." (Buhârî - Müslim)
Resulullah Aleyhisselâm Hendek'ten öğle vakti dönmüş, öğle namazını Medine'de kılmıştı.
Aldığı bu emir üzerine derhâl nidâcı çıkararak:
"Allah'ın Resul'ü ikindi namazınızı Kureyza oğulları yurdunda kılmanızı emrediyor." diye ilân ettirdi. Bu dâveti duyan müslümanlar bir anda silâhlanarak toplandılar.
İşte Sahabe-i kiram'ın emr-i Peygamberî'ye itaat ve teslimiyeti, işte cihada ve şehadete koşma aşkı... Bir anda Resulullah Aleyhisselâm'ın etrafında cihada hazır hâlde idiler.
Kuşatma yirmi beş gün sürdü. Yahudiler antlaşmayı bozduklarına bin pişman oldular. Hâinliklerinin cezasını canları ile ödediler.
Bedir Savaşı'nda Resulullah Aleyhisselâm kendisini tüketircesine niyazlarına devam ederken kendisine hafifçe bir uyku geldi, daha sonra tebessüm ederek gözünü açtı ve: "Müjde yâ Ebâ Bekir! Allah'ın yardımı geldi, işte Cebrail, işte melekler!" buyurdu. Abdullah bin Abbas -r. anhümâ- Resulullah Aleyhisselâm'ın şöyle buyurduğunu söylemiştir: "İşte Cebrâil! Atını başından tutmuş, üzerinde de savaş teçhizatı var." (Buhârî)
Bu hadise Kur'an-ı kerim'de şöyle haber verilmektedir:
"Hani siz Rabb'inizden yardım istiyordunuz. Buna karşılık O, 'Ben sizi birbiri peşinden bin melekle destekleyip yardım edeceğim.' diyerek duânızı kabul etmişti." (Enfâl: 9)
"O zaman sen müminlere: 'İndirilen üç bin melekle Rabb'inizin sizi takviye etmesi, size yetmez mi?' diyordun." (Âl-i İmran: 124)
"Evet! Eğer siz sabreder ve Allah'tan korkarsanız, onlar da hemen üzerinize gelirlerse, Rabb'iniz size nişanlı beşbin melekle yardım edecektir." (Âl-i İmran: 125)
"Hani Rabb'in meleklere: 'Ben sizinleyim, haydi inananlara destek verin!' diye vahyetmişti." (Enfâl: 12)
Melekler o gün fiilen savaşmışlardı.
Râbî' bin Enes -r. anh- der ki;
"Bedir gününde insanlar meleklerin öldürdükleri ile kendilerinin öldürdüklerini boyunlar ve parmaklar üzerindeki darbelerden, ateşin yakıp dağladıktan sonra bıraktığı iz gibi bir alâmetten tanımakta idiler."
"Allah bu yardımı sırf müjde olması ve onunla kalbinizin iyice yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah katındandır. Çünkü Allah Azîz'dir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." (Enfal: 10)
"Aslan avcısı" Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-in şecaat ve kahramanlığı dillere destandı.
Resulullah Aleyhisselâm'ın amcası idi ve onun kendisine engin bir sevgisi vardı.
Uhud Savaşı'nda İslâm ordusu dağılmaya başladığı esnada Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-:
"Allah'ım! Şu müslümanların bozgunculuklarından dolayı senden özür ve af dilerim!" diyerek çarpışmaya koyulmuştu.
İnsanüstü bir gayretle, bütün heybetiyle bir taraftan öte tarafa koşuyor, ortalığı kasıp kavuruyordu.
O ne muazzam bir cihad idi. O ne ihtişamlı bir mücahid idi.
Hiçbir müşrik kendisine yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Karşısına çıkanı vurup öldürüyordu.
Nihayet daha sonra müslüman olacak olan Hazret-i Vahşi -radiyallahu anh-ın uzaktan attığı bir mızrak ile o gün şehid oldu.
Müşrikler intikam almak için şehit olduktan sonra onun vücudunu parçaladılar.
Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- o gün oruçlu idi, orucunu açmadan şehit düştü.
Resulullah Aleyhisselâm tarafından şehitlerin ulusu mânâsında "Seyyidüş-şühedâ" adı verildi.
O cesaretli bir yiğit,
O şecaatli bir kahraman,
O Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sancaktarı idi.
Bedir'de Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- iki kılıçla çarpışmıştı. Savaş meydanında ilk kâfir öldüren mücahid o idi.
Resulullah Aleyhisselâm her yıl Uhud şehitlerini ziyaret eder;
"Sabretmenize karşılık size selâm olsun! Burası dünya yurdunun ne güzel bir sonucudur!" (Râd: 24)
Âyet-i kerime'sini okurdu.
Uhud şehitliği anıldığı zaman:
"Vallâhi, Ashâb'ımla birlikte ben de şehit olup Uhud dağının bağrında gecelemeyi ne kadar isterdim." buyururdu. (Hâkim)
Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- çok zamanlar Uhud'a gider, amcası Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-in kabrini ziyaret eder, etrafını düzeltir, orada ağlar, duâ ederdi.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz de her ay Uhud'a gider şehitleri selâmlardı.
Hazret-i Muâviye -radiyallahu anh- zamanında Uhud vâdisinden Medine'ye su getirmek için kanal kazmışlardı. Su yolunun uğradığı yerden birkaç şehidin cesedini başka yere taşımak gerekiyordu.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh- der ki:
"Ben Uhud şehitlerinin sanki uykuya dalmış kişiler gibi omuzlarda birer birer taşındıklarını gördüm. Hamza'nın ayağının yanı, ince çakıllı bir yere değince kanadı."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de cesaret, cihad aşkı, azmi ve kahramanlığı ile nam salmıştı.
Hendek günü müşriklerin harpçilerinden Amr bin Abd-i Vüdd ile olan çarpışması dillere destan oldu.
Amr tek başına nice topluluklar dağıtmış, cesur bir süvari idi. Araplar onu bir orduya bedel sayarlardı.
Tepeden tırnağa kadar zırhlara bürünen Amr, müslümanların Medine'yi savunmak için açtıkları hendeği atıyla atlayarak geçti ve kendisiyle çarpışacak bir adam istedi.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ileri fırlayıp:
"Yâ Resulellah! Onunla ben çarpışayım!" demişse de: "Sen otur yâ Ali o Amr'dır." cevabını aldı.
Amr isteğini üç defa tekrarladı. Her üçünde de Hazret-i Ali -radiyallahu anh- öne çıkınca Resulullah Aleyhisselâm müsaade etti. Kendi kılıcı Zülfikar'ı ona verdi, zırhını ona giydirdi, sarığını da onun başına sardı.
"Allah'ım! Bedir'de Ubeyde'yi, Uhud'da Hamza'yı benden aldın. Bu Ali ise benim kardeşimdir, amcamın oğludur. Beni yalnız başıma bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın." diyerek duâ etti.
Amr karşısında genç birini görünce: "Sen kimsin?" diye sordu. Zırha büründüğü için gözlerinden başka bir yeri görünmüyordu. "Ben Ebu Tâlib'in oğlu Ali'yim." cevabını verdi. Amr: "Senin amcalarının içinde senden başka daha yaşlı olan bir kimse yok mu? Ben senin kanını dökmek istemem. Çünkü senin baban benim dostumdu." dedi.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-: "Vallahi ben senin kanını dökmek isterim!" buyurunca Amr kızdı. Kılıcını sıyırarak atını üzerine doğru sürdü.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-: "Ben seninle nasıl çarpışayım? Ben yayayım, sen atın üzerindesin!" dedi. Amr hemen yere atladı. Kılıcıyla da atının sinirlerini vurup kesti, yüzüne de çarptı. Varıp karşısına dikildi. Birbirine saldırdılar, mübâreze başladı.
İlk hamleyi yapan Amr oldu, şiddetli bir darbe indirdi. Öyle ki Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in kalkanı parçalandı ve başından da yaralandı.
Sıra Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e gelmişti. Amr'ın boyun köküne Zülfikâr'la indirdiği şiddetli bir darbe ile kafasını uçurdu, gövdesini yere düşürdü.
O anda çığlıklar koptu, toz duman birbirine karıştı. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- "Allah-u Ekber!" diyerek zafer tekbiri getirdi, müslümanlar da "Allah-u Ekber!" diye haykırdılar.
Resulullah Aleyhisselâm tekbir sesini duyunca Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in Amr'ı öldürdüğünü anladı.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in Hayber Savaşı'ndaki kahramanlığı da meşhurdur.
O gün Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, o Allah'ı ve Resul'ünü sever, Allah ve Resul'ü de onu sever." buyurdu. (Tirmizî)
Sabah namazından sonra Resulullah Aleyhisselâm sancağın getirilmesini emir buyurdu. Sancak getirildi. Bir müddet bekledikten sonra: "Ali nerede?" diye sordu. "Yâ Resulellah! Onun gözleri ağrıyor." dediler ve hemen getirdiler. Resulullah Aleyhisselâm'ın duâsı ile ağrıyan gözleri şifâ buldu. Daha sonra kendisine zırh giydirdi, Zülfikâr'ı beline bağladı, ak sancağı eline verdi ve:
"Allah sana fetih nasip edinceye kadar çarpış, sakın arkana dönme!" buyurdu.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-, önce yahudileri İslâm'a çağırdı. Kabul etmediklerini görünce, tekrar sulh teklif etti. Bu dâvet de red edilince savaş başladı. Yahudilerin meşhur savaşçısı Merhab kaleden çıkmış, müslümanlara meydan okuyordu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- onunla kahramanca dövüştü. Bu korkunç adamı yere serince kale alındı, ümitsizliğe düşen yahudiler de teslim bayrağını çektiler. Hayber toprakları müslümanların eline geçti. Böylece yahudi fesadı sona erdi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- "Hayber'in fâtihi" oldu.
Bu gazada Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz kale kapısını koparmış, kalkan olarak kullanmıştı. Fetih müyesser olduktan sonra sekiz kuvvetli adamın o kapıyı yerden kaldıramadığı rivayet olunmuştur.
Ashab-ı Kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı'nın cihad ruhu, azmi ve kahramanlığı saymakla tükenmez.
Resulullah Aleyhisselâm mütevâzı ordusuyla Bedir'e doğru yürüyüp Zefiran vâdisine geldiğinde, Mekke'den kuvvetli bir Kureyş ordusunun hareket ettiğini haber aldı. Hiç hesap edilmeyen bir durum zuhur etmişti.
Resulullah Aleyhisselâm ashabının fikrini sorduğunda ilk müslümanlardan Mikdad bin Esved -radiyallahu anh-; müşriklere karşı az bir kuvvete sahip oldukları ve büyük zorluklarla karşılaşacağını bildiği halde şöyle söyledi:
"Yâ Resulellah! Kavminin Musâ Aleyhisselâm'a dediği gibi sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız, demeyiz. Fakat biz deriz ki, Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız."
Ensâr adına Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh- de kalkıp şöyle söyledi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Seni hak Peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen seninle beraber gideriz. Bizden bir kişi bile geri kalmaz!"
•
Eyyub el-Ensâri -radiyallahu anh- Efendimiz'i doksan yaşlarına geldiği halde İstanbul'un muhasarasına katan iman ve cihad aşkıdır.
Mute harbinde Câfer-i Tayyar -radiyallahu anh- Efendimiz'e sancağı düşürmemek için sağ kolu kesilince sol koluyla, sol kolu da kesilince vücudu ile sarılıp sancağı bıraktırmayan iman ve şehâdet aşkıdır.
O iman ki, Âsım bin Sâbit -radiyallahu anh- Efendimiz'e, Rec'i hadisesinde; "Allah'ım! Peygamber'ini durumumuzdan haberdar et!" dedirtmiş ve savaşarak şehit olmuştur.
Hubeyb -radiyallahu anh- Efendimiz'in de; "Allah'ım! Burada selâmımı Resul'üne ulaştıracak bir yüz göremiyorum. Bari selâmımı ona sen ulaştır!" diyerek şehit olmasına sebep yine iman ve şehâdet aşkıdır.
•
Bedir Savaşı'nda Resulullah Aleyhisselâm mücâhidleri devamlı olarak savaşa, düşman karşısında sebata teşvik ediyor, hücum emirleri veriyordu:
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bugün Allah'ın rızâsını umarak, sabır ve sebat göstererek çarpışanları ve arkalarına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Allah muhakkak ki cennete koyacaktır. Haydi hamle ediniz!"
Ensâr'dan Umeyr bin Humam -radiyallahu anh- hurma yerken cennet müjdesini işitince:
"Ne iyi, ne iyi!... Demek ki cennete girmek için şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lâzım değilmiş!" dedi.
