Muhterem Okuyucularımız;
Bu sayımızda Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "İlim Hilim Mahviyet" isimli eserini hem tanıtmak, hem de müslümanların tenvir olması için kitabın içindeki bazı mühim has ve hülâsa mevzuları arz ediyoruz.
İlim, ilim, ilim. Kendini bilim...
İlim içinde ilimler mevcuttur. "Zâhiri, Bâtıni, Ledüni" ilimler olduğu gibi, "İlme'l-yakîn, Ayne'l-yakîn ve Hakka'l-yakîn" ilimler de vardır.
Âyet-i kerime'de:
"Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır." buyuruluyor. (Yusuf: 76)
Bu hususu bir misalle şöyle arz edelim:
Farz-ı muhal ki bir bina var. Bu binanın projesini plânlarını incelersiniz, dışarıdan da görürsünüz. Bu "İlme'l-yakîn" bir ilimdir.
Binanın içerisine girersiniz, odalarını gezersiniz, bu da "Ayne'l-yakîn" bir ilimdir.
Vakta ki ev sahibi tecelli eder, artık ne ev kalır ne de misafir!.. Bu ise "Hakka'l-yakîn" bir ilimdir.
İlim dinin hayatıdır, İslâm'ın canlılığıdır. Dinin esasları olan ilâhi hükümler ilimle içiçedir. İşlerin gerçeği ilimle bilinir. İlimle hakikat öğrenilir.
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (marifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizi)
Hilim ise Allah vergisidir, müslümanlığın en temel güzelliklerinden bir güzelliktir, ahlâk-ı hamidenin özüdür, kişiyi Allah-u Teâlâ'nın sevgisine mazhar eder.
Hilim, kişi için bir ziynettir. Halim insanlar daha az hata yapar. Hilim zorluklara, sıkıntılara karşı bir perdedir.
Allah-u Teâlâ "Halîm"dir.
"Hilmi çok olan, suçluların cezasını vermekte acele etmeyen, kullarının isyanından etkilenmeyen, günahkârlara gazap etmesi kendisini telâşa düşürmeyen, her işi olması gerektiği gibi ölçülü yapan." demektir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Gerçekten O "Halîm" olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44 - Fâtır: 41)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de:
"Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim." buyuruyor.
Onların ilmi de Hazret-i Allah'tan gelir, hilmi de Hazret-i Allah'tan gelir. Hazret-i Allah onları kendi ilmi ile kendi hilmi ile yürütür.
Allah'ın halimi; Hazret-i Allah'ın kendi hilminden hilim verdikleridir. Ancak bu âli sıfatı onlar taşıyabilir. Buna Hâtem-i nebi ve Hâtem-i veli mazhar olmuştur. Kendi hilminden hilim verdiği ancak onlardır. Onları O idare eder. Onlara ilim de hilim de mahviyet de O'ndan gelir.
Hakikatin özü, mahviyetle anlaşılır. Mahviyet öyle bir lütuf ve ihsandır ki; Hazret-i Allah'a kavuşturur. Zira bunlar kime verilmişse Hâlik ile mahlûk arasındaki perdeleri kaldırır, bütün sıfatları ve dilekleri kül eder.
Mahviyet olmayan insanın daima engeli vardır. Bu engel kendi nefsidir, kendi vücududur. Hakk'a yaklaşmasına engel olur. Sen çık aradan, kalsın Yaradan.
Mahviyet; sen hiçliğini bil, var olan O'dur.
İnsan hiç olduğunu anladığı zaman O'nu bilmek çok rahat oluyor.
Bir insan hiçliğini anladığı nispette irfan husule gelir, ölçüsü budur. İrfan hiçliktedir.
Her şeyin en güzel numunesi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Fakirliğimle övünürüm." buyurdu. (Keşfü'l-Hafâ)
Fakirlik başkadır, fakirlikle övünmek başkadır. Fakirlikle övünmek fenâ ile övünmektir. Fâni oldu, O kaldı.
Yani ruhum O'nun, bedenim O'nun, malım O'nun, her şey O'nun. Benim hiçbir şeyim yoktur. Fakirim ve fakirliğimle de iftihar ederim.
İslâm budur. İslâm'ın özü budur. Mahviyetin özü budur. Bu en büyük zirve. Bundan daha büyük zirve yok.
•
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"İnsana lâzım olan hak ve hakikattir. Dünya ve ahireti kazanmak için Hakk'ı bulmak, Hakk'la çıkmak lâzım. Benlikten çıkmak lâzım. İlmin derinliğini bilmek için ilmin dallarına inmek lâzım." "Hilim; Hazret-i Allah'ın tecelliyatını, hikmetini bilmek, her şeyin O'nun irade ve idaresi ile yürüdüğünü, O'nun emri ve hükmü ile olduğunu, O'nun tedbir ve tasarrufu ile döndüğünü bilerek hareket etmektir. Bir yaprağın izn-i ilâhi olmadan düşmeyeceğine çok iyi vâkıf. Ama hâlâ kendini görüyor, ne zaman ki Cenâb-ı Hakk lütfeder eriştirir, mahviyete nail olur, tam fenâ husule gelirse hakikatin hakikatine, sırrın sırrına erer. Daha doğrusu hilim; ilimden mahviyete bir geçiş köprüsüdür."
"Bize en çok sevdirilen mahviyettir. En çok kaçtığımız şey de varlıktır."
"Hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum, hüküm ve değer Sahib'ime aittir. Var ile övünüyorum. Varlığımdan utanıyorum. Çünkü hep O..."
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "Kalblerin Anahtarı" külliyatını ümmet-i Muhammed'e bir hediye, bir miras olarak bırakmışlardır. "İlim Hilim Mahviyet" isimli eserinde; ilmin, hilmin, mahviyetin özü ve esrarını, zâhiri, bâtıni, ledüni izahlarını, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında selis bir üslupla yazmışlar ve ehl-i imanı, erbâb-ı süluku tenvir etmişlerdir.
Bu eserinde hiçbir kitapta geçmeyen ince sırları; bâtıni hakikatleri gönülden kaleme dökmüşler, hakikati arayan müslümanların istifadesine sunmuşlardır.
Bu ay dergimizde Zât-ı âli'lerinin en beliğ şekilde kaleme aldığı bu kitabını hem tanıtmak, hem de hülasa olarak; "İlim", "Hilim" ve "Mahviyet"in inceliklerine, esrarına nail olabilmek için bazı mühim mevzuları arz ediyoruz.
Hazret-i Allah, O öyle bir Allah'tır ki; Alîm'dir. Ezelî ve ebedî ilmi ile, zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük büyük, gizli aşikâr, olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen, hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden gizlenmeyen O'dur.
Kâinatın bilgisi O'ndadır. Ne yeryüzünde ne gökyüzünde, ne büyük ne küçük hiçbir şey O'nun için gizli ve saklı değildir. Geçmişte ne olduysa, halde ne oluyorsa, gelecekte ne olacaksa hepsini en ince teferruâtıyla bilir. O'nun ezelî ve ebedî ilminden hiçbir zerre bile uzak değildir.
Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Açık yapılanları da gizli yapılanları da bilir. Olanları da bilir, olacak olanları da bilir.
Cenâb-ı Hakk meleklerine hitaben:
"Size demedim mi ki, ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Açıkladığınızı da gizli tuttuğunuzu da bilirim." (Bakara: 33)
Gizlisiyle açığıyla gaybı bildiğini, açığa vurduklarını ve içlerinde gizlediklerini de bildiğini onlara hatırlattı.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. Kulların ilmi ise bunu kavrayamaz." (Tâhâ: 110)
Allah-u Teâlâ Alîm'dir, her şeyi bilir. Ezelî ilminde kişinin dünyada neler yapacağını, neler söyleyeceğini, ahiretteki yerini biliyordu ve takdir filminde beyan etmişti. Hiçbir şey O'nun bilgisinin dışında değildir.
Zerreden kürreye kadar her şey böyledir. Kâinat da böyledir, insan da böyledir.
Büyük ve küçük, gizli ve açık, görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, hayat ve ölüm, olmuş ve olacak her şey bütün genişliği ve inceliğiyle Allah-u Teâlâ'nın ilmindedir.
"Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir." (Nûr: 35)
O'nun ilmi her şeyi muhittir. Gizli olanı da, açık olanı da, temsilî olanı da bilir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Göklerde ve yerde olanları bilir." (Teğâbün: 4)
Yer ve göklerin sırlarını bilen Hazret-i Allah, her şeyi, her hadiseyi lâyıkıyla bilir. Görmediği hiçbir şey bulunmaz, işitmediği hiçbir söz, duâ, niyaz yoktur. Nasıl olur da herhangi bir şey O'na gizli kalabilir?
İster ulvî âlem olan göklerde, ister süflî âlem olan yerde olanları en ince teferruâtı ile bilir. Çünkü O yaratmıştır. Yaratan yarattığını bilmez mi?
"Allah her şeyi bilendir." (Teğâbün: 11)
Gerçek bilgi, gizliliklerin bilgisi sadece O'nun katındadır. Onları ancak O bilir, dilediğine bildirir. Hakiki muallim O'dur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
İşte bunlar Hazret-i Allah'ın talebesidir. Onların muallimi Hazret-i Allah olduğu için onlara verilen ilim Allah-u Teâlâ'dan gelir. Hazret-i Allah murad ettiğini öğretir. O bildirir, O öğretir. Allah-u Teâlâ'nın öğrettiği ilmi de kimse bilmez. Allah-u Teâlâ'nın ilim öğrettiği sadırdan alır. Allah-u Teâlâ anbean yeni tecelliyatlarda bulunur. Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur.
Muallimin Allah olursa, hem kendisini bildirir, hem de yarattıklarının esrarını bildirir.
"O ilim ve hikmet sahibidir." (Tahrîm: 2)
Alîm O'dur. Hâkim O'dur. O'nun ilmi bütün ilimleri içine alır.
İlim dinin hayatıdır, İslâm'ın canlılığıdır. Dinin esasları olan ilâhi hükümler ilimle içiçedir. İşlerin gerçeği ilimle bilinir. İlimle hakikat öğrenilir.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a hitaben şöyle buyurmuştur:
"Resul'üm! De ki: Ey Rabb'im! İlmimi artır." (Tâhâ: 114)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde ilmin ve ulemânın fazilet ve meziyetini beyan buyurduğu gibi; Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de âlimlerin fazilet ve meziyetlerini, ilmin büyük bir nimet olduğunu çok veciz bir şekilde Hadis-i şerif'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Her şeye ulaşmak için bir yol vardır, cennetin yolu ise ilimdir." (Câmiu's-Sağîr)
"Şüphesiz ki her şeyin bir esası vardır. Bu din-i mübin'in esası ise ilimdir. Binaenaleyh hakiki bir âlimin varlığı şeytan için bin âbidin mevcudiyetinden ağırdır." (Câmiu's-Sağîr)
Çünkü şeytan, dinde olmayan bid'atlar ihdas ederek, insanları yoldan çıkarmaya çalışır. Âlimler ise insanları o bid'atlardan sakındırırlar. İlâhi hükümleri tahriften, cahillerin te'villerinden korurlar. Bunu da ancak hakiki âlimler yapar.
Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Allah-u Teâlâ kime hayır murad ederse, onu şer'i meselelerde âlim yapar ve dinine zarar verecek şeyleri ona ilham eder, doğruyu gösterir." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ ilmi aziz kılmıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ulemâya saâdet kapılarının açılacağını haber vererek insanları ilim tahsiline teşvik etmektedir:
"Din-i mübin'e hizmet maksadıyla ilmi talep ve tahsil edenler, Allah katında fisebilillâh cihad edenlerden daha faziletlidir." (Câmiu's-Sağîr)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Kim ilim öğrenmek için bir yola girerse, bu sebeple Allah-u Teâlâ ona cennete eriştirecek yolu kolaylaştırır." (Müslim)
İlim, ilim, ilim. Kendini bilim...
İlim içinde ilimler mevcuttur. "Zâhiri, Bâtıni, Ledüni" ilimler olduğu gibi, "İlme'l-yakîn, Ayne'l-yakîn ve Hakka'l-yakîn" ilimler de vardır.
Âyet-i kerime'de:
"Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır." buyuruluyor. (Yusuf: 76)
Bu hususu bir misalle şöyle arzedelim:
Farz-ı muhal ki bir bina var. Bu binanın projesini plânlarını incelersiniz, dışarıdan da görürsünüz. Bu "İlme'l-yakîn" bir ilimdir.
Binanın içerisine girersiniz, odalarını gezersiniz, bu da "Ayne'l-yakîn" bir ilimdir.
Vakta ki ev sahibi tecelli eder, artık ne ev kalır ne de misafir!.. Bu ise "Hakka'l-yakîn" bir ilimdir.
Buradaki evden murad vücud, ev sahibinden murad gerçek var olan Hazret-i Allah'tır.
"İlme'l-yakîn": İlim yolu ile bilgi edinmektir.
Ferâiz-i cismâniyenin ifâsı ve zâhiri ilimlerin öğrenilmesi ile kâimdir.
Bu ilim kesbîdir, okumakla, çalışmakla mümkün olur, satır ilmidir. Hakiki âlimler şeriatın zâhirine vâristirler.
"Ayne'l-yakîn": Gözle görünmek suretiyle anlamaktır.
İç âleme geçmek on letâifin zikrullah ile uyanması ve bütün vücudun ahkâm-ı ilâhi'nin âdâbıyla nurlanması ile husule gelir. Bu ancak Fenâfillâh'a ermiş bir mürşidin taht-ı tasarrufunda bulunmakla mümkündür. Zira mürşidsiz vuslat olamaz.
"Hakka'l-yakîn": Öğrenmek istenilen şeyin içinde bulunup yaşamak suretiyle kesin bilgiye sahip olmaktır.
Fenâfişşeyh ve Fenâfirresul'den sonra Fenâfillâh'a varıldığı zaman gerçekten Hakk tecelli eder. Hakk'a varan kimselere aittir.
Ruh tekâmül ettikçe ilimler değişiyor; ilme'l-yakîn'den ayne'l-yakîn'e, ayne'l-yakîn'den Hakka'l-yakîn'e geçiyor.
İnsandaki ilim ve fazilet gibi hassalar Hazret-i Allah'ın birer ikram ve ihsanıdır, onlar kişiye ait değildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (marifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizi)
Kesbî ilim duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir, çalışma ile elde edilir. Zâhiri ilim de denir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim ederler. Hazret-i Allah'a vasıl olmak, bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nakıstır. Bunun için çok mühimdir. Bu ilim satır ilmidir.
Vehbî ilim ise verilme iledir. Çalışma ile elde edilemez. Doğrudan doğruya bir miras olarak Allah-u Teâlâ'dan Habib-i Ekrem'ine, Habib-i Ekrem'inden de dilediği kimseye ihsan edilir. Sadır ilmidir, hiç okunmadığı halde Allah-u Teâlâ'nın kalbe koyduğu ilimdir. Marifetullah ilmi de denir.
Marifetullah ilmi "Vehbî ilim"dir. Doğrudan doğruya Hakk'tan gelir. Bunlar Hakk'ın talebesidir.
Yani birisi satırdan alıyor, birisi kalpten alıyor. Birisinin muallimi benî-âdem, diğerinin muallimi bizzat Hazret-i Allah'tır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyurur ki:
"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Bütün bilgiler Hazret-i Allah ve Resul'üne dayanır. Kâinatın ilmini bir yere toplasalar, Resulullah Aleyhisselâm'ın ilminin yanında deryanın yanında bir fincan mesabesindedir. Resulullah Aleyhisselâm'ın ilmi ise Hazret-i Allah'ın ilmi yanında bütün deryaların yanında bir damla su kadardır.
"Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez.
Şüphe yok ki Allah Azîz'dir, hikmet sahibidir." (Lokman: 27)
"Zâhiri ilim" okumakla, duymakla, yazmakla, çalışmakla elde edilir. Zâhiri ilim kafa kulağı ile kafa gözü ile satırdan ve kağıttan alınır. Buna satır ilmi denir, ilme'l-yakîn'dir. Kesbîdir. Allah-u Teâlâ'nın dilemesi ile mümkün olur.
"Bâtıni ilim"; Allah-u Teâlâ'nın nuru kalbe akıtması ile, kalpte nakşetmesi ile, kalpten alınır. Marifetullah ilmidir, vehbîdir. Hiç okumadığı halde Allah-u Teâlâ'nın kalbine döktüğü bir ilimdir, sadır ilmidir. Bâtıni ilim, ilham vasıtası ile Allah-u Teâlâ'nın nuru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir.
Zâhiri ilim dış nizamı tesis eder, bâtıni ilim içi nurlandırır. Zâhiri ilim kafa ile boğaza kadar gider. Bâtıni ilim Allah-u Teâlâ'nın dökmesi ile kalpte olur. Allah-u Teâlâ'ya ulaştıracak ilim bu ilimdir.
Birisi kağıttan alınıyor, birisi kalpten alınıyor. Birisi satır ilmidir, birisi sadır ilmidir.
Zâhiri ilimde benlik, bâtıni ilimde hiçlik var.
Zâhir demek dış demek, bâtın demek iç demek. Zâhirle zâhiri ilim sahibi ilgilenir, bâtınla Allah ehli ilgilenir. Allah-u Teâlâ'nın ona duyurduğunu bilir, gösterdiğini görür, yürüttüğü kadar yürür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Faydalı ilim" olarak vasıflandırdığı ilim bâtıni ilimdir, "Marifetullah ilmi"dir. Faydalı olan ilim budur. "İlmin kökleri" olarak beyan edilen ilimdir. Bu ilme "İlmullah" da denilir. Fakat bunun zâhirini dahi anlayan azdır, hele bugün buna eren çok azdır, bu ise azın da azıdır. İnsanları bu gayeye ulaştıranlar marifetullah ehlidir. Bu gaye Hakk'a ulaşmaktır.
Bunun içindir ki hem zâhiri hem bâtıni ilim lâzımdır. Zâhiri ilim dış nizamı sağlar, bâtıni ilim iç nizamı sağlar. İç nizamı sağlayan faydalı ilim de marifetullah ilmidir.
Zâhiri ilim dış âlemimizi süslemek ve cehaletten kurtulmak içindir. Bâtıni ilim ise bu münevver yolu bilmek ve bulmak, iç âlemimizi nurlandırmak içindir.
Bu ise fenâdan başlar.
Fenâfişşeyh,
Fenâfirresul,
Fenâfillâh merhalelerinden geçer.
Hakiki ilim Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği, duyurduğu ilimdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar Allah'ı lâyıkıyla takdir edip bilemediler." buyuruyor. (Zümer: 67)
Niçin? Faydalı ilimden mahrum oldukları için.
İlmi satır ilmidir, sadır ilminden nasip almamış. Üstelik ilim birdir zannediyorlar. Bir ilim olduğunu herkes biliyor, fakat ikincisini bilmiyor. Siz birisinde kalıyorsunuz, amma Allah-u Teâlâ'ya yakın olma ilmi de ayrıdır, Allah-u Teâlâ'ya yaklaşanlar da ayrıdır. Bir ilimde kalmak, ilme'l-yakîn'de kalmak demektir, Hakka'l-yakîn'e vâsıl olmamanın neticesidir.
Şeriat ilmi olduğu gibi; tarikat ilmi, hakikat ilmi, marifetullah ilmi gibi ilimler de vardır.
Akıl da akl-ı meaş, akl-ı mead, akl-ı nûrânî, akl-ı kül ve Ulü'l-elbâb olmak üzere beş kısımdır.
Kişi bir yerde kalmamalıdır. İlimlere âşinâ olması, akıllara âşina olması gerekir ki çözebilsin. Marifetullah ilmine sahip olanlar ve Ulü'l-elbâb gibi akıllar bu işleri çözer; zâhirde kalanlar ve akl-ı meaş'da olanlar bu işleri çözemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gâfil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh, Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin! Çünkü Cenâb-ı Hakk, onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Et-Terğîb ve't-Terhîb, c. 1, s. 103)
Burada zâhiri ilim sahipleri ile ârif-i billâh olanlar ayrılmıştır. Zâhiri umuma âit mevzudur, bu ise hususa âit mevzudur.
Bunu halkın anlaması mümkün değildir. Hakk'ın duyurması ile olduğu için ârif-i billâh olanlar bunu çözüyor. Zâhir ve bâtın gibi. Birisi zâhirde kalmış, biri bâtına geçmiş.
