Muhterem Okuyucularımız;
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Hazret-i Allah'ın sevip seçtiği, öne sürdüğü çok büyük bir Zât-ı âli'dir.
Onun yolu ile onun vakfı ile oynamaya kalkan karşısında Hazret-i Allah'ı bulur. Bu işin şakası olmaz.
Bunun delili nedir?
Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî'sinde şöyle buyuruyor:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Niçin? Çok sevdiği için, üzerine titrediği için...
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri seneler önce bir ihvanın bazı fevri, yanlış işler yapması üzerine onun hakkında "Değil ihvana İslâm'a bile zarar verebilir." buyurmuş, vazifeden ve ihvanı arasından uzaklaştırmıştı.
Zât-ı âli'leri kendisinden sonra bu tür kimselerin yola zarar vermemesi için çok mühim tedbirler aldılar, ihvanına gerek kitaplarında gerek sohbetlerinde nasihat ve vasiyetlerde bulundular.
Buna rağmen bu gibi kimseler ve zarar verici hareketler görülebiliyor. Çünkü nefis var, şeytan var.
Yakın zamanda ortaya çıkan birkaç hadise üzerine Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu tür hadiselere binaen yapmış oldukları nasihatlerini, vasiyetlerini, almış oldukları tedbirler ve yaptıkları müdahalelerden birkaçını bir ikaz, bir hatırlatma olarak arz edeceğiz.
Allah'a yakınlık ve kemâl makamının zirvesine vasıl olmuş bu Zât-ı âli'nin ihvanına olan vasiyet ve nasihatleri aynı zamanda ümmet-i Muhammed'e de bir ölçü, bir irşaddır.
Binaenaleyh Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu âli yolu, ferdi hareketlerin, nefsani icraatların, boş konuşmaların yolu değildir.
"Disiplinsiz işler, başıboşluk bize göre değil. Yanlış işlerden çok üzülüyorum, hiçbir şeyi affetmiyorum, burası vakıf.
"Ben bu yolu temiz teslim aldım, temiz teslim edeceğim!" demişizdir.
Kimse kendi hatasına yolu alet etmesin. Yolu karıştırmaya hakkı yok. Ben bu âli yolu kirlettirmem. Bir kişi, beş kişi için yolu feda edemem."
Nefsine, şeytanına uyup bu gibi işlere girişenler bu mübareğin emanetine, vasiyetine zarar vermektedir, bir nevi ihanet etmiştir. Onun kurduğu, bir vasiyet olarak bıraktığı vakfa tâbi olmayan, kafasına göre, başına buyruk, istişaresiz hareket yapanlar büyük vebal altındadır.
Bir kimsenin kendi zan ve görüşüne bu Zât-ı âli'yi karıştırması büyük cehalettir, büyük cesarettir, büyük vebaldir. Büyük bir körlüktür.
Yaptığını doğru zanneden, bildiğini okuyan böylelerini nefis, şeytan alıyor, götürüyor, rezil ediyor.
Güya insanları irşad ediyorlar, ama nefsinin oyuncağı olduklarının farkında değiller. Vakfın hilâfına hareket ediyorlar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu gibilerin yola, vakfa zarar vermemesi için adeta her birinin başına bir işaret koymuş, çok kat'i düsturlar bırakmış, tedbirler almıştır. Her kitabının arkasında bulunan vasiyetlerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şahsiyet ve enâniyet güdenlerden çekinin. Zira onlar parçalayıcıdır, ileride bölücülük yapabilirler."
Bu Zât-ı âli'nin hayat-ı saadetlerinde olduğu gibi vefatlarından sonra da tasarrufları alenen devam ediyor. Hazret-i Allah bu gibi fesatçıları, hasetçileri darmadığın ediyor.
Nitekim dikkat ederseniz bunların hiçbirisi taraftar bulamaz ve kendi benlikleri içinde kaybolup giderler.
Bu Zât-ı âli'nin terbiyesini alanlar, onun ilminden nasiplenenler bu gibilere asla hoş nazarla bakmazlar.
Zât-ı âli'leri defaatle Allah yolu ile gayri yolların ayrımını beyan etmiş, eserlerinde bu mânevi yolun bozulmaması için ciddi nasihat, tembih ve vasiyetlerde bulunmuşlardır.
Bıraktıkları mânevi yol, düstur ve edebi aynen devam ediyor. Elhamdülillâh.
•
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Mürid üç kısımdır; kimisi hoştur, kimisi boştur. Kimisi ayıktır, kimisi sarhoştur. Kimisi velidir, kimisi delidir.
Siz bunlardan hangisisiniz? Bunu size soruyorum. Herkes kendisine aynada baksın, bilsin nerede olduğunu. Ancak o şekilde bilinir. Kimisi hakikat üzerindedir, bu hoşluk Allah'tan gelir. Hazret-i Allah'ın lütfu ile doldurduğu, Hazret-i Allah'a yöneldiği, daima O'nunla beraber olduğu kuldur. O hoştur. Hep güzel işlerde yer alır. Râbıtası Mevlâ'sıyla olduğu için, O'nun taht-ı tasarrufunda olduğu için hayatı da ona göre olur. Kimisi boştur, nasipsizdir. "Ben gidiyorum!" diyor, ama nereye gittiği belli değil. Ruhla mı gidiyor, şeytanla mı gidiyor, nefisle mi gidiyor; çözememiş! Kimisi ayıktır, sırat köprüsünün dünyada olduğunu hesap eder. Atacağı adıma, yiyeceği lokmaya, söyleyeceği söze dikkat eder. "Belki boşluğa düşerim. Ola ki benim bir hareketim hayat-ı ebedime mal olur." der. Kimisi sarhoştur, gidiyor. O günah ile dolmuştur. Varlık ile şişmiştir. "Dem bu dem!" diyor. Bu sarhoşluk içinde yürüyor. Kendine gelemiyor. Meğer ki Allah-u Teâlâ'nın bir lütfu olacak, ona hakiki bir arkadaş verecek, onu Rabb'isine çekecek, tövbe edecek, kurtaracak. Kimisi velidir, hıfz-u himayesine almıştır. Kimisi delidir, O'na karşı gelir." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
"Orduda disiplin ne ise, mânevi mektepte de edep odur. Bu yolda herkes kendi kafasına göre yol tutamaz. Serbest hareket edemez."
Nefsini terbiye edip tekâmül edemeyen, Allah ve Resul'ünün muradı ile nefis arzusu arasındaki farkı tefrik edemeyen, hakikat ile kendi zan ve görüşünün arasındaki uçurumu göremeyen bir kimse; "Ben bilirim" der, hiçbir şey bilmediğini bilmez. Kendi görüşünü de beğenirse artık yolunu ayırmış, dalâlet yoluna sapmış olur.
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın. (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" buyuruluyor. (Furkân: 43)
Yolunu değiştiren bir kimse artık yapıcı değil yıkıcı, birleştirici değil parçalayıcı, faydalı değil zarar vericidir. Çünkü "Ben" diyor, "Ben daha iyi bilirim" diyor.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri seneler önce bir ihvanın bazı fevri, yanlış işler yapması üzerine onun hakkında "Değil ihvana İslâm'a bile zarar verebilir." buyurmuş, vazifeden ve ihvanı arasından uzaklaştırmıştı.
Zât-ı âli'leri kendisinden sonra bu tür kimselerin yola zarar vermemesi için çok mühim tedbirler aldılar, ihvanına gerek kitaplarında gerek sohbetlerinde nasihat ve vasiyetlerde bulundular.
Buna rağmen bu gibi kimseler ve zarar verici hareketler görülebiliyor. Çünkü nefis var, şeytan var.
Yakın zamanda ortaya çıkan birkaç hadise üzerine Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu tür hadiselere binaen yapmış oldukları nasihatlerini, vasiyetlerini, almış oldukları tedbirler ve yaptıkları müdahalelerden birkaçını bir ikaz, bir hatırlatma olarak arz edeceğiz.
Allah'a yakınlık ve kemâl makamının zirvesine vasıl olmuş bu Zât-ı âli'nin ihvanına olan vasiyet ve nasihatleri aynı zamanda ümmet-i Muhammed'e de bir ölçü, bir irşaddır.
Çünkü Hazret-i Ali -radiyallahu anh- devrinde zuhur eden Haricilerin fitnesinden başlayarak bugüne kadar İslâm âlemi bu tür ferdi, ayrılıkçı, ikilik çıkartan zannî, yıkıcı hareketlerden çok zarar görmüştür.
Binaenaleyh Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu âli yolu, ferdi hareketlerin, nefsani icraatların, boş konuşmaların yolu değildir.
"Disiplinsiz işler, başıboşluk bize göre değil. Yanlış işlerden çok üzülüyorum, hiçbir şeyi affetmiyorum, burası vakıf.
"Ben bu yolu temiz teslim aldım, temiz teslim edeceğim!" demişizdir.
Kimse kendi hatasına yolu alet etmesin. Yolu karıştırmaya hakkı yok. Ben bu âli yolu kirlettirmem. Bir kişi, beş kişi için yolu feda edemem."
Nefsine, şeytanına uyup bu gibi işlere girişenler bu mübareğin emanetine, vasiyetine zarar vermektedir, bir nevi ihanet etmiştir. Onun kurduğu, bir vasiyet olarak bıraktığı vakfa tâbi olmayan, kafasına göre, başına buyruk, istişâresiz hareket yapanlar büyük vebal altındadır.
Bir kimsenin kendi zan ve görüşüne bu Zât-ı âli'yi karıştırması büyük cehalettir, büyük cesarettir, büyük vebaldir. Büyük bir körlüktür.
Yaptığını doğru zanneden, bildiğini okuyan böylelerini nefis, şeytan alıyor, götürüyor, rezil ediyor.
Güya insanları irşad ediyorlar, ama nefsinin oyuncağı olduklarının farkında değiller. Vakfın hilâfına hareket ediyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun!" buyuruyor. (Fâtır: 6)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde, nefsin de en büyük bir düşman olduğunu şöyle haber veriyorlar:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Bu düşmanlar bir yandan kişiyi yoldan çıkarmaya, Allah yolundan alıkoymaya çalışırlar, bir yandan da Allah yolunu parçalamaya çalışırlar.
"'Ben yaparım, ben ederim.' demek yanlıştır. Bunlar nefis putuna ait işlerdir, bu benlikler nefse aittir.
İnsan neyle düşer?
Meyve kurtla düşer, güzeldir, kurt girdi mi düşer. İnsanın kurdu da benliktir. Benlik girdi mi düşer.
"Ben yapıyorum!" O benlik helâk eder."
Bu gibi kimseler tâbi olmak yerine, istişâre etmek yerine kendi zannına göre hareket eder, nefsinin arzusuyla yürürler. Vakfın kararını, sözünü, beyanını kâle almazlar. Ferdi hareketleri ile, "Benim bildiğim doğru, benim yaptığım doğru" diyerek; bilerek-bilmeyerek bu âli yola, vakfa zarar veriyorlar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu gibilerin yola, vakfa zarar vermemesi için adeta her birinin başına bir işaret koymuş, çok kat'i düsturlar bırakmış, tedbirler almıştır. Her kitabının arkasında bulunan vasiyetlerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şahsiyet ve enâniyet güdenlerden çekinin. Zira onlar parçalayıcıdır, ileride bölücülük yapabilirler."
Bu Zât-ı âli'nin hayat-ı saadetlerinde olduğu gibi vefatlarından sonra da tasarrufları alenen devam ediyor. Hazret-i Allah bu gibi fesatçıları, hasetçileri darmadığın ediyor.
Nitekim dikkat ederseniz bunların hiçbirisi taraftar bulamaz ve kendi benlikleri içinde kaybolup giderler.
Bu Zât-ı âli'nin terbiyesini alanlar, onun ilminden nasiplenenler bu gibilere asla hoş nazarla bakmazlar.
Zira bir beyanlarında buyurdukları gibi:
"Notlar'ı okuyan ihvan, sizi bile okur."
Onun eserlerini okuyanlar; bu varlık, benlik peşinde gidenlere, kendine bir paye vermek isteyenlere, yersiz hareketlerde bulunanlara asla itibar etmez ve değer vermez. Bunların bu hareketlerinin hakikat karşısında hiçbir önemi yoktur.
Ve fakat bir kişi bile bunların iğvasına kapılsa, bu büyük Zât-ı âli'nin münevver yoluna bir toz bile konsa; bunu izale etmek için hakikatleri neşretmek ve hatırlatmak da bizim üzerimize bir vazifedir.
Binaenaleyh bugüne kadar Cenâb-ı Allah birliği zedeleyen hareketleri, nefsini ortaya koyarak ortaya çıkmak isteyenleri yürütmedi. Elhamdülillah. Hele bir tanesi o yolda yürüyordu ve fakat Allah-u Teâlâ darmadağın etti, rezil etti. Âdeta beynini parçaladı.
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Hazret-i Allah'ın sevip seçtiği, öne sürdüğü çok büyük bir Zât-ı âli'dir. Onun yolu ile onun vakfı ile oynamaya kalkan karşısında Hazret-i Allah'ı bulur. Bu işin şakası olmaz.
Bunun delili nedir?
Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî'sinde şöyle buyuruyor:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Niçin? Çok sevdiği için, üzerine titrediği için...
Nitekim bir vakit, yersiz hareketlerde bulunan bir kimseyi Zât-ı âli'leri şöyle ikâz etmişlerdi:
"Bunlar hep nefsimizin dalgalanmasından, buraya nefsin karışmasından ve bizi üzmenizden. Hâlbuki siz bizi üzdüğünüz zaman bilin ki Hazret-i Allah'ı incitiyorsunuz. Çünkü ben O'nun namına duruyorum. Bunun için buranın sahibi değilim. Onun için hiç kimse nefse mâletmesin, varlık göstermesin, içeriye bizi aldıklarına şükredelim. O'na teşekkür edelim. Ve bizi yolundan atmasın. İşte gidenlerin ebediyâtı gidiyor. Aklınızı başınıza alın. Biz varken bizim idaremiz çok lâtiftir, çok serttir, meydan vermeyiz. Ama bizden sonra biz yokken nefsinize bir paye vermeyin, helâkınıza vesile olur, ebediyatınız helâk olur. Kendinize gelin."
Hazret-i Allah'ın sevip seçtiği, öne sürdüğü bu büyük veli kulu bir emanet bırakmış; teslim olsana. Niye nefsini ortaya sürüyorsun?
Allah-u Teâlâ'nın azameti ve kudreti, Resulullah Aleyhisselâm'ın mânevi şahsiyeti, Efendi Hazretlerimiz'in mânevi nazarları karşısında acziyetini itiraf edip tâbi olman gerekirken nefis davasında bulunursan, İslâm'a ve ihvana zarar verirsen onların yüzüne nasıl bakarsın?
Binaenaleyh; Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin eserleriyle ortaya koyduğu irşadı, cihadı, tasarruf ve himmeti, maddî-manevî kesintisiz devam ediyor.
Nitekim eserleri tetkik edildiğinde görülür ki onun beyanları âdeta kendisinden sonra ayyuka çıkacak olan hadiseler, fitneler için yazılmış bir keramet gibidir. Bir yandan kendisinden sonraki harp ve harabiyat devrini haber verip tedbir alınmasını nasihat etmişler, diğer yandan bugün içinde bulunduğumuz maddi-manevî buhranların reçetesini, din ve vatanın selâmeti için yapılması gereken mücadele ve mücahedenin düstur ve esaslarını hazır bir program olarak ortaya koymuşlardır.