Elindeki hurmaları yere attı, kılıcını sıyırdı. Şehâdetin faziletine dair beyitler okuyarak düşman safları arasına bir gidiş gitti ki, kaç tane müşrik devirdikten sonra nihayet kendisi de şehit oldu.
Hanım sahabelerden Sümeyra binti Kays -radiyallahu anha- Uhud günü ortaya koyduğu sabır ve metanet ile, Resulullah Aleyhisselâm'a duyduğu sevgi ve muhabbet ile:
"Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar kâmil mümin olamaz." (Buharî)
Hadis-i şerif'inin tecelliyatına mazhar olmuş, kıyamete kadar gelecek müminlere güzel bir numune olmuştur.
Sümeyra Hatun Uhud Savaşı'nda müslümanların mağlubiyet haberini alınca çok üzülmüştü. Babası, kocası, kardeşi ve iki oğlu da savaşa katılmıştı. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında da birtakım şâyialar duymuştu. Hanım sahâbîlerle beraber Uhud'a koştular.
Sümeyra -radiyallahu anha- Resulullah Aleyhisselâm'ın hayatta olup olmadığını öğrenebilmek için canhıraş biçimde onu aramaya başladı. Onun bu halini görenler, yakınlarını aradığını sandılar, bir bir ona ailesinin fertlerinin şehit haberlerini verdiler.
"Sümeyra bak! Burada yatan kocan Haris, şehit oldu!",
"Sümeyra bak! Bu baban Ubeyd'dir, şehit oldu!",
"Sümeyra bak! Bunlar oğulların Muaz ve Muavviz şehit oldular!"
Sümeyra -radiyallahu anha- bütün bu duydukları karşısında hep aynı tepkiyi verdi:
"Allah kocamın şehadetini kabul etsin!"
"Allah babamın şehadetini kabul etsin!"
"Evlatlarım size de bu yakışırdı, Allah şehadetlerinizi kabul etsin!"
Oysa onun derdi başkaydı, o her seferinde Resulullah Efendimiz'i soruyor, "Resulullah nerede, nasıl?" diyerek onu arıyordu. Hayatta olduğunu söyleseler de "Onu görmeden gönlüm huzur bulmaz." diyordu. Aramaya devam etti. Nihayet Resulullah Aleyhisselâm'ı yanında birkaç ashabı ile birlikteyken buldu. Sevinçle, gözyaşlarıyla ona doğru koştu, mübarek cübbelerini yaşlı gözlerine sürdü ve şöyle dedi:
"Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Resul'ü! Sen ki hayattasın, sen sağ olduktan sonra bütün musibetler bana çok hafif gelir yâ Resulellah!.."
Ebu Talha -radiyallahu anh- Hazretleri yaşlanmış bulunuyordu.
Tevbe suresini okurken:
"Gerek hafif gerek ağırlıklı olarak hepiniz elbirlik savaşa çıkın! Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin! Eğer bilirseniz bu sizin için çok daha hayırlıdır." (Tevbe: 41)
Âyet-i kerime'sine geldiğinde "Bu ayet genç de olsak, ihtiyar da olsak bize savaşa çıkmayı emretmektedir. Ey evlatlarım! Sefer için hazırlık yapın" dedi.
Çocukları ona "Allah sana merhamet etsin. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- vefat edinceye kadar onun yanında savaştın. Ebubekir -radiyallahu anh- vefat edinceye kadar onun yanında savaştın. Hazret-i Ömer vefat edinceye kadar onun yanında savaştın. O halde bizi bırak da senin yerine biz savaşalım" dediler.
Ebu Talha -radiyallahu anh- "Hayır! Beni teçhiz ediniz!" dedi. Böylece Rumlara karşı yapılan bir deniz seferine çıktı. Kendisi yolculuk esnasında denizde vefat etti. Onu defnedecekleri bir ada bulamadılar. Ancak yedi gün sonra karaya ulaştılar ve defnettiler. Mübarek cesedi yedi gün kaldığı halde hiç bozulmadı.
•
Ensâr'dan Selimeoğulları'nın reisi Amr bin Cemûh, topal bir kimse idi. Kendisinin dört oğlu olup Allah Resul'ü ile birlikte savaşlara katılırlardı. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Uhud Gazvesi'ne çıkacağı sırada Amr da sefere katılmak istedi. Oğulları:
"Sen cihâd ile mükellef değilsin. Allâh Teâlâ seni özür sâhibi olarak kabul etti. Biz senin yerine gidiyoruz." dediler. Amr -radiyallahu anh-:
"Siz Bedir günü benim cennete girmeme mani oldunuz. Vallahi ben bugün sağ kalsam dahi, muhakkak bir gün şehid olup cennete gireceğim!" dedi. Sonra hanımına da:
"Herkes şehid olup cennete giderken ben sizin yanınızda oturup duracak mıyım?" diyerek çıkıştı. Hemen kalkanını aldı ve:
"Allah'ım! Beni aileme geri çevirme!" diye duâ ettikten sonra Resulullah'ın yanına gitti. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e:
"Oğullarım beni Medine'de bırakmak istiyorlar. Beni, seninle birlikte savaşa çıkmaktan menediyorlar. Vallahi, ben şu topal halimle cennete ayak basmayı arzuluyorum." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah-u Teâlâ seni mazur görmüştür. Sana cihad farz değildir." buyurdu.
Amr -radiyallahu anh-:
"Yâ Resûlallâh! Sen benim Allah yolunda ölünceye kadar savaşarak şehid olup şu topal ayağımla cennette yürümemi uygun görmez misin?" dedi.
Nebiyy-i Zîşân Aleyhisselâm Efendimiz:
"Evet, uygun görürüm." buyurdu. Amr'ın oğullarına da:
"Artık babanızı savaştan menetmeyiniz. Umulur ki, Allah ona şehadet nasip eder." buyurdu.
Amr -radiyallahu anh- kıbleye döndü ve:
"Allah'ım! Bana şehidlik nasip et! Beni mahrum etme, me'yûs olarak ev halkımın yanına döndürme!" diyerek duâ etti ve cihada katıldı.
Uhud Harbi'ne iştirâk eden, şehadet heyecanıyla dolu bu sahabe, cihad esnasında; "Vallahi ben cenneti özlüyorum." demiş, neticede kendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte bu savaşta şehid düşmüştür. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun hakkında:
"Varlığım kudret elinde bulunan Allâh'a yemin ederim ki, Amr'ın cennette topallayarak yürüdüğünü gördüm!" buyurmuştur.
•
Resul-i Ekrem Efendimiz, Uhud Harbi'ne çıkacağı esnada ordusunu teftiş ediyordu. Savaşa katılabilecek yaştaki gençlere izin veriyor, müsait olmayanları ise geri çeviriyordu. Semüre bin Cündeb ile Râfî bin Hadîc de -radiyallahu anhüm- geri çevrilenler arasında idi.
Amcası Züheyr bin Râfî -radiyallahu anh-:
"Yâ Resulellâh! Râfî iyi ok atıcıdır!" diyerek onun ordudan ayrılmamasını istedi.
Râfî bin Hadîc hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
"Ayaklarımda mestlerim vardı. Parmaklarımın ucuna basarak uzun görünmeye çalıştım. Resulullah da benim orduya katılmama izin verdi.
Semüre bin Cündeb, bana müsaade edildiğini duyunca, üvey babası Mürey bin Sinân'a -radiyallahu anh-:
"Babacığım! Resulullah Efendimiz Râfî'ye müsâade etti. Beni ise geri çevirdi. Halbuki ben güreşte onu yenebilirim." dedi. Mürey Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellâh! Benim oğlumu geri çevirip Râfî'ye izin verdiniz. Oysa oğlum güreşte Râfî'yi yener." dedi. Allah Resul'ü bizi çağırdı, Semüre ile bana:
"Haydi güreşin bakalım!" dedi.
Güreştik, netîcede Semüre beni yendi. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ona da izin verdi."
Ashab-ı kiram'dan Nesîbe bint-i Ka'b -radiyallahu anhâ-nın ailecek Uhud günü gösterdikleri fedakârlık ve kahramanlıkları dillere destan olmuştu. Sergiledikleri yiğitlik ve bahadırlıklarını Nesibe -radiyallahu anhâ- kendisi şöyle anlatır:
"Müslümanlar ne durumda bir bakayım dedim. Yanıma bir kırba su aldım Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yanına kadar gittim. Galibiyet müslümanlardaydı. Fakat çok geçmeden Kureyş okçuları tarafından etrafımız sarıldı. Allah Resul'ünün çevresinde şiddetli çarpışmalar oldu. Ona bir zarar gelmemesi için gözü önünde müşriklerle çarpışmaya başladım. Elime ne geçtiyse kılıçla, okla düşmanı Efendimiz'den uzaklaştırmaya çalıştım. Bu arada yaralandım. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in önünde ben, oğullarım ve kocam birlikte canlı kalkan olduk. Gelen oklara, hücumlara karşı vûcudumuzu siper ettik. Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- benim yanımda kalkanımın bulunmadığını görünce ashabdan birine:
"Ey kalkan sahibi, kalkanını çarpışana bırak." buyurdu. Ben o kalkanı alıp, kendimi korumaya başladım. Bir taraftan çarpışmaya devam ediyorduk. Bir ara müşriklerden bir atlı bana doğru hücum etti. Onun saldırısını kalkanla savuşturup atının ayaklarına bir kılıç çaldım. At arka üstü yıkıldı. Düşmanın yere serildiğini gören İki Cihan Güneşi Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- oğluma seslendi:
"Ey Ümmü Ümâre'nin oğlu! Annene bak!.. Annene yardıma koş!" buyurdu. Abdullah da hemen koştu ve annesinin düşmanı öldürmesine yardım etti.
Savaş devam ediyordu. Bir ara Abdullah da sol kolundan yaralandı. Şefkat Peygamberi Efendimiz ona da:
"Yaranı sar!" buyurdu. Bu sefer annesi oğlunun yanına koştu ve yarasını sardı. Sonra oğluna:
"Kalk yavrucuğum! Müşriklerle çarpışmaya devam et" dedi. Rahmet Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Nesîbe Hatun'un bu fedakârane sözünü işitince:
"Ey Ümmü Ümâre! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye herkes katlanabilir, dayanabilir mi?" buyurarak iltifatta bulundu.
Ümmü Ümâre -radiyallahu anhâ-nın oğlu hemen ayağa kalktı ve müşriklerle çarpışmaya başladı. Bir ara oğlunu yaralayan müşrik oradan geçiyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz annesine:
"İşte oğluna vuran!.." buyurdu. Nesîbe -radiyallahu anhâ- derhal harekete geçti ve düşmana saldırdı. Bacaklarına indirdiği bir kılıç darbesiyle adamı yere devirdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu manzara karşısında ön dişleri görününceye kadar gülümsedi ve bu kahraman hanım sahabesine:
"Ey Ümmü Ümâre! Adamı perişan ettin!" iltifatında bulundu. Peşinden:
"Hamd olsun Allah'a ki, düşmanına muzaffer kılıp, gözünü aydın etti. Öcünü almayı sana gözünle gösterdi." buyurdu.
Müşrikler her yandan saldırıyordu. Bir ara iri yarı azılı bir müşrik İbn-i Kamia Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yanına kadar sokuldu. Mübarek yüzünü yaralayıp iki dişini şehid etti. İşte bu sırada Nesîbe Hatun bütün cesaret ve şecaatiyle bu bedbaht kişiye birkaç kılıç darbesi savurdu. Fakat düşman iki zırhı üst üste giymişti. Bu sebeple vuruşları ona tesir etmedi. İbn-i Kamia müşriğinin kılıç darbesiyle Nesibe Hatun omuzundan yaralandı. Sahabeler yetişip müşriği geri püskürttüler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Nesibe Hatun'un yaralandığını görünce oğlu Abdullah'a: "Annenin yarasını sar!" buyurdu. Sonra bu bahtiyar aileye şu müjdeyi verdi:
"Ev halkınızı Allah mübarek kılsın, senin ve annenin makamı filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ailenize rahmet etsin." buyurdu. Nesîbe Hatun bu müjdeleri duyunca Efendimize:
"Ya Resulellah! Duâ et de cennette sana komşu olalım" ricâsında bulundu. Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hemen:
"Allah'ım! Bunları, cennette bana komşu ve arkadaş eyle!" diye duâ buyurdu. Ümmü Ümâre -radiyallahu anhâ- bu duâdan pek memnun oldu ve:
"Bu bana yeter! Artık dünyada ne musibet gelirse gelsin! Hiç ehemmiyeti yok." diyerek sevincini açığa vurdu. Yaralarının acısını duymaz oldu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz savaş sonrasında onun gösterdiği kahramanlığı ümmetine şöyle duyurdu:
"Uhud Günü ne zaman sağıma, soluma baksam beni korumak için çarpışan Nesîbe'yi görüyordum." buyurdu.