Zâhiri ilim sahiplerinin merdivenleri zahirdedir. Yükseldikçe şöhret arzusu artar, şöhret ise bir âfettir.
Bâtıni ilim basamakları fenâdan başlar, en son merhalesi ise Fenâfillâh'tır.
Zâhiri ulemânın ancak yüzde onu marifetullah ilminden anlar ve bu yüzde onu bu şöhret âfetinden kaçmak için bu fena basamaklarını tercih etmişlerdir.
Gerek İmâm-ı Gazali -kuddise sırruh- Hazretleri, gerekse İmam Efendilerimiz'in hepsi bu fenâyı tercih etmişler ve bu suretle iki kanatlı kuş olmuşlardır, hakikat âlemine uçabilmek için.
Bunlardan başka bunu bilen ve gören olmaz. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği ve gösterdiği, kalp gözü ve kalp kulağı ile idrak ettirdiği kimselerdir.
Zâhiri ilim halktan bahseder, Allah dilindedir ve hep halka hitap eder. Çünkü o öğretmek için öğrenmiştir. Bâtıni ilim ise Hazret-i Allah'ın öğrettiği ilim olup, kendisini öğretmek için öğretir. Gizli sır buradadır.
Hiç şüphesiz ki, bir insanın hiçbir şey bilmediğini öğrenmesi lâzımdır. Bunu öğrenirse ilmin hakikatine varmış olur. Bâtıni ilme bunun için çok ihtiyaç vardır. İnsan günbegün kendisini ifna ederse, bir gün olur kendisinden bir zerre dahi kalmaz. İlmine istinad etmez, kendisininmiş gibi göstermez. Artık kendisi yok ki ilmi olsun, varlığı olsun, enesi olsun.
Allah'ım cümlemize o ilimden ihsan buyurduklarından etsin.
Hülâsa olarak arzetmek istediğimiz şu ki; zâhiri ilmi halk öğretir, bâtıni ilmi Hakk öğretir. Zâhiri ilim tahsil edildikçe insanın bilgisi artar, Allah-u Teâlâ öğrettikçe insanın hakikat bilgisi artar.
Zâhir ve bâtın ilimleri bir insanda cem olursa, o zaman hakikat ilmi doğar. Bu gibi kimseleri Hazret-i Allah hiç kimseye verilmeyen Kudsî ruh'la destekler ve lâhut âlemine kadar çıkmaya fırsat verir. Dilerse orada tutar, dilerse insanları irşad için geriye gönderir.
Bâtıni ilim verdiği kimseler hakkında şöyle buyurur ki:
"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebût: 49)
Allah-u Teâlâ müslümanlık üzerine kimin kalbini açarsa, hakikati ancak o duyar, ona duyurmuş olur.
Ve bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nur üzerinde değil midir?" (Zümer: 22)
Bir insan helâl lokma yemekle, ihlâsla ubudiyet yapmakla, farz ve nafilelere devam etmekle içini nurlandırabilirse; Allah-u Teâlâ dilerse onda hikmet husule getirir ve hikmetle konuşur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." (Bakara: 269)
Gönlünü nurlandırırsan, parlatırsan âlemin zâhiri ilmi nakşedilir. Böylece hem zâhiri ilme, hem bâtıni ilme mazhar olursun, nur olursun.
Ve fakat buna erişemeyenler Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği nimetleri nefsine mâleder, kendi malı imiş gibi göstermeye ve satmaya çalışır.
Emânât-ı ilâhi'yi nefis putuna mâlettiği içindir ki; hem yalancı, hem riyâkâr, hem sahtekâr olduğunu da bilmez.
Âyet-i kerime'de:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, bütün kötülükler de nefsindendir." buyuruluyor. (Nisâ: 79)
Bunu insan bir türlü bilemiyor, "Ben bildim!" diyor, "Ben yapıyorum" diyor.
Vehbî ilim verilme ile elde edildiği için Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine varis kılar ve kimseye bahşetmediğini dilediğine verir.
Âyet-i kerime'lerde:
"Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz." (Yusuf: 56)
Bütün ilimler hep O'nun vermesi, ikram ve ihsanı iledir.
Bu ilimlerin biri ile diğerinin arasında çok büyük farklar vardır. Biri diğerine erişemediği için; birisi zâhirini okur, birisi bâtınını, birisi bâtının da bâtınını yani ledüniyi okur. Allah-u Teâlâ ne öğretirse onu bilir, kendisi hiçbir şey bilmez.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." buyuruluyor. (Cum'a: 4)
Dilediğini sever, kendisine çeker, murad ettiğini bildirir, gösterir ve öğretir.
Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gâfil olan kimseler anlamazlar." (Et-Terğîb ve't-Terhîb, c. 1, s. 103)
Hazret-i Allah'tan gafil olanlar kimdir? Sen o bir hakir zerreye inmedikçe Allah'tan gafilsin, çünkü varlığın Var'ı görmeye mânidir. Tâ ki varlığından soyunursun; Var'ı görürsün, Var ile konuşursun, Var ile bilirsin. Çünkü Var'ı görüyorsun. Artık senin hükmün yok. Hakk'ı gören, kendini göremez, O'nu görmeyen kendini görür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyururlar:
"Rabb'im bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim. Keyfiyetsiz bir tarzda elini her iki omzumun arasına koydu, ben o elin serinliğini kalbimde hissettim. Böylece, beni geçmiş ve geleceklerin ilmine varis kıldı. Ayrıca bana çeşitli ilimleri de öğretti. Rabb'im, bir kısım ilmi gizli tutmama dair benden söz aldı. Çünkü benden başka hiç kimsenin onu taşıyamayacağını biliyordu. Başka bir ilimde de beni muhayyer kıldı, yani serbestsin, istersen başkalarına söyle istersen hiç kimseye söyleme dedi... Kur'an'ı bana öğretti. Hazret-i Cibril devamlı olarak Kur'an'ı bana hatırlatıyordu. Ve daha başka bir ilim var ki, onu herkese söylemekle beni memur etti." (El-Mevâhib'ül-Ledüniyye)
Bu Hadis-i şerif'te gizli tutulması emir buyurulan ilim, nübüvveti ilgilendiren ilimdir. "Ledüni ilim"dir. Umuma bildirilmesi emredilen ilim şeriat ilmidir. İfşa edilip edilmeme hususunda muhayyer bırakılan ilim ise bâtıni ilimdir. Hakikat ve marifet ehline mahsustur.
Zâhiri ilim umuma, bâtıni ilim hakikat ve marifetullah ehline, ledüni ilim yalnız hususiyetle ona verilmiş bir ilimdir. Ve onu açması mümkün değildir. Bu gizli ilmi ifşa edemezler, ifşa etse zaten karşıdakinin hafsalası almaz.
Buraya vâkıf ve vâsıl olan onun vekili de biiznillâh-i Teâlâ bunların hepsine vâkıftır. Niçin? Vekili olduğu için. Fakat bunu ifşa etmek mümkün değildir. Çünkü havsala almaz. Ona bunları öğretirken tek tek, damla damla kalbine düşer. O damla ile esrarı bilir, her şeyi görür, amma o gördüğünü kimseye ifşa edemez. Ancak bu esrarların, Hazret-i Allah'ın göstermesi ve bildirmesiyle bilinmesi mümkündür. Başka türlü mümkün değil.
Musa Aleyhisselâm ulü'l-azm bir peygamber olmasına rağmen Hızır Aleyhisselâm'ın ilmi karşısında hayrete düştü.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münafıkların isimlerini yalnız Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri'ne bildirdiği gibi, bu sırları da en yakın arkadaşlarına ifşâ etmiştir.
Buhârî'nin rivayetine göre Ebu Hureyre -radiyallahu anh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Ben Resulullah'tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir." (Buhârî)
Bu suretle bu ilmin değerini duyurmuş oluyorlar.
"Bu boğaz kesilir" dediği ilimlerin hepsi yayıldı da kimse farkında değil! Allah-u Teâlâ öyle bir üslup vermiş ki, her şey söyleniyor, fakat hiç kimse bir şey diyemiyor. Çünkü hep Âyet-i kerime ile arzediliyor. Karşıdaki bakıyor, Âyet-i kerime var, duruyor. Ne aklı, ne de ilmi yetiyor. İkinci ilim budur işte.
Bir zâhiri hoca vardır, öğretmeye "Elif"ten başlar. Kişi günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Açıklayabildiği kadar Âyet-i kerime'leri açıklar. Hadis-i şerif'leri izah edebildiği kadar izah eder, en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır. Satırdan aldığını nakletmeye çalışır.
Bir de Allah-u Teâlâ'nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ'nın talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ anbean yeni tecelliyatlarda bulunur. Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor, bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benibeşer, sadırın muallimi ise Hazret-i Allah.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez." (Fâtır: 14)
Sana hakikati bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan Zât-ı kibriyâ'dır, diğer haber verenler değil.
"O her şeyi hakkıyla bilendir." (Bakara: 29)
O'nda bütün ilimlerin ilmi vardır. O'nun ilmi olmasaydı, ilimler nereden meydana çıkacaktı?
Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir. Koyana âittir.
Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.
İlim ikidir: Sadır ilmi, satır ilmi.
Satır ilmi; kesbi ilimde ve zâhiri ilimde olduğu gibi duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim ederler. Hakk'a vâsıl olmak bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir.
Sadır ilmi ise doğrudan doğruya Hakk'tan gelir. Allah-u Teâlâ'nın kalbe koyduğu ilimdir. Buna "Marifetullah ilmi" de denir. Marifetullah ehli bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan marifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhiri hem bâtıni misal âlemine uçabilmek için çift kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.
Sadır ilmi bâtınidir, satır ilmi zâhiridir.
Sadır ilmi hususidir, satır ilmi umumidir.
Sadır ilmi hallere mahsustur, satır ilmi fiillere mahsustur.
Sadır ilmi murakaba içindir, satır ilmi muamele içindir.
Sadır ilmi burhan ilmidir, satır ilmi beyan ilmidir.
Sadır ilmi hidayet ilmidir, satır ilmi rivayet ilmidir.
Sadır ilmi o bilgiyle hakikatte O'na O'ndan başka bir delil olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ'nın kâinattaki sanatını görmektir.
Zâhir ehli; ilim okur, okutmak için okur. Okudukça büyür, kendisini dev gibi görür.
Bâtın ehli; okur, okudukça küçülür, küçüldükçe küçülür.
Birisi halk için okur, birisi Hakk için okur. Birisi halktan ücret alır, birisi Hakk'tan ücret alır.
Birisi kendini görür Hakk'ı görmez, birisi Hakk'ı görür kendini görmez.
İşte size bu faydalı olanı açıyoruz ve bahsediyoruz. Bu hususa çok dikkat etmek gerekmektedir, çünkü beşeriyet bu ilimden mahrumdur.
Sadır ilmi Hakk'tan Habib'ine, Habib'inden de dilediği kimseye ulaştırılır. Bütün ilimler o kaynaktan geliyor. Binaenaleyh o kaynaktan gelen ilim esastır.
Âlim ona denir ki; Hazret-i Allah'a iman etmiş, itaat etmiş, ilmiyle amel etmiş, ind-i ilâhide sevilmiş ve rızâya nail olmuş.
Âlim ona denmez ki; Hazret-i Allah'ın ihsan ettiği ilim ile amel etmemiş, aynı zamanda o ilmi benimsemiş, o ilimle böbürlenmiş ve isyan etmiş.
İnsan ilmiyle amil olmadıkça onun ilmi diğer maddi ilimlerden farksız olmuş olur. Coğrafya gibi, fen gibi...
Sadece öğrenmekle iktifa edenler âlim değildir. Hem nefsinde tatbik etmeli, hem de insanları tenvir etmelidir.
Âlim, ahkâm mucibince hareket etmeli, Resulullah Aleyhisselâm'ın izini takip etmelidir. Daima ihlâs ve istikamet üzere olmalı, mahviyeti tercih etmelidir. Asla kendini beğenmemeli, kimseye haset etmemeli, nam, makam, menfaat için çalışmamalıdır. Hakk'ı söylemeli, Hakk'tan konuşmalı, Hakk ile iş görmelidir.
Hülâsa her hâl ve ahvali ile numune olmalıdır.
Âlimin veliye ihtiyacı çoktur, velinin ise âlime ihtiyacı yoktur. Âlim cahil insanları, veli ise âlimleri terbiye eder.
Velileri Hakk yetiştirir, âlimim diyenleri halk yetiştirir.
Veliyi terbiye eden de bizzat Allah-u Teâlâ'dır ve Resulullah Aleyhisselâm'dır.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." buyuruluyor. (Bakara: 282)
Muallimleri Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil vehbî'dir. Herhangi bir hocadan, medreseden tahsil etmezler. O'nun akıtması, O'nun bildirmesi, O'nun göstermesi ile kâimdir.
Hakk'tan ilim alanlar, Hakk'ın ilmini halka tebliğ ederler. Âlim bunlara denir.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:)
"Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)
Allah-u Teâlâ dilediği zaman onlara tecellî eder.
"Ben ona haber verdim, o da benden haber veriyor." Yani beni biliyor o. O Yaratan'ını biliyor ve Yaratan'ından o haber verebilir. Başkası onun kadar veremez.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Bunu bir bilene sor!" buyuruyor. (Furkân: 59)
Bu bir emr-i ilâhi'dir. Dilediğine dilediği kadar bildirdiğini açık olarak ferman buyuruyor ve duyuruyor.
Zâhiri ulemâ Allah-u Teâlâ'nın İsm-i şerif'lerini bilir, cisminden katiyen haberi olmaz. Çünkü O'nu bilmesi için, kendi varlığından zerresinin kalmaması ve kendi varlığını bir pislik olarak görmesi lâzımdır. Başka türlü Yaratan'ını bilmesi mümkün değildir. Oysa zâhiri ulemâ yalnız kendisini biliyor ve Allah-u Teâlâ'nın sadece İsm-i şerif'lerini öğrenmiş, bunları öğretiyor. Halk da bu zâhiri ulemâyı anlıyor. Niçin? Halkın seviyesine göre konuştukları için halk sadece bunu anlıyor ve ilim olarak bunu kabul ediyor. Oysa bu ilim değildir.
Bir âlime âlim denilebilmesi için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her hâline kendisini uydurması, bunun için de "Fenâfirresul"e ulaşması şarttır.
İlmin hakikisi, O'nun duyurduğu, bildirdiği ilimdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"Ey Rabb'im! İlmimi artır." (Tâhâ: 114)
Herkes dış ilmi isterken Allah ehli iç ilmi ister. Allah'ım Sen'i bileyim, Sen'i bilmek için ilmimi artır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu sebepten ötürü şöyle buyurdular:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir.) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (marifetullah ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gayeye ulaşmak için faydalı olan ilmin bu ilim olduğunu beyan buyuruyor. Bu gaye nedir? Hazret-i Allah'a ulaşmaktır. Bütün ilimler bu iki yerden akar.
Allah'a ulaşmak için bir insanın "Fenâfişşeyh"de terbiye görmesi şarttır, "Fenâfirresul"de terbiye görmesi şarttır, sonra "Fenâfillâh"a çıkması bununla mümkündür. Başka türlü mümkün değil.
Bir ilim var ki buna marifetullah ilmi denir.
Bu ilim sahiplerinin muallimi Hazret-i Allah'tır.
Bunlar Fenâfillâh'a alınmış ve halkı Hakk'a götüren kimselerdir.
Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da var ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Allah-u Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, onları sırf kendisi için yaratmıştır. Ancak bu kullar insanları Allah'a iletirler.
Hazret-i Allah'ın has kulları vardır, sâdık kulları vardır. Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için, Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a götürürler.
"Hak ile hüküm verirler."
Yani onlar hep Allah-u Teâlâ'nın kelâmı ile konuşurlar, hiçbir zaman kendiliğinden konuşmazlar. Allah-u Teâlâ'nın kelâmı varken konuşmak yersizdir.
"Râbıta yalnız bunlara yapılır, yalnız bunlar mezundur." Çünkü o yok, o fanî olmuş, onun içinde Hakk var.
"Ben ben değilim, bir benliğim var benden içeri." diyenlerin işidir, bu sırra bunlar nâil ve vâkıf olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İçinizde!.. Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
Gerçek ilim budur.
İşte gören ve bilen yalnız bunlardır, bu sır ve tecelliyât-ı ilâhiye yalnız bunlar mazhardır.
Neden?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Bütün sır burada toplanıyor.
Bunlar Fenâfillâh'a erenlerdir, bu Hazret-i Allah'ın bir lütf-u ihsanıdır, vehbî ilimdir. Allah-u Teâlâ'nın takvâ ve taat sahiplerinin kalbine nurunu akıtması ile marifetullah ilmi husule gelir. Bunlar ise sehm-i nübüvvete ve sehm-i velâyete nâil ve mazhar olanlardır. Yani Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velâyetine, nübüvvetine ve bazısı hem velâyetine hem nübüvvetine vâris olmuştur. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleridir, nurunu taşıyanlardır.
•
Bir ilim var ki, buna hakikat ilmi denir.
Bu ilim sahiplerinin de muallimi bizzat Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Onlar Fenâfirresul'e alınmışlardır.
Bunlar Tarikât-ı âliye'ye intisap etmiş, letâifi bitirmiş, Tarikât-ı âliye'nin zâhiri kısmından bâtıni kısmına geçmiş, yani Fenâfişşeyh'ten sonra Fenâfirresul'e ulaşmış kimselerdir.
Marifetullah ehlinin muallimi Hazret-i Allah olduğu gibi, hakikat ilminin sahiplerinin muallimi de bizzat Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir.
Bunlar dıştan içe alınanlardır. Hakikatin bildirildiği kadarını ancak bilirler. Fakat gerçek mânâda kendilerinin hiçbir şey bilmediklerini bilirler.
•
Bir ilim var ki, onun muallimi zâhiri hakiki âlimlerdir.
Bir ilim var ki, bu ilim sahiplerinin muallimi zâhirdeki hakiki âlimlerdir. İlimde derinleşmiş olanlar hakikati bilirler ve halka hakikati öğretirler.
Bu ilim kesbîdir, okumakla çalışmakla mümkün olur, satır ilmidir.
Hakiki âlimler şeriatın zâhirine vâristirler.
Zahirde iyi ve yüksek âlimler tefsir yazar, kitap tasnif eder, Ümmet-i Muhammed'e ışık saçar, en güzelini en kısa kelimelerle söyler ve irşad eder, insanların tenvir olması için vaaz ve nasihatler yaparlar.
Hakiki âlimler, kalb-i selim olanlardır, zühd ve taat sahibidirler. Bunlar da halktan hiçbir şey beklemezler. Bütün çalışmaları rızâ-i Bâri'yi tahsil içindir.
İçtihadlarında isabet ederlerse iki sevap aldıkları gibi, yanılsalar bile bir sevap alırlar. Çünkü niyetleri güzel. Bu da bir Allah vergisidir.
Bu muhterem zâhiri ulemâ, ilimde derinleşmiştir ve hakikati öğretirler.
•
Nakilci âlimler'e gelince; onlar ilimde derinleşemedikleri için zanları nispetinde rivayetleri arzederler.
Nakilciler bu muhterem zevât-ı kiramın eserlerinden alıp naklederek kitap yazarlar, halka vaaz ve nasihat ederler.
Nakilci âlimler; ilimde derinleşemediklerinden "Ene kabuğu"ndan çıkamamışlardır. Fenâ'ya ulaşamayıp zâhirde kalanlar, benliklerinden sıyrılamamışlardır. Yaptıkları her iş ve icraatı nefislerine mâlederler. "Ene kabuğu"nu delemedikleri için, varlık içinde döner dururlar. Nakilci âlimlerin birçoğu gizli şirk içindedirler. Gerçek mânâda dıştan içeriye nüfuz edemedikleri için, her şeyi bildiklerini sanırlar, kendilerinin çok kuvvetli âlim olduklarını zannederler.
Nakilci âlimlerin durumları çok tehlikelidir. Nefis bütün ilimleri karatahtasına nakşeder. Onları okudukça kendisini görür ve kibirlenir, "Ben âlimim!" der, her şeyi bildiğini zanneder. Zâhiri ilimde derinleşmemiş ki cehaletini öğrensin, hakikate geçmemiş ki hiçliğini bilsin.
Ancak hakikate geçenler hiçbir şey bilmediklerini bilirler. Marifetullah'a alınanlar ise hiçbir şey olmadıklarını bilirler.