Onun bu mânevi irşadından nasipdar olmak, taht-ı terbiyesinin altına girmek isteyenler; bütün beyanlarını, bütün eserlerini kabul etmek, talim buyurduğu tasavvuf yoluna tâbi olmak, ruhun terbiyesi, nefsin tezkiyesi için çalışmak ve bu yola asla kendi nefislerini, varlık ve benliklerini karıştırmamakla mükelleftir.
Bu yol Hazret-i Allah ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ve Efendi Hazretlerimiz'in yoludur. Kimse kendi zannına bu Zât-ı âli'yi, yolunu ve eserlerini bulaştırmasın. Her kim bunu yaparsa bilinsin ki bu Zât-ı âli'nin kurduğu vakfın, miras bıraktığı temiz yolun, talebelerinin böyle fevri, yersiz, nefsanî söz ve hareketlerle hiçbir ilgisi yoktur. Bunu yapanlar aynı zamanda büyük vebal altındadır. Çünkü yaptıkları iş bu Zât-ı âli'nin bu büyük irşadına halel getirdiği için, insanların bu Zât-ı âli'yi yanlış-eksik tanımalarına sebep olduğu için asla ödeyemeyecekleri çok büyük bir hakka girmiş olurlar. Ve bu hareketleri ile bu Zât-ı âli'yi üzmüş, incitmiş olurlar. Onu üzen bilsin ki Allah-u Teâlâ'yı incitir. Çünkü Allah dostu demek, Allah ile yakın olmak, O'nun sevdiği demektir. Şakası yoktur, O'nun dostunu üzenin muhatabı bizzat O'dur.
Binaenaleyh Allah yolunu bulmuş, Allah yolunun rehberini bulmuş bir salikin çok korkması, çok sığınması lâzımdır. Hem bu parçalayıcılardan koruması için, hem de bu parçalayıcılardan olmamak için.
Zira kişi nefsine uyduğu an, fitneye düştüğü an, varlık-benlik yoluna saptığı an; yapıcı iken yıkıcılar tarafına kayar. Farkında bile olmaz. Çünkü nefsi gözünü kör eder, hiçbir sözü anlamaya yanaşmaz, "En doğrusu benim yaptığımdır" der.
"Bu gibi işler, şeytanın, nefsinin işidir. Davasını yürütmek için benliğini ortaya koyar.
Bu Allah yoludur, hiç tavizi yoktur."
Onun için çok uyanık, çok müdrik olmamız; nefsimize asla yol vermememiz, ona muhalefet etmemiz lâzımdır.
Bütün yanlış hareketler, bütün bölücülükler, bütün ayrılıklar buradan çıkar. Ahir zaman âlimlerinin, "Din önderiyim" diyerek ortaya çıkan din ve vatan bölücülerinin kaydığı nokta da burasıdır. Nefislerini öne sürmeleridir.
Allah yolunun rehberlerinin bıraktığı izi, kurduğu yolu büyük bir gayretle takip etmeye çalışmamız, varlığımızı, benliğimizi ortadan kaldırıp bu münevver yolda hizmetçi olmaya çalışmamız lâzım.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bir beyanlarında şöyle buyurmuşlardır:
"Yolun ne olduğunu, imanın ne olduğunu, Hazret-i Allah'ın ne olduğunu, Peygamber Aleyhimüsselâm'ın ne olduğunu ancak duyurduğu kimseler anlar. En kıymetli amel, en büyük şeref Allah yolunda hizmetçi olabilmektir."
O kadar büyük, o kadar kemalli bir Zât-ı âli idi, öyle büyük bir iz bıraktı ki; bıraktığı izde, bıraktığı yolda hiçbir makam, madde, menfaat yok! Ne var? Allah ve Resul'ü var. Yolun sahibi Hazret-i Allah ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Burada O'nun hükmü ve düsturu yürür.
Öyle bir Zât-ı âli idi ki; hep "Allah" dedi, daima Hazret-i Allah ve Resul'ünü sevdirmeye çalıştı. Allah ve Resul'ünün bıraktığı yolu kendi menfaatine çevirmeye çalışanlarla mücadele etti. "Buna iman kurtarma cihadı denir." buyurdu. Ümmet-i Muhammed'i Allah ve Resul'ünde birleştirmeye gayret etti. Eserler neşretti, dergiler çıkarttı. Hizmetin devamı için vakıf kurdu. Bunları emanet bıraktı. Bizlere bu mücadeleyi devam ettirmemizi nasihat ve vasiyet etti.
Bu âli yolda bu büyük mücadelede hizmetçi olmaktan büyük şeref, daha kıymetli bir amel var mı?
Ancak nefis öyle bir düşman ki, seni bu şereften mahrum etmek için, kendi varlığını, kendi benliğini, kendi putunu ortaya koymak ister. Ona uydun gittin.
"İnsanoğlu ilim, irfan, cihad peşine koşar. Onu kendisinin yaptığını zanneder. Ve bunları yaparken rahat nefsine mal eder; "Ben yapıyorum, ben ediyorum."
İşte o zaman bu büyük zavallılıktır. Hâlbuki Âyet-i kerime'de buyuruyor ki:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)
Şimdi biz ne yapıyoruz? İyiyi nefsimize malediyoruz. Kötüyü "Hayrihi ve şerrihi minellahu Teâlâ" diyoruz. İşte bu cehaletin ta kendisidir."
Bu Zât-ı âli'nin bu büyük emanetine bağlı kalmak varken nefsine uyanların durumu ne olur? O kadar kitabı var, o kadar ikazı var. Bütün terbiyesi mahviyet üzerine, varlıktan ve benlikten kurtulmak üzerine. O bize varlıktan, benlikten kurtulmadıkça Hakk'a ulaşılamayacağını öğretmiştir. Ve fakat tâbi olmayanlar, "Ben bilirim" diyenler; bölücülük, yıkıcılık yolundadır farkına varmaz.
Kimi "O ölmüştür" diye hareket eder, nefsiyle, zannıyla, vefasızca hareket eder; tek gayesi nefsinin hükmünü, zannını ortaya koymaktır. Nefis putunu eline almış gidiyor, farkında değil. Nefis onu alır götürür; kitabı beğenmez, âyet hadisleri yersiz bulmaya başlar. Çünkü ayna dönmüş, doğruyu eğri görmeye başlamış.
Hakiki mürid ise "O hayatta imiş gibi" edebiyle, itaatiyle, sadakatiyle, ihlas ve teslimiyetiyle hareket eder, iman kurtarma cihadının ön safında büyük gayretle hareket eder, nefsinin peşinden gitmez, o büyük Zât-ı âli'ye teslim ve tâbi olmuştur, ikilik çıkartmaz.
"Yol edep yoludur. Yerinde konuşma yoludur. Her şeye çok dikkat etmek gerekiyor..."
"Kitaplarımızı okuyan, bu mânevi terbiyeyi alan hiç kimse; "Ben âlimim!" demez. Bu yolda öyle bir terbiye veriliyor, öyle bir üslûp alınıyor, o edep öğretiliyor. Bu kitaplar Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı anlatır, hiçliği öğretir."
Bu edebe, bu düstura riayet etmeyenlerin nefsini, benliğini ortaya çıkarmak için yaptığı fevri hareketler; bunlar hep bölücülüktür, nefsin oyunu, şeytanın kandırmacasıdır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruyor. (Yusuf: 53)
Niçin? Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları taktığı zaman, kişi bilse de bilmese de çeker götürür.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." buyuruyor. (Şûrâ: 30)
Demek ki nefis yaptırıyor. Bu büyük bir enaniyettir.
"Kişi kendisinin Allah yolunda mücadele ettiğini zanneder, beşeriyeti irşada kalkar ve fakat kendi nefsi onu işgal etmiştir de bilmez.
Fakir der ki:
'Ey zâhid!... Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini bilmiyorsun. Evvelâ kendi içine dön. İçindeki düşmanını öğren. Evini ve odalarını işgaliyetten kurtar.'"
"Hakikat ehli" başka, "Hareket ehli" başkadır. Biri Hazret-i Allah ile hareket eder, diğeri nefsi ile.
Nitekim bir zamanlar yersiz hareketlerde bulunan, Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin üslubunda asla olmayan boş konuşmalar yapan birkaç kimseyi uzaklaştırmışlar ve haklarında şöyle buyurmuşlardı:
"Bizimle ilgileri yok. Birkaç ukalânın sözüdür. Biz çok evvel tembih etmiştik. Yapmayın vakfa zarar verirsiniz. Bu dediğimiz şahıslar konuşuyor, iş yapıyorum zannediyor. Vazife dışı yapıldılar. Yola, vakfa büyük darbe indirebilirler. Bunları yoldan çıkarın. Bunu cahil düşünmez.
Bu ukalâları yoldan çıkarın, cehâlet her kötülüğe meydan verir. Ulumasını bilmeyen köpek sürüye kurt getirir. Bunlar cehâletiyle övünen kimseler. Biz yaparız; ama neler yaptığını bilmiyor. Vakfa zarar gelmesin. Bu ukalâlara söyleyin, geri çekilin Vakfa zarar veriyorsunuz, ukalâlık yapmayın! Ukalâ ona bakmaz, iş yapıyorum zanneder o iş yapıyorum zannettiği iş böyle iş yapar. Geri çekilin!"
Başka bir mevzuda; bir beldede kitaplarındaki bazı mevzuları kitap haline getirerek dağıtmışlardı. Bu husus arz edildiğinde şu sözleri söylediler:
"Bundan sonra herkes yapmaya kalkar ve asıl kitapları bozar, kitapları asliyetinden çıkarır. Hiçbir kimse böyle bir taklit yapmasın. Bunun içine enaniyet girer, menfaat girer. O yapar, bu yapar derken kitaplar asliyetinden çıkarır. Burada has bir İlmullah değil, beşer katkısı var, işi bozar."
Daha sonra ikazlarına devam etmişlerdi:
"O kitap mevzuatını biz sizden sonra görüştük. Sakın be sakın kitap çıkarmayın. Kitapları aslından çıkarırsınız hurafe haline getirirsiniz. Bizden sonra oradan alır ya nam maksadıyla, ya menfaat maksadıyla kitap basar, kitaplar asliyetinden çıkar. Sakın bir daha yapma! Anladınız mı? Nam, makam, menfaat girer ve o kitapları asliyetinden çıkarırsınız. Dur orda!
Çünkü dikkat edin Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurdular ki:
"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir." (Fusûsu'l-Hikem, s. 62)
Şimdi sizin ilminiz ilmullah mıdır? Nasıl karışırsınız bir.
İkincisi;
"O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm'a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır." (Fusûsu'l-Hikem, s. 64)
Siz alıyor musunuz? O zaman niye karışıyorsunuz? Anladınız mı?
Bu kulağınıza küpe olsun! Hayır! Bu has ilmullah, bugün indirdi bunu. Kıyamete kadar bir daha bu ilim inmeyecek ve buyuruyorlar ki:
"Bu ilim Hâtem-i nebi ile Hâtemi-i veli'ye verildi. Başkasına, kimseye verilmedi."
Siz bu arada karıştığınız zaman, nefsiniz girer helâke vesile olur.
Onun için sakın kitaplara el uzatmayın!
Marifetiniz varsa yazın bakalım! Hadi küçük bir kitap yazın. O ilâhi bir lütuftur.
Oraya erişmeniz mümkün müdür?
Hazır kitapları buldunuz destek yapıyorsunuz.
"Bu ilim ilm-i billâh'ın âlâsı. Hazret-i Allah'ın ilminin âlâsı Peygamberlerin ve vekilinin sonuncusuna verilmiştir."
Siz buraya nasıl girebilirsiniz?
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Bu ilmi, Nebî ve Resûller'den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından görürler. Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan Hâtem-i veli'nin mişkâtından (kandilinden) görürler." buyuruyor. (Fusûsu'l-Hikem, s. 62)
Kulağınıza küpe olsun. Bir daha kitaplara el uzatmayın, helâkınıza vesile olur. O'nun ilmine karışmış olursunuz."
Ey kardeş!
Hayat-ı saadetlerindeki tutumları böyle.
Bizim bu düstura göre hareket etmemiz, onun kitaplarının talebesi olmamız lâzım gelmez mi?
Şöyle buyurmuşlardı:
"Hayatta iken bizi takip edin, vefatımızdan sonra kitapları takip edin. Kitapta her şeyi bulacaksınız. Zamanı gelince anlayacaksınız. Bu kitaplara sarılırsanız, Allah-u Teâlâ murad ederse dalâlete kaymaktan, fitne ve bölücülüğe düşmekten kurtarır. Kitapların kıymeti bilinmiyor. Hatta ihvanlar dahi kitabı okumaz. Yahu senin elinde hazine var, okusana!"
Diğer yollara bakın, paramparça oldular. Kimi parayı bölüşemedi, kimi postu bölüşemedi. Kendilerini rezil ettiler, İslâm'a da büyük zarar verdiler, Allah'ın münevver yolu tasavvuf yoluna da büyük hâlel getirdiler. Çünkü önder olarak ortaya çıkanlar değil Allah'a yakın olmak, nefislerini ortaya koydular, değil irşad etmek ifsad ettiler.
Bu sahte mutasavvıfların darmadığın olduğu, paramparça olduğu bir zamanda Evliyâullah Hazerâtı'nın "Hatem" buyurduğu bu büyük Zât-ı âli'nin kurduğu yolda benliği ile nefsi ile, zannı ile ortaya çıkanın hâli ne olur. Allah da bunları paramparça etmez mi? Nitekim dikkat ederseniz bu Zât-ı âli'nin kurduğu yolda, kurduğu vakıfta devam eden birlik ve beraberlik onun büyük bir himmetidir. Bizim için büyük bir nimettir. Bu nimetin devamı ise kitaplara sarılmak, onun kurduğu vakfa tabi olmakla mümkündür.
Fevri, nefsani hareket edenler, yersiz işler yapanlar, gizli iş çevirenler, bölücü, yıkıcı niyette olanlara yardım edenler bilmelidir ki, en büyük zararı kendilerine vermektedirler. Ne işin var senin nefsinle, benlik davası gütmekle! Tâbi olsana. Çıkar nefsini aradan, bu yolda hizmet etme şerefine talip ol. Bu şeref yetmez mi insana!
Kitaplarında geçen vasiyetlerinde;
"Her memleketin idarecisi vakfa bağlıdır. Direktifini vakıftan alır." buyurmuşlardır.
Efendi Hazretlerimiz ahirete irtihallerinden bugüne bölünüp parçalanmayan bir yol, bir vakıf bırakmışlardır. Bu da onun mânevi tasarruflarının, duâlarının bereketi, hak yolunun alâmetidir. Hâtmü'l-Evliyâ Hazretleri'nin yolu, düsturu, hizmeti, irşadı, cihadı yine aynı şekilde bu yol ve bu vakıf üzerinden devam ediyor Elhamdülillâh...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, o gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiştir." (Ahzâb: 71)
İşte kurtuluş kapısı! Size Allah-u Teâlâ rahmet ve merhamet ediyor, kurtuluş kapısını gösteriyor ve sizi dâvet ediyor. İlâhî lütuf rahmetine mi koşacaksınız, yoksa O'na karşı gelip cehennem azabına mı?
Herkes imtihandadır. Muhakkak ki yaptıklarınızı size bir bir soracak.
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." (Enfâl: 1)
Çünkü Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve gereğidir.
Resulullah Aleyhisselâm'ın her emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır. Bu ise ilâhî bir hükümdür.