Uhud günü kocası ve iki oğluyla Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in hep yanıbaşında çarpışan bu kahraman hanım sahabe 12-13 yerinden yaralanmıştı. Bunların en ağırı omuzundan aldığı yaraydı. Bir yıl onun tedavîsi ile uğraştı.
Nesîbe Hatun, Hayber ve Huneyn savaşlarında, Ümretü'l-Kaza, Rıdvan Beyatlarında bulundu. Hazret-i Ebû Bekir -radiyallahu anh- zamanında yalancı Müseylime'ye karşı hazırlanan orduya oğlu Abdullah ile birlikte katıldı. Müseylime'nin öldürülmesinde oğluyla beraber Vahşi'ye yardımcı oldu. Diğer oğlu Habib Resulullah Aleyhisselâm'ın mektubunu Müseylime'ye götürmüş, orada işkenceyle şehid edilmişti. Bu mübarek kadın Yemame Savaşı'nda bir kolunu kaybetti.
Ümmü Ümâre künyesiyle meşhur olan Hazret-i Nesîbe -radiyallahu anhâ- fedakâr cefâkar, şecaat ve cesaret sahibi kahraman bir anne idi. Çocuklarını da kahramanlık duygularıyla büyütüp cihad meydanlarına salıverdi. Birlikte savaş meydanlarında Allah ve Resulü yolunda kılıç salladılar ve İslâm'ı savunma, İslâm'ı yayma uğrunda ihlâs ve sadakatle çalıştılar. Canları ve mallarına karşılık cenneti satın aldılar.
Nice analar selvi boylu fidanlarını duâlarla, tekbirlerle uğurlayıp, "Haydi oğlum git, ya gazi ol ya şehit" deyip, elini kınalayarak, vatan için, bayrak için, din için, namus için kurban seçip düğüne gönderir gibi cenge göndermiştir.
"Şehit" cennetlik olduğuna şâhitlik edilen kişi demektir. Allah yolunda öldürülen müminlerin ruhunu Allah-u Teâlâ'ya yükseltmek için birçok melekler hazır olur ve onun Allah yolunda öldürüldüğüne şâhitlikte bulunurlar.
Şehitlik Allah-u Teâlâ'nın mümin kullarına bahşettiği en yüksek mertebelerden birisidir. Kur'an-ı kerim'de on beş yerde şehitler övülmekte, Âyet-i kerime'lerde Allah yolunda hayatlarını fedâ etmekten çekinmeyen muhterem şehitlerin yüksek mertebeleri, ilâhî lütuflara mazhar kılındıkları, ruhânî bir haz içinde ebedî bir hayat ile berhayat oldukları haber verilmektedir:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın." (Âl-i İmran: 169)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin." (Bakara: 154)
Buyurularak onlara "Ölü" denilmesi yasaklanmıştır.
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i İmran: 169)
Bu Âyet-i kerime onların ölü zannedilmemesi hususunda kati bir delildir.
"Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedi bir hayata ermişlerdir. Kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda merzuk olmaktadırlar. Yerler, içerler, gezerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmedik bir hayat yaşarlar. Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ onlara nasıl bir hayat bahşetmiştir.
Ölümlerin en güzeli ve en şereflisi şehid olarak ölmektir. Sevgili Peygamberimiz:
"Sizden biriniz, karınca ısırdığı zaman ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölüm acısını ancak o kadar duyar." buyurarak şehidlerin ölüm acısını bile duymayacağını bildirmiştir.
Allah-u Teâlâ yine haber veriyor ki, şehitler hayatın diğer bir hususiyetine de nâil olmuşlardır:
"Allah'ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.
Onlar Allah'tan olan nimet ve keremin; Allah'ın müminlerin ecrini zâyi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler." (Âl-i İmran: 170-171)
Hadis-i şerif'te "şehitlerin yüz derecesi olduğu ve her bir derecenin arasının yerle gök arası kadar olduğu" haber verilmiştir.
Şehitlik günahların bağışlanmasına vesile olan çok faziletli bir ameldir.
"Şehidin kul borcundan başka bütün günahlarını Allah affeder."
Allah-u Teâlâ'nın sözü Kelimetullah'ın daha yüce olması, İslâmiyet'in dimdik ayakta durması, fitne ve fesadın önlenmesi için O'nun yolunda her türlü fedakârlığa katlananlar, bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa cihad edenler; lâyık oldukları mükâfatlara bir bir kavuşunca, vaadinde sâdık olan Allah-u Teâlâ'nın her an övülmeye lâyık olduğunu düşünerek derin bir sevgi ve saygı ile hamd ve senâ edecekler ve şöyle diyecekler:
"Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi cennete vâris kılan Allah'a hamd olsun. Cennette dilediğimiz yerde oturuyoruz. (Allah için) çalışanların mükâfatı ne güzelmiş!" (Zümer: 74)
Allah-u Teâlâ bunları bir mükâfat olarak Allah için cihad edenlere nasip buyurdu.
Şehitlerin ruhları bedenleri ile devamlı irtibat halindedir. Bu bakımdan birçok şehitlerin bedenleri çürümez. Yalnız kendileriyle meşgul değil, aynı zamanda dünyadaki müminlerle de yakından ilgilidirler. Şehit düşecek olanları müjdelemekte ve hiçbir korku ve üzüntü görmeyeceklerini haber vermektedirler.
Müslümanlar son nefesine kadar bu vecibeyi yerine getirmekle vazifelidirler.
• Müslüman olan, • Yalnız ve yalnız Allah için harbe giden, hiçbir gaye ve menfaat taşımayan, • Dinini, vatanını, namusunu korumak için, o niyetle ölenler şehittir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah yolunda öldürülen şehittir." (Müslim)
"Şehid kendisini Hazret-i Allah'a adayan kimsedir." buyurmuşlardır. (İmam-ı Mâlik, Muvatta)
İhlâs olmadan Allah-u Teâlâ'nın rızâsı gözetilmeden ne yapılırsa yapılsın makbul değildir. İhlâs ise ancak niyetle olur. Bütün amellerin özü ve esası niyettir.
Şehitlerin Allah katında kazanmış oldukları mertebe, Resulullah Aleyhisselâm tarafından muhtelif Hadis-i şerif'lerde belirtilmiştir.
"Şehitten başka cennete giren hiçbir kimse yoktur ki, dünyaya dönmeyi ve yeryüzündeki her şeyin kendisinin olmasını dilesin. Şehit ise gördüğü ikramdan dolayı dönmeyi ve on kere öldürülmeyi temenni eder." (Müslim: 1877)
Bazı rivayetlerde belirtildiği üzere Allah-u Teâlâ: "Bir arzun var mı?" diye sorar. Şehitler hiçbir arzularının olmadığını, sadece yeryüzüne dönerek Allah yolunda tekrar şehit olmayı temenni ettiklerini belirtirler.
Şehidin misk gibi güzel kokusu, onun fazilet ve şerefini mahşer halkına duyurmak için yayılacaktır. Kanının ve cenazesinin yıkanmaması da bundandır.
"Şehide, dökülen ilk kanı esnasında altı haslet verilir: Günahları bağışlanır. Cennetteki makamını görür. Cennet hurisiyle evlendirilir. (Kıyametin) büyük korkusuna karşı teminat verilir. Kabir azabından emin kılınır. İman elbisesi ile ziynetlendirilir." (Buhârî)
Aslında savaşa ölmek için değil, düşman öldürmek, saldırı ve azgınlığı durdurmak için gidilir. Ölümden korkmaya gerek yoktur. Çünkü bu, Allah-u Teâlâ'nın değişmeyen kanunudur; Hazret-i Allah, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Nerede olursanız olun, sarp ve sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size ulaşır." (Nisâ: 78)
Gazi, Allah yolunda ve vatan için savaştığı ve şehit olmayı arzu ettiği halde ölmeyip, sağ kalan kimseye verilen addır. Gazi de şehit olmak ve bu mertebeye yükselmek için savaştığından dolayı o da şehitler derecesindedir. Hatta Peygamberimiz:
''Bir kimse Allah yolunda şehit olmayı can-u gönülden isterse, yatağında ölse dahi Allah onu şehitler derecesine ulaştırır." buyurmuştur. (Müslim)
Peygamberimiz'in bu müjdesi Kur'an-ı kerim'de şu şekilde haber verilmektedir:
"De ki: 'Siz bize iki güzellikten başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?'" (Tevbe: 52)
Tarih boyunca hiçbir Türk askeri savaştan geri kalmak istememiştir. Allah gazilere, dünya hayatını, ahiret için satanlara büyük bir mükâfat verecektir. Savaş sırasında kaçanlar ise Allah'ın gazabına uğrarlar, onların yerleri cehennemdir.
"Ey iman edenler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, sakın onlara arkalarınızı dönmeyin!" (Enfâl: 15)
İslâm ve müslüman Türk tarihi cihad kahramanları ile doludur. Ordu komutanından en küçük neferine kadar hikayesi bize ulaşan ulaşmayan birçok iman ve cihad kahramanı vardır.
Hakiki İslâm kahramanları İslâm'ın şerefini temsil ettiler, şeref ve kudret sahibi Hazret-i Allah'a teslim oldular. Küfre ve küffara zerre iltifat etmediler. Küfrü ortadan kaldırmak için cihad ettiler. Küfür kalelerini birer birer yıktılar, dünyayı küffara dar ettiler.
Zira onlar imanlarının bir tezahürü olarak yalnız Allah-u Teâlâ'ya dayanır, yalnız O'na güvenirlerdi.
"Allah öyle bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. Müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler." (Teğâbün: 13)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhar olmuşlardı.
Hakiki İslâm kumandanları ve onların izinden giden müslümanlar tarihte unutulmaz izler bırakmışlardır. Onlar Hazret-i Allah'ın ismini yüceltmek için yaşadıklarından Hazret-i Allah da onların ismini yaşatmıştır.
Onların hayatlarında kendilerinden sonra gelen nesiller için çok büyük ibret ve nasihatler vardır. Onların Hazret-i Allah'a bağlılıkları ve cihad azimleri her asırdaki müslümanlar için büyük birer numunedir.
Nice az topluluklarla çok kalabalık küffâr ordularına karşı muvaffakiyetler kazanmışlardır. Çünkü onlar sadece Hazret-i Allah'a dayanmışlar ve güvenmişler, büyük bir iman ve azimle yollarına devam etmişlerdir.
Bu şanlı tarih içerisinde Selçuklu ve arkasından Osmanlı ile devam eden yaklaşık bin yıllık bir zaman diliminde Türkler; İslâm bayrağının, cihad sancağının sahibi ve emanetçisi olarak ehl-i imanın gönlünde taht kurmuş, ehl-i küfrün kalbinde korku salmıştır. Bütün haçlı seferleri Selçuklu ve Osmanlı ordularının kılıçları altında helâk olmuştur. Bu muvaffakiyet ehl-i küfür'ün aslâ unutamadığı müthiş bir hadisedir. Bu milletin Hazret-i Allah'a dayandığı zaman O'nun lütfu ve desteği ile neler yapabileceğinin büyük bir delilidir.
Bunlardan bazılarının hayatından örnekleri numune-i imtisal olması bakımından arzediyoruz.
Bu büyük kumandan 711 yılının Mayıs ayında yedi bin kişilik ordusu ile İspanya'yı fethetmek üzere bugün kendi ismi ile anılan Cebel-i Tarık boğazını geçti.
Düşman kuvvetlerinin neredeyse onda biri kadar askeri olan Tarık Bin Ziyad askerlerinin korkup da vazgeçmemesi için karaya çıkar çıkmaz tüm gemileri yaktırdı. Bu müthiş olay sonrasında ordusuna hitaben şu tarihi konuşmayı yaptı.
"Ey kardeşlerim! Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde düşman var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Düşmana saldırıp bu toprakları almadan başka çaremiz yoktur. Ey askerlerim! Bize ancak doğruluk ve sabır yaraşır. Kısa zamanda, düşmana saldırıp, hedefe varamaz isek, kendimizi telef etmiş ve karşı tarafa cesaret vermiş oluruz. Bunun için muhakkak düşmanı yere sermemiz lazımdır. Biliyorum ölümden korkmazsınız! Fakat ölmek çare değildir. Hedefimiz ölmek değil İslâm'ı yaymaktır. Ey askerlerim! Benim durumum da sizinkinden farklı değildir. Bildirdiğim tehlikeler, aynen benim için de geçerlidir. Kendimi tehlikeden bertaraf edip, sizleri ölüm ile karşı karşıya getirmiş değilim. Sıkıntılara, tehlikelere katlanmadan, rahata kavuşulamaz. Sıkıntılara katlanın ki, sonunda tatlı meyveleri toplayalım. Halifemiz, sizin yiğitliğinizi, kahramanlığınızı bildiği için, bu işle vazifelendirdi. Yapacağınız kahramanlık asırlarca anılacak bütün müslümanlardan hayır dua alacaksınız. Savaşta sizin önünüzde olacağım, bütün gücümle düşmana saldıracağım. Düşman komutanını bizzat kendi elimle öldüreceğim, eğer hedefe varamadan şehid düşer isem, hemen içinizden birini komutan tayin edin, sakın savaştan dönmeyin." dedi.