Bu ilimlerin biri ile diğerinin arasında çok büyük farklar vardır.
Hakiki âlimler yalnız rızâ-i Bâri'yi düşünür, bir kitap çıkarırken ne harcayacağını, cebinden ne çıkaracağını düşünür. Diğeri ise daha kitap yazmadan evvel ne kazanacağının hesabını yapar, cebine ne gireceğini düşünür. Ayırım noktası burasıdır.
Her yazar kendi içtihadına göre yazar, buna rağmen ilmiyle kendini düşünür. Ve fakat hakiki âlimler Hakk'ı düşünürler.
Birisinin madde ile hiç ilgisi yoktur, diğerinin gayesi maddedir, birinci plânda maddeyi düşünür. Kendisini de ilmini de halka pahalıya satmaya çalışır. Görünüşte o da hizmet ediyor, fakat gayesi maddedir, medihtir. Madde olmasa o hizmeti yapmaz.
Oysa Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz Hakk'ı tebliğ ettikleri, hakikate çağırdıkları topluluklara:
"Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbine aittir." demişlerdi. (Şuarâ: 109)
Onlara varis olan da istemez. Zâhiri ilme vâris olanların katiyyen madde ile işleri olmaz, bâtıni ilme vâris olan zaten istemez.
Herkes baktığı zaman bu aynada kendisini görsün, hakiki mi olduğunu nakilci mi olduğunu bilsin.
Bu nakilci âlimler de ulvi ve sufli olmak üzere iki kısma ayrılır. Yani bunların iyileri de var, çok kötü olanları da var.
Ulvî olan nakilci âlimler, kendileri tefsir yazmaya veya müslümanlara dinlerini öğretecek kitaplar yazmaya muktedir değildirler. Ancak "Filân şöyle söyledi, filân böyle söyledi." diyerek hakiki âlimlerin kitaplarındaki beyanları naklederler.
İçtihat yapamazlar. Ancak hakiki âlimlerin eserlerinden alıp naklederek kitap yazarlar, halka vaaz ve nasihat ederler.
Eğer İslâmiyet'i yaşıyorsa telif ettiği kitaplar, yaptığı vaaz ve nasihatler, yaşadığı nispette halka tesir eder. Yaşamıyorsa hiç de tesiri olmaz.
Yaptığı bu işte, zan ve rivayetler girdiği zaman, ne kendisi ne de karşısındaki hiçbir şey anlamaz.
Bir zâhiri âlim satırdan almasına rağmen, ilimde derinleştiği nispette cehâletini öğrenmiş olur. Eğer ilimde ihlâs sahibi ise ilmi arttıkça âcizliğini duyar, Allah-u Teâlâ'ya sığınır, âcizliğini itiraf eder. Her mevzuda Hazret-i Kur'an'a ve Sünnet-i seniyye'ye müracaat eder. Her iş ve icraatın ahkâm-ı ilâhiye uygun olmasını ister.
Nakilci âlimlerin bir de süflî kısmı vardır ki, tahripçidirler. İlimleri zandan ibarettir, zan ile hareket ederler, bütün iş ve icraatları zandan öteye geçmez. Cehaletlerinden ötürü hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dinin felâketine yol açan üç sebep vardır: Günahkâr fakih, zâlim devlet başkanı ve cahil müctehid." (Feyz-ül Kadir)
Çünkü onlar hükm-ü ilâhiye değil de kendi zanlarına uymuşlar, kendi mesnetsiz iddiâlarını hüküm yerine koymuşlardır. Ahkâm-ı ilâhi'ye bakmazlar.
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid'at ve küfrü yaymaktır.
Güya İslâm dinini temsil ediyorlar, fakat aslında İslâm dinini ifsad ediyorlar.
Dışarıdan âlim zannettiğiniz fesatçılar Allah-u Teâlâ'nın hudutlarını kaldırmak isterler. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm'ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübin'i kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime'sinde bize tanıtıyor ve şöyle buyuruyor:
"Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler." (Bakara: 9)
Âlim geçinen, fakat aslında zâlim olan bu gibi kimselerin bu cehaletleri, din adına işlenen bir cinayettir. Dinimizin maruz kaldığı en büyük tehlikedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Şerlilerin en şerlisi kötü âlimlerdir, iyilerin en iyisi de iyi âlimlerdir." buyurmuşlardır. (Dârimî)
1. Zâhirde kalanlar; âlim olduğunu bilir, "Ben âlimim." der.
2. Tarikat ilmini tahsil edenler; câhil olduğunu bilir ve itiraf eder.
3. Hakikat ilmini tahsil edenler; hiç olduğunu bilir.
4. Marifetullah'ı tahsil edenler; onlar Hazret-i Allah'a ulaşmışlardır, Hakk'ı bulur ve bilir, kendisini bilmez.
Zâhirde kalanlar "Ruh nedir?" bilmez, "Ruhâniyet nedir?" bilmez, "Latifeler nedir?" bilmez. Aslında kendini dahi bilmez.
Neden bilmez?
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." (Keşfü'l-Hafâ)
Hadis-i şerif'inin sırrına mazhar olmadığı için... Câhil olduğunu bilmez, hiç olduğunu bilmez. Marifetullah'a varamadığı için Hazret-i Allah'ı da bilmez.
Zâhiri âlimlerin Allah-u Teâlâ'nın varlığından ve birliğinden beyanda bulunmaları zahirdedir. İsm-i şerif'ini bilirler ve tarife çalışırlar.
Zâhiri ulemâ neden Hakk'ı bilmez?
Marifetullah ilminden mahrum kaldığı için bilmez. İlimleri satır ilmidir, akılları ise akl-ı meâş ve akl-ı meâddır.
İrfan ehli hakikati söyler, Cenâb-ı Hakk'ı bildirmek için. "Âlimim!" diyen ilimden dem vurur, kendisini göstermek için. Birisinin işi Hakk iledir, diğerinin işi halk iledir, bu böyledir.
İrfan ehli ise bizzat Hazret-i Allah'ı bildirmeye ve duyurmaya çalışır.
Ve der ki: Vücud O, Mevcud O... Bütün varlıklar vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir.
Aslında O'ndan başka hiçbir vücud yoktur. Birisi Hakk iledir, bunun için Hakk'ı tarife çalışır. Zâhirde kalanlar ise nefis iledir, onlar gerçekten Hazret-i Allah'tan gafildir. Ve kendilerinin Hazret-i Allah'tan ayrı olduklarını da zannederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gâfil olan kimseler anlamazlar." (Et-Terğîb ve't-Terhîb, c. 1, s. 103)
İşte bunun içindir ki bilmediklerinden itiraz ediyorlar, ilimleri ve akılları yetmiyor.
Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"İnsanların çoğu bilmezler." (Mümin: 57)
"Onların çoğu akıllarını kullanmazlar." (Ankebût: 63)
İrfan ehlinin ilmi ise sadır ilmidir. Hazret-i Allah ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den gelir. Akılları ise Akl-ı kül'den sonra Ulü'l-elbâb'a vardırılmışlardır.
Bu makama alınanlar, yüzlerinin maskeden ibaret olduğunu bilirler. Vücudunun da elbiseden ibaret olduğunu hem görürler hem bilirler. Neden? Onlar kudsî ruhla desteklendiği için.
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Marifetullah ilmini, yüzde doksan zâhiri ilim sahipleri bilmez!
Neden bilmez?
Çünkü duymamıştır, görmemiştir. Bunun için hakikate de gerçekten kördür.
Oysa marifetullah ilmini de zahiri ilimleri de Allah-u Teâlâ lütfetmiştir. Şu kadar var ki, marifetullah ilmi vehbîdir. Dilediğinin kalbine nurunu akıtır. Onun kalbi bir Kur'an olur ve bir esrâr-ı ilâhi hazinesi olur.
Zâhiri ilimler ise; okumakla, yazmakla, çalışmakla, Allah-u Teâlâ'nın dilemesi ile mümkün olur.
Yani birisi vehbidir, hiç okunmadığı halde Allah-u Teâlâ'nın kalbine döktüğü bir ilimdir.
Diğeri ise bir hoca tarafından yazmakla, okumakla öğrenilir. Bu kesbîdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Bâtın ilmi Allah-u Teâlâ'nın sırlarından bir sır, hikmetlerinden bir hikmettir, onu ancak dilediği kulunun kalbine atar." (Câmiu's-Sağîr)
"Her insanın kalbinin iki gözü vardır. O gözlerle gaybı kavrayabilir. Allah bir kuluna hayır murad ederse, gözünün göremediği şeyi görebilmesi için kalbinin gözlerini açar."
Ancak Allah-u Teâlâ kimin kalp gözünü açarsa hakikati o bilir. Onun için dedik ki, marifetullah ilmini bilmeyenler hakikati bilmez ve gerçek mânâda da kördür.
Kalp kulağını açarsa, hakikati duyar.
Kalp gözünü açarsa, esrâr-ı ilâhi'yi görür.
Bir ilim ki Hakk'tan gelir, onu zâhiri ilim sahipleri bilmez. Bir âlim değil, bin âlim bir araya gelse yine bilmez. Neden bilmez? Birisinin ilmi Hazret-i Allah'tan geliyor. Bu marifetullah ilmidir, bunların muallimi bizzat Hazret-i Allah'tır.
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-velâye'nin keyfiyetini daha iyi yerleştirebilmek ve daha anlaşılır bir biçimde ortaya koyabilmek için; bu noktada izah edilmesi zaruri olan nübüvvet, velâyet ve hatemiyyet'in mânâ ve mâhiyetine dikkati çekerek şöyle buyurmuştur:
"Nübüvvet; insânî kemâlin zâhiriyyet mertebesi hakkında olup, bu kemâli toplayıp birleştirmeyi kâbil olan insan Hâtemü'l-enbiyâ-i ve'r-rüsul olan Muhammed bin Abdullah el-Mustafâ -sallallahu aleyhi ve sellem-dir.
Velâyet ise; zâtî, ilâhi, insânî kemâlin külliyyet mertebesinin bâtını hakkında olup, gerçek yaratılışın mânevî hakikatinin kemâllerinin tümünün toplanıp birleşmesi bâtınıyla kâim kılınan insan ise Hâtemü'l-velâye'dir. O Velâyet-i Muhammediyye-i Hâssa'nın Hâtem'idir ve Hatemiyyet mertebesinde Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kâmil vârisidir." ("Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî"; Nâfiz Paşa, no: 536, 450. yp.)
Niçin? Çünkü o nur oraya aksetmiş, Hâtemiyet'ten ötürü kendi vârisine aksettirmiş. Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel bu iki hâtemi yarattığı için, bu iki nuru o zaman koyduğu için, başka hiç kimseye koymadığı için; oraya bakacak, bilecek ve yazacağını o nurdan yazacak. Yoksa insanda hiçbir şey yok. Sen çık aradan kalsın Yaradan.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
Dilediğine dilediğini verir, ona kimse bir şey diyemez. Ona o lütfu vermiş, o lütufla o sırrı çözebiliyor. Kendisini de öğrenebiliyor, kâinatı da öğrenebiliyor. Zâhirî ilimde işte bu yok, velâyette bu ilim var.
Dikkat edin! Size açtığımız bu sır bütün ilimlerin özüdür.
Niçin ilimlerin özü oluyor? Allah-u Teâlâ'yı bilme ilmi olduğu için. Allah-u Teâlâ'yı bilme ilmi ona verilmiş, diğer ilimleri dilediğine vermiş. Bu husus marifetullahın da ötesindedir. Bu nokta çok incedir. O'nu bildiğin zaman kâinatı görmüyorsun, O'nu görüyorsun. Kâinatı tanımıyorsun, O'nu tanıyorsun. İlmin özü budur. Herkes buraya doğru yaklaşmak için tekâmül ediyor. Bazı zevât-ı kiram'ın "Son hudud" dedikleri nokta işte budur. Bunun ötesinde hudud da yok, ilim de yok, mertebe de yok. Allah'a varmak, O'nu bilmek, O'nu bulmak...
Bu hakikat ortaya çıkınca hakikat görülmüş oldu. Nur da ortaya çıktı, nurlar da ortaya çıktı, nurların zerreleri de ortaya çıktı.
O ona verdiği nurun vârisidir. O Allah-u Teâlâ'nın nurunun nuru olduğu için, onu hiçbir peygambere vermemiş, ona vermiş. O nurun intikalinden bu istifadeler yapılıyor.
Zâhirî ilim ayrı, bâtınî ilim ayrı, ledüni ilim yine ayrıdır. Allah-u Teâlâ zâhirî ilmi peygamberlere verdiği gibi, onları ayrıca kendi lütfu ile de desteklemiştir ve yardım etmiştir. Binaenaleyh onlar risaletle ve Allah-u Teâlâ'nın desteği ile yürüyorlar. Velâyet de bâtınî olduğu için, o O'nun hususi desteği ile yürüyor. Allah-u Teâlâ onu boşaltmadıkça lütfu ile doldurmaz. O onu idare eder. Çünkü onun varlığı yok. Ondaki Var olan, varlığını ona bildirecek, onu da direksiyon gibi kullanacak. Hep O, hep O, hep O...
Bu husus Hızır Aleyhisselâm'ın mevzusunda açıkça görülür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz ona nezdimizden bir rahmet verdik, tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Allah-u Teâlâ tarafından ilim verilen yer işte burasıdır. İşin özü budur. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediği şekilde tecellî eder. Mahlûkun hükmü yoktur, elbisedeki düğme gibidir.
"O her an yeni bir iştedir." (Rahman: 29)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ her an yeni bir tecelliyattadır.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bu büyük sırrı ifşa etmiş; Allah-u Teâlâ'nın Hâtem-i veli'de gizlendiğini ve tasarruf ettiğini haber vermiştir:
"Allah'ın kendisinde gizlendiği bu kul; O'nun idare ettiği, koruduğu, gözettiği ve kendi adına hareket ettirdiği bir velidir. Nitekim O, onun içindeki şehvetleri öldürüp, onu bizzat kendi ortaya koyduğu şeylerin içinde bulundurur. Onu kendi Nur'u ile açıp, zorlukları kendisine kolaylaştırır. Onda Ulü'l-elbâb'ı meydana getirerek; sebepler, ilâhi himmet ve idrak hususunda da kendisine istimdat eder. O da konuşurken hikmetle konuşup, tefekkürle açıklar. Bakarken ibretle bakar. Yürürken heybetle yürür. Tutarken kuvvetle tutar. O onun kalbini lüzumsuz düşüncelerden meneder, ilâhi tedbir ile ilgili işlerde de ondan selbeder. İşte bunların hepsi, hakikatıyla Kitap'ta ve haberde mevcuttur." ("Kitâbu'r-Riyâze ve Edebü'n-Nefs", Es'ad Efendi, no.: 1312, vr. 10b-11a)
Allah-u Teâlâ'nın onda gizlendiğini, onu nasıl dilerse öyle hareket ettirdiğini açıkça görmüş oluyorsunuz.
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Bütün sır bu Âyet-i kerime'de gizlidir.
Hüküm Sahib'ime âittir. Sahib'im beni yürütüyor, gösteriyor, bildiriyor. Hep O yapıyor, beni gösteriyor. Ne mutlu size ki bu zamana çattınız. Onun taht-ı tasarrufunda, idaresindesiniz. Niçin?
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Onun iradesi kendi elinde değildir." buyurmuyor mu? ("Mektûbât"; 260. Mektup)
Onu O kullanıyor. Dolayısıyla siz de o kullanma içinde bulunuyorsunuz. Bu ne büyük bir lütuf. Bugün olmuş bu, başka zaman yok.
Daha açığını arzedeyim; birisine makam vermiş, o makamın içinde çalış diyor, diğerini bizzat kendisi yürütüyor. Hiçbir salâhiyet vermemiş; o bir robot gibidir, bütün işleri O görüyor.
"Sâlihlerin işlerini O görür." (A'râf: 196)
Bu Âyet-i kerime en kâmil şekliyle onda tecelli etmiştir.
•
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "317. Mektûb"unda buyurur ki:
"Bu dikkat sonunda elbette bileceklerdir ki, bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir.
Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu marifet dahi o kabuğun özüdür."
Fakir der ki: "Siz Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu şeyi görürsünüz, Elhamdülillâh biz tutanı görürüz. Yaratan'ı gördüğüm için, bu yaratılanların bir perdeden ibaret olduğunu görüyorum."
Allah-u Teâlâ özümdür, ben ise kabuktan ibaretim. Özüm de Allah, sözüm de Allah... Herkes kabuğu görüyor, O'nu görmüyor.
İnsan da böyle, kâinat da böyle... Vücud O, mevcud O...
Allah-u Teâlâ'yı biz böyle biliyoruz.
Burada ilmin hülâsası ortaya çıkıyor. Bütün evliyâullahın ilmi bu kabukta idi. Mühim olan kabuğu atabilmek.
Burada akıllar durur. Niçin? Marifetin özü olduğu için. İlimlerin özü olduğu için.
İlmin özü Hâtem-i veli'ye verilmiş. Öz nedir? Hazret-i Allah...
İlmin özü; Hazret-i Allah'ı bilmek, Hazret-i Allah'ı bulmak, Hazret-i Allah'a varmaktır.
Yani ilmin özü; Hakk'ı bilmek ve Hakk'ı görmektir.
İlmin özü Hakk. Allah var mı her şey var. Allah yok mu hiçbir şey yok. Hiçbir şeyden kanamaz. Oku dur, oku dur, gerçekte ilim Hakk'ı bilmektir.
İnsan kerih bir sudan yaratıldığı halde, görülüyor ki muazzam bir âlem-i ekber oluyor. Onu o hâle getiren kim? İnsan bunu düşünse yeter. Amma düşünen nerede? İşte bu husus da onun gibidir.
O hiç bilmez kandilinden aldı, o hiç olduğunu biliyor. Amma sen ise o kandilden aldın, artık ikinci bir varlık göstermene lüzum yok. Aldığın kandil hiç!.. Özü nedir? O.
Bütün ilimlerin özü Allah, nihayeti Allah...
"Ondan sonra ilim yok." dedikleri husus budur. Hakk'a vardıktan sonra Hakk'tan öteye ilim yok. "O Hakk'a varmış, onun üzerine varılmaz!" diyorlar. Ona yetişmek veya geçmek mümkün değildir. Varmak da vardırmakla olur, cezbe ile olur. O murad edip çektiği zaman, kendisine yaklaştırdığı zaman, başkasını da yaklaştırmadığı zaman, oraya kimsenin yaklaşması mümkün değil. Bunun özü de budur. Demek ki öz Allah imiş! Ötesi perde imiş! Nasıl çektiğini, nereye kadar çektiğini O bilir. Allah de ve geç!
"Yumuşak huyluluk, ağırbaşlılık, sabırlı ve temkinli olmak" gibi mânâlara gelen "Hilim"; aynı zamanda intikam alma kudretine sahip iken tahammül etmek, cezalandırmamak, öfke ateşini söndürmek, kızmamak, hadiseler karşısında heyecana kapılmamak gibi mânâlara da gelen ahlâkî bir fazilet, âlî bir edeptir. Derecelerin yükselmesi için vesiledir.
Hilim; müslümanlığın en temel güzelliklerinden bir güzelliktir, ahlâk-ı hamidenin özüdür, kişiyi Allah-u Teâlâ'nın sevgisine mazhar eder.
Nerede, nasıl davranacağını bilmek, her işi olması gerektiği gibi yapmak ancak O'nun doldurması ve yönetmesi ile mümkün olur. O verecek sen halim olacaksın. Yoksa hilim kelime itibariyle yumuşak huyluluk, kişide doğuştan bulunabilir. Vehbi ilim gibi hilmullah ancak verilme iledir. Hazret-i Allah kime verirse hilim sıfatını o taşır.
Hilim, kişi için bir ziynettir. Halim insanlar daha az hata yapar. Hilim zorluklara, sıkıntılara karşı bir perdedir.
Allah-u Teâlâ'nın İsm-i şerif'lerinden birisi de "Halîm"dir.
"Hilmi çok olan, suçluların cezasını vermekte acele etmeyen, kullarının isyanından etkilenmeyen, günahkârlara gazap etmesi kendisini telâşa düşürmeyen, her işi olması gerektiği gibi ölçülü yapan." demektir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Gerçekten O "Halîm" olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44 - Fâtır: 41)
"Halîm" İsm-i şerif'i Kur'an-ı kerim'de on bir Âyet-i kerime'de yer almaktadır.