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." buyuruyor. (Nisâ: 64)
Peygamberler, verdikleri emirleri Allah-u Teâlâ'dan alarak verirler. Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ'nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ'ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Kur'an-ı kerim O'nun uyulmasını emrettiği, itaat edilmesini şart koştuğu hak kitaptır.
Nihayet, Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Âyet-i kerime'de:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!" buyuruluyor. (Haşr: 7)
Bu emr-i ilâhiyi bizzat Allah-u Teâlâ buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Bu emr-i ilâhiyi inkâr eden, Allah-u Teâlâ'yı inkâr etmiştir. O'nu ve O'nun emrini inkâr eden de zaten dinden çıkmıştır.
Ona yapılan her türlü itiraz, bu Âyet-i kerime mucibince inkâr ve küfürdür.
Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretti. Ona yapılan itaati kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saydı. İsmini ismiyle birlikte zikretti:
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ: 80)
Bu açık bir gerçektir, itirazı mümkün değildir.
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar!" (Nisâ: 69)
Allah-u Teâlâ o mümini Cennet-i alâ'da şerefli evinde oturtur, sevdiği ve seçtiği mümtaz peygamberlerine, rütbece onlardan sonra gelen sıddıklara, şehitlere ve sâlih kullarına komşu yapar. Kim bunlardan daha iyi arkadaş olabilir? Burada az arkadaş, orada çok arkadaş!
Ve fakat Hazret-i Allah'a, Resulullah'a itaat etmeyen, karşı koyanlar şeytanın yolunda, cehennemdedirler.
"Onlar bilmezler ki, kim Allah ve Resul'üne karşı koyarsa, onun için içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır.
Bu ise büyük bir rezilliktir." (Tevbe: 63)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Nisâ Sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin." (Nisâ: 59)
Bu Âyet-i kerime'de Hazret-i Allah'a itaat, Resul'ü Hâtemü'n-nebi'ye itaat, Ulü'l-emre Hâtem-i veli'ye itaat emredilmiştir.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri bu Âyet-i kerime'yi tefsir ederken "Ulül emr"in Hâtem-i veli olduğunu beyan etmiş;
"Onlar, kendilerine itaat etmeleri halka vâcip kılınan emir sahipleridir." buyurmuştur.
İşte bu vacip kılınmasının sebebi bizzat kendi göndermiş, bu vazifeyi O tayin etmiş, ona bu lütfu O vermiş. O gönderdiği, O'nun vazifesiyle vazifeli olduğu ve bizzat O'nun halifesi olması hasebiyle tabi olmak, teslim olmak, tasdik etmek vacip kılınmıştır.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hakikati açıkça ibraz ederek, "İlmü'l-Evliyâ" kitabında Hâtemü'l-evliyâ'ya itaatin Resulullah Aleyhisselâm'a itaatten farksız olduğunu şöyle beyan etmiştir:
"Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
'Allah'a itaat edin, Resul'üne itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine de!' (Nisâ: 59)
Allah Azze ve Celle'nin kendisine itaati, üstünlüğü nedeniyle Resûl'üne itaatin içinde kılması da bundandır.
Allah Tebâreke ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
'Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur.' (Nisâ: 80)
İşte bu, bu ümmete, O'nun diğerlerinden mükerrem kılındığını bildirmek içindir. Onun derecesi diğer Resul'lerin derecesinden daha yüksektir. Zira bu, O'nun bütün herkese 'Hatmü'n-nübüvve' ile gönderdiği kuludur. Ona hem nübüvvet vermiş, hem de onu kendisiyle hatmetmiştir. Nefsi, hevâsı ve hevâsının kendisine yol bulabilecek bir gölgesi yoktur.
İşte Allah onu da ona yükseltmiş; kendisine bir keramet vererek, onun ümmetinin içindeki halifelerden kılmıştır. Dolayısıyla onları da hevânın gölgesinden ve nefislerinin kendisini hatıra getirmesiyle ilgili alâkalardan tefrik etmiştir.
O, onu diğer Resul'lerden üstün yaparak, kendisine itaati Resul'e itaatin içinde kıldı. Diğer veliler üzerindeki üstünlükleri nedeniyle, bu halifelere itaati ümmete vâcip kılması da tıpkı bunun gibidir.
Onlar has veliler ve Allah'ın yeryüzündeki erleri olan öyle kimselerdir ki, peygamberler ve şehidler kıyamet gününde onların yerlerine ve Allah-u Teâlâ'ya olan yakınlıklarına gıpta edeceklerdir. Allah bilendir." ("Kitâbu İlmü'l-Evliyâ"; Haraççıoğlu, no: 806, vr. 45b-46a)
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat, Allah-u Teâlâ'ya itaat olduğu gibi, ona biat da Allah-u Teâlâ'ya biat demektir.
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib" kitabında Hâtem-i veli'nin elini kabul etmekle emrolunmasının mânâ ve hikmetini şöyle açıklıyor:
"Hakk Teâlâ en büyük imamı vârettiği vakit, evvelkilerin de tâbi olduğu kimse olur.
Nitekim şöyle buyurmuştur:
'Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların eli üzerindedir.' (Fetih: 10)
Bu makâma büyük seçkin Peygamber'den sonra, Hatmü'l-evliyâ'dan başkası erişemez." ("Ankâ-i Muğrib fî Marifeti Hatmü'l-Evliyâ", Şehid Ali Paşa: 1287, 46b yaprağı.)
Görüldüğü üzere Hazret, biat Âyet-i kerime'sini ileri sürüyor. Bu Âyet-i kerime ilâhi bir emir ve hükümdür. Bu hükme riâyet edenler Allah-u Teâlâ'nın emrine riâyet etmiş olur. Fakat bu emr-i ilâhiye uymayanlar, İblis'in karşı geldiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın emrine karşı gelmiş olur ve bu gibi kimselerin kurtulmaları da o nispette zordur.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli hakkında Kur'an-ı kerim'de Âl-i İmrân Sûre-i şerif'inde geçen Âyet-i kerime'de Hazret-i Allah'ın; "Onu tasdik etmenin halka vâcip olduğu"nu buyurduğunu ifşa etmişlerdir.
Allah tarafından gönderildiği, Kur'an ve Sünnet ahkâmına dâvet ettiği için onu tasdik etmek halka vâciptir; ona itaat etmeyip muhâlefete kalkışanların ise er-geç hüsrâna uğramaları mukadderdir.
Üsküdârî Hâşim Baba -kuddise sırruh- Hazretleri de bu hususta:
"Nübüvvet'in bâtını olan "Velâyet-i kübrâ'yı; yani en büyük velâyeti dahi delilsiz ve tevilsiz, hakikata tâlip olanlara tasdîk ve ikrâr vâciptir." buyurmuştur. ("Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi", Süleymâniye Ktp. Reşid Efendi, no: 784, vr. 90b-91b)
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Ankâ-i Muğrib" kitabının girişinde yazdığı şiirinde;
"Tirmizî de onun Hatm'ine işâret etmişti
Görmese bile kalben onu tasdîk etmişti." buyuruyor.
Yâfiî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Ravdü'r-riyâhîn" isimli eserinde buyurur ki:
"Birtakımları da zamanında yaşayan evliyâyı tasdik eder, amma esas kaynak olan tek zâtı tasdik etmez. Böylesi ilâhi yardımlardan mahrumdur. O kaynak zâta teslim olmayan, ebedî hiç kimseden mânevî yardım göremez. Çünkü her şey ona bağlıdır." (İmâm-ı Şârânî, "Tabakâtü'l-kübrâ" c. 1, s.46)
Evliyâullah Hazerâtı böyle buyuruyor. Bu bir iman meselesidir.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri, tabi olup iman etmeye teşvik ediyor. Buyurur ki:
"Mustafa geldi yine cümleniz iman ediniz!" (Fusûsu'l-Hikem Şerhi, c. 1, s. 215'den naklen)
Demek ki Mustafa'yı yine gönderdi. Gönderen kim? O. Başkası için bu söz söylenilmemiştir. İşte bu bir intikal sırrıdır. Her şeyiyle o geldi.
"Resul'üm! Onlara söyle: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i imrân: 31)
Aranan gönülden teslimiyet, bağlılıktır. Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hoşnutluğunu kazanmak, sevgisine mazhar olmak, yolunda bulunmak ancak böyle mümkündür.
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, onun elini kabul etmekle emrolunmasının mânâ ve hikmetini ise şöyle açıklıyor:
"Hakk Teâlâ en büyük imamı varettiği vakit, evvelkilerin de tâbi olduğu kimse olur." ("Anka-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ", Şehid Ali Paşa, no: 1287, vr. 46b)
Bunun da hikmeti; gerek Hatem-i enbiyâ ve gerekse Hâtem-i evliyâ, Âdem Aleyhisselâm halkedilmezden evvel halkedilmişlerdir. Onların nurunu o zaman koymuş, Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi etmekle de yaklaştırmıştır.
"Evvelkilerin de tâbi olduğu kimse" olması, mâlumunuz olduğu üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de evvelkilerin tâbi olduğu kimseydi.
Bütün imamları bir imama bağlaması ile ona biat edilmesini emretmiştir. Onun hikmetini O bilir.
Zira, Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir ifşaatında:
"Hiç şüphe yok ki, o herkesin kendisine muhtaç olduğu bir Seyyid'dir." buyuruyor.
Emânet-i ilâhi onda olduğu için, O koyduğu için...
Şeyhü'l-Ekber Hazretleri yine Hâtem-i veli'nin Ehl-i beyt'ten olacağını şöyle haber vermişlerdir:
"İşte bu, sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdi değildir. Bu, ancak kendi Ehl-i beyt'inden olacak birisidir." (Fütûhât-ı Mekkiyye)
Bunlar hep murâd-ı ilâhidir. Hüküm O'nundur.
Bu yol Hazret-i Allah ve Resulullah'a ait bir yoldur. Yeter ki ihlâs ile yürüyelim. Sıdk ile, ihlâs ile, teslimiyet ve muhabbet ile yol alınır.
Sadakat bu yolda çok mühimdir. Teslimiyeti, bağlılığı, sadakati ve nasibi nispetinde hiç farkına varmadan mahviyetle yürütülür. İhlâsı olmayanda sadakat olmaz, samimiyet olmaz.
Bu yolun salikleri, düşenlerin halini müşahede ederek düşmemeye çalışmışlardır.
Ve fakat insan, kendini kendisi düşürür. Kalbini bozan, nefsine uyan kayar gider.
Bazen çok büyük hatalar affedilir, fakat bazı hatalar ki, içten bile geçse insanın ebedi hayatını mahveder.
Yaptığımız her iş Allah içindir, onun için çok dikkat edin. İtimat edin kardeşlerin ufak tefek şuursuzluğunu görünce eyvah, yazık diyorum. Bu ne? Yol... Yola uy be kardeşim! Havaya uyacağına yola uy be kardeşim!
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri, kalbi bozuk olanların bu zâta teveccüh etseler dahi hiçbir şey alamayacaklarını, hatta bu gibi kimselere gelen feyizlerin kendileri için daha zararlı bir hâle dönüşeceğini beyan buyurmuştur:
"Kutb-u irşad ile bütün insanlara iman ve hidâyet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük haline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir." ("Meârif-i Ledüniyye"; 35. Mârifet)
Durum bu kadar ciddidir. Kalb-i selim olanlar kurtuldu, kalbini bozanlar helâk oldu.
Ben kimsenin işine hiç karışmam. Karışmadığımın da sebebi herkes asaletinin icabatını, yediği lokmanın icraatını yapacak. Ben onu önleyemem ki! O zaman ne yapmam lâzım. Ben senin işine karışmayayım, sen de benim işime karışma!
Çok nazik bir şey. Burası çok ince bir yol, çok dakik bir yol.
İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Onun iradesi kendi elinde değildir." (260. Mektup)
Onu Hakk idare ediyor. Halk idare edemez.
Binaenaleyh; yol inceliğine göre incelmemiz lâzım. Burası Allah kapısı. Bitti. Allah kapısında nasıl hürmet gerekir? Nasıl hizmet gerekir? Burası bildiğiniz gibi değil.
Allah'a ve Resul'üne itaat ve teslimiyeti bırakmayın, istikametinizi bozmayın, hidayet yoluna muhalif olacak iş ve icraatlardan uzak durun.
Bu yol Allah'a ve Resulullah'a aittir. İhanet eden Hazret-i Allah'a, Resulullah'a hâinlik ettiğini bilsin. Bazı kimseler yolu çok basit zanneder. Amma basit değil, yolun sahibi var. O yüzden insan küçücük bir sallantıda inanın ki gider. Bu yol mazeret kabul etmez. Herkes edebini bilsin. Bilmediğiniz birçok kimseler var, itimat edin bazen parmağımı dahi oynatmaya çekiniyorum. Kıpırdamaya bile utanıyorum. Şeytanlığın lüzumu yok. Burada şeytanlık gerekmez. Burası bildiğiniz gibi bir meclis değildir. Burada herkes edebini bilmek, o edeple yürümek zorundadır. Mânevi ibreyi takip ediyoruz. Mânevi ibre sallandı mı senin hükmün yok.
Yolun kıymetini bilin. İhlâs, sadâkat, mahviyetle yol alın. Ahkâm-ı ilâhî içerisinde istikamet üzere yürüyün.
•
Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar ömür verdiğini O bilir. Bu ömür içindeki beraberlik de bir devlet, ayrıldıktan sonra bu beraberliği sürdürmek de bir devlet. Çünkü dikkat ederseniz Bediüzzaman Hazretleri öyle işaret ediyor:
"Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevi ordusu, yalnız ihlâs ve sadâkat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." ("Emirdağ Lâhikası", sh. 259)
O kıymeti, o ihlâsı, o sadâkati, o uhuvveti kim ki muhafaza ederse ve muhafaza kabının içinde ölürse ahirette bizimle beraberdir. Bunu unutmayın. O ihlâs, o sadakât, o uhuvvet, o tasarruf içinde, bu dairenin içinde bulunanlardan kim ki ölürse ahirette beraber olduğumu bilin! Allah-u âlem şart bu. O zaman o hayat devam eder.
"Kişi sevdiği ile haşrolunur." (Keşfü'l-Hafâ)
Hadis-i şerif'inin tecelliyatına mazhar olur. Çünkü aranan, ihlâs, samimiyet ve mahviyet. Bu üç nokta birleştiği zaman Allah-u Teâlâ bana ruhsat verirse samimi selâm verenden dahi geçmem. Fakat ihlâstan ayrılmış, sadakâtten düşmüş, uhuvveti bozmuş artık ben bir şey diyemem!
Yol Allah'ındır, dilediğine verir. Bölücülükten, tefrikadan çok çekinin. Birçok insanların böyle helâk olduğunu gördüm ve görüyorum. Bölücülükten çok çekindiğimizden böyle hadiselere meydan vermemek için tedbir mahiyetinde bunları söylüyoruz.
Ömür gidiyor, hayat bitiyor, kendimize gelelim. Rızâ yolunda bölücülüğü atalım. Yani o pisliği atalım nur gelsin. Bu yol Allah yoludur, bölücülük yolu değil. Bölücülüğü Hazret-i Allah'ın sevmediğine dair kaç Âyet-i kerime var. Onun için bölücüleri Cenâb-ı Hakk'ın sevmediğini ben size açıklıyorum.
Âyet-i kerime'yi okuyun.
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur." (En'âm: 159)
"Hiçbir ilgin yok."
Benim ilgim yok, senin de olmasın diyor. Allah-u Teâlâ kulluğa kabul etmiyor.
"Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'âm: 159)
Buna mümasil birçok Âyet-i kerime var ve bana zaten bir Âyet-i kerime yeter.
Bunu resmen ilân edin. Bölücülük yapanlar bizden değildir. Kabul etmiyoruz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ayrılık yapan bizden değildir." (Münâvi)
Hadis-i şerif'iyle de ümmetliğe kabul etmiyor.
Dinde bölücülük yapmanın ve fitne çıkartmanın cezası çok ağırdır.
"İçlerinde öylesi de var ki 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme!' der. İyi bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri kuşatacaktır." (Tevbe: 49)
İşte Allah-u Teâlâ'nın hükmü!
Güya kendileri doğru yol üzerinde bulunuyorlarmış gibi, üzerlerine gitmekle fitne olacağını kabul ediyorlar. Oysa fitnelerini yürütmek istiyorlar, bunu da bu sözle kapatmaya çalışıyorlar. Onların kuru zannı hiçbir şey ifade etmez. Allah her şeyi en iyi bilendir.
Bakınız Allah-u Teâlâ onların durumunu nasıl ortaya koyuyor?
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler." (Bakara: 9)
•
Hadis-i şerif'lerde haber verildiği üzere afatlarda imanla göçen ebedi saadete nâil olur.
Suda boğulan, toprak altında kalan, vahşi hayvan altında parçalanan veya zulmen öldürülen; bunlar şehadete götürür.
En kötü şey nedir biliyor musunuz?
Kötü bir arkadaşla arkadaş olup senin imanını götürürse bu daha kötüdür. Bu dünya hayatı sona erer, imanla giderse şehit olur. Fakat diğeri senin imanını öldürür, ebedi hayatını da öldürür. O daha kötüdür. İşte bölücülük, fasıklık budur.
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın." (Âl-i İmrân: 105)
•
Onun o hali bana, yola zarar verir. O farkında değil. O istiyor ki hiçbir yere boyun bükmeyeyim, bir yere tâbi olmayayım, başlı başına ben amir olayım. Onun hâlâtı, yaratılışı, huyu bu. Ama bu bir nevi parçalanmaya gidiyor.
•
"Önderlik liderlik gayesi güdüp de kendisini beğenenleri Allah-u Teâlâ hiç beğenmez. Makam ve rütbeye sarkanlar, liderlik ve önderliği ön tutanlar, acaba huzur-u ilâhiye nasıl ve ne ile çıkacaklar?
Çünkü bunlar hep kendini beğenmekten ileri gelir. Kendini beğeneni Allah-u Teâlâ beğenmez. Bugün bu hastalık çok sârîdir. Dikkat edin herkesin nefsinde bu yaşıyor. Avamdan tut, müridandan tut herkes böyle. Avam der ki: "İnsan kendisini beğenmezse çatlar!" Müridan ise kendisini mürid kabul ederek başkasını küçük görür. Hâlbuki Allah-u Teâlâ bunları katiyetle beğenmiyor.
İşte terakkiyat bunun için lâzım. Amma kim terakki eder? Hafif olan terakki eder, ağır olan terakki edemez. Demir uçmaz, amma tüy uçar. Kendini beğenende varlık olduğu için katiyyen terakki edemez. Bu temsili unutmayın. O beğenmeler lâf! O beğenmelerin Allah-u Teâlâ'ya yaklaşmamaktan başka hiç faydası olmaz. Bütün beğenmeler Allah-u Teâlâ'ya karşı perdedir. O kendisini beğenir, Allah-u Teâlâ da onu beğenmez."
Allah ehli tevâzu ve mahviyete değer verir.
Şeytan ehli kibir ve varlığa değer verir.
Bizim yolumuzda mahviyetle yürünür. Biz herkesi hoş kendimizi boş buluruz.
Fakir tevâzu kanatlarını yerlere kadar serer. Ne mutlu o insanlara ki altına girer. Ne bahtsız insan ki üstüne çıkar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"İyi bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." buyuruyor. (Nur: 64)
Madem ki her şey Hakk'ın biz de Hakk'ın birer mahlûkçuğuyuz, o halde nefsimize pâye, efendilik vermememiz lâzım. Bunu hiçbir zaman kaybetmeyelim.
"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, daha büyük günaha düşeceğinizden korkardım. O da kişinin kendini beğenmesidir."
"İnsanda hiçbir günah olmasa, kendisini beğenmesi onun helâk olması için kâfidir." buyuruyor Cenâb-ı Fâhr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
Zaten biz basit ve değersiziz. Her şey Hakk'ındır. Hakk'ın malına sahip çıkmayalım.
Büyüklüğe gelince. O dilediğini büyültür, dilediğini küçültür.
Büyülttüğü kimseler kendisini küçük görür, büyültmediği kimseler ise kendisini büyük olarak görür.
Hazret-i Allah'ın kulu ve kölesi olduğumuzu söylüyoruz. Şu halde bunun sözde kalmaması lâzım. İcraatlarımızla bilfiil bunu göstermek zorundayız. Tek kelime ile kendimizi beğenmemeliyiz. İnsanın kendisini beğenmesi nesine gerek.
Nefis kendini beğenmekten çok hoşlandığı için, bu arzusunu her zaman gemlemek imkânsız gibidir. Ancak Cenâb-ı Hakk'a sığınırsak bu hali bizden giderir.
Kendimizi hep ayarlayalım. Nefsimizin kendisine bir pâye verip vermediğini daima kontrol altında bulunduralım. Bu terazide kendimizi hep tartalım.
Kardeşlerden ricamız, hiç olduğumuzu anlamaya çalışalım, daima tevâzu içinde bulunalım, herkesi hoş bulmayı kendimize prensip edinelim.
Yol çok ince ve kaygan, hem de çok kaygan. Şeytanın tuzak kurduğu dağa ulaşmak, orada tutunmak çok zor. Kimi tutar, muhafaza ederse... Allah'ım korusun!
Tekâmüliyet; mahviyet, ihlâs, istikametle mümkündür. Benlik insanı helâk eder. Muhabbet Yaratan'a bağlanacak.
Bu samimiyet de Hakk'tan gelecek. Yalnız kulun yapacağı; niyeti halis olacak, amel-i sâlih olacak, helâl lokma yiyecek, mahviyeti tercih edecek.
En kalın perdelerden bir tanesi kendi varlığındır. Varlık ile Var'ı bulmak mümkün değil, ama şimdi herkes varlık içinde yüzüyor.
"Allah'ım! Hükümsüz ve değersiz olduğumu bileyim. Beni orada tut!" diyorum. Sır bunun altında.
Ama siz oluyorsunuz bey, paşa! Olmuyorsunuz paçavra. Onun için sırlar açılmıyor. "Oldum!" demekle olunmuyor ki! O verecek...
İhvanların içinde bile Var'ı arayan zaten yok. Gönül ister ki bunları okuyasınız, idrak edesiniz. Sıfat-ı hayvaniyeden kurtulup insan olarak gidelim. İnsan olarak haşr-ü cem olalım. Size bu şaka geliyor ama kabirde sıfatını göreceksin, yaptığın işlerin filmini seyredeceksin.
Hep şunu deriz: Boynun bükük olsun, gözün yaşlı olsun, gönlün Hakk'ta olsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" (Tirmizî)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için suretâ insandırlar, icraatları hep hayvanidir.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, "Benim!" der. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne karşı gelir.
Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman, o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış olur.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar. Onun için insanın çok tekâmül etmesi lâzım ki insan olabilsin.
Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur, lâfla değil!..
Bizim yolumuz fenâ yolu, mahviyet yolu. Bir insanın tekâmül edebilmesi için "Fân" Âyet-i kerime'sine mazhar olması lâzım.
"Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacaktır.
Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin veçhi (zâtı) bâki kalacaktır." (Rahmân: 26-27)
Bu Âyet-i kerime'nin manası; "Hiçbir şey yoktur, yalnız O vardır." Ama yalnız O'nu göreceksin.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fethu'r-Rabbânî" isimli eserinde şöyle buyurmaktadır:
"O öyle bir kuldur ki, Hakk'a vasıl olmuş, O'nu görmüş ve masiva denen Hakk'ın zâtından gayri şeyleri bilmiştir." (60. Meclis)
Biz Cenâb-ı Hakk'ın kudret elindeyiz. Bütün arzum Sahib'ime bağlılık. O nasıl isterse, O nasıl hükmederse benim arzu ve isteğim bu oluyor.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun iradesi kendi elinde değildir." buyuruyor. Onda hüküm ve arzu yaşamaz.
Şu kadar var ki; çok dikkatli olun, bizi üzmeyin! Küçücük bir hata kişinin helâkına sebep olur. En yakınlarım dahi olsa bu böyledir!
Kapıdan aldıkları zaman büyük lütuf, buranın süpürgeciliği dahi büyük nimettir.
Gerçek manada kardeşlik, Allah ve Resul'de birleşmektir. Hazret-i Allah ve Resul'de birleştikten, Hazret-i Kur'an'a uyduktan sonra; gaye, maksat, menfaat olmazsa, sevgi husule gelirse, işte kardeşliğin özü buradadır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim'inde buyurur ki:
"Ancak müminler kardeştirler." (Hucurât: 10)
Ayrı gayrı değildir. Bu Âyet-i kerime bugün ihvanda kalmıştır. İhvan da bozulursa bu Âyet-i kerime'nin sırrı ondan da kalkmış olur. Bunun için kardeşlik de bir emirdir. Onu da anlatayım:
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Bir kimse kendisi için arzu ettiği ecir ve sevabı din kardeşi için de arzu etmedikçe imanın kemâline ulaşamaz." (Buhârî)
Bugün kim düşünüyor bunu. Herkes kendisine yönelik, cebini doldurur. Ama bu Hadis-i şerif'in halini yaşamadıkça, yapmadıkça, mümkün değil.
Bu yolda gaye, maksat, menfaat olmadığı için kardeşlik husule geliyor. Allah'a gönül veren, Allah için sevişen kardeşindir. Gönül ancak Allah-u Teâlâ'yı seveni sever. O'na gönül verene gönül verir, ötekiler kalır.
Ötekilerin kardeşliği sözdedir, bu kardeşlik özdedir. Çünkü Hakk'ta birleşiyorsun halkta değil. Gaye, rütbe, menfaat, gösteriş kalkıyor; rızâ kalıyor. Paylaşamayacak ne var? Bu yolu, Allah-u Teâlâ sevmiş, seçmiş, lütfetmiş, yahu sana bu yetmez mi?
O kadar bölücü varken, Allah-u Teâlâ'nın dinini parça parça yaparlarken, hepsi cehenneme giderken, Allah-u Teâlâ seni sevmiş, seçmiş, ayırmış, lütuf olarak bu yetmez mi sana?
O zaman neden yolun adamı olmuyorsun? Nefsinin kölesi olacağına Hakk'ın kölesi olsana.
Allah-u Teâlâ'nın rızâsını celbetmek için bu kardeşlik yegâne vesiledir. Allah için sevmek, Allah için sevmemek. İşte fazilet buradan geliyor. Binaenaleyh Allah için sevmek olunca; gaye, maksat, menfaat olmayacağına göre, biz Hakk yolunda sevişirsek ne olur?
İşte bir mümin için bu kâfidir. Sevdiği ile haşrolunacak. Niçin seviyordu? Allah için seviyordu. Kimdi? Kardeşiydi. O zaman kardeşiyle haşrolunacak. Demek ki buradaki o sevgi, o tezahürat, bu huzur ahirete de intikal ettiği zaman orası çok daha geniştir. Çünkü burada dünyevi birçok meşakkatler, sıkıntılar var ama orada hiçbir şey yok. "İrciy" dâvetini alınca, huzuruna, saadetine, selâmetine alıyor. Meşakkatleri kaldırıyor, kardeşliği gerçekleştiriyor, ne kadar güzel bir şey.
Allah'ım bize dünyada da ahirette de gerçek İslâm kardeşliğini yaşattığı kullardan etsin.
Bizim için gitmekle kalmak arasında hiç fark yoktur. Niçin? O'nunla mısın? Dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de O'nunlasın. İşte bu sebeple onun yaşamasıyla ölümü arasında hiçbir fark yoktur. Dünyada da O'nunla, ahirette de O'nunla... Hazret-i Allah ile olana ölüm yok.
Biz gayet rahat, serbest ve ferahız. Niçin? Sahib'im bana yeter. O'nun sahip çıkması benim için en büyük servettir. Benim Sahib'im beni dilediği kadar tutacak ve dilediği zaman çekecek. Çünkü az sonra Hazret-i Mehdi'yi gönderecek.
Binaenaleyh artık dünyanın şâşâsına dalmayın, nefsâni arzulara kapılmayın. Helâl lokma kazanmayı ve yemeyi, günlük geçinmeyi düşünün! Uzun bir ömür hayâline kapılmayın! Ebedî saadetinizi hazırlayın. Gün bugün, yarın ne olacağı belli değil, bunu size tavsiye ediyorum.
Bu kadar açık gerçeklerden sonra, onun ahirete göçmesiyle sağa-sola dağılmanız, şaşırmanız, başka yol aramanız sizin için en büyük bir dalâlettir ve en büyük bir zarardır. Çünkü bu artık sondur, "Hâtem"dir. Bu yol vesilesi ile Hakk Teâlâ'nın ihsan ettiği nimetinin kıymetini bilin, şaşkınlık geçirip sağa sola dağılmayın.
Bulunduğunuz yolun kıymetini bilin; Allah-u Teâlâ'ya şükredin, ihlâsınızı artırın, niyetiniz hâlis olsun.
Gönlünü Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ver ki; seni sevsin, Zât'ına çeksin. Ama bunun şartları var: İhlâs, istikamet, mahviyet olacak ki rızâsına nail olasın.
Hak yolunu bulmak, o yolda olmak çok büyük bir lütf-u ilâhidir. Bu yolun yolcuları ihlâs sahibidir, mahviyet ile yol alırlar. Asıllarının bir damla kerih su olduğunu bilirler. Allah-u Teâlâ'nın tasarrufu altındadırlar, tutulmuşlardır. Saadet-i ebediye'ye nail olmuşlardır.
Hak yolunu bulduğu halde kalbinde maraz çıkanlar da vardır. Bunlarda kendini beğenme, makam-mevki, menfaat gibi dünyevî maksatlar zuhur eder. Bunları Allah-u Teâlâ tasarruf-u ilâhiyesinden çıkarır. Bunlar kayanlardır, felâket-i ebediye'ye düçar olmuşlardır.
Bu yol çok ciddi, çok nazik. Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ait bir yol. Hassas bir yol. Bu yolda varlık, benlik, önderlik, liderlik yersiz. Ben hükümsüz, değersiz bir mahlûkum. Hüküm ve değer Hazret-i Allah'a aittir, diyorum. Yani yol onların demek istiyorum. Aklınızı başınıza alın. Hazret-i Allah'a kul, Habib'ine ümmet olmaya bakın. Ötesini bırakın. İhlâs esastır. Doğruluk çok lüzumludur. Mahviyet, istikamet bu yolda başta gelir. Mahviyet ve istikamet iki kanatlı kuş gibidir.
Hülâsa olarak mahviyet; hiç olduğunu bilmen, istikamet ise ilâhi emirlere uymandır.
Allah-u Teâlâ'ya yönelmiş temiz bir kalp ile gayeniz rızâ-i Bârî'yi tahsil olsun, nûrun yayılması, küfrün kalkması olsun.