Bu tarihi hadise dünya tarihinin gördüğü en büyük medeniyetlerden birisi olan 800 yıllık Müslüman İspanya Endülüs medeniyetinin başlangıcı olmuştur.
İspanyol orduları Endülüs devletini işgal ettikleri zaman sadece soykırım yapmakla yetinmemişler, Avrupa'nın inkişafına zemin hazırlayan bu üstün medeniyete dair ne varsa yok etmişlerdir. Bugün sadece birkaç saray ve camiden başka bu yüksek medeniyetten neredeyse hiçbir iz kalmamıştır.
Sultan Alparslan Malazgirt Savaşı başlamadan önce topluca kılınan Cuma namazının ardından askerinin karşısına geçti. Üzerinde kefene benzeyen beyaz bir elbise vardı.
"İşte ben kefenimi giydim. Şehid düşersem beni böylece gömünüz." dedi. Atından inerek secdeye kapandı.
"Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah'ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret." diyerek, gözleri dolu dolu, secdeden başını kaldırdı ve sözlerine şöyle devam etti:
"Burada Allah'tan başka sultan yoktur. Emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bunun için benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz."
Selçuklu Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi de samimi, ihlâslı bir müslüman ve mücahid idi. Ömrü Haçlılarla mücadele ile geçen Sultan Zengi Kudüs'ü fethederek Haçlıları tamamen kovan Selahaddin Eyyübi'ye zemin hazırlayan kumandandı.
Onun devrinde küffar Resulullah Aleyhisselâm'ın Vücud-u şerif'lerini kaçırmaya çalışmıştı. Bu hadise şöyle cereyan etti:
1162 yılında iki gayr-i müslim müslüman kılığına girerek hacca gelmiş gibi Medine'ye yerleşmişti. Bu kişiler, geceleri bulundukları evden Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine doğru gizlice tünel kazmışlar, kazdıkları tünel, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine iyice yaklaşmıştı.
Bu esnada Nureddin Mahmud Zengi bir rüya gördü. Rüyasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki yabancıyı göstererek, "Ey Nureddin! Beni bunlardan kurtar!" diyordu. Dehşete kapılan hükümdar o gece aynı rüyayı üç defa gördü. Hemen kalktı, yanına vezirini de alarak 20 süvari ile hemen yola çıktı. Medine'ye geldiler. Halk kendilerini ilgi ve teveccühle karşıladı. Resulullah Aleyhisselâm'ı ziyaret ettikten sonra Medine halkına hediye dağıttılar. Fakat hükümdar bu gelenler arasında kendisine rüyada gösterilen iki kişiyi göremedi. Bunun üzerine; "Hediye almayan kimse kaldı mı?" diye sordu. Orada bulunanlar dediler ki: "Kimse kalmadı. Ancak Endülüs'ten gelen iki kişi var. Onlar kimseden bir şey almazlar. İhtiyaç sahiplerine sadaka vermektedirler."
Huzura getirildiler. Şahısları tanıyan hükümdar onlarla kaldıkları eve gitti, bir odaya serilen hasırı kaldırmasıyla kazdıkları tünel ortaya çıktı. Bu iki kişi suçlarını itiraf ettiler. "Peygamberin kabrine iyice yaklaştığımız gece, gök gürültüsü ve şimşekler öyle bir sarsıntı meydana getirdi ki, sanki dağlar yerinden oynayacaktı. Bundan fena halde korktuk ve sabahleyin de sizin geldiğinizi haber aldık." dediler.
Nurettin Zengi Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrinin çevresinde derin hendek kazdırdı ve bu hendeği kurşun eriterek doldurdu. Böylece Kabr-i Saadet, çepeçevre kurşunla muhafaza altına alınmış oldu. (H. 557, Miladi 1162)
Ortaçağın ve İslâm tarihinin de en büyük kumandanlarından birisidir. 1169 yılında Mısır sultanı oldu. Mısır'da şiîliğin bütün izlerini yok etti. Bir daha şiîliğe dönülmemesi için tedbirler aldı.
Hayatının on bir yıllık kısmını, Suriye ve Filistin'de Haçlılarla mücadele ile geçirdi.
1186 yılında büyük haçlı ordusunu imha ederek, Ortaçağın en büyük muharebelerinden birini kazandı.
88 yıldır hırıstiyan hakimiyetinde bulunan Kudüs-ü şerif'i Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den sonra ikinci olarak fethetti. Kısa bir zamanda bütün Filistin'den Haçlıları kovdu.
1917'de Kudüs'e giren İngiliz Ordusunun Komutanı General Allenby, Selahaddin Eyyubî'nin Şam'daki mezarına gitmiş ve mezara vurarak; "Kalk Selahaddin, biz yine geldik" demişti. 1920'de Şam'a giren Fransız General Gora da Sultan Selâhaddin'in kabrini tekmeleyerek: "Ey Selâhaddin! Haçlı Seferi şimdi bitti! İşte biz döndük!.." demişti.
Selâhaddin Eyyûbî'nin vefatını başveziri Şam sokaklarında dellâl gezdirerek şöyle duyurmuştu:
"Ey ahali! Bilmiş olunuz ki Mısır'ın, Sudan'ın, Libya'nın, Filistin'in, Şam'ın, Haleb'in, Musul'un, Hicaz'ın ve daha nice İslâm ülkelerinin hükümdarı olan Sultan Selâhaddin Eyyûbî vefat etmiş, Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Şahsi parası cenaze masraflarına yetişmediği için bunlar yakınları ve dostlarınca karşılanmıştır."
Osmanlı sultanları öyle samimi birer mücahid idiler ki, ömürleri harp meydanlarında geçti, "Sultan" ünvanı yerine "Gazi" diye anılmayı en büyük şeref kabul etmişlerdi.
Osman Gazi son derece dinine bağlı, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir mücahid idi.
Hazret-i Allah da onlara öyle bir devlet verdi ki yüzlerce sene şanlarını yürüttü. Vefat ettiğinde hiçbir şeyi yoktu, hiçbir şey miras bırakmadı.
Bu büyük mücahid, oğlu Orhan Gazi'ye şöyle vasiyette bulunmuştu:
"Allah'ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemasından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in'am ve ihsanı eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zâlim olma. Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerde bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma.
Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur. Maksadımız Allah'ın dinini yaymaktır."
Osmanlı Devleti'nin ikinci hükümdarı olan Orhan Gâzi, babası Osman Gâzi'nin açtığı "İ'lâ-yı Kelimetullâh" uğrunda küffârla mücâdele yolundan yürümüş ve Osmanoğulları Beyliği'ni kısa sürede beylikten hanlığa dönüştürmüştür.
Orhan Gâzi, hükümdarlığın debdebe ve ihtişam dolu yaşantısından uzak tutan, son derece sâde ve mütevâzı bir pâdişahtı.
Orhan Gâzi Han vefâtı yaklaşınca, yerine geçecek olan oğlu Murad Hüdâvendigâr'a şöyle vasiyette bulunmuştu:
"Oğul!.. Saltanatının ihtişâmına mağrur olma... Unutma ki dünya, Süleyman Aleyhisselâm'a dahî kalmamıştır; onun bile tahtı âkıbet-vîrân olmuştur. Dünya saltanatı zaten hep fânîdîr. Şunu da unutmayasın ki; dünya saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz'in şefâatine mazhariyyet için, bu fırsatı iyi değerlendiresin! Dünyaya âhiret ölçüsüyle baktığında, ebedî saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin!...
Osmanlı'ya iki kıt'a üzerinde hükmetmek yetmez!.. Zira i'lâ-yı Kelimetullâh dâvâsı, iki kıt'aya sığmayacak kadar ulu bir dâvâdır! Selçuklu'nun vârisi biz olduğumuz gibi, Roma'nın vârisi de biziz!..
Oğul!.. Kur'ân-ı Kerîm'in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet!.. Gâzileri gözet... Dine hizmet edenlere hizmet etmeyi kendin için şeref bil!.. Zâlimleri cezalandırmakta sakın ola tereddüt göstermeyesin! Adâletin en kötüsü geç tecellî edenidir. Sonunda hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet de bir bakıma zulümdür!" (Hoca Sa'deddin Efendi, "Tâcü't-Tevârîh", c. 1, s. 64-65)
Murad Hüdâvendigâr samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet adamı idi. Dervişlere ve ulemayâ hizmet etmesiyle tanınmıştır. "Derviş gazilerin, şeyhlerin sultanı" diye anılır.
Kosova'da Haçlı ordusuna karşı savaşılacağı zaman şöyle bir niyazda bulunmuştur:
"Yâ Rabb'i! Bunca kere duâmı kabul edip beni mahrum bırakmadın. Yine benim duâmı kabul eyle. Mülk ve kul senindir. Sen kime dilersen ona verirsin. Ben nâçiz bir kulunum. Sen benim fikrimi ve sırlarımı bilirsin. Benim maksadım mal ve mülk değildir. Ben yalnız senin hâlis rızânı isterim. Bu müminleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme. Yâ Rabb'i! Bunca nüfusun katline beni sebep eyleme. Onları mansur ve muzaffer eyle. Bu müminlerden bir tekinin ölümünü bana gösterme. Askerim için ruhumu teslim etmeye râzıyım. Onlar için ben canımı kurban ederim. Tek sen kabul eyle. Yâ Rabb'i! Müminlerin uğruna beni fedâ kıl. Evvelce beni gazi kıldın, şimdi şehadet nasip eyle."
Sekiz saat gibi kısa bir zaman içinde haçlılar büyük bir bozguna uğradılar. Sultan Murad savaş alanını gezerken bir sırplı tarafından hançerlenerek şehid edilmiştir.
Sultan l. Murad'ın 30 yıllık hükümdarlığı müddetince ömrü savaş meydanlarında geçmiş, zaferden zafere koşmuş, 37 harp yapmış, hiç mağlup olmamıştır. Babası Orhan Gazi'nin 95.000 km2 olarak bıraktığı toprakları 500.000 km2'ye çıkarmıştır.
Fatih Sultan Mehmed Han tahta geçer geçmez İstanbul'un fethi hazırlıklarına başladı. Müjde-i Peygamberî'ye nâil olmak, Osmanlı'nın ortasında bir çıban başı gibi kalan İstanbul'u fethetmek en büyük gayesi idi.
İki bin asker tarafından çekilen muazzam toplar döktürdü. 22 Nisan gecesi yetmiş parçalık donanma Kasımpaşa sırtlarından kaydırılarak Haliç'e indirildi. 29 Mayıs günü sabah namazını müteakip yapılan duadan ve hükümdarın hitabesinden sonra yapılan nihai taarruzda İstanbul fethedildi.
O andan itibaren Fatih ünvanını alan Sultan Mehmed, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ'ya hamd ve senâda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm Fetih'ten sekiz yüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştu:
"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir." (Ahmed bin Hanbel)
Fatih otuz yıllık hükümdarlığı sırasında yirmiden fazla devleti ve iki imparatorluğu tarih sahnesinden silmiş, Osmanlı toprakları kendisinden bir asır sonra yirmi milyon kilometre kareye ulaşmıştır.
Fatih'in tek gayesi "Allah'ın dinine hizmet etmek"ti.
Tursun Bey'in "Târîh-i Ebu'l-Feth"inde kaydedildiğine göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân Trabzon üzerine sefere çıktığında, ordusuyla birlikte dağlık ve ormanlık bir arâzîden geçiyordu. Yolun hiç bulunmadığı kayalık ve dağlık bir yerde atı kaydı ve sarp bir yere doğru yuvarlandı. Fâtih, o an bir kayaya tutunmaya çalışırken elleri sıyrıldı ve kanamaya başladı.
Trabzon Rum imparatorluğu ile akrabalık bağı kurmuş olan Uzun Hasan, daha önce annesi Sâra Hâtun'u, bu seferden vazgeçmesi için Fâtih'e elçi olarak yollamıştı. Fâtih'in içine düştüğü bu zor ve kötü durumu fırsat bilen Sâra Hâtun, tam zamânı olduğunu düşünerek;
"Ey oğul! Han oğlu hansın, bir ulu hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kal'a için bunca meşakkat niye?" dedi.