Allah-u Teâlâ çok sabırlı, çok merhametlidir. Günahkâr kullarına, kâfirlere; bunca isyanlarına rağmen tevbe kapısını açık bırakmakta, kudret ve kuvvet sahibi olmasına rağmen kullarının yaptıkları nice nice fenâlıkları görmezlikten gelmekte, kendisine isyan edene ceza vermekte ve intikam almakta acele etmemekte, hallerini ıslah etmelerini beklemekte, gücünün azametine rağmen mühlet vermekte ve rızıklandırmaktadır.
Bir Âyet-i kerime'sinde "Hilim" ile "İlim"i beraber anmış ve şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki Allah çok iyi bilendir, hilim sahibidir." (Hacc: 59)
İnsanların ilmi sınırlı olduğu için hadiseler karşısında hilim ve tahammül gösterememektedirler. Fakat ilimde kemâle eren kimseler böyle değildir. Onlar gerçekten hilim gösterirler, her hususta öfkelerine hâkim olurlar, zorluklara tahammül gösterirler, azgınlık yapmazlar, haddi aşmazlar, zulmetmezler, tahriklere kapılmazlar, mazluma yardım ederler, hırsları yüzünden küçülmezler, cimrilik yapmazlar, israf etmezler, ihtiraslarına yenilmezler, basit hedeflerle yetinmezler, kin gütmezler, gurur ve kibre kapılmazlar, merhametlidirler, bağışlayıcıdırlar, hoşgörülü ve keremlidirler, kötülüğü iyilikle karşılarlar, adalet ve ihsân ile hareket ederler.
Gazap halinde dahi hak ve hukuka riayet etmek, adil olmak, nefsin arzularına göre hareket etmemek, itidalden ayrılmamak, sabır ve sükûnet ile hareket etmek, her hâl üzere sabır ve şükür halinde olmak, ezâ ve cefâlara sabretmek, vakuriyet sahibi olmak, kararlılık, sekinet, gönül zenginliği, akıllı ve tedbirli olmak, ahmaklıktan uzak bulunmak, hilim sahibi bir insanın özelliklerindendir.
Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh- Hazretleri hilmi; "Öfkenin kabarması durumunda itidali ve sükûneti koruyabilmek" olarak izâh etmişlerdir.
Saadet-i ebediye'ye nail olabilmek, Cenâb-ı Hakk'ın bir kulunu lütfu ile yâd etmesine bağlıdır. O kulunu hiçbir beşerin anlayamayacağı bir muhafaza ile muhafaza eder. Kudret elinde tutarak hususi tasarrufuna alır. İmanı gönlüne yerleştirir, nurunu akıtır. İlimle, hikmetle, hilimle onu tezyin eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde hilmi peygamberlerin ahlâkından biri olarak vasıflandırmış, peygamberlik sıfatına en yakın insanların halim olan insanlar olduğunu haber vermiştir:
"Hilim peygamberliğe yakın bir fazilettir." (Câmiu's-Sağîr)
Hilim peygamberlerde bile az rastlanabilen, çok zor kazanılabilecek derecede değerli, yüksek bir fazilettir. Hazret-i Allah hilim sahiplerini sever, dost edinir. Onlar Cennet-i alâ'nın namzetleridir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Muhakkak ki hilim sahibi olan kişi, gündüz oruç tutanların ve gece ibadet edenlerin derecesine ulaşır." (Ebu Nuaym)
Hilim bu derece kıymetlidir. Hazret-i Allah'ın lütfudur. Sevdiği, seçtiği kullarına ihsanı, ikramıdır.
Hilim bir Allah vergisidir, ilâhi bir lütuftur, kaleme gelmez. İlim gelir de hilim gelmez.
Hadis-i şerif'te halim insanların cehennem ateşine haram olduğu rivayet edilmiştir. (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'dan Eşecc el-Asarî -radiyallahu anh-i överken şöyle buyurmuştur:
"Sende Allah'ın sevdiği iki haslet vardır; Biri hilim, diğeri teennîdir." (Tirmizi - İbn-i Mâce: 4187)
Bu Sahabe-i kiram, kavmi ile beraber Resulullah Aleyhisselâm'ı ziyarete gelmişlerdi. Beraberindekiler hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in huzuruna girmişlerdi. O ise konaklama yerinde kaldı. Devesini bağladı, elbiselerini değiştirdi, temiz elbiselerini giydi ve Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna geldiğinde Resulullah Aleyhisselâm bu Hadis-i şerif'i beyan buyurdular.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Teennî Allah'tan, acele şeytandandır." buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Teennî; "Kararlılık, acelecilikten sakınma, ölçülü hareket etmek" mânâlarına gelir.
Bir Hadis-i şerif'te:
"Allah-u Teâlâ haya, hilim ve iffet sahiplerini sever." buyurulmuştur. (Tebarânî)
Hilmin ahlâkî güzellikleri her hususta kendini gösterir. Bütün iyiliklerin kaynağı mesabesindedir. Ahlâk-ı hamidenin temeli ve efendisidir.
Hilim sahipleri rahmâni vasıflarla, ahlâk-ı hamide ile mücehhezdirler.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Halîm olanlar dünyada ve ahirette büyük ve muhteremdir." (Câmiu's-Sağîr)
Hilim, güzel huyun en yücesi olduğu için halim olanlar bu nebevî şerefe, bu lütfa mazhar olmuşlardır.
Hilim güçsüzlükten husule gelen bir âcizlik kabul edilmemelidir. Hilim; gücü yetince intikam almak değil, gücü yetince affedebilmektir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kuvvet pehlivanlıkta değil, asıl kuvvet; hiddet ve öfke anında nefsine hâkim olmaktır." (Buhârî)
"En kuvvetliniz hiddet anında nefsine hakim olanınızdır, en halim olanınız da kudreti yeterken affedeninizdir." (İbn-i Ebi'd-dünya)
Musa Aleyhisselâm; "Yâ Rabb'i senin ind-i uluhiyetinde en değerli kulun kimdir?" diye sual ettiğinde Cenâb-ı Hakk; "Kendisine eza edenin cezasını vermeye kudreti olduğu halde affeyleyendir." buyurdu. (Ebu Nuaym)
İsa Aleyhisselâm'a; "Allah'ın gazabından nasıl korunmalıyız?" diye sorulduğunda İsa Aleyhisselâm'ın; "Hilim sahibi olmalı, edepli olmalı, gazabı terk etmeli." cevabını verdiği rivayet edilir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Gadaplanıp, öfkeli davranana karşı hilim gösteren kimseye Allah'ın sevgisi vacip olur." (Câmiu's-Sağîr)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde Süleyman Aleyhisselâm'ın şöyle dediğini haber vermişlerdir:
"İnsanlara verilmeyen şeyler bize verildi. İnsanlara verilmeyen ilimler bize verildi. Fakat öfke ve sükûnet halinde hilimden, darlık ve bolluk halinde kanaattan, gizlide ve açıkta Allah korkusundan daha üstün bir şey bulamadık." (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde takvâ, hilim, güzel ahlâk bir kimsede yoksa ona itibar edilmeyeceğini beyan buyuruyorlar:
"Üç şey vardır ki onlardan biri kendinde yoksa onun hiçbir şeyine itibar etmeyiniz. Bunlar; kendisini Allah-u Teâlâ'ya karşı gelmekten koruyan takvâ, sefih kimselerden kendini koruyacak hilim, insanlarla geçinecek güzel ahlâk." (Ebu Nuaym)
Sefih; aklını kullanmayan, câhil, heva ve hevesine uymuş edepten yoksun kimsedir.
"İlmin âfeti unutmak. Hilmin âfeti sefihliktir." buyurulmuştur. (Beyhâki)
Hilim; hem ilmi, hem aklı içine aldığı içindir ki; Hazret-i Allah'ın kuluna lütuflarının en değerlilerinden biridir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İlmin hilme varmasından daha üstün bir şey bir araya gelmemiştir." (Taberânî, Câmiu's-Sağîr)
İlmin hilimle birleşmesi, bunların bir kimsede cem olmasından daha üstün bir şey yoktur.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Hilim kadar ilme yakışan bir şey olmaz." (Dârimi)
Çünkü ilim ve hilim birbirini tamamlayan bir bütündür.
Ömer bin Abdulaziz -radiyallahu anh- "Hilmin ilimle, affın kudretle birleşmesi sonucunda ulaşılan faziletten daha üstün bir fazilet yoktur." buyurmuştur.
Hilim; o işin nezafetini, özünü bilmektir. Hilim işin perde arkasını görmektir. Bildiren, öğreten, gösteren, duyuran Hazret-i Allah'tır.
Cenâb-ı Hakk kalplerin gizliliklerini bildiği gibi murad ettiğine de gizli bilgisini bildirir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde:
"İlmin güzelliği, ehlinin hilim sahibi olmasındadır." buyuruyorlar. (Dârimi)
İlmin hilim deryasına dalması onu yüceltir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyuruyorlar:
"Ey Allah'ım! Beni ilim ile zenginleştir, hilim ile ziynetlendir, takvâ ile keremlendir. Afiyet ile beni güzelleştir." (İbn-i Mâce)
Hilim, ilmi de içine alan büyük bir fazilet ve erdemdir. İlmin ziyneti, ilim sahiplerinin hilmidir.
Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz; "Hilim, ilmin ziynetidir." buyurmuşlardır.
İlmin mükemmel ve ekmel oluşu hilim ile mümkündür. İlimden de ileridir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz; "İlim tahsil ediniz, ilmin yanında hilmi de öğreniniz." buyurmuşlardır.
İlmi, hilim ile süsleyiniz demek istiyorlar. İlim, hilimsiz eksik olur.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İlim müminin dostudur, hilim onun veziridir." (Câmiu's-Sağîr)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hilmin daha üstün ve değerli, ilimden daha yüksek olduğunu beyan etmişler; ilim sahiplerinin hilim ile ziynetlenip hallenmesi ile kemâliyet kazanacağına işaret buyurmuşlar; "İlim ehli olmakla beraber hilim ehli olmayı" Mümin-i kâmil'in alâmeti olarak zikretmişlerdir. (Câmiu's-Sağîr)
Arz ettiğimiz gibi ilim işin gerçeğine vâkıf olmak, hilim ise o işin nezafetine ermektir. Arada büyük fark vardır. Hilim özü bilmek oluyor.
Hilim insanı Hakk'a ve hakikate yöneltir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz: "İlmin kemâli hilim iledir. Hilim insanı hayra sevk eder." buyurmuşlardır.
Dünya ve ahirete dair her şeyde Hazret-i Allah ona verdiği hilim ile doğru yolu gösterir, korur, muhafaza eder, yönetir. Onun kalbine lütfuyla murad ettiğini duyurur, özünü bildirir, nezafetini gösterir.
Bu ise ancak Halîm olan Hazret-i Allah hilmi ile tecelli ederse olur. Başka türlü mümkün değil.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Allah'ım o günü bana göstermesin! Öyle bir zaman gelecek ki, âlimlere uyulmayacak. Hilim sahibi insanlardan utanılmayacak. Dilleri arap dili, gönülleri acem gönlü olacak." (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âhir zamandaki içi, dışı bir olmayan münafıkları haber vermişler; "İlim sahiplerine uyulmayacak, hilim sahiplerinden de utanılmayacak." buyurarak, hilim sahiplerinin değer ve kıymetine işaret buyurmuşlardır.
Hilim sahipleri hâl ehli, yakîn kullar olduğu için onların bu mânevi hâl ve ahvali ile insanın kendine çeki düzen vereceğini ifade etmişlerdir.
Hadis-i şerif'lerinde:
"Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah'ı hatırlar." buyurmuşlardır. (Câmiu's-Sağîr)
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm'a hitaben:
'Yâ İsâ! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah'tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.
İsâ Aleyhisselâm:
'Yâ Rabb'i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?' diye sordu.
Cenâb-ı Hakk:
'Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.' buyurdu." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve kendi hilminden ihsan eder. O zaman bu ilm-i ilâhi ve hilm-i ilâhi oluyor.
Allah-u Teâlâ; "Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim." buyurduğuna göre onların ilmi de Hazret-i Allah'tan gelir, hilmi de Hazret-i Allah'tan gelir. Hazret-i Allah onları kendi ilmi ile kendi hilmi ile yürütür.
Allah'ın halimi; Hazret-i Allah'ın kendi hilminden hilim verdikleridir. Ancak bu âli sıfatı onlar taşıyabilir. Buna Hâtem-i nebi ve Hâtem-i veli mazhar olmuştur. Kendi hilminden hilim verdiği ancak onlardır. Onları O idare eder. Onlara ilim de hilim de mahviyet de O'ndan gelir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Lütuf ancak Allah'ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadîd: 29)
Dikkat buyurursanız, ilimleri ve hilimleri olmayanların üzerinde duruluyor, velilerin üzerinde durulmuyor. Buna saf ilim, ilm-i ilâhiye demiştik. İlimden bahsedilmiyor, hiç ilmi yok. Yani diğer velilerin hepsinin ilmi vardı, hepsinin hilmi vardı. İlim veriyormuş fakat ilmiyle beraber keramet, hâl, ahval hepsi mevcuttu. Ama burada; "İlimleri, hilimleri yok, kendi ilmimden, kendi hilmimden vereceğim." deyince şimdi Cenâb-ı Hakk ayırıyor.
Kim neyin üzerinde istidadını sarf ederse Cenâb-ı Hakk onun iradesini artırır. Dünyayı isteyene dünyayı verir, ahireti isteyene ahireti verir, ilim isteyene ilim verir, hilim isteyene hilim verir. Bir de O'nun seçip süslediği kullar var.
Allah-u Teâlâ ihsan etmiş, O vermiş, kendi ilminden, kendi hilminden vermiş, iş değişti şimdi.
Binaenaleyh "Ulü'l-elbâb"da olanlar doğrudan doğruya vehbîdir. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vârisidir. Hilminden ikram etmiş, artık onun işi bitmiştir. O veriyor, O koyuyor. Onu O yetiştiriyor, O destekliyor. Her işin esrarını, özünü O bildiriyor, O gösteriyor. Hem O gönderdi, hem ilim verdi, hem de hilim verdi. O'nun gönderdiği aşikâr, ilim ve hilim verdiği aşikâr. O'nun desteklediği aşikâr olduğu meydana çıkıyor.
Allah-u Teâlâ bir peygambere dilediğini verdiği gibi, bu da böyledir, çalışmakla okumakla değildir.
Allah-u Teâlâ, imanı kalbine yazması ile,
Nuru kalbine akıtması ile,
Kalp kulağına duyurması ile,
Kalp gözüne göstermesi ile olur.
Allah-u Teâlâ bunlara lütfu ile ilham eder.
Allah-u Teâlâ'nın ilimde derinleşen kulları vardır, bir de kendinde derinleştirdiği kullar vardır ki, bunlar Hakk'a vâkıftır, Hazret-i Allah'a vukufiyet kesbederler.
Ezcümle kimi ilme, kimi Hakk'a vâkıftır. Kimisini ilimde derinleştirmiştir, kimisini Zât-ı akdes'inde. Hâtem-i veli'yi her şeyde derinleştirmiştir.
Şu kadar var ki; gerek Hatemü'r-rüsul'ün velâyeti olsun, gerek Hâtem-i veli'nin velâyeti olsun, bunlar Allah-u Teâlâ'nın desteğine dayanan bir velâyettir. Buraya ilim-hilim giremez.
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhi'yi dilediğine bildirir. Bildirdiği kimseler bunu bilirler. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Gaybı bilen O'dur." (Cin: 26)
Gaybı sadece Allah bilir.
"Gizli bilgisini kimseye göstermez." (Cin: 26)
O'nun gösterip açıklamadığı şeylerden, yaratıklarından hiç kimse tam olarak bilgi sahibi olamaz.
"Ancak râzı olduğu elçiye gösterir." (Cin: 27)
O, resullerden başkasına gaybı izhar etmediğini haber vermektedir. Hâlbuki Allah'ın, gönderilme ile ilgisi bulunmayan nebilerin içinde de vahiy yolundan gaybı izhar ettiği kimseler vardı. Şu halde buradaki gayb, O'nun katında bulunup da, neredeyse kendisinden dahi gizlediği bir gaybtır. Bu ise "Saat"; yani "Kıyâmet"tir. Ayrıca O'nun, hem meleklerin yanında izhâr ettiği bir gayb, hem de muhaddeslerin ve velilerin yanında izhâr ettiği bir gayb daha vardır.
Dilediği kuluna dilediği kadar bildirir. O bildirdiği için bilir. Ve bilen de bile bile konuşuyor.
Musa Aleyhisselâm'ın, Hızır Aleyhisselâm'ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi "Ledün ilmi" idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a muhtaç değildi.
Allah-u Teâlâ bu has ilmi Hızır Aleyhisselâm'a da bahşettiğini beyan buyuruyor:
"Biz ona nezdimizden bir rahmet verdik, tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır. Bu gizli ilim yalnız O'nun seçtiği, öğrettiği kimseye mahsustur.
Nitekim Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a vâkıf ettirmediği bu ilmi Hızır Aleyhisselâm'a vâkıf ettirdi.
Buyurdu ki:
"Ben bunları kendiliğimden yapmadım." (Kehf: 82)
Gördüğün bu gemiyi delme, çocuğu öldürme ve duvarı yapma işini, kendi görüş ve içtihadımla yapmadım; Rabb'imin bildirdiği emri ile, O'nun bir rahmeti olmak üzere yaptım. Bu benim vazifemdi. O yaptığım şeyler, böyle birer hikmete binaen yapılmıştır.
Musa Aleyhisselâm'ın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler, hakikatte öyle değilmiş. Onun hoşlanmaması, hikmetini kavrayamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki o gizli sebepler açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, hiçbir çelişme kalmıyor.
Hızır Aleyhisselâm'ın, Musa Aleyhisselâm'la gerçekleşen ve Kehf Sûre-i şerif'inde beyan edilen yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına konmuştu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Ey Musa! Benim ve senin ilmin Allah'ın ilmi yanında şu serçenin denizden aldığı kadardır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 102)
O damla da O'nun. Senin neyin var? Hiç! Sen zaten hiçsin! Fakat bunlar hep hiç olduktan sonra var oluyor. Kendin yok ol ki, O'nun halkettiğini gör, O'nunla gör!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"Fakirliğimle övünüyorum." buyuruyorlar. (Münâvî)
"El fakr-u fahri" Efendimiz'e verilmişti, Hızır Aleyhisselâm bunu biliyordu ve Musa Aleyhisselâm'a duyurmak için ondan başka yol bulamadı. Musa Aleyhisselâm'a öğretmek, ilim gururunu kırmak için böyle söyledi. Çünkü o: "En âlim benim!" demişti. Ona kimin en âlim olduğunu öğretiyor. "Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u Teâlâ'dır."
Hızır Aleyhisselâm'ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir.
Fakat o ilim de yine Allah-u Teâlâ'ya âittir. Hızır Aleyhisselâm bu hakikati Musa Aleyhisselâm'a bildiriyor.
Allah-u Teâlâ bildirmedikçe, duyurmadıkça kimse bu gerçekleri bilemez.
Hâlbuki su da O'nun, o damla da O'nun, o zerre de O'nun. İçinde Hazret-i Allah var, O'nunla biliyor, O'nunla görüyor.
Her şey O'nun. O ilim de yine Allah-u Teâlâ'ya âittir. Hızır Aleyhisselâm bu hakikati Musa Aleyhisselâm'a bildiriyor. Hazret-i Allah'ı tarif ediyor.
Musa Aleyhisselâm o kadar sevgili bir peygamber ki, Allah-u Teâlâ:
"Ve seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Buyurmasına rağmen, Hızır Aleyhisselâm'ın ilmi karşısında hayrete düştü.
Hızır Aleyhisselâm işin nezafetini biliyor ama Hâtem-i veli ile biliyor. Çünkü kandil o, ondan alıyor.
Seyyid Ali el-Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususu şöyle izâh ediyorlar:
"Muhammedî velâyetin hazînesi olan Hâtem-i evliyâ da böyledir; peygamberler de, velîler de onun tâbî ve müntesibleridir." (Şerh-i Fusûsu'l-Hikem)
Hepsi o velâyet kandilinden alıyorlar.
Allah-u Teâlâ iki tane nur halketmiş. Kandilleri O yaratmış, O kandillere dilediğini O koymuş.