Orası için çalışın. Orası için hazırlık yapın, ahkâm-ı ilâhiyi yerine getirin.
•
Bu kapı O'nun kapısı olduğu için O'nun kapısına el atan, O'nun adamına el atan, kapısına el atmış oluyor, kurutuyor. Dünyası da gidiyor, ahireti de gidiyor. Vakıf ve vakıf insanlarına kötü nazar etmeyin. Hazret-i Allah kurutur. İflâhı mümkün değil. Dünyası da gider, ahireti de gider.
•
Burada peygamberlerin nazarı var, evliyâullâhın nazarı var. Bize huzur lâzım. Huzursuzluk bu yolda gadab-ı ilâhiyi celbeder. Bu yolda hizmetçi olmak, başka yolda paşa olmaktan iyidir. Niçin? O'nun yolu olduğu için.
Bu yol kardeşlik yolu, edep yolu olup çok hassas bir yoldur. Bir kardeşin küçücük incinmesi bize çok büyük üzüntü verir. İşte yol o yol; gaye yok, maksat yok, menfaat yok. Ne var? Rızâ var.
Allah'ımız bize; saygı, sevgi, birliği ve kaynaşmayı nasip etsin. Kendi yolunda parçalanmayı bizden muhafaza buyursun. Allah'ım dünyada da, ahirette de lütuf birliğinden, beraberliğinden ayırmasın.
Hakkında açık ve kesin hüküm bildirilmeyen meselelerde müminlerin birbirleriyle istişâre yapmaları ilâhi bir emirdir.
Âyet-i kerime'de:
"İşlerinde müminlerle istişâre et! Müşâvereden sonra bir kere de azmettin mi, artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine bağlananları sever." buyuruluyor. (Âl-i İmran: 159)
Hazret-i Allah istişâreyi emrettiği gibi, istişâre ile iş görenleri de övmektedir:
"Müminlerin işleri kendi aralarında istişâre (danışma) iledir." (Şûrâ: 38)
İnsanlar akıl ve zekâ bakımından eşit olarak yaratılmamıştır. Herkesin her hakikati anlamak hususundaki kabiliyetleri bir değildir.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır." (Yusuf: 76)
İstişâre Sünnet-i seniyye'dir. Zirâ istişâre, meselelerin kolaylıkla hallolmasına sebeptir.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Müminlerin güzel gördüğü şeyler Allah katında da güzeldir." buyuruyorlar. (Münâvî)
İslam'ın istişâre emir ve tavsiyesini ilk tatbik eden Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri "Ben Resulullah'dan daha çok istişâre eden hiçbir kimse görmedim." buyurmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kur'an-ı kerim'in açık ve kesin hüküm getirmediği dünya işleri ile ilgili bazı hususlarda Ashab'ının görüşlerini almıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Ashabı ile istişâre etmesinin hikmeti; onların gönüllerini almak, aradaki irtibat ve muhabbeti artırmak, ümmetine de istişârenin ehemmiyetini benimsetmektir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde meâlen şöyle buyuruyorlar:
"Biliniz ki Allah ve Resul'ü istişâre etmeye muhtaç değildirler. Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ bunu ümmetim için bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişâre ederse doğruluktan ayrılmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulamaz."
Bedir savaşı'na hazırlanırken, Ashabı ile istişâre yapmıştı. Ashâb-ı kiram kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkâlade mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm'a dediği gibi 'Sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız.' demeyiz, fakat biz deriz ki 'Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.'"
Savaş düzeni için karargâh yerinin uygun olup olmadığı hususunda onların görüşünü almış, kuyuya yakın bir yerde bulunmanın daha isabetli olacağı söylenince de bu fikri benimsemiştir.
Uhud savaşı'nda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine'de kalıp müdafaa yapılmasına taraftar iken, büyük çoğunluğun düşmanı Medine dışında karşılamak istemeleri üzerine onların fikirlerine iştirak buyurmuştur.
Din ve dünyasına faydalı olan işlerinde müminlerin takvâ sahibi, bilgili ve tecrübeli kimselerle istişâre yapmaları emr-i Peygamberî'dir:
"İstişâre olunacak zât, tam bir emniyet ile mevsuf olmalıdır." (Câmiu's-Sağîr)
"İstişâre olunan zât, kendisine güvenilen kişidir. İstişâre olundukta kendi nefsi için arzu ettiği hayırları kendisiyle istişâre edenlere de söylemeli." ( Câmiu's-Sağîr)
"Fâsıklarla istişâre etmeyiniz. Zirâ onlar doğru ve isabetli bir reye sahip değillerdir." (Münâvî)
Mümin her işini Hakk ile yapmalı, neticenin hayırlı olması için Cenâb-ı Hakk'a niyaz etmelidir.
•
– İstişâre kimlerle yapılır?
– Akıllı insanlarla yapılır.
– Akıllı ile akılsızı biz nasıl ayırt ederiz?
– Akıllı insan az konuşur, çok düşünür. Akılsız ise; çok konuşur, boş düşünür. Yalnız kendisinin bildiğini zanneder. Soysuzluğuna cehalet damgasını vurur.
Bunu ayırt edin, akıllıları seçin ve onlarla istişâre yapın, az kişi de olsalar."
Tevâzu ahlâk-ı hamide'nin temeli ve kaynağıdır. Peygamberlerin ve sâlihlerin ahlâkındandır. Hakk yoluna girenlerin işaretidir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri mütevazı kullarını Âyet-i kerime'sinde meth-ü senâ ediyor:
"Rahman'ın öyle kulları vardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vekar ile yürürler." (Furkan: 63)
Esas mânâsı ile tevâzu; hiç kimseyi hakir ve küçük görmemek, her gördüğünü kendinden daha hayırlı bilmektir.
Kendinden genç olanları gördüğünde; "Genç yaşta Hazret-i Allah'a yönelmiş tevbekâr olmuş, nefsini bütün arzularından tecrit etmiş, Mevlâ'ya isyan etmemiş. Bu benden hayırlıdır." diye düşünecek.
Kendinden yaşlı kimseler için de; "Bu benden daha çok ibadet etmiştir, Cenâb-ı Hakk'a daha yakındır." diyecek.
Cahil bir kimseyi gördüğü zaman "O bilmeyerek günah işliyor, ben bilerek işliyorum." diye içinden geçirecek.
İnançsız birisi ile karşılaştığında veya böyle bir kimseyi duyduğunda ise "Belki bir gün hidayete erer, müslüman olur. Belki ben günahlarım yüzünden imansız gidebilirim. Sonumuzun ne olacağı öldükten sonra bilinir." diye düşünecek. Çünkü hiç kimse son nefesini ne şekilde vereceğini bilemez.
Bu değerler Hakk'a dayanır. Bu değer gerçekleştiğinde, değere değer verdiği için dilerse Hazret-i Allah o kulunu değerlendirir, sâlih kullarından eyler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hem vakur hem de son derece mütevazı ve alçak gönüllü idi. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı onun yolunda her fedakârlığı seve seve yapmayı canlarına minnet bildikleri halde, o kendi işlerini kendi görürdü. Tevâzunun kemâl mertebesinde bulunduğundan dolayı elbisesini yamar, ayakkabısını tamir eder, evi süpürür, hamur yoğurur, koyunları sağar, develeri bağlar, yemlerini verir, hastayı ziyaret eder, cenazelerde bulunur, misafirlerini bizzat kendisi ağırlar, hizmetlerini görürdü. Ashâb'ını evlerinde ziyaret ederdi. Hiçbir resmiyet ve külfete bakmadan, en fakir insanlar arasında oturur, onlarla birlikte yemek yer, fakirlerin, dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı.
Meclislerde kendisi için hususi yer ayırttırmazdı. Nerede boş bir yer bulursa oraya otururdu. Övülmekten asla hoşlanmazdı. Fazilet sahiplerine ikram, şeref sahiplerine ihsan ederdi.
Hazret-i Allah onu "Hükümdar peygamber" veya "Kul peygamber" olmak arasında muhayyer bırakmış, o "Kul peygamber" olmayı tercih etmişti. Allah-u Teâlâ da bu tevâzusuna karşı onu, kıyamet günü insanların şefaatçisi yaptı.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Allah için tevâzu gösteren kimseyi Allah yükseltir." (Câmiu's-Sağîr)
Bu yolun zâhirî kısmı vardır, bâtınî kısmı vardır.
Zâhirî kısmı; girmiştir çalışıyor, çabalıyor, askerlik gibi. Bâtınî kısım ise Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"İçinizde!... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
O içindekiyle meşgul, öteki dışındakiyle.
Hataya düşenler nereden düştüğünü, kaybedenler nereden kaybettiğini bilmiş olsun. Ve bunlar mânevi nasip alsalardı bu duruma düşmezlerdi. Yolun zâhirinde kalmışlar. Zâhirinde kaldığı için içeri nüfuz edememiş.
Yol iki kısım:
Zâhirî yol, bâtınî yol.
Edep üzerine, mânevi hâl üzerine yetişen bâtınî yoldadır. Mânevi yolun da zâhirî kısmı vardır, bâtınî kısmı vardır. Bâtınî kısmında alınanlar, zâhirî kısmında çalışanlar. Zâhirî kısmında çalışıyor, hizmet ediyor, yolun içindeyim, önderiyim diyor ama boş. Aşı tutmamış...
Kimi içeriye almışlarsa onu tekâmül ettirmeye gayret ederler. Sessiz sedasız hiçliğe iner.
Kişi kendisi görsün nerede olduğunu. Hakk'ın yürüttüğü ayrı, şeytanın yürüttüğü ayrıdır. Helâkiyet kısmına girenlerin başı hep yukarıdadır, hep boşluktadır.
Bir de Hakk'ın yürüttüğü kullar vardır, şeytanın kulları vardır. Bunların hepsi aynı yoldadır. Şimdi bir gibi görünür; taş ile pirinç o zaman ayrılır.
İlim, amel, ihlâs, mahviyet lâzım. Bunlar olmadıkça terakkiyat mümkün değil.
İlim nedir?
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." (Keşfü'l-Hafâ)
Bunun gerçek manası:
"El fakr-u fahri = Fakirliğimle övünürüm." (Keşfü'l-Hafâ)
Hadis-i şerif'inden öğrenilir.
Amel nedir? Emr-i şerif mucibince yürüdüğün müddetçe hattın üzerindesin.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşfü'l-Hafâ)
İşin özü budur. Bunun haricinde olanlar kaydı. Kendisinden haberi yok, Yaratan'dan haberi yok. Bir şeyin içerisine girmiş, bocalayıp duruyor. Çok şükretmemiz lâzım. Mahviyet olmadıkça bu iş de olmuyor.
Hazret-i Allah'ın fakire iki lütfu var.
Birisi lütfediyor, birisi mahvediyor. Birisi her şeyi duyuruyor, birisi hiçbir şeyi mal etmiyor. Yani alıyor, kendi varlığını koyuyor. Çok büyük iki lütfu var.
Nefse mâl etmek, puta mâl etmek gibidir, farksızdır. İhsan-ı ilâhiyi nefse mâl etmek puta mâl etmek gibidir. Fakat bunlar bidayete tekâmül edinceye kadar olur.
O'nu bil, aslını bil. Senin yaratılışın bir damla pislik. Var edene sonsuz şükürler olsun. Bunu her gün talim ediyorum: Beni yoktan yaratan, nimetlerle donatan, terbiye eden, bana en güzel hayat veren, cennet gibi âlemde yaşatan Sahib'imi hem anarım hem zikrederim. O'nu bilmek lâzım, O'ndan bilmek lâzım. Fakat buraya erişemeyen nefsini biliyor, oradan gidiyor.
Yalnız burada büyük bir ruhsat var.
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Bu Âyet-i kerime'nin büyük bir kapsamı var. O kurtarırsa "Geç kulum!" derse.
"İnsanlar helâk olmuşlardır."
Hadis-i şerif'i süzgeçtir. Süzülebilen kurtuluyor, tortuda kalan atılıyor. Tortuda kalanları Allah bilir. Süzülen geçiyor. Ve süzülenlerin inceldiği nispette mertebesi yükselir, Hakk yanında makbuliyeti, fazileti, derecesi yükselir. Hiç ol! Var O.
Onun için varlıktan Var'a sığınırım. Varlıktan var olan Hazret-i Allah'a sığınırım.
Allah-u Teâlâ dilediğini rızâsında çalıştırır. Bu yolda çalışmak demek, bu yolun içine girmek demektir. Çünkü muhabbetle kaim.
Şöyle bakın; Allah yolunda Allah için çalışan, Allah için cihad eden başka hiçbir zümre görüyor musun? Demek ki Cenâb-ı Hakk sevmiş, seçmiş, koymuş. Şimdi buna; "Hizmet ediyorum!" değil de "Hizmet ettirene şükür" lâzım. Yâ Rabb'i! Sana sonsuz şükürler olsun, ulvî yolunda bizleri bulunduruyorsun, bu ihsan ettiğin nimetinin ziyadesini ihsan buyur, fakat elimizden alma! Evvelâ bu lâzım.
Şu kadar var ki; insan yaptığıyla gidiyor, zannediyor ki yaptığı sorulmayacak. Herkes çalışacak ki gittiği yere lâyık olacak. İyisi de kötüsü de. Fakat bugün iyi giden çok az. Çünkü âhir zaman olduğu için insanların yönü değişmiş. Dünyaya, sefahata, dalâlete dalmış gidiyor. Verdiği nimetini tek tek sorunca kişinin hâli ne olur? El verdi, ayak verdi, göz verdi, kulak verdi, azaları yerli yerine taktı. Bu nimetin suâli var. Nefes verdi, her nefeste sual var. Alırken ne düşünüyordun, verirken ne düşünüyordun. Püü!.. Verdiği nimetin sualini soracak fakat nankör insan bunları nefsine mâlediyor.
Sonra niyet-i hâlisâ lâzım. Niyet-i hâlisâ olursa samimiyet olur, doğruluk olur, o doğrulukla beraber itimatla yavaş yavaş mali maksuda ulaşır. Yeter ki kulda o ihlâsı, o niyeti, o azmi görsün. Hakk'tan geldik, Hakk'a gideceğiz. Binaenaleyh güzel geldik, güzel gidebilmek için güzel iş ve harekette bulunmamız lâzım.
"Yâ Rabb'i! Lâyık olmadığımız halde sevmişsin, seçmişsin, yola koymuşsun, bunun şükrünü bize bahşet, sana şükredelim. Bizi lütfunla destekle hizmet edelim."
Onun için burada bulunmak, bu havanın içinde bulunmak bir nimettir. Elhamdülillâh. Aynı zamanda bir husus daha var.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki;
"Onlar, Allah'ın yeryüzündeki erleri, O'nun emrinin tatbikçileri ve O'nun hakkının yardımcılarıdır."
Ne oldu şimdi, nimet içinde nimet. Fakat en büyük nimet, Hazret-i Allah'ın rızâsını ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Bu ise en üstün nimettir. Onun için bu yolda çalıştırana şükretmek lâzımdır. Bulundurana şükretmek lâzım.
Allah yolunda çalışılıyorsa, çalıştırana çalıştırdığı için şükürler olsun. "Çalışıyorum!" diye iftihar etmek, böbürlenmek, başa kakmak, ücreti dünyada almaya benzer. Onun, Hazret-i Allah ile ahirette hiçbir ilgisi olmaz. Allah-u Teâlâ niyetine, azmine bakar. Niyeti hâlis ise azmi yerinde ise lütfu ile destekler, dilediği kadar muhafaza eder. Allah ehli ücret istemez. Onun ücreti Rabb'ül-âlemin'e aittir. Ve bu işi Hakk'a bırakır. Çünkü en güzel ücreti Hazret-i Allah verir. Bu şekilde, bu niyetle çalışırsa, O dilerse destekler. O'nun desteğiyle hareket edilir, dilediği kadar muhafaza buyurur.