Elleri sıyrıklarla dolan Fâtih, o an güçlükle doğruldu ve Sâra Hâtun'a hayretle bakarak şöyle dedi:
"Ey koca analık! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm'ın kılıncıdır? Sen zanneyleme ki, bizim çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki, bütün gayretlerimiz Allâh'ın dînine hizmet ve insanların hidâyete kavuşmasına vesîle olmaktır. Yarın huzûr-u Hakk'a vardıkda, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm'ı teblîğ ve ta'zîze imkân varken, zahmete katlanmayıp da ten rahatını tercîh edersek, bize gâzî denmesi yalan olmaz mı? Ehl-i küfrün üzerine İslâm'la gitmez, onların azgınlıklarına mânî olmaz isek, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!."
Yavuz Sultan Selim Hân, İ'lâ-yı Kelimetullâh uğrunda cihâd etmekten yılmayan, son derece yiğit ve kahraman bir hükümdârdı. Şah İsmail'in şiilik fitnesini Anadolu'ya yaymak istemesinden çok rahatsızdı, bu tehlikeyi kökünden bertaraf etmek istiyordu. Ordusuyla İran üzerine sefere çıktı. Günlerdir ilerledikleri hâlde karşılarında kimseyi göremeyen yeniçeriler, bu durumdan iyice sıkıldılar ve ileri geri konuşmaya başladılar. Seferden dönmek için Hemdem Paşa'yı elçi gönderdiler. Yavuz bu teklif karşısında Hemdem Paşa'yı idam ettirdi. Yeniçeriler çadırına ok atma cüretini gösterince sabah atına binip askerlere şu hitapta bulundu;
"Biz kat'â yolumuzdan dönmezüz! Ulü'l-emr'e itâat edenler ile, kasd etdiğimiz yere değin giderüz!.. Kalbleri za'îf olanlar, ehl-ü ıyâllerinü düşünenler ve yol zahmetinü bahâne idenler, kendüleri bilürler; dönerler ise Dîn-i mübîn yolundan dönerler! Eğer bahâne düşmânın görünmediği ise, düşmân dahâ ilerdedür! Er iseniz benümle gelin ve illâ ben tek başıma da giderüm!.."
Bu büyük kumandan büyük bir cesaret, azim, gayret ve cihad aşkıyla konuştu. Asker padişahın bu azim ve cesareti karşısında kendine geldi.
Nihayet Çaldıran'da Şah İsmail'in ordusu ile karşılaştı. Büyük bir zafer kazandı.
Memlük Sultanı İran'a yardım etmeyeceğine dair söz verdiği hâlde Şah İsmail ile ittifak kurmaya çalıştı. Bunun üzerine Memlüklülerin üzerine yürüdü.
İki ordu Halep yakınlarında Mercidabık'ta (1516) ve daha sonra Mısır Ridaniye'de savaştı. Memlüklülere karşı iki büyük zafer kazandı. Yavuz'un Mısır'a gitmek için geçtiği çölü Yavuz'dan 300 yıl sonra Napolyon geçememişti, Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardı.
Mısır Osmanlılar'a geçti. Mekke ve Medine Osmanlılar'a bağlandı. Halife Mütevekkil Alallâh'tan halifeliği devraldı. İlk Cuma günü Melik Müeyyed Camii'nde okunan hutbede hâtip kendisinden "Hâkimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn = İki şerefli beldenin (Mekke ve Medine'nin) Hâkimi" diye bahsedince derhal müdahale edip "Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerifeyn = İki şerefli beldenin hizmetçisi" diye ağlayan gözlerle cevap vermişti. Sonra halıyı kaldırıp toprağa secde etmiş, sarığına süpürge biçiminde sorguç takdırarak Mekke ve Medine'nin süpürgecisi, hizmetçisi olduğunu ilân etmiştir.
Yavuz Selim Han İstanbul'a doğru yola çıktığında; "Gönül isterdi ki Afrika'nın kuzeyinden Endülüs'e çıkayım. Balkanlar üzerinden İstanbul'a döneyim." diyerek cihad aşkını ve fetih arzusunu dile getirmiştir.
Yavuz Sultan Selim pek sade giyinirdi. Yine bir gün Venedik elçisi geldiğinde vezirlerin ihtişamlı elbiseler giyme teklifine rağmen kılıcını önüne koyup elçiyi sade bir elbiseyle karşılamıştı.
Sadrazam'a elçinin intibaını sordurttuğunda, Sadrazam elçinin intibâını şöyle nakletti:
"Sultanım! Venedik elçisi: 'O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile...' demektedir."
Yavuz, tebessüm etti ve sadrazama şehâdet parmağı ile kılıcı göstererek:
"İşte kılıcımızın ağzı kestikçe, kâfirin gözü ondan aslâ ayrılamaz ve bizi görmez! Amma Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffâr, bizi hem hor görür, hem de tepeden bakar!..." dedi.
Bu Zât-ı âli'nin cihadı çok büyüktü. İman, küfür arasında bir berzâh, hak ile bâtıl arasına bir perde, hakikat ile dalâletin karışmaması için bir set idi. O âhir zamanda türeyen din ve vatan bölücüleriyle harp ettiği için din bugün dimdik ayaktadır.
Tek başına dünyaya meydan okuyordu. Bir kişi milyonlarla cihad ediyor, Allah ve Resulullah için hak ve hakikati haykırıyor; din-i mübin ve vatanın müdafaasını canı pahasına kimseden korkmadan, çekinmeden gerçekleştiriyordu.
Cesaret ve metanet numunesi idi:
"İnceden inceye dikkat ederseniz, biz Hazret-i Allah'a sığınarak bu uğurda canımızı malımızı ortaya koymuşuzdur. Tek başına bütün dünyadaki bölücülere harp ilân etmişizdir. "Elinizden ne geliyorsa onu yapın!" diyoruz. "Ölünceye kadar savaşacağım sizinle!" diyoruz.
Gayemiz fitneyi bastırmaktır. Dinimizi ve vatanımızı bölecek olanlarla mücadele etmeye mecburum, vazifeliyim. Benim için can ile malın hiç hükmü yoktur. Bütün bu mücadeleyi Hazret-i Allah'ın hükmü yerine gelsin için yapıyorum. Huzur-u ilâhiye çıktığım zaman "Ey kulum! Müslümanları kendine çekip fitne çıkaran bölücülere karşı ne yaptın?" sualine karşı "Allah'ım! Takatim kadar gayret ettim." diyebilmem için yapıyorum."
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretlerimiz "Mesnevî" isimli eserinde Hatemü'l-evliyâ'nın hiçbir kimseden çekinmeden, korkmadan ahkâm-ı ilâhi'yi açıklayacağını, bunu yaparken ölümü dahi göze alıp tüm hakikatleri beyan edeceğini, yalnız ve yalnız Hazret-i Allah'ı düşünüp, O'nun emir ve hükümlerini ne pahasına olursa olsun âleme duyuracağını beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ne mutlu o Türk'e! Yani kâmil insana ki, çekinmeden, korkmadan konuşmasına devam eder ve atını ateşle dolu hendekten sıçratıverir. Yani ölümü göze alarak çok tehlikeli bir iş olan hakikatleri söylemeyi başarır.
O, heyecanla, ilâhi aşkla atını öyle hızlı sürer, öyle şahlandırır ki, onu ötelere, göklerin üstüne çıkarmayı düşünür!
O yalnız Allah'ı düşünür. Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar. Her şeyden gözünü yummuştur. Ateş gibi kuruyu da yakmıştır, yaşı da..." (Mesnevî Tercümesi, 3613-3615 beytler, trc.: Şefik Can, sh: 286)
"Allah ve Resul'ü uğrunda, bir değil bin canım olsa Allah için fedâ olsun!" diyen Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri vasiyetlerinde; "Bu yol cihad yoludur." buyurmuşlardı.
Zât-ı âlileri bu ilmi, bu cihadı şöyle tarif ediyorlar:
"Bu ilim bugün indi. Eğer bu devir olmasaydı, bu ilim inmezdi. Böyle bir devire mukabil Allah-u Teâlâ adaletini ayakta tutmak için bu ilmi bugün indirdi. Bu devir böyle gidiyor ve hamdolsun bu mücadele devam ediyor."
Ömrünü Allah-u Teâlâ'ya adamıştı. Hayatı boyunca İslâm ahkâmını hakkıyla korumaya çalıştı. Dalâlet fırkalarının ve âhir zaman ulemâsının saptırıcı telkinlerini Ümmet-i Muhammed'den uzaklaştırmak için mücadele ve mücahede etti. Onun tek hedefi Kur'an-ı kerim'i ve Sünnet-i seniyye'yi tahriften korumak, müminlerin imanını kurtarmaktı. Bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda harcadı.
"Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere Allah yolunda, din ve vatan bölücülerine karşı cihad etti.
"İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihad içindir. Beni tek tutan cihaddır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihad olmasa yaşamanın âlemi ne!.."
O Allah için çalıştı, Allah yolunun hizmetkârı idi. Gayesi, maksadı, menfaati yoktu. Fîsebilillâh hayatı mücadele ile geçti. Allah ve Resul'ünü sevdirmeye, Allah ve Resul'ünde birleştirmeye, Nûr-i Muhammedî'nin yayılmasına, kalplere Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı yerleştirmeye çalıştı. Hazret-i Allah ve Resul'ünü örnek aldı. Ömrü ibadetle, taatle ve cihadla geçti.
"Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de "Şifâu'l-Alîl" adlı eserinde şöyle buyuruyorlar:
Bu Bayraklılar bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhi hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar...
Onlar onun yolunda yürür, onun yolunda olmaya gayret eder, rızâ-i ilâhiyi ararlar. İstikamet, ihlâs ve mahviyet üzeredirler. Teslimiyet ve sadâkat içinde, kardeşlik, uhuvvet çizgisinde yürürler."
"Kimlerle mücadele ediliyor?
Deccal'den daha beter olan sapıtıcı imamlarla, gökkubbe altında bulunan insanların en şerlileri olan âhir zaman ulemâsı ile.
Bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman ulemâsı olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dini'nin haram kıldığı hükümleri helâl saydılar. Dinlerini bu şekilde ayakta tutmaya çalıştılar ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular. İşte Deccal bunu yapamaz."
Din-i İslâm'ı aslından çıkarmak isteyenlere hiç müsamahası yoktu. Müslümanlar arasında senlik-benlik davası güdenleri, dinde ve vatanda bölücülük yapanları önce ikaz etti, sonra ifşa etti, haklarında kitaplar yazdı, Hakikat Dergisi'nde defaatle makaleler neşretti. "Küfrü Hoş Gören Narcıların İçyüzü", "Sahte Halife, Sahte Kahraman Cemalettin Kaplan ve Oğlu'nun İçyüzü", "Süleymancıların İçyüzü", "Refah Dinine Mensup Mahmut Efendi'nin Mollalarına Cevaptır", "Ahir Zaman Âlimlerinin İçyüzü" ve buna mümasil eserleri yayınlandı.
Bu mücadeleye "İman kurtarma cihadı" derlerdi.
"Sapıtıcı imansız imamlarla, sahte şeyhlerle, sahte Mehdi, sahte İsa, sahte Debbe'tül-arz'larla, bu sahtekâr ve münâfıklarla mücadele edebilmem için Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi. Bu iman hırsızları bir taraftan milleti imandan ettiler, diğer taraftan dini ve vatanımızı böldüler, paramparça ettiler. Bir nam, menfaat, liderlik, önderlik gayesi uğruna, gerek dinimizi gerek vatanımızı bu duruma düşürdüler."
"Bizim yolumuzun diğer yollardan ayrılış noktası şu Âyet-i kerime'dir:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Kim para topluyorsa doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder."
"Kendi dalâlet yollarını Hakk yolu imiş gibi gösteriyorlar ve sonra da menfaat, mevki ve nam için İslâm dinini alet ediyorlar. Halkı soymak için cep cihadcılığı yapıyorlar."
"Kimseden bir şey beklemediğimi ve kimseden de çekinmediğimi her zaman arzetmişimdir. Bütün kitaplar satılsa bir lirası cebimize girmez. Hatta dağıtın biz karşılayacağız diyoruz. Niçin? Benim Hazret-i Allah ve Resul'üne ihtiyacım var. Sizin ihtiyacınız yok mu kardeşler!"
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ömrünü din-i İslâm'ın müdâfası ve ihyasına, vatanın muhafazası ve selâmetine adamıştı.
"Bizim iki gayemiz var; iman ve vatan." buyurmuş, dinde ve vatanda bölücülük yapanlarla mücadele etmişler, müslümanları uyandırmaya çalışmışlardı.