Şeyh Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtemü'l-evliyâ'nın ilâhi sırları keşif ve müşâhede hususunda, herkese kaynak olduğunu haber vermiştir:
"Resuller de evliyâdan olmaları bakımından görecekleri herhangi bir şeyi, aynı şekilde, ancak Hâtemü'l-evliyâ mişkâtından görebilirler." ("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Meânî Fusûsu'l-Hikem", Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, no: 1242, vr. 30a-30b)
"Hâtemü'l-evliyâ mişkâtından görebilmeleri", O'nun oraya koyması sebebiyledir.
Her şey Zât'ı ile kâim olan ve her şeyi çepeçevre kuşatan Allah-u Teâlâ bu iki Hâtem'de tecelli ettiği için, bütün kâinata feyiz ve hayat onlar vasıtasıyla gelir. Bu ise bütün idraklerin ötesinde bir tecellidir, beşeri aklın kavrayabileceği işlerden değildir.
Nitekim Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûs Şerhi"nde bu noktaya parmak basmışlar; Allah'tan vâredildiği için onun bütün ruhları ve velâyet makamlarını kuşattığını beyan buyurmuşlardır:
"Hatm rûhu, takdim ettiğimiz gibi; en kâmil vâris'i ihâtâ ettiği gibi, velâyetlerin de hepsini ihâtâ eden ruhtur. Nübüvvetlerin hepsiyle ilgili olarak da o, Hatmü'r-rusül -sallallahu aleyhi ve sellem-dir. Çünkü o, Hatmiyyet'le toplanıp biraraya gelen Muhammedî velâyetlere, keşiflere, tecellîlere, ilimlere, sırlara, hâllere ve makamlara dâir, velâyetlere verilenlerin tümünü toplayıp birleştirerek, onu kuşatıp bir arada tutan kimse olmuştur. Bu da onun hakîkatinin, her açığa çıkan şeyin ilki olan 'Hakîkatü'l-hakâyık', yâni 'Hakîkatlerin hakîkati'; aynı zamanda onun gaybî fetihlerin anahtarı ve ruhların kendisiyle kâim oldukları ve diğer rûhî mertebelerin içine gönderme ve sirâyette bulunan hakîkatinden hayat buldukları bir nur maddesi olmasından ileri gelir. O hiçbir kimseden istimdâd etmez; ilâhi vergiler hususunda herkes onun kandilinden istimdâd eder. Zira o, Allah'tan vâredildiği için, ilâhi isimlerin hazîrelerinden biri olmuştur." (Kitâbu Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, vr. 146a-146b)
Bir Hâtemün-nebi'de, bir de Hâtemül-veli'de tecelli etmiş, alanlar bu iki yerden almışlardır.
Bütün ilimlerin, hilimlerin özü ve sırrı budur.
Bütün Evliyâullah Hazerâtı ilim, hilim ve feyizlerini Hâtem-i veli'den almışlar, onun nuru ile vazifelerini yapmışlardır.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun maddesi ruhlar arasındaki bir ruhtan değil, ancak Allah'tan gelir. Belki de onun rûhu, bütün ruhlara madde olur." buyuruyor. (Fusûsu'l-Hikem)
Allah-u Teâlâ ezelden o iki nuru yarattı. Murad ettiğini yerleştirdi. Oradan yerleştirdi.
Alanlar bu iki nurdan alıyor, aynı zamanda Allah'tan geldiği için onun ruhunun bütün ruhların mayası olduğunu beyan ediyor. Resulullah Aleyhisselâm ne ise o aynadan onu gör.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Her asırda mevcut olan insan-ı kâmil, peygamber makamına oturmuş Hâtem-i velâyet'in üflediği nefesidir." buyuruyor. (Kenz-i Mahfî, 10. Bahis)
Ruhunu o zaman lütfetmiş, ruhundan diğer veliler alıyor.
Allah-u Teâlâ'nın bu mirası kime bıraktığı burada belli oluyor. Zaten bütün bu icraatlar bu mirastan ötürü değil midir?
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"İnsan bütün mahlûkatın en şereflisidir, insanda ilâhi emanet vardır. 'Ruhumdan ona ruh üfürdüm!' sırrına mazhar olmuştur." buyuruyor. (Divân-ı Kebir; 1-40)
İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyuruyorlar:
"Hiç şüphesiz ki kendilerini sübhan Allah'ın emanetini taşımaktan başka bir şekilde görmemektedirler." (501. Mektup)
Öyle ki bu emaneti murad ettiğinin kalbine koyar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebût: 49)
Mâlum-u fâzilâneleriniz olduğu üzere Resulullah Aleyhisselâm Sebeb-i mevcûdat'tır, Allah-u Teâlâ onu yarattı, onun nurundan âlemleri donattı.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Âyet-i kerime'sine muhatap yapmış, "Rahmeten lil-âlemîn" kılmış, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onun nuru âlemleri ihâta etmiştir. O "Rahmeten lil-âlemîn"dir.
Hâtem-i veli'ye de "Rahmeten lil-âlemîn"in velâyetinin intikal etmesi hasebiyle, ona ne ki verdiyse ona da vermiştir. "İki bedende bir ruh"un öz mânâsı budur. Ezelden iki kandil halkettiği için o da "Rahmeten lil-âlemîn" olmuş oluyor. Fakat o görülmüyor. "Rahmeten lil-âlemîn"in yaydığı rahmeti, vekili olduğu için o da yayıyor, yani Allah-u Teâlâ yaydırıyor.
İrşad nurlarının dünyaya değil, bütün âlemlere yayılmasının sebebi; O "Rahmeten lil-âlemîn", bu da "Rahmeten lil-âlemîn"in vekili. Bunun içindir ki Resulullah Aleyhisselâm'a verilen ismin aynısı ona da verilir. Çünkü onun vekilidir, onun hâtemidir. Allah-u Teâlâ'nın Hâtem-i nebi'ye verdiğinin aynısı ona intikal ettiği için aynı ismi o da taşıyor. Niçin? Hâtem olduğu için. Niçin? Hâtem'i peygamberlerden evvel yaratıldığı için.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i "Nur saçan kandil" mânâsına gelen "Sırâc-ı münîr" yaptığı gibi, Hâtem-i veli'de de tecellî etmiş, ona da Resulullah Aleyhisselâm'a verdiği nuru vermiş, verdiği için bütün âlemleri o nur ihata etmiştir.
Bu iki hatem gözle görülen bütün âlemleri kuşatmıştır. Bu sizin idrakinizin haricindedir. Sizin anlayabilmeniz için şu kadar arzedelim: Allah-u Teâlâ kimde nasıl tecellî ederse bütün âlemleri kuşatmak onun için çok kolaydır.
Kuşatan O oluyor, o mahlûkta tecellî ediyor. Meselâ ay geceleri, güneş gündüzleri bütün dünyaya ışık veriyor, amma O'nun emri ile O'nun izni ile veriyor. Bütün âlemleri kuşatmak ise elbette daha büyük bir şeydir. Amma o da O'nun izni ile O'nun emri ile oluyor. Öyle dilemiş öyle olmuş. Nur O'nun nuru olursa, bütün âlemleri kuşatır.
Bu ihata mevzusuna aklınızı yormayın. Mahlûk olan güneşe aklınız ermiyor da Allah-u Teâlâ'nın nuruna hiç erer mi? Güneş olmasa idi bilinmezdi. Amma güneşi yaratmış, güneşe o istidadı vermiş, güneş görülüyor. Hâlbuki O'nun nuru ile veriyor, amma güneşle veriyor.
Allah-u Teâlâ tecellî eder, bütün kâinatı kuşatır da filân kuşattı der. Kuşatan O'dur, fakat onda tecellî etmiş. O kimde tecellî ederse, ondan her şey tecellî eder, murad ettiği gibi yapar, ne murad ederse onu yapar. O dilediği kula tecellî eder. Bütün âlemleri ihata eden O'dur, fakat o ihata etmiş gibi gösterir. Onda tecellî ettiği için öyle yapmıştır. Azamet-i ilâhi tecellî edince her şeyi ihata eder.
Hâlbuki o bir kabuktur, kabuğun hükmü yoktur. O kuşatmıştır da kabukla kuşatmıştır. Kabukla kuşattığı için kabuk kuşattı deniliyor. Mahlûk yine mahlûktur, hükümsüzdür.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" buyuruyor. (Zâriyât: 21)
O bir kulda tecellî ederse kul kabuk kalır. Hep O'ndan gelir, fakat kuldan geliyormuş gibi görünür.
Yani siz O'nun lütuf tasarrufu altındasınız, O'nun kuşattığı bir çevrenin içindesiniz, fakat farkında değilsiniz.
•
Bir kul Hakk'ta fânî olursa o hâl onda tecellî eder, O'ndan başka hiçbir şey kalmaz.
Bir tek kelime ifade ettik. İtimat edin bunun ötesi de var. Bunun ötesi nedir? Bunun ötesi, Hakk kulunu istediği gibi o anda kullanır. Nasıl isterse! Kul olarak değil, öyle kullanır. Bunun ötesi o. Amma Hakk kullanır, o O'nun kudret elindedir, onu O kullanır. O'ndan başka yok! En ince bir nokta.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuştur:
"O yeryüzünde Allah'ın; halkı kendisiyle terbiye ettiği ilâhi bir kırbaçtır." (Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resul c. 1, s. 620)
Allah-u Teâlâ'nın onu kırbaç olarak kullandığını beyan ediyor. Kırbaç hiçbir şey yapmaz, O onu kırbaç olarak kullanır.
Demek ki orada fânî oluyor, onu istediği yerde istediği gibi kullanıyor. Nasıl? Nasıl isterse, duruma göre, ana göre, vaziyete göre kullanır. Artık o kulun kendisine âit hiçbir şeyi olmaz. Ne varlığı, ne iradesi, hiçbir şeyi olmaz, hiçbir hüküm kalmaz. Onu hep O kullanır.
Allah-u Teâlâ nasıl tecellî ederse o iş öyledir, bu işe ilim ve akıl ermez. O onu kullanır, nasıl tecellî ederse öyle olur. Hakk'ın tecelliyatına, idaresine âit bir iş. Mahlûk diye hiçbir şey yok. Bir sopanın bir adamın yanında ne hükmü var? Bir mahlûkun da Hâlik'ın yanındaki durumu budur. Şu kadar var ki o sopayı kullanıyor, o sopa ile tecellî ediyor. Başkasında tecellî etmemiş de o sopada tecellî etmiş.
Bizzat Allah-u Teâlâ kullandığı için O'nun halifesi oluyor. İlâhî velâyet olduğu için de O kullanıyor.
Daha evvel de arz etmiş; "İlâhiyyet, bizzat Hazret-i Allah'ın ilim ve hilim verdiği, yürüttüğü kimse" demiştik.
İlim de O'nun, hilim de O'nun. O var, başka bir şey yok...
Hilim; Hazret-i Allah'ın tecelliyatını, hikmetini bilmek, her şeyin O'nun irade ve idaresi ile yürüdüğünü, O'nun emri ve hükmü ile olduğunu, O'nun tedbir ve tasarrufu ile döndüğünü bilerek hareket etmektir.
Hazret-i Allah'ın tecelliyatı ile olduğuna vakıf. O olduğunu, her şeyin O'nun muradı, izni ve takdiri ile husule geldiğini, içinde bir sır yattığını biliyor, "O'nundur, O'ndandır" diyor.
O'nu biliyor, O'ndan biliyor. O perde altında tecelli ettiğini görüyor.
Yani Cenâb-ı Hakk'ın ona hilim sıfatını vermesiyle tecelliyat-ı ilâhiye'nin sıfatı olduğunu hem biliyor, hem görüyor. İşte Hızır Aleyhisselâm O'nun emir ve hükmünü bildiği için O'nun muradına göre hareket ediyor, dediklerini yapıyor ama o hilme ermeyen Musa Aleyhisselâm da olsa bilmiyor, nezafetine, ilâhi hikmetine vakıf değil.
Şimdi özünü arz edelim:
Hazret-i Allah'ın hilmine nail olsa da mahviyete inmedikçe dışarıdan bakar çünkü kapı dışındadır. Ne zaman ki mahviyete erişir, fenâya inerse, içeriye alınmıştır. Artık onun ilmi de yoktur, hilmi de yoktur. O Hakk'ta fâni olmuş, bütün varlığını ifnâ etmiştir. Hazret-i Allah huzuruna almış, dilediğini ona duyuruyor, bütün hakikatleri bildiriyor, harfsiz hurufatsız ilham ediyor. O anda arada hiçbir vasıta yoktur.
Hakk'ta fâni olduğu için O dilediği şekilde tecelli eder. O, O'nun kudret elindedir ve O kullanır.
O'nda yok olmayan Hazret-i Allah'ı kavrayamaz, bilemez. O'nda yok olmamış, evet hilim vermiş, o dereceye çıkarmış ama hâlâ varlık var, mahviyet hâli yok, fenâya inememiş, fâni olamamış. Ama her işin özünü biliyor. Hazret-i Allah'ın yarattığını, hikmetini, O'nun irade ve izni ile her şeyin olup bittiğini biliyor ve nezafetini bildiği için de fâil-i mutlak olan Hazret-i Allah'ın fiillerini ve her işindeki hikmetini seyrediyor. En acı da olsa, en lütfu da olsa "Bana ait değil!" diyor, O'nun takdir ettiğini biliyor. "Hüküm O'nun" diyor.
Bir yaprağın izn-i ilâhi olmadan düşmeyeceğine çok iyi vâkıf. Ama hâlâ kendini görüyor, ne zaman ki Cenâb-ı Hakk lütfeder eriştirir, mahviyete nail olur, tam fenâ husule gelirse hakikatin hakikatine, sırrın sırrına erer.
Daha doğrusu hilim; ilimden mahviyete bir geçiş köprüsüdür.
Fâil-i mutlak'ın O olduğunu, o köprüde anlayacak, sonra mahviyete girecek. Yani önce o hilmi tahsil edecek. Ne zaman mahviyete girdi fenâya erdi o zaman azamet-i ilâhi tecelli eder. İlmin, hilmin özüne, sırrına erer. İşte bizim; "İlim, hilim girmez!" dediğimiz yer burası. Meğer O imiş...
Aslında her şey Hâtemiyet'in içinde toplanmış ve gizlenmiştir. Gerek Hâtem-i resul'ün velâyeti, gerek Hâtem-i veli'nin velâyeti olsun bunlar Allah-u Teâlâ'nın desteğine dayanan bir velâyettir.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Onun iradesi kendi elinde değildir." buyuruyor. (260. Mektup)
Mahviyet öyle bir lütuf ve ihsandır ki; Hazret-i Allah'a kavuşturur. Zira bunlar kime verilmişse Hâlik ile mahlûk arasındaki perdeleri kaldırır, bütün sıfatları ve dilekleri kül eder.
Tevazu ve mahviyet tutunma yeridir. Kibirlilik ve kendini beğenme kayma yeridir.
Mahviyet olmayan insanın daima engeli vardır. Bu engel kendi nefsidir, kendi vücududur. Hakk'a yaklaşmasına engel olur. Onun için fakirin devamlı mahviyetten bahsetmesindeki gaye budur: Sen çık aradan, kalsın Yaradan.
Mahviyet; sen hiçliğini bil, var olan O'dur.
Tevazu; büyük O'dur, sen küçüklüğünü bil. Herkesi hoş, kendini boş bil.
Mahviyet mevzuları sık sık geçiyor. Nefsin acizliğinden, insanın değersiz bir mahlûk olduğundan bahsediliyor.
Bu sizin tuhafınıza gitmesin. İşleyen bir motor toz tutmadığı gibi, bunları daima mevzu etmekle, gönül ister ki nefsin üzerine toz konmasın. Toz konsa tozu bile benimsemeye çalışır. Acizliğimizi unutmama, varlıktan benlikten uzaklaşma hâli üzerimizde devamlı kalsın istiyoruz. Toz kadar bir nesne dahi varlık verir. Bir toz konar, onu kaldırmazsan bir toz daha, bir toz daha konar, derken kalp örtülür ve hakikatin kapanmasına sebep olur.
Allah-u Teâlâ bu kölesine mahviyeti sevdirdiği için, bütün kardeşlere mahviyet basamağından yol vermeye çalışıyoruz. Başkalarında bu basamak olmadığından, bu işlerle alâkası da olmuyor. Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği kullara âittir. Verilme iledir, öğrenmekle değildir.
İnsan kendisini boş bir kutudan farksız olarak görmedikçe hiçbir zaman hakikate ulaşamaz.
Mevlâ ne ki sermaye koyarsa kişide o vardır. O'nun koyduğu sermaye cevherdir, o cevherle çok şeyler satın alınır, sermaye kadar icraat yapılır. Biz koyarsak mangırdır, mangırla hiçbir şey satın alınmaz.
"Mahviyet, mahviyet..." demenin asıl sırrı şudur ki; Allah-u Teâlâ bir kulunu sevip, kendisine yaklaştırmışsa, o kul Allah-u Teâlâ'dan çok korkar. O kadar korkar ki, mahlûkatın en aşağı derecesine inmek ister. Orada mahvolmuştur. Mahviyetin ismi oradan geliyor.
O korkunun tarifine imkân yoktur. Hadd-i zâtında o da O'nun, oraya indiren de O. Bir insanın Allah-u Teâlâ'ya çok sığınması ve nefsinden de çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir. Kişiyi uçurumun kenarına getiren kendi varlığıdır.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Ben değersiz bir mahlûkum." buyururlar.
Bu öyle ince bir sırdır ki, iniş hâllerine göre beyan etmişlerdir. Bunlar hep Hazret-i Allah'ın azâmetine karşı iniş hâllerinin icraatıdır.
Çünkü her şeyin O'nun olduğunu onlar gözleri ile görüyorlar. Hatta bir defasında müridanla beraber bir balçığa rast geldiklerinde:
"Ben bu balçıktan da aşağıyım!" buyuruyorlar.
Bunun aksi iddia edildiğinde ise:
"Hayır hayır! Ben bir kâfirden de aşağıyım!" cevabını veriyorlar.
Bir gün bu mânevi sırra ermek ve hikmetini bulmak için, esrar deryasına daldık. İndik, indik, indik en dibini bulduğumuz zaman, bir de baktık ki taş bir kapak var. Onlar onun da aşağısına geçmişler. Bu sözün sırrı o dibin de dibinde imiş. Ne kadar Allah'ımız onları yükseltmiş. Tabii ki bunlar gizli hallerdir.
Her zaman diyoruz, mânen çok terakki etmemiz lâzım ki, basit bir mahlûk olduğumuzu gözümüzle görelim.
İnsan ancak mânen yükseldiği zaman hılkiyetinin bir damla kerih su olduğunu anlar. Bunu anlayan, gözü ile de gören bir insanın bunları benimsemesi, kendisinde toplaması ve varlık taslaması ne kadar yersiz.
Şimdi kendimize soralım. Senin nâmın ne? O bir damla kerih su ne yapabilir?
Fakat imtihanlardan geçmedikçe, süzgeçlerden süzülmedikçe katiyen o noktaya inilmez.
Bu yolda çok terakki etmek lâzım. Şunun için; her şeyin Cenâb-ı Allah'ın olduğunu bilmek için ve her şeyin O'ndan olduğunu anlamak için.
Varlık peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Bir insan hayatının o anına kadar topladığı varlıkları dağıtıp, kendisinin hiç olduğunu öğrenecek ki var edeni bulabilsin.
Bir insan hiçliğini anladığı nispette irfan husule gelir, ölçüsü budur. İrfan hiçliktedir.
İnsan hiç olduğunu anladığı zaman O'nu bilmek çok rahat oluyor.
Bize en çok sevdirilen mahviyettir. En çok kaçtığımız şey de varlıktır.
Herkes yukarıya çıkmaya çalışırken, bir gaye ve bir maksat peşinde koşarken, biz ise fenâ üzerinde iniş yapıyoruz. Pirân-ı izam Efendilerimiz'in bulunduğu ve yürüdüğü yol bu oluyor. Hep bu yoldan yürümüşler ve aynı hedefe varmışlar. Hepsi orada bulunurlar. O nokta varlık yeri, post makamı değildir, kulluk makamıdır. Orada hiçbir dâvâ yoktur. Onlarda başka arzu yaşamaz. O hedef yalnız O'nu arzu edenlerin hedefidir.
Bâtınî yönden illâ terakki etmek lâzım ki, nefis kendini beğenmesin.