Hidayete erdirildi ama insan niyetini bozarsa bu yolu semer olarak kullanmaya çalışırsa, veyahut başka türlü hareket ederse olduğu yerde bırakılır.
Allah yolunda nâehlinin yürümesi mümkün değil! Niyeti hâlis, ameli güzel, azmi çok olanı, Hazret-i Allah'a yöneleni desteklerler. Onun için çalışırken gaye Allah olsun. Rızâ olacak, halktan bir şey beklenmeyecek ki Hakk ona ihsan buyursun.
•
Burası Allah'ın kapısı, burası kimseye ait değil. Burasını Hazret-i Allah yürütüyor. Burayı kendisine mâletmek isteyen ihanet etmiş olur, münafık olur. Onun için, bu mânevi orduya elini uzatanın elini kırarım.
Kişi, "Ben çalışıyorum!" der. Kişiyi ibadeti yanıltabilir, perde olur. Fakat ilâhi lütuf onu çekerse kurtarır. Bu kadar ince bir noktadır. İnsan ancak O'nun lütuf rahmeti ile süzülebilir, ibadeti ile bunu yapamaz. İbadetinde riyâ olur, gösteriş olur, varlık olur, benlik olur, her şey girer, orada kalır. Varlık girince Var'a perde olur. "Ben yapıyorum!" demesi perdedir. Çalışmasıyla Allah-u Teâlâ'dan uzaklaşır, yaklaşayım derken uzaklaşmış olur. Varlığı ve benliği perde olur. Bu kadar ince bir yoldur. Bazı insan var namaz kılar, o namaz ile Cenâb-ı Hakk'ın nefretini kazanır ve O'ndan uzaklaşır. "Bak ben sana ibadet ediyorum!" diyor, O da ondan ikrah ediyor. Sevmediği için onu huzurunda görmek istemiyor. Nefsini gaye edinmiş, Yaratıcısı'nı edinmemiş.
Kişinin aldandığı yer burası. Niçin aldanıyor? Aldandığı yeri size göstereyim. Yaptığı ibadete güveniyor, ibadetin karşılığını istiyor. Oradan gelen sözleri ibadetinin karşılığı zannediyor ve kendisine mâl ediyor. Kişinin aldandığı yer burası.
Bunun mânâsı; çalışmıştır, fakat kendini beğendiği ve nefisle hareket ettiği için gayesi başkadır, bunun için de yalancıdır. Hakikat ehlinin nazarında yaptıkları boştur. Bilmedikleri için böyledirler.
Nefis role giriyor, role girince benlik giriyor, nefsin yaptığını o da kabul ediyor, onu doğru zannediyor, zannettiği için de yanılıyor.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyor ki;
"Hadi onu göremedin! Ona ihsan edileni de mi göremedin!"
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de;
"Ona karşı körlük içindeyken ne diye bu kapıdan içeriye girip saf ve temiz olan suyu bulandırıyorsun!" buyuruyor.
Kardeş! Hakikaten kalbin itminan değilse, kapıdan içeri girme ve suyu bulandırma!
Bu yol Allah ve Resul'ünün yoludur. Bu yolun şakası yoktur. Kişi niyetini değiştirdiği anda gider. Çünkü plan çevirmeye kalkarken Cenâb-ı Hakk da kalbini çeviriyor.
Öz kardeş ihvanı kabul ediyorlar. Allah'ım daire-i saadet, merkez-i selâmetin içine koyduklarından, bulundurduklarından eylesin. Bizi de onlardan etsin. İhvan muhabbetle yol bulur. Dalâlet ehli nasıl birbirine yapışıyor! Hakikat ehli sizsiniz niye Allah için yapışmıyorsunuz?
Bediüzzaman Hazretleri; "Onlar az kişiler amma çok kıymetli!" buyuruyorlar. Bunu bilseniz itimad edin gecenizi, gündüzünüzü bu yola feda edersiniz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Rüyâmda (havuzumun başında) ayakta duruyormuşum. Bir de baktım ki, ondan içmek için bir bölük insan geldi. Ben onları tanıyınca benimle onların arasında bir melek belirdi, onları çağırdı. Ben de ona: 'Bunları nereye götürüyorsun?' dedim. 'Vallâhi cehenneme götüreceğim!' karşılığını verdi. 'Neden götürüyorsun? Bunlar benim bildiklerimdir!' dedim. Melek: 'Onlar senin vefatından sonra kıçlarıyla dönüp (dinlerine) arkalarını çevirerek mürted oldular.' dedi.
Sonra yine havuzun başındaymışım, bir cemaat daha gördüm. Hatta onları da tanıdım. Benimle onların arasında bir melek belirdi, onları çağırdı. Ben ona: 'Bunları nereye götürüyorsun?' diye sordum. Melek: 'Vallâhi cehenneme götüreceğim!' karşılığını verdi. 'Ne sebeple götürüyorsun? Bunlar benim iyi bildiklerimdir!' dedim. Melek: 'Onlar senin vefatından sonra kıçlarıyla dönüp (dinlerine) arkalarını çevirerek mürted oldular.' dedi.
Bunun üzerine: 'Bunlardan kırlarda başı boş kalan hayvanlar gibi, azdan az kişinin kurtulacağını sanıyorum.' buyurdu." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2060)
Durum budur. Yolda ayaklarınızın kaymaması için bu pek hassas hakikati size duyurmaya çalışıyorum. Bu Hadis-i şerif bir hatırlatmadır. Orada "Duymadık!" dememeniz için...
Onun için bizden sonraki tutum herkes kendine fakat bizimki bu dairenin içinde. Bu şartlar dahilinde ölürse ümit ederim ki Allah-u Teâlâ rızâsında haşr-u cem eder. Öyle bir haşır ki, öyle bir haşır...
O devlet hiçbir şeyle değişilmez. Vallâhi bütün dünya onun yanında bir zerresine değişilmez. O saadetin yanında dünyanın bir zerresine bile değişilmez.
Dikkat edin, ipi koparmayın. Ben bugün üstte yarın alttayım. Sonra pişman olursunuz; burası rızâ kapısı, kardeş olalım, kardeş ölelim. Bizim düsturumuzu alan, yolun usûl ve esaslarına uyan, ahkâm mucibince hareket eden, fitne ve fesattan uzak olan kurtulmuştur. Bu yol Hazret-i Allah'a ve Resul'üne ait bir yoldur. Bu iz onun izidir, Hazret-i Kur'an yoludur. O'nun yolu onun izinden gidiyoruz. O yolun temsilcisiyiz. Her türlü bulanıklıktan, şüpheden, şirkten, kurtulmak için.
Bundan sonra ne veli var ne de hâtem var. Kişi, "Ben!" deyince gidiyor. Çünkü Hakk'ın tayin ettiği var, şeytanın tayin ettiği var.
Muhtaç olduğumuzu ibraz etmemiz lâzım. Hâlik O... İnsanın yanılma sebebi, kendinde varlık görmesidir. Oysa var olan yalnız O'dur. İnsan maske olduğunu görürse, hem Hâlik'ını görmüş olur, hem de kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu bilmiş olur. Fakat zavallı insan "Ben!" diyor. O zaman putlandın. Yeter artık. Niçin? Nefsini öne atıp Var'ın önüne geçiyorsun ve putlanıyorsun. İşte o "Ben!" demek kişiye yetiyor. Onun için bu mânevi yolda yürümekte de, incelmekte de çok incelikler var. Demek ki bir insan Hakk'ı görürse kendinin bir maskeden ibaret olduğunu da görecek. O halde maskenin ne hükmü var.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bırakalım davayı, aşıka mânâ gerek.
Başını top etmeyen, yolda meydan bulamaz." buyuruyorlar.
Burada öyle sırlar var ki...
Dava perdedir, onun Mevlâ'ya ulaşmasına manidir. Davayı bırakmak demek, nefsini herkesten en edna duruma getirmek demektir. Boynunu uzatmış, acizliğini itiraf etmiş, benliğinden sıyrılmış. Bu hâli onu top gibi yere koymuş. Her gelen onu iter, kakar. Gerek ibtilâlar, gerek düşmanların hasedi, söz, hâl ve hareketleri ile hakir görmeleri onu hep ileriye götürür. Meselâ bir kumandan büyük bir yararlılık gösterdiği zaman sınıf sınıf değil de otomatikman terfi eder, rütbesi yükselir. Onun da ibtilâsı nispetinde rütbesi yükselir. Derece tutulmuyor, o otomatikman ilerliyor.
Hazret-i Allah'ın sana verdiğinden başka sende bir şey var mı? Yok. Madem ki yok; ne diye davada bulunuyorsun?
"İlmim var, irfanım var, malım var, çoluk çocuğum var!" diyorsun.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Kişinin malı da kendisi de Allah'a aittir." buyurdu.
Hâl böyleyken insan durmadan "Benim şuyum var, benim buyum var!" der durur. Peki Allah-u Teâlâ ruhunu alınca ne olacak o varlıklar?
Biz vasiyette şöyle demişizdir:
"Davada davayı bırakalım. Kendisini beğeneni Hakk'ın beğenmeyeceğini bilmiş olalım. Hep istemeyene verilmiştir."
Maazallah bir de herkes dava gütmeye başlarsa hali ne olacak? O "Ben!" der, o "Ben!" der. Çalışan kazanır ama bu şartlarla; mahviyetle...
Ne diye davada bulunuyorsun?
Yolumuz varlık, benlik yolu değil. Sakın bizden sonra herhangi bir davaya yeltenmeyin, helâkınıza vesile olur.
Yolun içinde dava güdenler var. Bu içteki tehlikedir. Dost haset eder, düşman zaten düşman.
Fakat ne hazindir ki, hakiki Mürşid-i kâmil'i bulduğu halde, onun talebesi olduğu halde gizliden gizliye önderlik davası güdenler de vardır. "Ben şeyhim!" diye ortaya çıkmaz da, "Ben Mürşid-i kâmil'in en yakınıyım!" diye ortaya çıkar. "Hazret-i Allah'ın bahçesindeki çiçekleri kendime bağlayayım" diye çalışır. Ancak koparttıkları solar, soyulur. Neden soyulur? İmandan soyulur.
Artık kendisi yoldan çıktığı gibi, kendine has bir taife edinmiştir. Topluluğun içindedir ama bunlar kendilerini ayırmak suretiyle, kendilerinden olmayanları, hak ve hakikatten ayrılmakla suçlamak suretiyle aynı zamanda bölücülük yapmaya başlarlar.
Biiznillâh-i Teâlâ biz hayatta iken bunlara meydan vermeyiz de bizden sonra meydana çıkmak isterler.
Şimdiden bunlar oluyor. Bizden sonra ne olacak? Hepsi dalâlettedir. Şimdiden davaya kalkanlar bizden sonra ne olacak? Her davaya kalkan helâk olmuştur. Bilin! Çünkü Hakk'ın önüne geçiyor. "Hatem-ül veli" deniliyor, bundan sonra yol kapanmıştır. Kim ki davada bulunursa dalâletini ortaya koymuş olur. Kitaplarda kurtuluşu arayanlar için her şey anlatılıyor, fakat nefis dinlemiyor.
Bu Allah yolu; benliğin ne işi var burada!
Binaenaleyh; bunları tanımak lâzımdır ki zarar görülmesin. İcraatına bak, notunu ver. Artık o dökülenin üzerinde durma. Onu dost edinme!
Dıştaki tehlikeye gelince; biz Hazret-i Allah'ın tuttuğunu tutarız, attığını atarız.
Çok hizmeti varmış, çok çalışmış hayır, hayır! Biz sizin bilmediklerinizi biliyoruz. Tedbirimiz de bu yüzden.
Ölmeden evvel tedbir alıyorum, sizi doldurmaya çalışıyorum, tedbir alıyorum.
Bunları niye söylüyoruz? Şeytanın çukuruna düşmemeniz için, başkalarını önlemek için. Bak bunlar önde idi, ama şeytan onları bu hale düşürdü. Bu yol Allah yoludur. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Helâk olursunuz. Ebediyatınız gider. Ahirette sahibiniz olmaz.
Bir kimse Tarikât-ı âliye'ye intisap ettikten sonra epey yol alır. Mürşid-i kâmil müridin ruhunu yükseltir. Birinci tepeyi geçirir, orada yol ikiye ayrılır. Cenâb-ı Hakk lütfuyla tecelli ettiği zaman mürid yukarıdan aşağıya doğru kendisini küçültmeye, varlığını yok etmeye çalışır. Mahviyet haline bürünür.
Yani ihlâslı olanlar yürüdükçe varlıklarını yitirirler. O tepeden aşağıya doğru Allah'ın lütfuyla iner. Yani çıkar çıkar, çıkar, hiçliğe iner. O hiçlik onun daire-i saâdetine delâlet eder. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın kurtardığı kimselerdir. Senelerden beri nazargâh-ı ilâhi olan kalbine sardığı varlık tellerini, Allah yoluna düşmesiyle yavaş yavaş sermeye başlar. Diğer taraftan da hiçlik tellerini toplar. Mahviyet kısmına geçince artık yükü azalmıştır. Yapıcılık, bilicilik, öncülük gibi sıfatlar birbir zail olmaya başlar. Kendilerine şevk, teslimiyet, muhabbet, murakaba, tevekkül, vahdet ve hâl gibi lütuflar ihsan olunur. Bunlar "Nuriye fırkası"na ayrılmış olanlardır.
Şimdi bir insan mânen yükseldikçe Allah-u Teâlâ dilediğini indirir, indirir, indirir, her şeyi yerde arar. Yerin altında arar.
İhlâslı kimsenin yürüyüşü böyledir. Nasibini aldıkça gider, terakki eder. Nasibi varsa bir gün muradına erer.
"Muradına erer" ne demektir?
Bu üç noktada; Fenâfişşeyh, Fenâfirresul ve Fenâfillah'ta olur. Bu merhalelerden geçenler benliklerini eritirler.
Âyet-i kerime'de:
"Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." buyuruluyor. (En'âm: 48)
Bir de şeytana tutunanlar vardır.
O tepede ya, şeytan o anda onu kaydırmaya çalışıyor ve kaydırıyor. "Herkesten daha üstünüm!" demeye, herkese tepeden bakmaya başlar. Her şeyi kendisine mâleder. Çok yükseldiğini zanneder. Herkesi küçük kendisini büyük görür. "Ben yürüyorum, ben biliyorum, ben söylüyorum, ben çalışıyorum!" diyerek sivrilmiştir, içine kurt düşmüştür. Bu gibi haller geldikçe yanıbaşındakileri küçümsemeye başlar. Artık o yolunu değiştirmiştir. Sola kaymıştır. Kaydığı yetmez, orada plân çevirmeye çalışır. "Ben bu işi daha iyi yürütebilirim, daha lâyıkım!" der. Plânını tatbike koyarken Hazret-i Allah da onun kalbini çevirir. Kalbini çevirdiği anda mukallit sınıfına düşer. Artık o bir yıkıcıdır. Bunlar da Nâr fırkası'dır. Onlarda şekavet, gadap, harislik, tul-i emel, gönlü boş şeylere bağlamak gibi haller vardır.