"Dış düşmanın cephesi var, iç düşmanın cephesi yok.", "Bunlar dış düşmandan daha tehlikeli." buyurarak bu din ve vatan düşmanları ile mücâdele ettiler.
"Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz.
Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffârın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun." buyurmuşlardı.
Bazı beyanlarında da şöyle buyurmuşlardı:
"O'nun rızası mucibince içte ve dışta cihad etmemiz lâzım."
"İstanbul'un maddi Fatih'i ayrı, mânevi Fatih'i ayrı. Zâhiri Fatih'i herkes tanıyor, mânevi Fatih'i çok az kişi tanıyor. Allah-u Teâlâ dilediğini yapar, dilediğini yürütür. Fethi onun sebebiyle gerçekleştirir.
Bu akıncılar, bu cihatçılar, bu bayraklılar Türkiye'nin mânevi Fatih'idir de kimse görmez. Bu nur yayıldıkça halk uyanıyor, dinine, imanına sahip çıkıyor.
Ve değil dünyada, ahirete göçtükten sonra dahi vazifedardır. Onun için onun kılıcı keser."
•
"Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet!
Vatanımızı muhafaza et!
Ordumuzu muzaffer et!"
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Zât-ı âli'leri iman ve vatan için mücadele ettikleri gibi, imanın ve vatanın muhafazası, tedbir alınabilmesi için küffarın niyetini, çıkartacağı harpleri, önümüzdeki sıkıntılı günleri de haber vermişler, hazırlıklı olunmasını nasihat etmişlerdi.
Zât-ı âli'lerinin olan ve olacak hadiseler hakkında verdiği haberler gün gün cereyan ediyor.
Nitekim Amerika'nın henüz Irak işgali başlamadan önce Irak'tan sonra İran'ın ve diğer İslâm ülkelerinin hedefte olduğunu şöyle haber vermişti:
"Amerika gözünü dört devlete dikti. Irak, İran, Mısır, Arabistan."
"Amerika'nın daha bu bölgede işi var. Irak'tan sonra sırada; İran, Suudi Arabistan, Mısır var. İşte dünya böyle tutuşacak."
"Gayesi İslâm ülkelerine yavaş yavaş yayılmak. İran'a, Suriye'ye, Mısır'a, Suudi Arabistan'a, buraları halkaya almak." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Hâinlerin İçyüzü", s. 324)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri İran'da yaşanacak bu büyük harbi ve küffarın zulmünü değişik vesilerle beyan etmişti:
"İran'da çok çetin harp olacak, çok çetin. İran bayâ eziyet görecek."
Ve bu İran Savaşı'nın 3. Dünya Harbi'nin başlangıcı olacağını ifşa etmişler, nihayette küffarın ve yahudinin asıl hedefinin Türkiye olduğunu söylemişlerdi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri İslâm ülkelerinin, Türkiye, Mısır, Arabistan, İran'ın birlik olması halinde Amerika'nın buradan gitmek zorunda kalacağını söylemişlerdi. Fakat maalesef bu birlik sağlanamadığı için küffar icraatını yürütüyor.
Geçen ayki dergimizde de arzettiğimiz üzere; bu savaşların, bu fitne ve fesadın arkasında İsrail var, yahudi var.
İsrail bütün bu zulüm ve zorbalıklarını Amerika ile beraber yapıyor.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Amerika'nın bu durumunu yıllar evvel şöyle haber vermişti: "Amerika demek yahudi demektir, yahudi demek Amerika demektir."
Güya savaş çıkartmamakla, savaşları bitiren başkan olmakla övünen Amerikan Başkanı Trump da İsrail'in saldırganlığına teslim oldu ve destek verdi; İran'ı vurmaktan bahsetmeye başladı, İran'ı teslim olmaya çağırdı. Amerikan ordusu İran'ı vurmak için Ortadoğu'ya ve Akdeniz'e, bilhassa Yunanistan'a ve Güney Kıbrıs'a yığınak yapıyor.
Amerika'yı yahudinin taşeronu haline getirmişler; bir savaş çıkartmak için önce Amerika'yı öne sürmeye çalışıyorlar, beceremezlerse kendileri savaşı çıkartıyor Amerika arkasından gidiyor. Çünkü tasması yahudinin elinde.
Dikkat ederseniz Hitler bütün Avrupa'yı işgal etmiş, 1941-1942 yıllarında zafer kutlamaları yapıyordu. Ve fakat âkıbeti ortada.
Yahudiler 2006 yılında Lübnan'ı işgal edip zulüm yaptıklarında şöyle buyurmuşlardı:
"Firavun da böyle azmıştı. Bir düşün; Hitler ne idi, dünyayı zaptediyordu. Ruhsatı çekince işi bitti."
Bugün Hitler'in yerini alan, bütün dünyayı zulüm ve zorbalıkla inleten yahudilerin, İsrail'in âkıbeti de budur.
Yahudi'nin başlattığı savaştan, savaş esnasında yaşanan hadiselerden İran'ın da, Türkiye'nin de, İslâm ülkelerinin de çıkartacağı çok dersler var.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. Bize doğru bir felâket geliyor. Bu büyük tehdide karşı her şeyimizle hazırlıklı olmamız lâzım. "Küfür tek millettir."
2. İslâm dini, İslâm ülkeleri, Türkiye, yahudinin hedefinde. Bilinen bu hakikat artık inkâr edilemez bir şekilde açıkça önümüze çıktı. Türkiye İslâm ülkeleri içinde en büyük, ordusu en güçlü, İslâm ülkelerinin, müslümanların, bütün mazlumların ümit bağladığı bir ülke olduğu için en büyük hedef. Onun için her tedbiri almamız lâzım.
3. İslâm ülkelerinin siyasi ve askeri ittifak içerisinde olmaması, birlik içinde hareket edememesi, müslümanlarının gönüllerinin paramparça olması büyük zafiyetler doğuruyor. Bu durum Cenâb-ı Hakk'ın rızasına da uygun olmadığı için müslümanlar ilâhî yardımdan mahrum kalıyor.
4. İran Savaşı'nda yaşananlar iç düşmanın, küffara hizmet eden şebekelerin, içerideki hainlerin neler yapabileceğini, ne kadar zarar verebileceğini gösterdi. Zira İran önce içeriden vuruldu. Hâinler devleti içeriden çökertiyorlar.
5. Yahudinin niyeti ve planı çok büyük, Evanjelik-Yahudi zihniyeti, ittifakı, Armagedon Savaşı'nı hazırlıyor.
6. Küffara asla güven olmaz. İran'ı müzakere yaparken, uykuda vurdular. Bunlarla asla dostluk olmaz, anlaşmalarına asla güvenilmez.
7. Her müslümanın her an cihada, savaşa hazır olması lâzım, samimi bir cihad ruhu lâzım.
8. Savunma sanayiinin, hava gücünün önemi. Silah eksiklerimizi tamamlamak için çok daha hızlı ve gayretli yol almamız gerektiği iyice ortaya çıktı. Bazı silah sistemlerinin yapılması için verilen 3-5 yıl gibi tarihleri bile beklemeye tahammülün azaldığı bir durum var. Maddi sıkıntılara katlanıp, tabir câiz ise boğazımızdan kısıp uçak, silah, füze yapmamız lâzım.
9. Stratejik tesislerin, karargahların, fabrikaların korunması ve korunaklı yerlere yapılmasının ne kadar önemli olduğu anlaşıldı.
10. Dijital bağımsızlığın ve siber güvenliğin ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. İsrail'in istihbarattaki başarısının bir ayağının da dijital teknoloji ve siber istihbarat olduğu görüldü. Devlet kurumlarımızda bile Amerika'nın işletim sistemleri, sahibi yahudi olan firmaların mesajlaşma programları kullanılıyor. Vatandaşımız yahudi firmalarına ait sosyal medya platformlarında her türlü özelini, resmini, ailesini, evini paylaşıyor. Bu hususta büyük bir açığımız ve zafiyetimiz var.
"Ey iman edenler! Bütün tedbirlerinizi alın. Birlikler halinde savaşa çıkın veya toptan seferber olun." (Nisa: 71)
Bu soykırımcı vahşi sürülerinin bugüne kadar yaptıkları bundan sonra yapacaklarının en büyük göstergesidir. Yakıp yıkıp öldürmeyi, talan etmeyi, gasp etmeyi, her türlü vahşeti, soykırımı ve tecavüzü yapmayı hak görüyorlar.
İran'ın ülkesini savunmada yaşadığı zaaflar Trump'un iştahını kabarttı, Trump İsrail saldırılarını sahiplenerek konuşmaya "İran hava sahası kontrolümüzde" demeye, İran'ı vurmaktan, İran'ın koşulsuz teslim olması gerektiğinden bahsetmeye başladı. İran'ın etrafında çok Amerikan üssü var. İran Amerika vurmadan bu üsleri vurmak zorunda. Bunu başarırsa Amerika'ya ciddi zarar verebilir. Ancak bu durumda savaşın boyutu da ona göre çok büyür.
Bu savaş Irak Savaşı'nda olduğu gibi bölgemiz için, Türkiye için yeni sıkıntılara sebep olabilir. Başka harplerin ve işgallerin başlangıcı olabilir. Çünkü küffarın amacı ortalığı karıştırmak; devletleri, orduları yıkıp, terörü, fitneyi yaymak; böylece İslâm'ı ve İslâm ülkelerini yok etmek, işgal etmek ve bunun ardından bütün dünyaya hakim olmak.
"Dinsizliğin ismini değiştirdiler medeniyet dediler. Vahşetin ismini değiştirdiler demokrasi dediler.
Madden, mânen işgal etmek için seferber hâldeler." ("Hâinlerin İçyüzü, s. 232)
Plan ve tatbikatları hazır. Hedef İslâm âlemi, Ortadoğu'yu değiştirmek. Nihai hedefleri Türkiye.
Geçen ayki dergimizde İsrail hükümetine sunulan raporlarda Türkiye ile savaştan bahsedildiğini, bu savaş için 2030 gibi tarihlerin dile getirildiğini, bu husustaki haberleri arzetmiştik.
İran Savaşı'ndan sonra bir İsrail'li gazeteci yaptıkları saldırıları spor müsabakalarına benzeterek "Hamas'la çeyrek final, İran'la yarı final yaptık. Finalde Türkiye var." dedi. Sonra geri adım atsa da yahudilerin bilinçaltını da ortaya çıkarmış oldu.
Azılı Türkiye düşmanı, FETÖ'nün büyük destekçisi, eski Pentagon yetkilisi Michael Rubin de İran savaşının Türkiye-İsrail savaşının provası olacağını söyledi. "Mevcut İsrail-İran savaşından çok daha yıkıcı olacak bir İsrail-Türkiye savaşı olasılığıyla doğrudan yüzleşmek esastır. NATO'yu hayalperestlik merceğinden değerlendirmek yerine, gerekirse "Maksimum Baskı" yaptırımlarını kullanarak Türkiye'yi mevcut yolundan uzaklaştırmak hayati önem taşımaktadır." dedi.
Dikkat ederseniz yahudi arkasında Amerika olduğu için bu kadar cesaretli. Amerika arkasında olmasa değil Türkiye, İran'a bile saldırmaya cesaret edemez.
Benzer bir zihniyet Yunan'da da var.
Türkiye aslında uzun zamandır hedefte. Irak işgal edildi, güyâ hedef Saddam'dı ama Irak'ı parçaladılar, PKK'yı bölücü terörü Irak'ta büyüttüler, Türkiye'ye karşı desteklediler. Suriye iç savaşa düştü, kendilerinin bile terör örgütü kabul ettikleri PKK'nın ismini değiştirip açıktan desteklemeye, orduları ile, askerî üsleri ile arkasında durmaya başladılar. FETÖ'yü beslediler, büyüttüler, en son darbe ile yönetimi ele geçirmesi için her türlü desteği verdiler. 40 yıldır bunlarla savaşıyoruz. Yahudisi, Amerika'sı, Avrupa'sı, Yunan'ı hepsi bir olmuş terör ile komşularımızı parçalayıp kargaşa çıkartmakla, içimizi karıştırmaya çalışmakla bize saldırıyorlar.
En büyük planları bir şii-sünni savaşı çıkartmak, oturup seyretmekti. İran bu oyuna çok geldi, çok zulüm yaptı, ama Türkiye bu oyunu gördü ve çok sabretti. İran ne yaptıysa kendi kendine yaptı.
Yahudi hedef aldığı ülkeleri içeriden parçalamakla, birbirine düşürmekle, taşeronlarını kullanmakla bölmeye, parçalamaya, yıkmaya çalışıyor. Kâfirler planlarını kurmuş, kafaya koymuş; hiçbir şeyi, hiçbir sözü dinlemiyorlar.