Allah-u Teâlâ'nın lütfettiği kimselere varlık taslamak, üzerinde fazilet toplamak çok abes gelir. O'nun malı ile O'na karşı övünmek çok gülünçtür. Bu muazzam varlık sahibimizin. Her lütuf O'nun, her lütuf O'ndan. O verdi, daha sonra da alacak.
İnsan her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bildikten sonra kendisinin basit ve değersiz bir mahlûk olduğunu görmeye başlar. Bunu böyle gördükten sonra Rabb'imize o nispette sığınmamız icabeder. Kendisine sığınanı Allah-u Teâlâ çok sever. Nefsine pâye verenleri de hiç sevmez.
Allah'ım! Ganî olduğunu biliyorum. Bildiğim için senden istiyorum. Fakir olduğum için de sana sığınıyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kulun kendisi de, malı da Allah'a aittir." buyurdu.
Kendisinin hiçbir şeyi yok ki varlığını iddia etsin.
Her şeyin en güzel numunesi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Fakirliğimle övünürüm." buyurdu. (Keşfü'l-Hafâ)
Fakirlik başkadır, fakirlikle övünmek başkadır. Fakirlikle övünmek fenâ ile övünmektir. Fâni oldu, O kaldı.
Yani ruhum O'nun, bedenim O'nun, malım O'nun, her şey O'nun. Benim hiçbir şeyim yoktur. Fakirim ve fakirliğimle de iftihar ederim.
İslâm budur. İslâm'ın özü budur. Mahviyetin özü budur. Bu en büyük zirve. Bundan daha büyük zirve yok.
Sen çıkıyorsun aradan, kalıyor Yaradan...
Allah-u Teâlâ bu fakire de bunu sevdirmiştir. Gerçekten fakirim, fakirliğimle de övünürüm.
Buradaki fakirlik kelimeye sığmaz, hâl noktasıdır. Herhangi bir işte, mühim bir söz söylendiği zaman; insan varlığını âniden ifnâ ederse, bir zerre kalmazsa, o zaman bu fakirliğine delâlet eder. Şart budur. Âniden ifnâ edip varlığından zerre kalmazsa Hadis-i şerif'in sırrına o zaman erilir, söz işi değildir. Mühim bir söz söyleneceği zaman, biz bütün varlığımızı ifnâ ederiz, nefsin varlığı yok olur, O'nun mevzusu husule gelir.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği lütufları akıttığı için, o hâl ile hallendirdiği için, öyle tecellî etmiş, öyle görmüşler. Yani bu bir tecelliyât-ı ilâhi'dir.
Allah-u Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun ki bu fakire bunu sevdirmiş. Var ile övünüyorum, varlığımdan utanıyorum. Utandığım için de onu ifnâ ediyorum. Hazret-i Allah'ı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı seviyorum. Yani onların karşısında herhangi bir gölge dahi olmayacak. İşte bunu bu zât-ı muhteremler ezelden görmüşler, siz şimdi işitmiş, ifnânın mânâsını çözmüş oluyorsunuz. Allah-u Teâlâ bu hâli yaşatmasa bu bilinir veya söylenir mi?
İfşâ edeyim ki; ne bulduysam aşağıda buldum, yukarıda hiçbir şey bulamadım. Bu gibi durumlar iç hâlleridir, kâl işi değildir. Bunlar ilâhî bir lütuftur.
Sen sen ol, kurtuluş yerdedir, hiçliktedir.
Hazret-i Allah kendi kudret elinde tuttuğu kullarını muhafaza eder. Muhafaza ettiği için de kaymaz. Nefis elinde tutarsa boşluk husule gelir.
Bu doluluk ve boşluk nasıl olur? Bir insan gerçekten kendisinin bir damla kerih sudan halkolunduğunu bilip o hâli daima muhafaza edebilirse, o Mevlâ'nın kudret elindedir. Bu hâl insanoğlunda hiç durmuyor değil mi? Hava hemen değişiyor, "Ben yaptım, ettim!" demeye başlıyor. Biraz evvel kudret elindeyken bu sefer nefsin avucuna geçiyor.
Onun için insan evvelâ boşalmalı, yok olmalı. Var olan kendisini bildirirse O var demektir. Başka hiçbir şey olmaz. Fakat bizde o hâl hiç görülmüyor. Bizde riyâ, gösteriş yaşıyor, menfaat yaşıyor. Bu yaşayanlar o hâli yaşatamıyor.
Hazret-i Allah dilediğini boşaltır, varlığını alır, sonra dilediğini ilimle doldurur.
"Ben hükümsüz, değersiz bir mahlûkum. Hüküm ve değer Hazret-i Allah'a aittir." diyorum.
Yani yol onların demek istiyorum. Aklınızı başınıza alın. Hazret-i Allah'a kul, Habib'ine ümmet olmaya bakın. Ötesini bırakın. İhlâs esastır. Doğruluk çok lüzumludur. Mahviyet, istikamet bu yolda başta gelir. Mahviyet ve istikamet iki kanatlı kuş gibidir.
Mahviyet ve istikamet bu yolda çok lüzumludur.
Mahviyet; insanın gerçekten hiç olduğunu bilmesidir.
İstikamet; ilâhi emirlere uymaktır. O'nun emrettiği çizgide yürümek, o çizgiden ayrılmamaktır. Yasakladığından da sakınmak, hem de şiddetle sakınmak.
Allah-u Teâlâ'nın kulundan beklediği ve hoşlandığı iki haslet budur.
Yolun sermayesi muhabbettir. Amma muhabbetin husule gelmesi için mahviyet ve istikamet şarttır. Mahviyet ve istikametten ayrılmayın.
Mahviyet; Var olan O'dur, başka varlık kabul etmez.
İstikamet;
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Bu ilâhi emre göre doğru olmak, mahviyet içinde yaşamak.
Onun için istikamet ve mahviyet. Zaten istikametsiz mahviyet olmaz.
Hayatta insan buna gayret etmeli. Samimi, ihlâslı, muhabbetli, istikametli olmalıdır. Mahviyet içinde bulunmalıdır.
Ne bulduysam yoklukta buldum, ne verdiyse hiçlikte verdi. Varlıkta değil. Var O. Yalnız O var. Onun için sakın ve sakın büyüklük taslamayın. O'ndan başka büyük yok. O büyüklük nefis putundan gelir. Başka yolda bu mevzu yok. Bu yolda küçültme var, başka yolda büyültme var. Onlar kendilerini methettikçe gururdan gıda alıyorlar. Bizim gıdamız Hakk. Var olan O'dur. Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Benim varlığım bir damla kerih su, onunla mı övüneceğim? En istediğim şey budur: "Allah'ım! Zât'ından başka varlık yaşatma!" diyorum. Zerresi insanı helâk eder.
Şeytan Âdem Aleyhisselâm'ı aldattı. Seni mi aldatmayacak? Aldanmamak mahviyettedir.
Allah öyle bir Allah ki, hayatım boyunca bir nimetine bile şükrümü ifa edemem. Nimetlerinin birinin dahi suâline cevap veremem. Meğer ki hesapsız kerem edip bağışlasın.
Allah-u Teâlâ'yı anamadığımı, ibadet edemediğimi, bilmeye de imkân olmadığını ifade etmek istiyorum.
İtimat edin Allah-u Teâlâ'ya lâyık-ı veçhile sığınamadığımı, azamet-i ilâhi'si karşısında korkmadığımı biliyorum. Bunu kalben söylüyorum. Çünkü korksam erimem lâzım. Sığınsam başka hale bürünmem lâzım. Hiç güvencem yok. Eğer zerre kadar bir güvencem varsa, gözyaşları ile onun erimesini niyaz ederim.
Şu hususu da hemen ilâve edelim ki, kendimden daha biçare bir âciz de bilemiyor ve göremiyorum. Bunu sakın bir tevazu kabul etmeyin, bir hakikattir. Çünkü nefsime bakıyorum, bir tehlikeye düşmezden evvel kurtuluşunu arıyor. Bir ibtilâ karşısında, gelmesinden evvel kalkmasını istiyor.
Bu büyük gerçekleri ne duyuyoruz, ne de duymak istiyoruz. Var olan Allah-u Teâlâ'dır. Sen âcizsin, Allah-u Teâlâ'yı bilemezsin, anlayamazsın. Bir zerre toz seni ölçebilir mi? Sen zerre kadar toz bile değilsin. Çünkü seni de O yarattı.
Allah-u Teâlâ bilinmedikçe ibadet edilmez. Bilmek için de intisap edip sülûk etmek gerekiyor. Daha sonra azamet-i ilâhi ortaya çıkar.
Gözün; "Bakar göz", "Şaşı göz", "Kör göz" diye üçe ayrılması bu noktadadır. Birisi Allah-u Teâlâ'yı görerek ibadet eder, birisi kendi varlığı ile ibadet eder, diğeri ise hiç görmez.
İnsan "Nutfe"ye indikten sonra bile şeytan ve nefis hücum ederek ona varlık katmaya çalışırlar. Bu iki düşman zorlamaktan hiç geri kalmazlar. Hazret-i Allah'a sığınılmadıkça kurtuluş mümkün değildir. "Allah'ım bu düşmanlardan sana sığınırım." diye niyaz ve ilticâ edilirse, Allah-u Teâlâ da lütfedip onu şeytanın ve nefsin hücumlarından korursa ancak kurtulmuş olur. "Kurtuldum!" diye bir şey yok.
Mahviyetle yürüyende tehlike yok. Çünkü cebinde parası yok ki benim param var desin. Yok çünkü. Hiç parası yok amma, Var'ın tecelliyatı var.
Allah-u Teâlâ onları her türlü varlıktan soymuş, kendi varlığı ile yetiştiriyor da kimse farkında değil. Bu ise hâlisâne olarak sülûk edenlere, bağlılık ve sadâkat gösterenlere aittir.
Müridânı O yetiştirdiği gibi, lâtifeleri de O yürütüyor. Bu gizlinin gizlisi bir sırdır. Gizlinin gizlisi bir yol.
Çünkü gerçek mürşid Hazret-i Allah'tır, O yürütüyor, dilediği zaman kemâle erdiriyor. Kimsenin bunu bilmesi mümkün değildir.
Bağlılık ve sadakati olmayanlarda tecelli etmez. Çünkü oraya vermiş, ondan râbıta alacak.
Kabuk kabuktur amma, kabuğa nüfuz ettiği zaman içindekine nüfuz eder. Kabuğa nüfuz etmeyen, içindekine nasıl nüfuz edebilir? Kabuğa itimat etmeyenin, içindekine yanaşması mümkün değildir. Çünkü O, ışığı oraya yakmış. O lambaya teveccüh edilmediği zaman karanlıkta kalır.
Hakk yolunda yürümek için alınmak lâzım. Daha sonra gaye, maksat, menfaat olmadan yürümek lâzım. İlim, ihlâs, edep ve mahviyet bunlara çok dikkat etmek lâzım.
Mahviyet şöyle ki; var olan O'dur, senin varlığın O'na, Var'a perdedir. Varlığını ifna et ki Var ile ol. Çok az söz ile anlattık. Ama bu arada gaye, menfaat, hiçbir şey yaşamayacak.
Tarikât-ı Nakşibendiye'nin mürşidleri hep mahviyet içinde bulunduklarından, mümkün mertebe Vahdet-i vücud mevzuatı üzerinde durmamışlardır.
Yalnız İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz, sorulduğu için "Hep O..." değil, "Hep O'nun, hep O'ndan... O ise ötelerin ötesindedir." diye cevap vermiştir.
Böyle bir söz söylemişlerse, ancak mest hallerinde söylemişlerdir. Daha doğrusu Rabb'imizin böyle takdir ve tecelliyatı diyelim.
Meselâ; Bayezîd-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz mest halinde; "Kendimi tespih ederim, şanım ne kadar yücedir!" buyurmuştur.
Bu hâl haber verilince; "Şayet bir daha böyle bir şey olursa balta ile bıçakla üzerime yürüyün!" diye emir veriyor. Aynı hâl zuhur ettiğinde, müridan balta ve bıçaklarla üzerine yürüyorlar, hiçbir şey olmuyor. Aslî haline döndüğü zaman; "Efendim! Yine böyle bir söz söylediniz, üzerinize yürüdük, hiçbir şey olmadı!" diyorlar.
Eline bir iğne alıp batırıyor ve kan çıkıyor; "Bayezîd odur ki bir iğnenin acısına tahammül edemez, o Bayezîd değildi!" buyuruyor.
Tarikât-ı Nakşibendiye meşâyıhı bu gibi sözlerden çok çekinmişlerdir. Nasılsa Bayezîd-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri böyle buyurmuş. Havsalanın alamayacağı sözlerdir. Bir tas ile bir deniz ölçülmez. Öyle batınî haller vardır ki, akıl ile katiyyen bulunmaz. Kime ne verilirse.
Hiç şüphe yok ki o sözü söyledikleri zaman, Bayezîd'in zerresi yoktu. Hazret-i Allah'ın bu kadar büyük tecelliyatına mazhar olan, âriflerin sultanı Zât'ın bir de son nefesteki sözüne bakın;
"Bir kerecik anamadım seni yâ Rabb'i, meğer ki cahilliğimle...
Bir kerecik ibadet edemedim, meğer ki uzaklığımla!"
Ne büyük söz.
Her tecelliyatta ayrı bir hava esmiş.
Mecbur kalmadıkça hemen hemen kerâmete bile meyletmemiş, katiyyen iltifat da etmemişlerdir. Onlarda ayrı bir gizlilik hâli vardır. Sahâbe-i kiram'ın en üstünü olduğu halde Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-den bile keramet menkul değildir.
Varlıktan son derece kaçmışlardır. Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz; "Yok olmayan var olamaz, varlığı dağıtmak gerek!" buyurmuşlar.
Varlığını yok et ki, Var sende tecelli etsin. O ikinci varlık mahlûka ait değildir. Mahlûk kendisini ifna edince, Var olanın varlığından başka hiçbir varlık kalmaz. Efendi Hazretleri'nin beyanları da bunu tarif eder; "Ben, ben değilim. Bir benliğim var, benden içeri."
Benliklerinden zerre kalmamış, zerre bırakmamışlardır.
Şunu da itiraf edelim ki; "Mahviyet, mahviyet..." diyoruz, mahviyet dahi Hâlik'ındır. O da mahlûka ait değildir. Mahlûk nedir ki varlığı olsun, mahviyeti olsun.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz;
"Ben değersiz bir mahlûkum!" buyururlar.
Asıl olan inmek, aşağıların aşağısına inmek. Amma bugün için çıktığını, erdiğini, bir şeyler geldiğini söyleyen, zâhirde kalmış olanlar, varlık içinde, kendini beğenme yolunda kaybolur giderler. Tecelliyât aşağı indikçe zuhur eder, varlık ile yükseldikçe değil!
Hazret-i Allah efendilerimin hep bu noktalarını benimsetti. Bu çığır üzerinde tutundurdukları kadar tutunmaya çalışıyoruz. Bu sözler sanmayın ki tevâzu eseridir, tevâzu olarak katiyyen kabul etmeyin. Bu bir hakikatin ifadesidir. Çünkü insan ine ine bir bakıyor, kendisinin basit ve değersiz bir mahlûk olduğunu görüyor. İndikleri için, hakikati gördükleri için söylemişlerdir.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in de bu mevzuda çok güzel beyanları var:
"Ne ilm ü mârifet verdin ne cah u menkıbet yâ Rabb!
Bihamdillâh ki bir zerre medâr-ı iftihârım yok.
Benî-nev'i beşer resminde ancak bir heyûlâ var."
Ne söz, ne söz... Zerre kadar iftihara dair hiçbir şey vermedi. Heyûlâm var. Bir şey zannederler, yanıma gelirler, bakarlar ki hiçbir şey yok. Ne mahviyet, ne mahviyet...
Allah'ıma sonsuz şükürler olsun ki, efendilerimin bu çığırı üzerinde yürütüyor, onlara baka baka yürüyoruz. Başka hiçbir şey benimsetmedi Rabb'im.
Ben zerre bir hakirden ibaretim. Asıl budur. Methedilecek bir tarafı var mı? Yok. O halde zemmetmeye de değmez.
Bazen bakıyorum bir kabuktan ibaret olduğumu, bazen de bir maskeden ibaret olduğumu görüyorum. Resim gibi bir hayâlât olduğumu da bilip itiraf ediyorum.
Üzerimdeki bütün nimet Sahib'ime aittir. Bunun böyle olduğunu bildiren ve gösteren Sahib'ime sonsuz şükürler olsun ki cehâlette bırakmadı.
Vallâhi birçok zaman kendimi çürümüş yaprak gibi görüyorum, bazen çürümüş bir dal gibi görüyorum. Sonra onların içinde dahi varlık hissediyorum. Bazen kıl kadar görüyorum. Sonra "Allah'ım! Bu kıl da bir varlıktır" diyorum. Çünkü Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"Ben Hakim et-Tirmizî Hazretleri ile konuştuğum zaman hiçbir eser görmüyordum."
Allah'ım hiçbir eser bırakma bende. O kılı dahi çok görüyorum. Varlık Hazret-i Allah'a karşı en büyük şirktir. O kılın dahi olmamasını istiyorum. Hayır! Sen Var'sın başka varlık yok. İşin özü bu. Dikkat buyurun, bu özdür.
Ehl-i kemâlce gizlenen bir sırrı şöyle açık edelim:
Evliyâullah birinci merhalede varlığını atarlar. İkinci merhalede benliğinden sıyrılırlar. Üçüncü merhalede ne kadar küçük olduğunu görürler. Dördüncü merhalede ise, kendilerini ortaya koymazlar. Böylece O'nun varlığı zuhur eder.
Kendisini ortaya koymaması şöyle olur ki;
Bir mecliste kelbin ne yeri var? Amma meclis-i ilâhiye'de ne kelp var ne de oturanlar var.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Biz aşk kâfiriyiz müslüman başka,
Ufacık karıncayız Süleyman başka." buyuruyorlar.
Kendi varlığını hemen yok etmek istiyor. Çünkü onun varlığı ya bir kelptir, ya bir sinek yavrusudur.
"Ufacık karıncayız." Yani bütün varlığını atmış, benliğinden sıyrılmış ve bunu gözü ile de görmüş. Artık o mecliste onun ne hükmü var?
Muhammed Es'ad Erbili -kuddise sırruh- Hazretlerimiz;
"Dünyada kendimden bir âciz ve bir biçâre göremiyorum, bilemiyorum." buyuruyorlar. (102. Mektup)
Zamanının kutbu bunu böyle söylüyor.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz ise;
"Ben şu kirli çamurdan da kirliyim." buyuruyorlar.
Hakikaten öyledir. Bu manayı size şöyle açalım:
Bir çamura bastığın zaman üzerine sıçrayan su ile namaz kılabilirsin, fakat üzerine sıçrayan bir meni ile namaz kılamazsın. Senin aslın menidir.
Hakikat bir esrardan ibarettir. Biz büyüklerimizin açmadığı bazı sırları açıyoruz. Çünkü boş tenekeyiz, geleni atıyoruz. Onlar dolu idiler, "Bilen zaten bilir, bilmeyen yanlış yere çeker." düşüncesi ile bunları açmadılar. Yoksa daha güzel açabilirlerdi.
Bir put, üzerine konan sineği kovabilir mi? Putun ne hükmü var, sineğin ne hükmü var? İkisi de âcizdir. İşte Hazret-i Allah bu zaman bilinir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar Allah'ı lâyıkıyla takdir edip bilemediler." (Hacc: 74)
Her benimsenen şey Hazret-i Allah'ın emanetini, ihsanını kullanmak demektir ve gizli şirktir. Nefis yol bulursa ilâhlık davası dahi güder.
Varlığını atar, benliğinden de sıyrılırsa, o zaman görür ki hep O... Bunu görünce kendi varlığını odadan dışarıya atmak ister. Onun olduğu yerde kelbin ne hükmü var?
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz de;
"İyi anlıyorum ki frenk kâfiri kendimden kat kat daha iyidir." buyuruyor. (222. Mektup)
Doğru bir söz. Ne demek bu?
"Beni temize çıkaracak Rabb'imin nuru ve lütfudur, bıraktığı zaman ben kâfirden de kirliyim."
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir." (Yunus: 100)
Ehl-i kemâl ne güzel konuşuyor, fakat bu sözü kim anlayacak. Filin lokmasını karınca yutamaz.
Hazret-i Allah kâfire hidayet verir, onu kurtarır. Ben benliğimle kaldım mı, o kâfirden de aşağıyım.