Âyet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felah bulmuş, kurtulmuştur, onu kirletip örten kişi elbette ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: 9-10)
Birisi mahviyete doğru iniş yapıyor, birisi varlıktan kayıyor. Burası mihenk taşıdır.
Öyleyse alındıktan sonra Hazret-i Allah'a sığınmalı, ihlâs ve samimiyetle yola devam etmelidir. İnsan mânevi yolda yürüyüp terakki ettikçe kendisini küçük görmeye, küçülmeye, süzülmeye başlar, dâvâlardan geçer. Gayesi Hakk olup rızâ için hareket eder. Fakat terakki edemezse kendisini beğenme hâli husule gelir ve eneye kapılır. Kendisine paye verdiği anda olduğu yerde çakılır, hem düşer hem helâk olur. Başkasını da helâk eder. Şöyle ki, çürüyen bir meyvenin yanındaki meyveleri de çürütmesi gibi o anda başkalarını hemen çürütür. Bu ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere dikkat etmekle ortaya çıkar.
Enes -radiyallahu anh- buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sâbit kıl."
Ben bir gün kendisine:
"Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?" dedim.
Bana şöyle cevap verdi:
"Evet! Kalpler, Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa çevirir." (Tirmizî: 2141)
Allah-u Teâlâ bir anda parmağıyla çeviriverir. Müslüman iken münâfık olur.
Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taâtına çevir." diye niyazı vardır. (Buhârî)
Şeytan iki yerden avlar.
Saf, cahil insanlar kısmına, "Sen artık oldun, tamam senin işin, çıktın." der. O da "Tamam!" der. "Artık ben oldum!" İlmi olan okumuş insana da "Senin ilmin var, sen her şeyi bildin, bunların içinde ne işin var." der. O da "Tamam!" der. "Ben her şeyi bildim!" Ona da oltayı böyle takar. Bunlar şeytana kulak verdiklerinden gerçekten şeytan fırkasından olurlar.
Hadis-i şerif'te:
"Kim ki ben âlimim derse, bilin ki o câhildir." buyuruluyor. (Münâvî)
Âyet-i kerime'de ise:
"Size ilimden ancak az bir şey verildi." buyuruluyor. (İsrâ: 85)
Neticede ancak ihlâs sahibi kullar aldanmadan kalırlar.
Bakınız ben size demiştim ki, mürşid-i kâmil resimdir, paçavradır, maskedir. Hiçbir ferdin ağzından bunlar çıkmış değil.
Mürşid-i kâmil bir resimdir, görüyorum.
Mürşid-i kâmil bir paçavradır, görüyorum.
Mürşid-i kâmil bir maskedir, görüyorum.
Ben bunları görüyorum ve söylüyorum.
Allah-u Teâlâ kimde tecellî ederse o kendisinin bir "Kulübe" olduğunu bilir. Ama sahibinin de o kulübenin içinde olduğunu görür.
Kulübede O varsa; Hakk var demektir. Kulübede O yoksa; Hakk yok demektir.
Âyet-i kerime'de:
"De ki: Hakk geldi, bâtıl gitti." buyuruluyor. (İsrâ: 81)
Onda Hakk var, halk gitmiştir. Kimde ki masiva var, onda Hakk bulunmaz.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruyor. (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya diğerini muhabbet-i masivaya hasretsin. Kimin kalbinde muhabbet-i Mevlâ varsa o kalbe masiva girmez. Kimin kalbinde masiva varsa oraya muhabbet-i Mevlâ girmez. Bunun kesinlikle böyle olduğunu bilmek lâzım. Size Âyet-i kerime'ler arzediliyor.
Şimdi "Hazret" buradan gelir diye kitapta ifşa etmiştik. Oysa "Hazret" sözü o kişiye değil, Allah-u Teâlâ'ya tâ'zimendir.
Fakat bu hale gelmeyen kişiye söylenen bu gibi sözler hem kişiyi helâk eder, hem de kişi kendisinde varlık görmekle kendisini putlaştırmış olur.
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın. (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" buyuruluyor. (Furkân: 43)
Ötekisi de "Ben, ben, ben!" diyor. "Ben!" nedir?
Bir kişinin kalbine nefis girdi mi, nefse uydu mu "Ben!" dediği zaman, "Ben biliyorum!" dediği zaman kaymıştır. Bütün terakkiyât ve kaymalar bu hâl üzeredir. Onun için bakıyorsunuz, "Oldum, oldum, oldum!" Ne oldun? Helâk oldun. Ötekisi ise, yavaş yavaş hiçliğe iner, yok olur.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Eyvan kişi yol alamaz,
Maksudunu tez bulamaz,
Yok olmayan var olamaz,
Varlığı dağıtmak gerek." buyurdular.
İkinci bir sır daha var.
Hazret-i Allah'ın işine karışmayacaksın. Peygamber Aleyhisselâm Efendilerimiz'in işine karışmayacaksın. Mürşid-i kâmil'lerin işine karışmayacaksın. Karıştın, gittin! Çünkü bilmeyerek bir yere, düğmeye basarsın, berhava olur gidersin.
Mürşid-i kâmil'lerin işine nasıl karışılır?
Mürşid-i kâmil'in işini Hazret-i Allah görür. Arzu ve irade yaşamaz. Bunu karşıdaki ölçemez. Mürşid-i kâmil'in işine karışırken, bilmeyerek Hazret-i Allah'ın işine karışır.
Duâ ederken;
"Allah'ım hükmün arzumdur. Hakkımdaki hükmünü sevdir." diye niyaz ederiz.
Mürşid-i kâmil'in mühim işlerine, hususi işlerine karışılmamalıdır. Sor, tarifini al, devam et, geç git, yürü!..
Çünkü;
"Allah'ım iraden üstümdedir." diyoruz.
Bunu karşıdaki bilmez, düğmeye basarsa helâk olur. Bilmeyerek Allah-u Teâlâ'nın işine karışılmış olur.
"Ey Rabb'imiz!
Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra, kalplerimizi saptırıp döndürme." (Âl-i imrân: 8)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Aramızdaki beyinsizler yüzünden bizi de helâk eder misin Allah'ım!" buyuruyor. (A'râf: 155)
Aşırı gidenler beyinsiz kimselerdir. Bu aşırı gidenler beyinsiz oldukları için iş ve hareketleri de ona göredir. Allah'ım bizi onlardan yapma.
Binaenaleyh Allah yolunun yolcusunu Allah güder, halk gütmez. Peki bu güdücüler nereden geliyor?
Nefis onları getirmiş, şeytan onları güttüğü için onlar da güdeceğini zannediyorlar.
Şimdi sen iradeyi eline almaya kalkarsan Hazret-i Allah'ın önüne geçmiş oldun.
Herkes hududunu bilsin, nerede olduğunu bilsin. Buradaki gaye herkes kendisini tanısın. Aşırı gidenler beyinsiz takımıdır. Cahildir, cahil olduğunu bilmez. Hazret-i Allah'ın önüne geçmek, akıllı insanın işi değil.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun iradesi kendi elinde değildir." buyuruyorlar. (260. Mektup)
Çok dikkat etmek lâzım.
Bu gibi hareketler, Hazret-i Allah'ın önüne geçmek demek; "Allah'ım! Sen onu idare etmesini bilmiyorsun, biz idare ederiz."
Bu hususta Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Farz-ı muhal ki; meyve güzel olgunlaşmış ağaçta duruyor. Fakat hiç farkına varmadan kurt girmiş. Onun içini çürütmüş. Meyve güzel, fakat bakıyorsun çürük.
Onun için bakıyorsun ihvan, tâ ön safta, gayet güzel hali, hareketi. Ama niyeti bozulmuş kurt girmiş. Şeytan onun içini işgal etmiş. Niyetini değiştirmiş ve bozulmuş. Artık ona meyve denmiyor, çürümüş deniliyor.
Onun için yol hakikaten naziktir. Meğer ki Allah-u Teâlâ bir kulu muhafaza etsin ve kurtarsın. Çünkü yol çok nazik.
Ben, ben dediği için, nefsini ilâh edindiği için kayıyor. İnsanların en korkunç safhası burası.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Kalpler hastalandığı zaman yoldan uzaklaştırırlar.
Kayan bundan kayıyor. Kalpleri bozulduğundan ötürü kayıyorlar. Aynı bu şekilde. Kalplerinde maraz bulunduğundan kaydılar.
Kalplerinde maraz bulunduğundan ifsat ediyor, ondan sonra kaymış oluyor. Tutunacak yer kalmıyor.
Bu kayış sebeplerinin öz noktası ise şudur:
Birincisi; ihlâs kaybolduğu zaman her şey kaybolur.
İkincisi; kalpte maraz olduğu zaman her kötülük husule gelir.
Ve en büyük kayış noktaları nereden oluyor?
Bir tanesi; kişinin kendisini beğenmesi.
Sonra; gayesi-maksadı, menfaati için çalışması...
Bunlar hep oraya girer.
Her ihvan, nefis derecelerini ders olarak okusun. Çünkü kayan buradan kayıyor. Bir münafıklıktan kayıyor, bir de nefisten kayıyor.
Başta ilâhi emre göre doğru olmak, mahviyet içinde yaşamak. Zira varlık, günahların başıdır. Kişi kendisini beğenirse, yetmiş senelik ibadeti o anda yok olur.
"Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder." (Câmiu's-Sağîr)
Burada hep kendiliğinden kayıyorlar, yani yollarını değiştiriyorlar. Bu yolların değişmesinden sebep; varlık, benlik, menfaat, önderlik, liderlik gibi kendilerini beğenmekten ileri gelir. Bunlar helâkiyetlerini kendileri seçmişlerdir.
Bunun için insan, varlıktan çıkması, varlığından süzülmesi, varlığından sıyrılması, Var'a ulaşması gerek.
Kim alındı? Kim süzüldü? Sen acizliğini, mücrimliğini, günahını, her şeyini itiraf etmedikçe, O'na boyun bükmedikçe nasıl süzülebilirsin?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Bizim zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir." (Necm: 29)
Ümmet-i Muhammed'e bu bir emirdir. Zikrullahtan kaçınan kimselerden kaçınmak lâzımdır. Onlar ezelî istidatlarını kaybetmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde sapıklığa düşenleri de hidayete erenleri de çok iyi bildiğini beyan buyurmaktadır:
"Onların ilimden erebildikleri gaye işte budur. Şüphesiz ki Rabb'in, evet O, yolundan sapanları en iyi bilendir." (Necm: 30)
Hiç şüphe yok ki hepimizi huzuruna alacak ve yaptıklarımızdan bize haber verecek. Sizi o zaman kim kurtaracak? İlâhınız mı kurtaracak, bir avukat mı tutacaksınız kendinizi azaptan kurtarabilmek için.
"O, hidayet bulanı da en iyi bilir." (Necm: 30)
Onun için biz, sizinle münakaşa etmiyoruz, sadece ilâhî hükümleri duyuruyoruz, o kadar. Tövbe etmenizi, cehennemden kurtulmanızı istiyoruz.
Kişinin nefsine mal etmesi, puta mal etmesinden farksızdır. İhsan-ı ilâhiye'yi nefse mâletmek puta maletmek gibidir.
Benlik bir puttur. Ha bir put dikmişsin, ha "Benim" demişsin, arada hiçbir fark yoktur.
Birisi "Ben!" dediği zaman, koca bir kütük. Neye yarar? Ancak yanmaya yarar.
Var olan Hazret-i Allah'tır. Kim ki varlık davasında bulunursa şeytanın arkadaşı olur.
Fenâ bizim olsun, varlık isteyenin olsun.
Varlık; nefsimizin kendini beğenmesinden başka bir şey değildir.
Bu kişinin kendini beğenme mevzuatı bölücülüğü de meydana koyar. Onun için başta onu söylüyoruz.
Bunlar kendilerini helâk etmiştir. Başkalarını da helâke sürüklerler.
"Allah, büyüklük taslayanları asla sevmez." (Nahl: 23)
Hiçbir günahla kıyas edilemeyecek kadar büyük bir günahtır.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kendinde varlık görmen diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır."
Şimdi buradan kurtulan kim olabilir? Esas değil mi bu? Şimdi kim kurtulur bu afattan? Ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtardığı kimseler, yalnız bunlar kurtulur.
Zira kendini beğenmesi demek gizli ilâhlık davası gütmek demektir. Bu gibi kişiler etraflarını Hazret-i Allah'tan ayırıp kendilerine bağlamaya çalışırlar.
Bu ise en tehlikeli bir şeydir. Bir insanın Cenâb-ı Allah'a çok sığınması ve nefsinden çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir, Allah'ım korusun.
Nefis gıdayı şöhretten, namdan, varlıktan ve menfaatten alıyor.
Şimdi insanın yaratılışı bir pisliktir. Bu pislik kurursa, uçarsa bir şey kalır mı? Sen busun! Sana bu nimeti bahşeden O'dur.
O'nun nimetini O'na tefahür etmen nasıl yakışır? Hâlbuki senin aslın bu bir damla kerih sudur.
Binaenaleyh, yalnız O var. O'ndan gayri hiçbir şey olmadığını; biz bunu gözümüzle görüyoruz...
Bu pislik; kurudu, uçtu, ne kaldı? Hiç. Senin aslın hiç zaten. Senin aslın bir damla pislik...
Binaenaleyh, sen bir zerre pisliksin. Pisliğin O'nun yanında ne hükmü var? O da kuruduğu gittiği zaman; O var, başka bir şey yok. Düşün bir kere; hani, benlikler nerede kaldı şimdi? Ama gel de nefse sor. "Ben varım!" diyor. Kayan nokta bu. Ama burası çok kötü bir kayış yeridir. Çünkü Hazret-i Allah'a karşı hasım kesiliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Allah-u Teâlâ, "Ben onu nutfeden yarattım, o Bana hasım kesildi!" buyuruyor. Allah Allah! Güler misin, ağlar mısın? "Ben onu nutfeden yarattım, o nutfeyi unuttu, verdiğim nimeti kendisine benimsedi, Bana hasım kesildi."
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı topraktan yarattığı gibi, zürriyetini de toprağın hülâsası olan nutfeden yaratmaya devam etmiştir.
Düşünmeli ki bir nutfe (sperma) ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşısında, düşünen insan iki büklüm olur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî'de de şöyle buyurur:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor. O'na karşı şirk koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.
Hâlbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil, O'na tapınmak ve kulluk yapmak için yaratılmıştır.
Câhil ve gâfil her insanın durumu budur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kendinizi beğenip temize çıkarmayın!" buyuruyor. (Necm: 32)
Buradan anlaşılıyor ki; yoktan var edeni, nimetleri ile gark edeni unutarak kendini beğenen, gizli şirk koşmuş olur.
Başkasına âit olanı kişinin kendisine mâletmesi çok yersizdir. Hem emânete ihanetlik yapıyor, hem yalan söylüyor, hem riyâkârlık yapıyor, hem de şirk koşuyor.
Binaenaleyh Allah ehlinde dâvâ olmaz. Yaprağı çevirdiği gibi varlığını çevirir. "O" der ve orada kalır. Başka hiçbir söz söylemez. Çünkü O'ndan başkası yok.
Onun içindir ki kendisine değer verenler, kendi nefsini putlaştırmış oluyor. Allah'ım korusun!