Bu yahudi önce PKK-PYD'yi, Yunan'ı önümüze sürecek, sonra Amerika'yı karşımıza çıkartacak. İşin sonunda İran'ın karşısına çıktıkları gibi, bizim de karşımıza çıkacaklar. O günler yaklaştı. Ellerinde yakıcı silahlar var, ama bizde de var.
Amerika şimdi yeniden büyük bir askerî yığınağa başladı. Üçüncü Uçak Gemisi filosunu, tanker uçaklarını, bombardıman uçaklarını gönderiyor. Kâfirin Akdeniz'deki deniz ve hava gücü donanım olarak Türkiye dahil bölge ülkelerin toplam gücünden fazla. İran'a karşı yığınak yapıyorlar diye rehavete kapılmamak lazım. Türkiye'nin de hedefte olduğunu unutmamamız lâzım. İran'da zafiyet gördüler hepsinin ağzının suyu akmaya başladı. Türkiye'de bir zafiyet görseler asla gözümüzün yaşına bakmazlar.
"Andolsun ki insanların içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve Allah'a şirk koşanları bulursun." (Mâide: 82)
Türkiye hedefte ama Türkiye ile savaşmak demek dünya savaşı mesabesinde büyük bir hadise olduğu için Türkiye'nin önce kolunu kanadını, destek vermesi muhtemel ülkeleri ve ordularını hedef alacaklar. Nasıl ki İran'ı vurmadan önce vekil güçlerini tesirsiz hâle getirdiler. Türkiye ile savaşmadan önce de Türkiye'yi içeriden çökertmeye çalışmak, PKK-PYD'yi Yunan'ı cepheye sürerek ekonomimize, ordumuza, savunma sanayiimize zarar vermek gibi planları var.
İsrail son yıllarda Türkiye'ye karşı aleni düşmanlık yapıyor ve hem Yunanistan ile hem PKK ile açıktan Türkiye'ye karşı bir ittifak geliştiriyor, destekliyor.
İsrail İran'a Savaş açtıktan sonra misilleme korkusu ile yolcu uçaklarını Kıbrıs Rum Kesimi'ne gönderdi. Netanyahu'nun uçağının da Yunanistan'a gittiği haberlere yansıdı. Yunanistan'da bile "Biz İsrail'in otoparkı mıyız?" diye tartışmalar yaşandı. Netanyahu'nun Yunanistan'da olma ihtimali konuşuldu. Yahudiler ölümden çok korkuyor. Netanyahu savaşın üçüncü günü sığınaktan çıkmış gibi yıkılan yerleri ziyaret etti.
Kıbrıs Rum kesimine demir kubbe sisteminin kurulduğu söyleniyor. İsrail havaalanını kapattı, Yunanistan ve GKRY üzerinden İsrail'e girişleri kabul ediyor. Gazze'ye gelen yardımları da ancak Rum kesiminden kabul ediyor. Yunan ve Rumlar İsrail'in en büyük müttefiki, en büyük işbirlikçisi durumuna geldi.
Niçin?
Yahudi ve hıristiyanlar birbirinin dostu olduğu için. İkisinin de düşmanı İslâm ve Türkiye olduğu için.
Tedbirli olmamız şart.
"Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
Yunanistan sırf Türkiye düşmanlığına ülkesini Amerika'ya teslim etti, ülkenin her yerine Amerikan üssü kuruldu. Rum kesimi de öyle.
Yunanlılar öyle bir Türkiye düşmanlığı ve kini ile dolular ki, Yunan basını Hindistan'a Ege'de üs kurması için teklifte bulunmanın gerektiğini söylemeye başladı.
Hindistan'nın faşist Başbakanı Narendra Modi de İsrail-İran Savaşı'nın ortasında 16 Haziran'da Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ne gitti. Ziyaret Rum ve Hint medyasında "Türkiye'ye bir mesaj" olarak yorumlandı. GKRY Lideri Nikos Hristodulidis ile Hindistan Başbakanı Narendra Modi "Ortak İşbirliği Deklarasyonu" imzaladı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin limanlarını Hindistan savaş gemilerine açacağı ve iki tarafın ortak askeri deniz tatbikatları yapacağı belirtildi.
Bu kadar aleni Türkiye düşmanlığı yapıyorlar. Hindistan'ın Türkiye düşmanlığı ayrı bir şey, Rum'un Yunan'ın Türkiye'ye ne kadar düşman varsa topraklarını açması, askeri ittifak içine girmesi çok daha ayrı bir şey. Bunların düşmanlığı bu kadar büyük ve bu kadar aşikâr iken artık bizim ne derece uyanık, ne kadar tedbirli, nasıl bir teyakkuzda olmamız icap ediyor? İranlı komutanların evinde uyuduğu gibi biz de mi uyuyacağız?
Görüyorsunuz bugünkü savaşlarda ilk saldırıyı yapan büyük zarar veriyor. Ve artık teknoloji öyle bir seviyeye geldi ki mesafelerin de önemi kalmadı. 500-600 km gibi mesafeler yakın sayılıyor. İsrail İran'ın içlerine neredeyse 2000 km. mesafeye operasyon yapıyor.
Türkiye'nin düşmanlarının bir araya gelip ittifak yapması ve aynı anda Yunanistan ve Kıbrıs'ta olmaları bir şey planladıklarını akla getiriyor. İran savaşı esnasında aynı anda orada olmaları bir tesadüf değil.
İsrail-Yunanistan-Hindistan ittifakının arkasında Amerika var. Hindistan'ı Pakistan'a karşı, İsrail ve Yunan-Rum ikilisini Türkiye'ye karşı hazırlıyorlar. Vakti zamanını bekliyorlar. Çünkü İslâm dünyasında ordusu kuvvetli harbe hazırlık seviyesi yüksek iki ordudan birincisi Türkiye, ikincisi Pakistan. Hiçbir müslüman ülkenin güçlü olmasını istemiyorlar. Pakistan'ın nükleer silah sahibi olmasını asla kabul edemiyorlar. Nitekim Netanyahu Pakistan'ın nükleer silah sahibi olmasını istemiyoruz dedi. Netanyahu'nun ABD'deki üniversite tezinin Pakistan'ın nükleer gücü olduğu söylendi. Neyi amaçlıyor, görüyorsunuz.
Pakistan'ı da içeriden yıkmak için çok uğraştılar. Ama muvaffak olamadılar.
Yunanistan Esed rejimini ve PKK'yı iki müttefik olarak görüyordu. Suriye'de Esed rejiminin devrilmesi ve PKK'nın fesih kararı alması, bunun haricinde Türkiye'nin yakın zamanda elde ettiği muvaffakiyetler, Pakistan Savaşı, Libya'da Hafter'in Türkiye-Libya Deniz Yetki Alanı anlaşmasını onaylayacağına dair haberler, Avrupa'nın Avrupa Savunmasında Türkiye ile birlikte hareket etme kararı alması, Baykar'ın İtalyan şirketleri ile Savunma Sanayii ortaklıkları kurması, savunma sanayiimizdeki çok hızlı gelişmeler ve seri üretimlere geçilmesi gibi gelişmeler Yunanistan'ı büyük bir panik ve endişeye sevketti.
İsrail'in İran'a saldırırken, daha fazla bekleyemezdik, İran nükleer silaha ulaşmak üzereydi gibi bir argüman kullanması ve Amerika'nın İran'la anlaşma görüşmeleri yaptığı esnada beklenmeyen bir anda İran'ı gafil avlaması gibi, Yunanistan da "Daha fazla beklersek Türkiye'nin önüne geçemeyiz" gibi bir argüman geliştirip bir çılgınlık yapabilir. Son zamanlardaki Yunan cephesinden gelen açıklama ve haberlerin üslubundaki değişikliklere bakan bir kimse bu tehlikenin arttığı hissiyatını görecektir. Bu yüzden gafil avlanmamak için teyakkuzda olmak lâzım.
Suriye'deki gelişmeler yahudinin de oyununu bozdu. PKK'yı Suriye'de devlet yapmak, Suriye'yi Irak gibi 3'e bölmek istiyordu. Ancak hiç beklemediği gelişmeler yaşandı. PKK fesih kararı açıkladı ama PYD de tıpkı Yunanistan gibi hızlı bir şekilde savaşa hazırlanıyor, asker sayısını çoğaltıyor.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuştu:
"En birinci düşman Yunan görünüyor. Daha bilmedik ne düşmanlar var. Her kâfirin gözü İstanbul'da."
Sadece İran değil, Mısır ve Arabistan gibi ülkeler de yahudinin ve Amerika'nın hedefinde.
Bütün İslâm devletlerini yıkmaya, bunun için her savaşı çıkartmaya niyetliler. Ordusu ve devlet teşkilatı olan bütün ülkeler hedeflerinde. Irak parçalandı, hava sahası Amerika'nın elinde, Suriye'nin İsrail'i engelleyecek hiçbir hava gücü yok.
Irak, Libya, Sudan, Lübnan, Somali, Yemen parçalandı. İran'dan sonra, Mısır ve Arabistan'ı da parçalayıp işgal ederlerse Türkiye tek başına kalacak. Ve Türkiye'ye yönelecekler.
Ülkeleri hem parçalamak hem de Ürdün, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri'nde olduğu gibi kendi güdümlerinde yönetimler başa getirmeye çalışıyorlar. İran rejimini yıkmak istemelerinin sebebi sahip oldukları ideoloji değil, kendi güdümlerinde olmayışı, Çin, Rusya gibi ülkelerle ittifak içinde olmasıdır.
Pakistan'ın nükleer silahını, İran'ın nükleer çalışmalarını dile getirip engellemeye çalışıyorlar. Ama kimse İsrail'in resmî olarak açıklamadığı ama mevcut olduğunu herkesin bildiği nükleer silahlarını konuşmuyor, ses çıkartmıyor?
Maalesef bugün Gazze, Lübnan ve İran'ın içine düştüğü durum müslümanların birlik içerisinde olmamasının küffarın ekmeğine nasıl yağ sürdüğünü gösteren acı bir tecrübe oldu.
Bugün bazı emekli İranlıların "Türkiye, Pakistan, İran ortak İslâm ordusu kurmamız lâzım.", "İsrail nükleer silah kullanırsa Pakistan da kullanacak" diye konuştuğuna dâir haberler çıkıyor.
Bir deyim var: "Bad'el harâb'ül-Basra", yani "Basra harap olduktan sonra neye yarar"
Kaldı ki İran o kadar tokat yiyor, özellikle Türkiye'ye karşı hâlâ sapkın itikadının verdiği kibirle hareket ediyor.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider." (Enfâl: 46)
Bu çekişmeyi yapan ve müslümanları zaafa düşüren en büyük hareket İran'dan geldi. Bugün de bunun cezasını çekiyorlar. Şöyle ki:
İran; Arap Baharı denilen süreçte yahudinin şii-sünni savaşı çıkartmak için açtığı alanda pervasızca ilerledi, birçok müslümanın kanına girdi, birçok mazlumun ahını aldı. Türkiye'nin hiçbir nasihatini dinlemedi. Türkiye bu oyuna gelmemek için çok sabretti. İran ise "Şii imparatorluğu" hayali ile, sapkın itikadından kaynaklanan kibri ile "Kimse bana dokunamaz, kimse bana saldırmaya cesaret edemez" gibi vehimlere kapıldı. Allah-u Teâlâ'nın gadabını celbeden işler yaptı. Allah-u Teâlâ da yahudiyi bunlara musallat etti. Önce Lübnan'da Hizbullah'ın iletişim araçlarını patlatarak emir-komuta yapısının üst yapısını, 3-4 bin kişiyi etkisiz hâle getirdi. Ardından Nasrallah dahil en üst düzey yöneticilerini bombalayarak öldürdü. Hizbullah da özellikle Suriye'de Esed ile işbirliği yapmış ve çok cana kıymıştı.
İran ve avanesi başlarına gelenlerden ders almak yerine Suriye'yi ve Türkiye'yi suçlamaya devam ediyorlar. Kendi düştükleri zaafiyeti görmezden gelerek Suriye ve Türkiye başta olmak üzere müslümanları sorumlu göstermeye çalışıyorlar. Halbuki Türkiye İran'ın verdiği o kadar zarara rağmen küffarın bölgede hüküm sürmesini ve İran'ın yıkılmasını istemiyor. Çünkü İran yıkılırsa Türkiye küffara karşı yalnız kalacak ve İran'ın yıkılmasının sebep olacağı sorunlarla uğraşmak zorunda kalacak.
Nükleer müslüman güç Pakistan da bu gücünden dolayı hedefte olduğunu biliyor ve İran'ı desteklediğini açıklıyor.