Dikkat edin bu sözü İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri söylüyor. O da Allah'a muhtaç. Yalnız Hazret-i Allah var.
Burada diğer bir sırrı size açalım:
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin; "Ben kâfirden de aşağıyım!" sözü halka değil Hakk'a hitabendir.
Birincisi; Hazret-i Allah'tan korktu. Niçin korktu? Nefsinin kendisine beğenme pâyesi vermesinden korktu.
İkincisi; Hazret-i Allah'a sığındı. Öyle bir sığınışla sığındı ki, son hududa gelinceye kadar sığındı. Mahviyet ve tevâzunun en son sınırına vardı. Daha doğrusu Hazret-i Allah o nispette bir mahviyeti onlara lütfetti.
Onların derecesinde başkası yok ki o sözü söylesin. O sözler yüksekliklerinin alâmetidir.
Terakkî ettikçe insan Hazret-i Allah'ı o nispette tanır ve korkar. Onlar bildikleri için Hazret-i Allah'tan çok korkmuşlardır.
Bir insan mahviyete inerse, mahviyetin en son basamaklarında kendisinin hiçten bir hiç olduğunu görür. Hakk'ı işte o zaman bulur. Nasıl buldu? Kendisinin hiç olduğunu gördüğü zaman buldu. Zaten bizdeki varlık zandan başka bir şey değildir. İşte mahviyet bunun için lâzımdır. Tasavvuf bunun için her müslümana elzemdir.
Bu noktaya ininceye kadar biz hep zan deryaları içinde yüzeriz. Her şeyin Hakk'ın ve Hakk'tan olduğunu gördüğümüz zaman her şeyden çekilir, Sâhib-i hakiki'ye teslim oluruz. O hakikat deryası bizi ne tarafa sürüklerse o tarafa gideriz.
Hazret-i Allah nasıl takdir ederse öyle olur. Başka bir şey olmuş ve olacağı da yoktur.
Basit ve değersiz bir mahlûk olduğumuzu gözümüzle gördüğümüz zaman duyduğumuz haz çok büyüktür. Burada tutunmak istediğimiz kadar hiçbir yerde tutunmak istemiyoruz. İnsanın özü bu, bunun ötesinde ne olabilir? Bu lütfunu almaması için çok niyaz ediyoruz.
Rabb'imiz dilediğini dilediğine vermiştir. Mahlûk bir hiçtir. Bir sivrisineğin hükmü kadar değeri yoktur. Hepsi O'nundur ve O'ndandır. İşte biz de O'nun nimetinin kıymetini bilirsek, O bize ziyade eyler. Bilemezsek, vermeye kadir olan Hazret-i Allah almaya da kadirdir. Şu halde Sahib'imizi ona göre tanıyalım.
Biz hep varlık tahsil ediyoruz. Bu ise bize gurur veriyor. Bizim var olduğumuzu bize gösteriyor. Hakk'a asıl perde, en kalın perde bu olmuş oluyor.
İtimad edin insan süzülüp incelmedikçe sonra da hiç olmadıkça Var'ı bulması mümkün değildir.
Gerçekten hiçbir şey bilmediğimizi, değersiz ve aciz bir mahlûk olduğumuzu anlarsak, o zaman Sahib-i hakiki husule gelir. O'nu gördüğümüzde, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu öğrenmiş olacağız.
Aciz olduğumuzu idrak edersek, hükümsüz olduğumuzu, her şeyin O'ndan ve O'nun olduğunu bilirsek şükretmiş oluruz.
Mevlâ dilerse giydirir, dilerse alır. İtimat edin bir defacık aklımdan hayalimden dahi geçmemiştir. O'ndan başkasından O'na sığınırım. Taç, takke, hırka bunlar takımdan ibarettir. O'nun tacı, O'nun rızâsıdır. O râzı mı, sen tacını giydin demektir. Nefis bu gibi şeylerden çok hoşlanır, bunlar bu yolun ziynetidir. Evet, bunlar birer lütf-u ihsandır fakat "Allah'ım beni bunlarda bırakma" diye niyaz edilmeli ve bunlar benimsenmemelidir. Bu gibi şeylerden hoşlanıyoruz ama bunlara lâyık neyimiz var?
Geçenlerde öyle bir nokta geldi ki:
"Benim hiçliğim erirse, eridiği yerde kir bırakır. Allah'ım ne olur o bıraktığı lekeyi de kazı." demekten kendimizi alamadık.
Eritsem, eridiği yerde kir bırakıyor. Bunun ötesinde insanda ne var? Demek ki sen lekeden ibaretsin. "Değil ismimi, adeta cismimi kazımaya çalışıyorum." dememizdeki sır bu idi.
Biz bunları gözümüzle seyrederiz. Seyrettiğimiz gibi, hakikatini de size açık etmekten geri kalmayız. Allah'ımın bana duyurduğu hiçbir şey sizden esirgenmemiştir. Bunlar ilâhi bir esrardır. Hiçbir esrarı benim dememişizdir. Çünkü benim değildir.
"Allah'ım senin malını teşhir ediyorum, bu kölene, bu taksirine duyurduğunu duyurmaya çalışıyorum. Belki nasibi olan vardır nasibini alır." diyorum. Bunlar hakikatin özüdür ve Hakk'tan gelir.
Daha önce arzetmiştik ki:
Çeşme akarken gözünüzü açın. Çünkü o su çeşmenin malı değildir. Su akıyor bir daha gelmez. Çeşmenin kendisi de o suya muhtaçtır.
Sen varsın, senin ilmin var, varlık dolu. Varlık ise pisliktir. Sen bu pislikten ibaretsin, at bu pisliği gör O'nu. "Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı zikret" mevzuatı var ya; işte bu pislik aradan çıkınca O kalıyor. O zaman O'nunla O'nu zikrediyorsun.
Hazret-i Allah bu abd-i âcizine yumurta temsilini sevdirmiş, hiçlik mevzuâtını anlatabilmek için bu misâli kullanıyoruz.
Yumurtanın kabuğu ayrı, zarı ayrı, sarısı ve akı ayrı ayrıdır. Tecelliyât-ı ilâhi'ye mazhar olmazdan evvel tek yönlü bir gıda maddesi idi. Cenâb-ı Hakk tecelli edip içinden civciv çıkınca, artık yumurtadan hiçbir eser kalmaz. Hâl bu iken kabuk kalkar da "Ben yumurtayım!" derse abes olmaz mı?
Şu halde özümüze dönmek için iniş yapmak lâzım, incelmek lâzım. Bir makara iğne deliğinden geçmez, fakat iplik rahat geçebilir. Geçe geçe nihayet makaradaki bütün iplikler bitmiş olur. İncelen, inceldikçe süzülen bir insan, süzüle süzüle makaradaki ipliğin bittiği gibi, bir noktada varlığını yitirir. Yok olmadıkça nefis hep kendisini görür. Yok olduktan sonraki varlıkta ise; her an, her yerde ve her zerrede Hazret-i Allah'ı görür. O'nu görmek demek, O'nun aslını görmek demek değildir. Her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilmek demektir. O, baş gözü ile görülmez. "Gördüm!" diyenler olmuşsa da aslını görememişlerdir. Yine O'nun verdiği ilâhi nurla bazı tecellilerine mazhar olmuşlardır. Ruhâni olarak ne ki zuhur ettiyse, kalpteki nurun keşfidir. İşte Hakk ehli bu nur ile görür.
Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin-i kâmil'in ferasetinden korkunuz. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah'ın nuru ile bakar." buyuruyorlar. (Tirmizi)
Bir Hadis-i şerif'te de Hakk ehlinin kalplerindeki nuru Zuhâl yıldızına benzetmişlerdir. Doğduğu zaman o yıldızın bir ok gibi ziyâsı nasıl karanlıkları delip geçiyorsa; Hakk ehli de böyledir. Kalb-i şerif'lerindeki ilâhi nur sayesinde keşifleri mümkün olur.
Allah öyle bir Allah'tır ki, bütün şekillerden münezzeh ve müstağnidir. O'nu baş gözü ile Miraç gecesinde yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gördü. Habib'ini kendi nurundan halketti, Cemâl-i bâkemâl'ini de ona gösterdi. O nur, Nur'u gördüğü içindir ki tâkat getirebildi.
Hazret-i Musa Aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk'a cemâlini göstermesi için tazarruda bulunmuştu. Hazret-i Allah da; "Sen beni katiyyen göremezsin. Dağa bir bak, eğer yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin." buyurdu.
Vakta ki dağa tecelli etti, dağ paramparça oldu, Musa Aleyhisselâm bu hâli görünce dayanamadı ve baygın olarak yere düştü. (A'râf: 143)
İnsanın, değil O'nu görmesi; O'nu anlatacak, O'nu tahayyül edecek marifeti dahi yoktur. Zira O Hâlik'tır, insan ise mahlûktur. Kendi hılkiyetimizde hiçbir dahlimiz yoktur. Evvelimiz bir damla kerih su, âkıbetimiz bir avuç toprak. Sen şimdi gel de bu ikisinin arasındakini al ve bu, "Benim!" de...
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanını açalım:
"Biz aşk kâfiriyiz, müslüman başka,
Ufacık karıncayız, Süleyman başka,
Bizden sarı yüz iste, ciğer parçası iste;
İpekli kumaş satan bezirgân başka."
Bu sözlerde öyle bir mânâ var ki, anlayabilmek için o hale bürünmek lâzım. Bu gibi zevât-ı kiram bazen öyle bir hale düşerler ki telin kablodan sıyrılışı gibi, benliklerinden sıyrılırlar ve öylece Hakk'a varırlar. Değil bir şeyi, kendilerini bile inkâr ederler.
Bunu sizin anlayabileceğiniz şekilde şöyle arz edelim:
Bir badem sıkıldığı zaman, yağı ile posası ayrılır. Şimdi o yağa; "Bu posa senin!" desen, "Hayır! Ben halis bir yağım, bu ise posadır, bir işe yaramaz." der.
İnsan da haddelerden süzülüp benliğinden sıyrıldığı zaman, değil başka bir şeyi, kendini bile inkâr etmek ister. Kendi vücuduna dahi o anda dönüp bakmak istemez. Çünkü posa, yağ çıktı posa kaldı.
İşte o inkâr mevzuatının asıl tecelliyat noktası buradan geliyor. Fakat bu, bilinecek ve anlaşılacak bir nokta değildir.
Diğer taraftan o kadar küçülmüşler ki, kendilerini karınca hâline indirmişler. Bu sözleri ayne'l-yâkîndir. O hale inmişlerdir de söylemişlerdir. İnmedikçe söylenmez.
"Biz aşk kâfiriyiz!" derken, ilâhî aşk ateşi ile varlığını yakıp yok ettiğini ifade ediyor. Artık kendisinde varlık diye bir şey kalmamıştır.
"Müslüman başka!" sözünde ise zâhir ehlinin ve ulemâsının mâsivâdan sıyrılmadıkça bu fenâ ve bekâ hallerine vâkıf olamayacaklarına işaret ediyor. Onlar vuslata ulaşmak için çok gerilerde kalmışlardır.
"Ufacık karıncayız!" sözünde ise güzel bir fenâ ve mahviyet örneği gösteriliyor. O anda karınca hâline inmişlerdir, sonra bu sözü söylemişlerdir. Her birinin tecelliyatı ayrı ayrıdır. Burada tevâzunun en aşağı hâli yaşanıyor. "Fenâ"nın mânâsı hiçten hiç olmaktır. Zaten insan gerçekte hiçten hiçtir. Bunu anlaması için vâsıl-ı ilâllah olması şarttır.
"Süleyman başka..." sözü ile "Onlar başka, onlar ayrı âlem, biz karıncayız, onlar büyük." demek istiyorlar. Büyüklük isteyenlerin olsun.
Sonra onlar daima riyâzet ve mahviyet hâlinde olduklarından, hâliyle yüzleri sarıdır, ciğerleri aşk ile kavrulmuştur.
Ne güzel söylemiş güzel zât...
Bizim yetişişimiz herkesi hoş, kendimizi boş biliriz. Ne bulduysak mahviyet ve hiçlikte bulduk. Varlıkta hiçbir şey bulmadık. Hakikat hiçlikte imiş, ihlâsta imiş, istikamette imiş, mahviyette imiş.
Varlık ile Var bulunmaz. Varlığı ifnâ etmedikçe Var husule gelmez. Ben mahviyetle Var'ı buldum. Varlık Var'ı bulmaya manidir, perdedir. Onun için hiçbir varlığı nefsime mâletmiyorum.
Varlığı ifna et ki Var'ı bulasın. Varlığından zerre kadar kalırsa Var'a manidir. Hiç olduğuna, üzerindeki varlığın Sahib'ine ait olduğuna kendisi inanırsa ve inandırmaya çalışırsa mahviyet üzeredir.
Allah-u Teâlâ var, O'nun azâmeti, şanı var. Başka büyük şan, azâmet yok. Yok olanda O tecelli ediyor.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz: "Bizi fazilet kapısından iki şeyle aldılar: Mahviyet ve niyaz." buyurdular.
Mahviyet nedir? Hiç olduğunu bilmek, azamet-i ilâhi'nin karşısında yok olmaktır. Var olan O'dur, başka varlık kabul etmez.
Niyaz nedir? Her şeyin O'nun olduğunu bilmek, her şeyi O'ndan istemek, O'na yalvarmak, muhtaçlığını hâlen izhar etmektir.
Mahviyet buradan doğuyor. Hiç olan bir şeyin varlık taslaması çok yersizdir.
Bunun içindir ki kardeşlerimizin bu noktalar üzerinde eğilmeleri için gayret ediyoruz. Herkes makam, rütbe üzerinde duruyor, biz fenâ üzerinde çok eğilmeye çalışıyoruz. Çünkü ne varsa orada var.
Arzumuz, bütün ihvanın Hazret-i Allah'ın kulu, Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ümmeti ve yolumuzun büyüklerinin evlâdı olarak yetişmelerine çalışmaktır. Başka hiçbir şeye bağlanmıyor, O'nun gayrısına bağlananları bir hayalet olarak kabul ediyoruz. En güzel şey ne? En parlak makam, en yüksek rütbe Efendilerimiz'in yürüdükleri yolda yürümek ve Fenâfillâh'a ermektir.
Bütün mevzuat şu iki noktadadır:
Bir; eğer maske olduğunu bilirsen O var, maskenin hükmü yok. Maske araya girerse Hakk'a perdedir ve nefis putu mevcuttur.
İki; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de böyledir. Onun olduğu yerde kişinin hükmü yoktur. Hükümsüz olan aradan çıkarsa o kalır. Özü budur. Bütün mevzuatı iki noktada topladık; Hakk'ta fâni olabilmek, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de fâni olabilmek ve varlık yaşatmamak.
Hakk'ta fâni olmak, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de fâni olmaktan çok daha kolaydır. Çünkü var olan O'dur. O'ndan başka varlık yoktur. Yaprak çürüdüğü zaman, mahvolduğu zaman, düştüğü yerde erir. Eğer bir insan, varlığını Hakk'ta fâni ederse O'ndan başkası kalmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de fenâ olmak ise daha zordur. Zorluk şuradadır ki; nereye düşeyim, nerede fenâ bulayım?
Çünkü o özdür, her şeyin özü ve çekirdeğidir.
Biz onu iki kelime ile arz ettik:
"Eğer okuyabilirsen kâinatın isminin Muhammed Aleyhisselâm olduğunu göreceksin."
Yolumuz mahviyet yoludur. Bu yolda ermek yok erimek var. Gayesi; makam, mevki, rütbe olanlar bu yolda tutunamazlar. Onlar bizden uzak, biz onlardan uzağız.
Fakire mahviyet çok sevdirilmiş. Mümkünse bunu Cenâb-ı Allah'tan çok isteyelim. Çok değersiz ve basit birer mahlûk olduğumuzu bize bildirmesi için niyaz edelim. Bu bir iniştir. Bu iniş ancak Cenâb-ı Hakk'ın indirmesi ile mümkün olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)
Buna rağmen insanoğlu bütün iyilikleri nefsine malediyor, Allah-u Teâlâ'yı unutuyor, "Ben, ben!.." diyor. Üstelik "Hayrihi ve şerrihi minellahi Teâlâ" diyerek, suçunu kapatmak için kötülükleri Allah'tan biliyor.
İnsanoğlu Allah-u Teâlâ'nın varlığını nefsine malediyor. Aynaya baktığı zaman kendisini görüyor. Hazret-i Allah'ı görmüyor. Hâlbuki Hazret-i Allah "İçinizdeyim." buyuruyor, sana sesleniyor. Sen aynaya bakıyorsun kendini görüyorsun, Onu görmüyorsun! Bir defacık Hazret-i Allah'ı aynada gördün mü?
Neden? Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"Ey Allah'ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri geri alma." buyurmadı mı? (Bezzâr)
Resulullah Aleyhisselâm böyle yalvarıyor, işte bu "Ben"likten kurtulmak için. Çünkü nefis fırsat bulduğu anda "Ben" der, hemen ilâhlık dâvâsı güder. Bu da gizli bir şirktir. Eğer insan bunun bastıra bastıra üzerine giderse, bu bir şirktir. O da olur bir müşrik. Bunu çok iyi bilelim. Allah'ımız bizi bunun şerrinden kurtarsın.
Şimdi size maskenin izahını yapacağız.
Mezardan çıkarılmış bir kafatasını bir kelleyi koysan şuraya, bir değeri var mı? Satılsa kaça alırsın? Kafatasında gözler var görmüyor, burun var koku almıyor, kulaklar var işitmiyor, ağız var konuşmuyor. Saçları da, kirpikleri de, kaşları da, bıyığı sakalı da yok.
Amma biraz evvel bu sendeydi, hayatta iken çok kıymetli idi. Bu kıymeti kendinde taşıyordun ve kendinde topluyordun.
Fakat kudretini çekti yok oldun. İçindeydi, varlığını çekti, verdiği nimetleri de bir bir aldı, bedenin çürüdü, kaldın bir kafatası.
Hani sendin? Maske olduğunu şimdi gördün! Daha sonra kafatası da çürüyecek, kül hâline gelecek.
Sadece O kaldı. Vücud O, mevcud O...
Her şey O değil, hiçbir şey de O'nsuz değil. Sen de bir maskesin, zerre de bir maske, kâinat da bir maske.
Her şey O'nunla kâim. Varlığını koyuyor görünüyorsun, alıyor yok oluyorsun. Demek ki hep O.
Amma sen hayatın boyunca hep "Ben!" dedin. Bir defacık O'nu göremedin, bilemedin, tanıyamadın.
O hep içinde sesleniyordu. "Ben sana senden yakınım" diyordu, hiç duymadın.
Marifetullah ehli bunu dünyada iken duydu, gördü ve bildi. Bir maske olduğunu bildirdi. Çünkü o, içindekini görüyordu, kendisinin kafatası olduğunu hem görüyordu hem biliyordu.
Marifetullah ehli "Allah" diyor, nefsine mal etmiyor. Marifetullah ehli öyle bir noktaya gider ki Hazret-i Allah'a iman eder, kendisini inkâr eder. İşte sır bu idi.
Hazret-i Allah'ın varlığı sende iken, benim zannediyordun. Varlığını çekince ölüyorsun, çürüyorsun, bir kuru kelle kaldın. O kellenin bir hükmü ve değeri var mı?
Bütün değerleri kendinde topluyordun. Oysa hep Rabbü'l-âlemîn'in idi.
O kelle de yarın çürüyüp kül olacak. Allah-u Teâlâ'nın varlığı bâki kalacak. Vardın, çürüdün, bir hiç oldun.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O'nun varlığından başka her şey helâk olucudur." (Kasas: 88)
Zaten O vardı, yine O kaldı.
"Fakirliğimle övünürüm." (Keşfü'l-Hafâ)
Hadis-i şerif'inin sırrının en son makamı budur. Kafatası da kül olduğu zaman bu hâl tecelli eder. "Bana ait hiçbir şey yok, her şey sahibimindir." diyen budur.
Onlar kafatası olduğunu görürler, kabirde çürüyeceğini de hâliyle görürler. Çürüdüğünü de görürler, kül hâline vâkıf olduğu zaman o külün ne hükmü var? En gizli sır budur.
Demek ki, birincisi kafatası hâline gelecek, onu gözü ile görecek, ikincisi bütün varlığı yok olacak.
Hâlbuki diğer insanlar kabirde çürüyecek, yok olacak, kül olduğunu anlayacak ki hiç olduğunu bilsin. O ise Allah-u Teâlâ ve Resulullah Aleyhisselâm bu merhalelerden onu geçiriyor. Ölmeden evvel bu merhaleyi biliyor, görüyor, bir kül olduğunu görüyor, bütün varlığın Allah-u Teâlâ'ya ait olduğunu biliyor. "El-fakru fahrî"nin sırrı budur.
Bunlar gerçekten hiç anlaşılmıyor. Bakıyorum birçok yakın müridler bile "Resulullah Aleyhisselâm fakirlerden mi bahsediyor!" diyorlar. Hâlbuki bu, marifetullah ehlinin en son makamıdır. Bundan ötede makam yok.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'te buyururlar ki:
"Allah var idi, Allah'tan başka bir şey mevcud değildi." (Buhârî)
Yine de öyle.
Bu yol mahviyetle kaimdir. Varlık, benlik peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Tutulmak ve kurtulmak için mahviyet şarttır.
Allah ehli tevazu ve mahviyete değer verir. Şeytan ehli kibir ve varlığa değer verir. Bu anahtar elinde oldukça herkesi ölçersin.
Mahviyet ve tevazu şartlardandır. Tevazu sahibi olmayanda hayır yoktur. Allah-u Teâlâ mütevazı, yok olmuş, hiç olmuş insanları sever.
İhvan daima mütevazı olmalı, yoluna bakmalı, aleme bakmamalı. Sana ihsan ettiği nimetin şükrünü eda et ve yoluna bak.
İnsan mânevi yolda taht-ı terbiye gördükçe varlığı yavaş yavaş alınır. Aşağıya iner iner ve hükümsüz kalır. "Hüküm O'dur, O'nundur" der.
Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi vardı; Allah rahmet eylesin, komşumuzdu, mütevazı, halim selim bir Hocaefendi idi.
25-30 yaşlarındayım. Bir gün öğlen vakti evden çıkarken karşılaştık. "Ben de sizi bekliyordum." dedi. "Buyurun Hocaefendi!". "Kitap okurken gözüme bir Hadis-i şerif ilişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: 'Cebrâil Aleyhisselâm'ı gördüm. Kâbe-i Muazzama'nın örtüsüne yapışmış paçavra şeklinde idi.' buyuruyorlar. İlmim, hilmim, aklım, fikrim, dimağım durdu, bir türlü içinden çıkamadım. Bunun mânâsını bilse bilse siz bilirsiniz diye düşündüm. Onun için bekliyordum." dedi. Kimbilir ne kadar beklemiş.
O anda 80-85 yaşlarında, böyle muhterem ve âlim bir zâtın, itimat edip bu hususu sormasıyla Allah-u Teâlâ şu bilgiyi ihsan buyurdu.
"Hocaefendi bu çok kolay" dedik. "Cebrâil Aleyhisselâm o anda münâcâtta idi. Azamet-i ilâhi karşısında o derece ifnâ olmuştu ki, kendisini bir paçavra haline koymuştu ve o şekilde niyaz ediyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fotoğrafını çekiverdi."
Hocaefendi bu cevaba pek memnun kaldı. "Hah buldum! Allah râzı olsun!" dedi ve gitti. Hâlbuki Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm'a öyle bir azamet vermişti ki, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine peygamberlik verildiği sırada ufku kaplayan altı yüz kanadını açmış olduğu halde aslî suretinde gördü. Bu ilk görüşünde çok korktu ve titreye titreye hane-i saâdetine geldi.
Allah-u Teâlâ ona bu azameti lütfettiği halde, o ise azamet-i ilâhi karşısında kendisini bir paçavra yerine koyarak münâcâtını öylece yapıyordu. Cebrâil Aleyhisselâm'ı paçavra olarak Kabe'nin duvarına yapıştırdıysa, bu fakiri de yerin paçavrası yapmıştır, yere yapışmışızdır. O'na öyle iltica ederiz.
Fakat size bunun ruhunu anlatmak için bu mevzuyu açıyorum. Bunun ruhu açılmış değil. Nedir? Azamet-i ilâhiye'nin karşısında Cebrâil Aleyhisselâm kendisini bir paçavra şekline koymuştu, paçavra şeklinde münâcâtta bulunuyordu. Peki şimdi bir sual sorsa, sen bunu nereden bildin. Asıl bunun ruhu burası!
Ben o zaman bunun tahsilini, mahviyet tahsilini görüyordum, o hâl ile halleniyordum. Ben yerin paçavrasıyım. Cebrâil Aleyhisselâm Kabe-i Muazzama'nın paçavrası idi. Ben o zaman yerin paçavrasıyım. Onun için gayet rahat cevap verdik. Çünkü o gün, o hiçlik tahsilini görüyordum.
Azamet-i ilâhiye karşısında ben zerre olarak secde ederim, adam olarak değil. Ama siz adam olarak secde ediyorsunuz değil mi? Ben zerre olarak secde ederim, beni bağışlamasını dilerim ve imanla göçmek için niyaz ederim. Benim O'nunla ilgim böyledir.
Gerçek manada secde nedir?
Gerçek manada secde; bir zerre olarak secde etmen, O'nun içeride olduğunu bilip O'nunla konuşman ve O'nunla O'na secde etmendir. İşte buna secde denir.
Bazen kendimi bir rozet gibi görürüm. Çünkü O'nun ihsanını, O'nun ikramını yani hep O'ndan olduğunu bildiğim ve gördüğüm için kendimi bir rozet gibi görüyorum. Ama siz bir iş yaptığınızı zannedersiniz de O'nun ve O'ndan olduğunu bilmezsiniz. Kaydığınız nokta burasıdır. Bazen kendimi bir balık pulu, bazen bir çomak gibi görürüm. Hülâsa O'nu gördükten sonra kendimi nasıl kaybedeceğimi, ne halden ne hale gireceğimi bilmem. Cebrâil Aleyhisselâm "Namus-u Ekber" olduğu halde azamet-i ilâhiye'nin karşısında kendisini bir paçavra haline getirdi. Siz neredesiniz şimdi? Boşluğumuz çok, Allah'ım doldursun.
Cebrâil Aleyhisselâm kendini paçavra haline koyup münâcât yaparsa yahu bizim ne yapmamız lâzım? Ne hale girmemiz lâzım? Nasıl yalvarmamız lâzım?
En çok sevdiğim şey yok ve hiç olmaktır. Yok olunca O oluyor, O olunca her şey oluyor. Fakir kurtuluşu burada buluyorum. Çünkü O'ndan başka bir var yok. Hiç olunca O var, O'nda her şey var. Kapı O'nun, yol O'nun, lütuf O'nun, ihsan O'nun, ikram O'nun. Aslında her şey O'nunla kâimdir. Burası "El-fakru fahrî" makâmıdır.
Allah-u Teâlâ kişiyi yok etmedikçe kendi varlığı husule gelmez. Çünkü kişinin varlığı Var'a mânidir. Yok edince, zaten O'ndan başkası yok. Gerçek budur. Fakat insan hep yaratılmışları gördüğü için onları büyük sanıyor, Hakk'ı küçük görüyor, bilemiyor, anlayamıyor. Yoksa O her şeye: "Ol!" diyor oluyor. O "Ol!"u görüyorsun amma, "Ol!" diye emir vereni; yani mükevvenâtı yaratanı ve idare edeni göremiyorsun. Oysa her şey O'nunla kâimdir.
Arz ettiğimiz gibi her şey fânidir, bâki olan O'dur.
"Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin veçhi (zâtı) bâki kalacaktır." (Rahman: 26-27)
Böyle olacak, bunu herkes görecek, amma iş işten geçecek. Gaye bu hakikati dünyada iken görmek. Bu ise fertlere âittir.
Fâni olduğun zaman zerre değil, dumanın bile olmayacak. O zaman tecelli eder. Hep O. Çünkü O var, O'ndan başka bir şey yok. Bu, ikram sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın kuluna en büyük lütuflarından birisidir. Niçin? Artık, zaten fenâ idi, O seni var olarak gösterdi. Bu varlığın içine yine seni fenâ etti. Bir mahlûka bu Zül-celal'in en büyük hediyesidir. Varlığından soyundun, O'nu tanıdın. Buna iman-ı kâmil denir.
O'ndan başka bir varlık olmadığı zaman, O var. İkinci bir şeye lüzum yok, O var.
Daha doğrusu Cenâb-ı Hakk onu bu hale erdiriyor zaten. Kendisinin ermesi mümkün değil, o hale erdiriyor, o da fenâ oluyor, fenâ olduğu zaman fenâlığını görüyor. Artık orada Hakk'tan gayrı hiçbir şey kalmıyor. Fakat bu da Allah-u Teâlâ'nın kuluna ikramı oluyor. Ona lütuf oluyor, ihsan oluyor.
Hadi sen al bakalım? Olmuyor. O verecek ki alacaksın.
Fakat insan bilmiyor, yani demek ki hepsi O.
Varlığını ifna et ki, Var'a kavuşasın. Varlığından zerre kadar kalırsa Var'a manidir, perdedir. Hiç olduğuna, üzerindeki varlığın Sahib'ine ait olduğuna kendisi inanırsa ve inandırmaya çalışırsa mahviyet üzeredir. Her varlık Hakk'a perdedir. Gerçekten hem Hakk'a ulaşmaya hem de görmeye manidir.
Bana soyadımı sorsalar, "Hiç!" derim; Var olan O'dur, varlık ile Var bulunmaz, varlığı ifnâ etmedikçe Var husule gelmez. Bizim yolumuzda ünvan yok. Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım.
Biz "El-fakru fahri"nin soyundan geliyoruz. Bizim iftiharımız bu. "Fakirliğimizle övünürüz." Onun soyundan gelmek başka, onun varisi olmak başka. Bu verasetten gelir, soydan gelmez. Soy ile övünülür fakat "El-fakru fahri"nin övülmesi olmaz. Çünkü; "Fakirliğimle övünürüm", hiçliğimle, hükümsüzlüğümle. Cenâb-ı Hakk bunu lütfetmiş, Hakk'tan gayrısını bırakmamış. Bu gizli bir ilimdir. Tabakalar vardır, bunda tabaka olmaz; yani perdeler vardır, bunun perdesi olmaz. Amma bunu sizin anlamanız da mümkün değil. İlâhi lütfun o perdelerini kaldırması ile mümkün olur. Tabi onlar dışarıda oldukları için ünvan arıyorlar. Bize ünvan Hakk'tan gelsin, halktan değil! En büyük ünvanımız, "Hiç!" Var olan yalnız O'dur. Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Bizim ünvanımız bu...
Rabb'im bizi böyle perdelemiş, bize en çok sevdirilen şey, hükümsüz ve değersiz oluşumdur. Hüküm O'nun olduğuna göre benim ismimin, cismimin ne lüzumu var. Benim cismim, resimden ibarettir. Resmin de hükmü olmadığına göre halkın karşısına O çıkıyor şimdi.
Gerçekten hepimiz Hazret-i Allah'ın sonsuz rahmet ve merhametine çok muhtacız. Cenâb-ı Hakk sizi bu kervana tekrar kattığından ötürü çok şükretmeniz lâzım. Bu şükür ihlâslı ibadetle kâimdir. İhlâslı olmazsa ibadetin de hükmü olmaz. İhlâsla beraber muhabbet de olacak, mahviyet de olacak. Allah'ımız kurtarmadıkça, bu şartları lütfetmedikçe hepimiz helâktayız. Bizi bize bırakmaması için çok niyaz etmeliyiz.
Şu hususu sık sık hatırlatıyoruz. Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz;
"Bizi fazilet kapısından iki şeyle aldılar; mahviyet ve niyaz..." buyururlar.
Bütün ihvanı bu nokta üzerinde toplamaya gayret ediyoruz. Çünkü Hazret-i Allah bize mahviyeti sevdirmiştir, niyazı sevdirmiştir. Sevdirdiğini sevdirmeye çalışıyoruz. Kim ki bunun haricine çıkmak istiyorsa bizim düsturumuzdan ayrılmıştır ve devrilmesi bu yüzdendir. Bu gibi kimseler nefislerine paye veriyorlar ve Hazret-i Allah'ın rızâsından çıkıyorlar.
Bir mahlûk nedir? Her şeyde "Ben!" derken, ruh çıkınca bir kütük haline geliyor. Şu halde her şeyin O'ndan geldiğini bilmek lâzım. Zerre kadar insan kendisine istinat ederse nefis putuna dayanmıştır. Varlığı ayağımızın altında çiğnememiz şart. O zaman Sahib'imizin kulu oluruz, her şeyin O'nun kuvvet ve kudreti ile husule geldiğini görürüz. Varlık bizi çiğnerse nefis putunun kulu ve kölesi oluruz.
"Niyaz" ise; dikkat buyurursanız bir dilenci bir şey isterken verilip verilmeyeceğini bilmediği halde bütün haliyle muhtaç olduğunu ihsas ettiriyor. Biz öyle bir dilenciyiz ki, bir an nefesimizi kesse hayatımıza mâlolur. Rızkımızı kesse yine öyle. Hastalık verse kalkamayacağız. O padişaha, O sultana o kadar muhtaç olduğumuz halde, bu muhtaçlığımızı niçin hâl ile olsun, kâl ile olsun izhar etmiyoruz?
Niyaz; muhtaç olduğunu bilmek. Ne ile? Hiçlikle, mahviyetle. Var'dan niyaz edeceksin. Var ile niyaz edeceksin. Mahviyet önde geliyor. Mahviyetsiz niyaz olmaz. Sen çık aradan kalsın Yaradan.
Hükümsüz ve değersiz olduğumu bildim ve beni orada tut deriz. Hazret-i Allah'a hiçlikle ve duâ ile yaklaşırız. Bu iki nokta ile benden bana yakın olana yaklaşmaya çalışırım.
Bir insan ihtiyacı olmadığı halde birisinden para isterken başka türlü ister, mübrem ihtiyacı olduğu zaman başka türlü ister. Şu halde biz hakikaten isyandayız ve cahiliz. Sahib'imize karşı bunu itiraf edelim. Bir dilencinin takındığı hâlin daha büyüğüne bürünelim. O ihsan ediyor diye bunu benimsemek mi lâzım? "Bunu O verdi!" hâli de hiç yaşamıyor bizde. Bunu ibraz edersek, O padişah bize acır ve bize merhamet eder, affeder. Bu hâli takındırmayan nefsimizdir. Hep "Ben!" diyor. O putu kırmadıkça selâmet bulamayız.
Mevzu nereden açıldı? İşte Cenâb-ı Allah sizi tekrar kervana kattığı için, çok şükretmelisiniz. Dileseydi helâk ederdi ve yalnız iki kişiye af çıkmıştı. "Üçüncü girerse biz yokuz!" dendi. Bunu o zaman ifşa etmiştik.
Biz emre tabiyiz, arzu ile katiyyen hareket etmeyiz. Bunu böyle bilip Hazret-i Allah'tan böylece korkmamız lâzım.
Bu gibi kimseler hiçbir zaman bizden af dilemesin. Çünkü sahib-i salâhiyet değiliz. Hazret-i Allah'a taâlluk eden işte biz müdahale edemeyiz. O dilediğini affeder, dilediğini atar. Bu yol O'nun yoludur. Aldığının çobanıyız, attığına el uzatmayız. Bu yol başka yollara benzemez, çok hassastır. Ahkâmdan ve Sünnet-i seniyye'den ayrılmamak şarttır.
•
İnsanın gayesi, Cenâb-ı Hakk'ın her emrini tutmak, nehyinden de içtinap etmek olmalıdır. Böyle yaparsak niyetimiz hâlis olur, bizde niyaz ve mahviyet hâli belirir. Allah'ımızın bu ihsanı husule geldiği zaman, insan yaptığının karşılığını beklemez. Evet mürittir, henüz Murad'a ermemiştir, daima yaptığının karşılığını görmek ister; amma güzel telkinlerle bunların da kıymetsiz olduğunu duyurmakta fayda vardır.
Hazret-i Allah'ın rızâsını kazanmak, niyaz ve mahviyet haline bürünmek en büyük sermayemiz olacak. O sermaye ile Hakk'a niyaz edeceğiz, o sermaye ile Hakk'ta fâni olacağız.
Yani gaye "Mürid"den, "Murad"a ermektir.
•
Bize mahviyet sevdirilmiş. Biz Var ile övünüyoruz. Biz hükümsüzüz, "O var!" diyoruz.
Kimse hiç olmak istemiyor, herkes varlık peşinde.
Bizim yolumuz mahviyet yolu, hiçlik yolu, varlık benlik yolu değil. Biz herkesi hoş kendimizi boş biliriz. Bu bize ihsan edilen ölçüdür. Hiç kimseye hor ve hâkir bakmayız. Hazret-i Allah'ın yaratığıdır, O ne güzel yaratıcıdır deriz, orada kalırız. Hiç kimsenin işinin içine girmeyiz. Kendi hududumuzun içinde döner dolaşırız.
Kendimizi boş bilmekten gaye, hiç kendimizi beğenmeyiz. Beğenecek neyimiz var? İlim varsa O'nun, edep varsa O'nun, irfan varsa O'nun... Hülâsa ne ki varsa hepsi sahibimizindir. Hepsi O'nun iken, biz şimdi kalkar da Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin ihsan ettiğini benim diye gösterecek olursak; evvelâ emanete hıyanetlik yapmış olacağız, sonra riyâkâr olmuş olacağız, bir de yalancı olacağız. Böylece Hazret-i Allah'ın gadabına maruz kalacağız. Her şeyin O'nun olduğunu bilmemiz icap ediyor. Bunu bilirsek nefsimizi tanımış, sahibimizi de bilmiş olacağız.
Biz Hazret-i Allah'ın birer mahlûkçuğuyuz. Bir mahlûk bütün ihsanların O'ndan olduğunu iyice bilip O'na şükrederse, bu ona bahşettiği nimetin garantisidir.
Fakat bu nimeti az veya çok benimsediğimiz zaman hem riyâkârlık, hem de emanete hıyanetlik yapmış oluruz. Ondan sonrası artık gider.
Şu halde mühim olan her şeyin O'nun olduğunu, insanın basit ve değersiz olduğunu nefsimize duyurmak, halka değil. "Ben değersizim!" demekle de bir varlık husule gelir. Madem ki değersizsin bana niçin bildiriyorsun? "Değersizim!" deyiş, bir nevi tevâzu taslamaktır. Hâlbuki insan değersiz olduğunu evvelâ kendi nefsine duyuracak. Halka isterse kibirlilik göstersin. Zira kibirli insana kibirlilik sadakadır. Vâkuriyet ehli onu izhar eder, fakat o hâle gelmeyen, bunu yapmaya kalkarsa dalâlete gider.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in şöyle bir duâları varmış. "Allah'ım! Beni bana küçük, başkalarına büyük göster."
Ne güzel duâ. Biz bu duâyı, Efendimiz'in bir taklidi olacağından korkarak yapmıyoruz. Fakat çok güzel bir duâ...
•
Fakir daima şunu der: "Rabb'im ne olur Zât'ını övücülerden kıl! Zât'ını öveyim ve Zât'ına şükredeyim. Beni şükredicilerden kıl da nankörlerden etme.
Çünkü ihsan senin, ikram senin, lütuf senin, her şey senin. Hep senin olduğunu bileyim, senden olduğunu göreyim ve yalnız sana şükredeyim."
Bunun için halk hayâlattan ibarettir. Halka bağlı olanlar için nihayet halk en son kabre kadar götürür. Ötesi boştur.
Fakat Hakk ile olan insan dünyada da Hazret-i Allah ile, kabirde O'nunla, mahşerde O'nunla, Cennet-i alâ'da O'nunla olur. Ne dünyadaki zevki arar, ne kabre gireceğinin üzüntüsü olur, ne manşerdeki hesaptan tasası olur, ne de Cennet-i alâ'nın safasını yaşar. Çünkü o zaten O'nunla oldukça ötesi bir perdedir. Dünyada öyle, kabirde öyle, mahşerde öyle, Cennet-i alâ'da öyle. Fakat insan buna eremiyor. Ermesi için bir şart var. Fenâfillâh'a ermek. Fenâfillâh'a ermek demek gerçek mânâda insan-ı kâmil olmak.
Kendi varlığının zerresini Allah-u Teâlâ mahvederse O kalır, O'nunla olan gayrısını zaten istemez, esas budur.