Oysa İran geçtiğimiz 13-14 yıl boyunca Ortadoğu'yu yangın yerine çevirmemiş olsaydı Türkiye ile işbirliği yapsa, askerî ittifak içine girmiş olsaydı küffar bu azgınlığına cesaret edemez ve meydanı boş bulamazdı.
Zira Türkiye elektronik harpte, denizde, karada, hassas vuruş yeteneğine sahip füzelerde çok ileri bir seviyeye geldi. Havada da insansız hava araçları başta olmak üzere büyük yetenekler geliştirdi, kendi uçağını yapmasına çok az kaldı. Türkiye'nin Pakistan ile işbirliğinin neticesinde Hindistan büyük tokat yedi. Hindistan Türkiye'ye karşı adetâ kudurdu.
İran'da füze yeteneği var, ama görüldü ki sadece füzelere dayanan bir savunma işe yaramıyor. Halbuki İran Pakistan gibi Türkiye ile ittifak yapsa, Türkiye'nin yeteneklerinden faydalansa bugün bu duruma düşmez, bütün İslâm dünyası bundan istifade ederdi. Oysa İran yüzyıllardır, Osmanlı'dan beri olduğu gibi bölücülüğü, düşmanlığı tercih etti. Ve bugün bunlar başına geldi.
"Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyin." (Enfal: 27)
İran'da iki ayrı ordu ve polis teşkilatı var. Hepsi birbirinden bağımsız, habersiz hareket ediyor, dıştan bütün görünüyor ama içi parçalı. Devrim muhafızları İslâm dinindeki en büyük bölücü zihniyet olan şiilik inancına sıkı sıkıya bağlı. Bu bölücü zihniyet ve ambargolar sebebiyle hava kuvvetlerine yatırım yapmadılar, sadece füzelerine güvendiler.
Büyük istihbarat zafiyeti yaşadılar ve İsrail İran'ı önce içinden vurdu. Komuta kademesini, füze radarlarını imha etti.
İran'ın kendi içinden aldığı darbeye bakınca Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin FETÖ ile mücadele ederken söylediği şu beyanlarının ne kadar mühim olduğunu anlıyoruz:
"Dinimize ve vatanımıza hizmet eden bir nesil yetiştirmemiz lâzım. Dinimizde ve vatanımızda hainlik yapanların fitne ve fesat çıkartanların yuvalarını kapatmamız gerekir. Temiz dimağları bu dıştan idare edilenlerin elinden kurtarmak için. Bunların kime hizmet ettiği, kimin uşağı olduğu belli. Vatanımızı istilâya kalkıyorlar. Bir harp olsa bizi arkadan vururlar. Zira bunlar dışarıdan idare ediliyorlar. Ey kardeş! Bu vatan hainlerini bilin, fitne yuvalarını kapayın, fesatlarını temiz dimağlara nakletmesinler."
"Vatanımızı istilâya kalkıyorlar, bir harp olsa bunlar bizi arkadan vururlar. Zira bunlar dışarıdan idare ediliyor, başkasına hizmet ediyorlar.
Dinimizi ve vatanımızı içten kemiren kurtlardır bunlar."
FETÖ'nün hesapları tutmamış olsa da, hâlâ temizlenememiş olan elemanlarının, FETÖ benzeri diğer din ve vatan bölücülerinin bir harp durumunda fırsatını bulurlarsa bizi arkadan hançerleyeceğinden hiç şüpheniz olmasın.
Geçtiğimiz ay kripto bir FETÖ'cünün ROKETSAN'a sızarak mahrem bilgileri ele geçirmeye çalıştığı ve yakalandığı haberlere yansıdı. FETÖ elemanların kritik yerlerde hâlâ bulunabiliyor olması Türkiye için büyük bir tehlikedir. Bugün FETÖ'nün haricinde dış istihbaratla irtibatlı olduğuna dair basında haberleri çıkan Süleymancılar gibi başka gruplar da var. Alman DW haber kanalında Süleymancıların 2023'teki 50. yıl kutlamalarına Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier'in bizzat katıldığı haber yapıldı. Almanya ile işbirliği içinde oldukları için Almanya bunların icraatlarına yol veriyor.
Dış devletlerle işbirliği içinde olan bütün bölücülerin adı ne olursa olsun devletin içinde kadrolaşmasının, ülkemizde teşkilatlanıp palazlanmasının önüne geçilmesi elzemdir.
Dikkat ederseniz İran'ı önce içerdeki hâinler, yahudi ajanları vurdu. İran içinde dron fabrikası kurdukları ortaya çıktı. İsrail uçakları artık İran'ın üzerinde serbestçe dolaşıyor, istediği yeri bombalıyor.
Binaenaleyh iç düşmanın verdiği zararı hiçbir dış düşman veremiyor.
Eğer FETÖ başarılı olmuş olsaydı, İran gibi vahim durumlarla karşılacaktık. PKK Devleti çoktan kurulmuş olacak, İsrail hedeflerine yorulmadan kavuşmuş olacaktı. FETÖ memleketi Amerika ve İsrail'e peşkeş çekecekti.
"Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri sakın sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz." (Âl-i İmran: 118)
Karşımızdaki düşmanı iyi tanımamız lâzım. Niyetini, amacını, inancını, sapkınlığının boyutunu iyi tahlil etmemiz lâzım. Bu saldırganlığının, vahşetinin, hukuk ve adaletten nasipsiz soykırımcı zihniyetinin nereden geldiğini bilmemiz lâzım.
Yahudi kendi sapkın inancının, "Küresel Yahudi Krallığı" kurmanın peşinde.
Yahudiler kendi milletlerini adeta putlaştırmış, dinsel bir ırkçılık ve itikat ortaya çıkarmış bir kavimdir. Diğer milletlerin aşağı ırk, hatta hayvan olduğuna inanırlar. Onları öldürmeyi, mallarını, evlerini, topraklarını gasp etmeyi kendilerine bir hak olarak görürler. Meselâ kendi aralarında faiz haramdır, ama fâizle bütün dünyanın iliğini sökmek en büyük icraatlarıdır.
Bu sapkın itikatlarının bir neticesi olarak, Muhammed Aleyhisselâm'ın bekledikleri âhir zaman peygamberinin bütün alâmetlerini taşıdığını bildikleri hâlde sırf bu ırkçı zihniyetleri sebebiyle bile bile iman etmediler, bilakis düşman kesildiler.
Bu sapkınlıkları, kendilerine gönderilen peygamberleri sürekli yalanlamaları, verdikleri sözleri sürekli bozmaları sebebiyle Kur'an-ı kerim'de üç peygamberin diliyle lânetlenmişlerdir:
"İsrâiloğullarından küfre sapanlar hem Dâvud'un hem de Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlenmişlerdir." (Mâide: 78)
"(Musa dedi ki:) Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım?" (A'raf: 155)
"Bunlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 52)
Amerikan yönetiminde yahudilerle birlikte hakim durumda olan Evanjelikler'de de büyük bir İslâm düşmanlığı var. Gerek Ortadoğu'da gerek Anadolu'da hıristiyanlığın kutsal saydığı şehirlerde gözleri var. Büyük İsrail Devleti'ni desteklemenin İncil'in emri olduğuna ve bu uğurda Armagedon ismini verdikleri büyük savaşın çıkması gerektiğine inanıyorlar, hatta bu savaşı çıkartmaya çalışıyorlar.
Amerika'da 2000 yılında Amerikan evanjelikleri ile İsrail arasındaki ittifakı anlatan bir kitap "Tanrıyı Kıyamete Zorlamak" ismini taşıyordu.
Bunlar bu kadar sapkınlar; Allah'ın fiillerini yönlendirebileceklerini, zamanını değiştirebileceklerini düşünüyorlar.
Hem yahudiler, hem evanjelikler inandıkları kehanetlerin gerçekleşmesi için dünyayı yakmak, ortalığı savaş alanına çevirmek gerektiğine inanıyorlar. Ve İsrail ve Amerika'yı bu zihniyetteki insanlar yönetiyor.
Ve maalesef kendi kehanetlerinde "Armagedon Savaşı" olarak geçen, nihai ve çok büyük bir savaş olarak gördükleri savaşa kadar işi götürme amacındalar. Bazıları bu savaşın Türkiye ile olacağına inanıyor.
"(Ey iman edenler!) Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla hem Allah'ın düşmanlarını, hem de sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında sizin bilmediğiniz Allah'ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutup yıldırırsınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir ve siz aslâ haksızlığa uğratılmazsınız." (Enfal: 60)
İran'ın hava sahasını savunamaması, İsrail uçaklarının istediği zaman İran hava sahasına girip Tahran dahil birçok yeri bombalaması savunma sanayiinin ve modern harp teknolojileri ve silahlarına sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu herkese yeniden gösterdi.
Ambargolarla kendi silahımızı yapmamızı engellemeye çalışıyorlar.
"Ey müminler! Gevşemeyin, üzülmeyin. Gerçekten inanıyorsanız, siz mutlaka en üstünsünüzdür." (Âl-i İmran: 139)
Siber güvenlik de savunma sanayii kadar önemli. İran'ın durumu ortada. Lübnan'da, İran'da yahudinin âdeta bunların her sırrına vakıf olmasının sebeplerinden birisi de bu.
İran'ın en büyük bankasına siber saldırı yapıldı. Bankada para yok, bilgiler kayıp, insanlar paralarını alamıyorlar. Bizim bütün bunlardan ders almamız lâzım.
Devlet kurumlarında hâlâ Amerikan kaynaklı işletim sistemleri ve programlar kullanılıyor. Yahudilere ait sosyal medya, mesajlaşma uygulamaları üzerinden çalışanların grup kurarak haberleştiğini duyuyoruz. Bu hususta çok gevşekliklerimiz var.
Türkiye birçok alanda dijital teknolojiye geçiş yaptı. Ancak bu teknolojiye geçerken güvenlik tedbirlerimizi ne kadar aldık? Dijitalleşeceğiz derken halkı bankalara faize tamamen bağımlı hâle getirdik, bu müslüman milletin önüne başka alternatif koymadık. Müslümanız diyoruz ama müslümanca çözümler üretmek için gayret etmiyoruz. Halbuki fâiz hakkında çok şiddetli Âyet-i kerime'ler var.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah'a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin." (Bakara: 279) buyuruyor, kimsenin kılı kıpırdamıyor.
"Ey iman edenler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, sakın onlara arkalarınızı dönmeyin!" (Enfal: 5)
İran Savaşı bize stratejik tesislerin, karargahların, fabrikaların korunması ve korunaklı yerlere yapılmasının önemini çok bariz bir şekilde gösterdi. Ellerinde metrelerce aşağıdaki sığınaklara nüfuz eden bombaları var. Amerika'nın elinde nükleer silahların yıkımına benzer yıkım yapan, küçük çaplı depremler oluşturan büyük bombalar var. Taktik nükleer silah kullanmayı bile düşünüyorlar. Ne kadar derine, ne kadar korunaklı yapılar yapılması lâzım buradan pay biçebiliriz.
Bir savaş esnasında komuta kontrolünün, silah üretiminin devam etmesi için, enerji, gıda güvenliği gibi alanlarda her türlü tedbirin alınması lâzım.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İlâhî Görüş Birliği'ne Davet" isimli eseri ile müslümanları bu birlikte toplanmaya davet etmişler, bu kitabın kapağına şu cümleyi spot olarak koymuşlardı:
"Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan"
"Binaenaleyh müslümanların birlik ve beraberlik içinde bulunması en büyük arzumuzdur. Vatanımıza, devletimize sahip çıkmamız gerekiyor. Bu da bölücülükten vazgeçmekle "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİ"nde birlik olmakla mümkündür."
"Biz "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİ'NE DAVET" ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz.
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Müslümanların birbirine yaklaşmaları, birleşmeleri, aralarında bir dayanışma husule gelmesi en büyük arzumuzdur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretlerimiz'den niyaz ederim ki fakirin bu arzularını basiret sahibi din kardeşlerimin ibret kulaklarına ulaştırsın, feyiz ve bereketini de ihsan buyursun.
Muhakkak iç ve dış din ve vatan düşmanlarına karşı yekvücud olmamız lâzım.
Âyet-i kerime'lerde:
"Mü'minler kardeştirler." (Hucurât: 10)
"İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız. Kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." buyuruluyor. (Mâide: 2)"
"Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
Bu Zât-ı âli'nin bu dâvetinin, bu beyanlarının ne kadar mühim olduğunu hep birlikte görüyoruz. Allah'ımız ümmet-i Muhammed'î Allah ve Resul'ünde birleştirsin. Küffarı kahr-u perişan eylesin.