Elhamdülillah, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri lütf-u kereminden olarak hiçbir büyüklük taslatmamış. Gerçekten bir köle, bir kul olma lütfunu sevdirmiş. Bunun için herkesi hoş kendimizi boş buluruz. Fakat buna rağmen, bundan nefsi istifade edip, serkeşlik yapanı da derhal yoldan çıkarırız. Bazı nefis sünepelik yapar, müsamaha perdesinin altında kendisine bir varlık vermeye çalışır, büyüklük taslar. Derhal onu oradan ayıklarız. O noktada onun nefsine müsamaha etmeyiz. Hazret-i Allah nasıl ki bize hiçliği sevdirdi ise, her ihvanın hiçlik içinde yüzmesini isteriz.
Biz hayatta iken nefsini ilâh edinenler türüyor. Biz vefat ettikten sonra hepsi türer. Bunu şimdiden biçmeye çalışalım diyoruz, öz gayemiz bu. En yakınları bile nefse cazip geliyor, fakat orada çok mühim bir kelime var. Şeytan kuruyor, salıyor. Delil isteyince, "Yok delil." diyor, ortada kalıyor. Şeytan gitmiş, o ortada kalmış. Zaten onu oraya şeytan sürmüştü, bakar ki şeytan yok. Şeytan çoktan işini bitirmiştir. Çünkü onu şirke sokmuştur. Rezalet! Arkadaşlarının yanında kıymeti düşüyor, şerefi düşüyor, rezil oluyor. Ne o? "Ben başa geçeceğim." diyor. Çok fena vuruyoruz. Niçin? Ya olsun, ya ölsün. Bizim tutumumuz bu; ya olsun, ya ölsün.
Hakikaten nazik yer, çok lâtif bir yer, çok nazik yer. Hakk kapısı denmiş buna. Şaka değil!
Bu Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ait olduğu için çok hassas, çok dikkatli, çok ciddi bir yol. Yani edep yolu. Onun için Allah'ım rızâsı mucibince yürüttüğü kullardan etsin. Yol çok nazik, çok dakik.
Kimisi çok hoş gider, kimisi boş gider. Kimisi ayıktır, kimisi sarhoştur. Çok dikkat lâzım. Yol edep yolu olduğu için dakik yoludur, pratik yoludur. Onun için insan bütün haliyle Hakk ile olduğunu duyması ve o hâl ile başkasına duyurması lâzım. O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır. Bunu tuttuğunuz zaman O'nunla olursunuz, O'nunla ölürsünüz.
Ne kadar büyük bir tehlike karşısındayız! Onun için bu tehlikenin karşısında kişinin varlığını ortaya koyması, putlanması demektir.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Âyet-i kerimesi'nin kapsamına tutulur.
Emrolunmuş, hükmedilmiş. Hükümle yaşamak zorundayız. Arzu yani nefsani hareketlerimiz bizi büyük mesuliyete tabi tutar. Fakat insan Hazret-i Allah'tan korkarsa hudut içinde gezer.
Hakk ve hakikatten ayıran nefsin kendi arzusudur. Doğruluk ve adaletten ayıran nefsin arzusunu ilâh edinmektir. Vücuda ruh hakim olsa doğruluktan sapmaz, nefis hakim olunca put hükmünde oluyor. Ne doğruluk kalıyor, ne adalet! Nefis hükmediyor.
Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer.
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır. Çünkü nefis huduttan çıkarıyor.
Hem iman etmiş gibi görünürler, hem de kendilerinin, müslümanların en ön safında olduklarını zannederler.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Demek ki insanın nefsini ilâh edinmesi bir şirk imiş, kişi müşrik olduğunun farkında bile değil.
O şirke düşeli çok oldu. Şeytanın onunla ne işi var artık? Onun gayesi onu şirke sokuncaya kadardı. Delil kalmadı, şeytan da kalmadı, o ortada kaldı, ama müşrik olarak kaldı.
Bu hayvanî sıfatlar insanda mevcut olduğu zaman o insan hiçbir zaman insan olamaz. İnsan-ı kâmil hiç olamaz.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, tanımamak ister, "Benim!" diyor çünkü. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne karşı gelen bir mahlûk. Düşmanların en büyüğü.
Bundan ötürü zaten insanda hayvani sıfat doğuyor. Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış oluyor.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Ne hükmedecek? Hayvani sıfatı hangi icraat üzerindeyse o icraat üzerinde yapmak ister. O kişiyi o icraat ile hemhâl etmek ister. Tabi Hazret-i Allah'a uygun değildir. Emirlerine uygun değildir. Fakat o dinlemez "Benim dediğim olsun!" der ve hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar.
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için sureta insandırlar, icraatları hep hayvanidir.
Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur, lâfla değil!..
•
Müridanın ön safında gibi görünür, fakat mukalliddir. Nereden belli olacak onun mukallid olduğu? Pirinçlerin içinde taş da vardır. Sert olduğu için "Ben pirinçten efdalim, asıl ben lâyıkım." der. İşte müridan onu bu halinden seçer. Diğeri hiç olmaya çalışırken; bu ise varlık ile hareket eder, her hareketinde bir maksat bir menfaat yatar. Allah için adım atar gibi görünür, bir adım bile atmaz. İçindeki gizli gayesi zaten onu bu hale düşürmüştür. Artık ondan hayır gelmez. Niyetini bozmakla kendisini ihraç etmiştir, başka bir şey yapmamıştır. Çünkü Mevlâ her şeyi biliyor. Hazret-i Allah'tan başka onu kimse kurtaramaz. Ancak O murad ederse kurtarır. Ne kadar sığınmamız gerekiyor...
Ve yarın Mürşid-i kâmil'in ahirete intikâl etmesiyle "Ben mürşidim." diye meydana çıkacak olanlar da bu mukallidlerdir.
Cenâb-ı Hakk dilediği kadar bildirdiği için, biz bu gibi tehlikeli kimselerin başlarına işaret koyarız. Çok itimat ettiklerimize de ifşa ederiz, kimse bilmez. "Yarın başınıza belâ kesilecek olanlar şunlar şunlar şunlardır, dikkat edin." deriz. Efendi Hazretleri mukallidlerin hepsini biliyordu, görüyordu, fakat sesini çıkarmıyordu. Çok kemâlliydi, bizde o hâl yok ki. Biz yola zarar gelmesin diye bunları hemen süpürürüz. Bu yol Allah yoludur, Allah yolu olarak kalacak, mukallidler süpürülecek diyoruz.
Bizdeki karar bu. Kendimizi hiç düşünmeyiz. Ve şunu deriz ki; "Allah'ım, bu yola zerre kadar zarar vereceksem, evvelâ beni yok et de, o zararı verdirme. Yol senin yolundur, zedelenmesin. Ben o güzel yolu kirletmeyeyim."
Hâl böyle olunca başkasını hiç düşünür müyüz? Süpürür atarız, hiç dinlemeyiz. Ama Efendi Hazretleri öyle değildi, çok kemâlliydi. Ahirete intikalinden sonra mukallidler ortaya çıktılar ve birden sivrildiler. İşte bu gibi durumlara meydan vermemek için başlarına işaret koyarız.
Nefsini ilâh edinenler şimdi de türeyebilir. Bizden sonra da daha çok türeyebilir. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle bunların iç durumlarını size anlatmakla, bunların şerrinden kurtulmanızı arzu ediyorum. Zira bu bir şirktir, yapan müşriktir.
Furkan suresi 43. Âyet-i kerime'nin nüzûl sebebi ise, Resulullah Aleyhisselâm'ı aldatmaya çalışan kişiler başka şeylere taptıklarından ve nefislerini ilâh edindiğinden Rabbû'l-âlemîn bu Âyet-i kerime'yi göndererek "Resul'üm, o nefsini ilâh edinenler için ne üzülürsün, sen onların vekili misin?" buyuruyor.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü?" (Casiye: 23)
Bunlar yarın şeyhlik dâvâsında bulunmakla, bölücü türeyebilir. Oysa hiç kimseyi bırakmadığımı daha evvel arz etmiştik. Bu gibi kimselerin sözüne ve rüyâlarına katiyyetle itibar etmeyin.
Görülüyor ki sapanlar ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar böylece gizli şirke sapmışlardır.
Bunun için böyle varlık taslayanları bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle kıyas ederek kararınızı verin, dalâlet batağına batmamanız için. Zira bu gibiler Allah-u Teâlâ'nın varlığını nefis putuna bağlamıştır ve onu ilâh yapmıştır.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallâhi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün her nefis iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse önünde hazır bulur." (Âl-i İmrân: 30)
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Allah'tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"En iyi cihad, insanın kendi nefsâni arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihaddır." (Câmiu's-Sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması; sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim mücahede ederse kendi öz nefsi için mücahede etmiş olur." (Ankebût: 6)
Nefsini ayağının altına alırsan vezir olursun. O seni ayağının altına alırsa rezil olursun. Cennet de hak, cehennem de hak. Nefsine dersin ki; "Ey nefis! Tercih et!" O kadar...
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
İnsan, tuzaktaki daneyi görüp ona yaklaşan kuşa benzer. Kuş danenin arkasında kendisini bekleyen tehlikeyi görmediği için tuzağa düşer. İnsan nefsinin arzularına uyarsa, sürüklenmekte olduğu cehennemi göremez.
Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Cennet sizin her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2036)
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde; "Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruyor. (Furkân: 43)
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruyor. (Yusuf: 53)
Niçin? Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları taktığı zaman, kişi bilse de bilmese de çeker götürür.
Nefsi size şöyle tarif edeyim:
"Nefsimin küçücük olduğunu gözümle görsem -ki Allah-u Teâlâ dilediğine gösterir-, bu küçük nesne bin parçaya ayrılsa, bir parçasından Allah'ıma sığınırım. Değil binde birinden, tozundan Allah'ıma sığınırım. Çünkü onun şerrinden ve hile-i desiselerinden beni ancak Rabb'im kurtarır."
İmran bin Husayn -radiyallahu anhümâ-dan rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı talim buyurmuştur:
"Ey Allah'ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru." (Tirmizi)
Nefsi terbiye etmek için birinci plânda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Şu kadar var ki lütuf ancak Allah-u Teâlâ'dan gelir. Kişi helâl lokma yemeye dikkat ederse, ihlâs ile ibadetlerine devam ederse, nefsinin arzu ettiği şeyi yapmayıp, arzu etmediği şeyi tercih ederse, merdivenden yukarıya çıkmaya başlar. Tarikat merdivenlerine bu üç şeyle çıkılır. Bütün bunlar ilâhi lütuftur, O verecek ki sen yürüyeceksin. Merdivene basa basa çıkarsın.
Şeytan da insanın en büyük düşmanıdır.
Şeytan Allah-u Teâlâ'ya uzun müddet isyan etmeden ibadette bulunmuştu. Meleklerin Âdem Aleyhisselâm'a secde etmeleri emri ile o da mükellef tutulunca itiraz etmiş; kendisinin ateşten onun ise topraktan yaratıldığını, bu sebeple ondan daha hayırlı olduğunu bildirmişti.
Allah-u Teâlâ'nın emrini mânâsız bularak itiraz etmesi, kendisinin Allah-u Teâlâ'dan daha iyi hükme vardığını iddia etmesi sebebiyle ilâhi rahmetten ebediyyen tardolunmuştur.
Şeytan Allah-u Teâlâ'dan, kıyamet gününe kadar mühlet istemiş ve bu isteği kabul edilince de, insanları yoldan çıkarmak için her türlü çareye başvuracağını bildirmişti.
İlk olarak Âdem Aleyhisselâm ve eşi Hazret-i Havvâ'nın cennetten çıkarılmasına sebep olmuştur.
Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanan, ibâdetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olmaz.
Bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Şeytanın inananlar ve Rabb'lerine güvenenler üzerine bir nüfuzu yoktur." (Nahl: 99)
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
"Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır." (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
"Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?" (Yâsin: 62)
Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fâtır: 6)
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
Her insanın bir şeytanı vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in de kendisine musallat olan bir şeytanı varken, Allah-u Teâlâ ona yardım etmiş ve şeytanı müslüman olmuştur.
Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanan, ibadetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olamaz.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesindedirler.
Şeytanın nüfuzundan ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük kalkandır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah'ı zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile." (A'râf: 201)
Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.
Şeytan güçlü ve kuvvetli bir düşmandır. Şeytanın hilesi çoktur. Binaenaleyh nefsin ayrı hilesi vardır tükenmez, şeytanın ayrı tuzakları vardır bitmez.
Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfu ile tecellî ederse, bütün bu hileler ve tuzaklar hükümsüzdür. İnsan ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtarmasıyla kurtulur. Ancak Allah için hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir. Onlara hakikati bildirir ve duyurur. Onları nefsin ve şeytanın hilelerinden kurtarır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'ın hidayet edip doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolu bulmuştur. Kimi de sapıtırsa, işte onlar mahvolanlardır." buyuruyor. (A'râf: 178)
Şeytan, Allah-u Teâlâ'nın müminlere ihsan ettiği iman sermayesini çalmak ve sapıklığa düşürmek için olanca gücü ile çalışır, âdeta ordusu ile hücum eder. Gayesi insanı sapıttırmaktır, Hazret-i Allah'tan, Kur'an'dan ve peygamber'den ayırmaktır. Şayet ayıramazsa, o Allah-u Teâlâ'nın kulu; fakat ayırırsa o şeytanın kulu oluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun!" buyuruyor. (Fâtır: 6)
"Onun hakkında şöyle yazılmıştır. Kim onu dost edinirse bilsin ki o kendisini saptırır ve alevli ateşin azabına sürükler." (Hacc: 4)
İnsanın insanlığı şeytana düşman olmayı gerektirir. Fakat insan şeytanın hile ve yalanlarına o kadar kapılıyor ki onu dost edinmeye başlıyor. Onun bu dostluğu, onların karşılıklı düşmanlıklarının dostluğa dönüşmesi manasına gelmez. Ancak insanın, düşmanı tarafından kandırıldığı manasına gelir. Çünkü insan şeytanla ebediyyen dost olamaz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, şüphesiz ki o apaçık bir ziyana uğramıştır.
Şeytan onlara vaadlerde bulunur ve ümitlendirir. Hâlbuki şeytanın onlara verdiği vaatler aldatmacadan başka bir şey değildir.
İşte onların varacağı yer cehennemdir. Oradan kaçmaya asla yol bulamazlar." (Nisâ: 119-120-121)
"Ummadığınız bir söz sizi cennete götürür."
"Ummadığınız bir söz sizi cehenneme götürür."
İnsan, ehemmiyetsiz sandığı öyle sözler konuşur ki, bu sözler onu ya Allah-u Teâlâ'nın rahmetine yaklaştırır, ebedî hayatının kurtulmasına vesile olur; ya da Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden uzaklaştırır, ebedî hayatını kaybetmesine sebep olur.
Çünkü o ummadığın söz sence basittir, gerçek manada Hazret-i Allah'a, Resulullah'a, ahkâma dayanarak bir söz söylersin ama Allah-u Teâlâ'nın yanında esastır. Esas olduğu için hoşuna gider ve seni lütfuyla yâd eder. Özü bu.
Bir de var ki; Allah-u Teâlâ'nın emrini, hükmünü umursamazsın, bir söz söylersin. O'nun da hoşuna gitmez, o söz seni cehenneme kaydırır. Olduğu gibi kaydırır.
Hâlbuki insan bunları yaparken bunları düşünemez. Fakat içteki hüküm kişiye bunu yaptırır. İyilik ve kötülüğü o anda yaptırıyor. Ama bir anda dilerse seni lütfuna mazhar ediyor, bir anda isterse kahra vesile oluyor. An meselesi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir kimse, Allah'ın sevdiği bir söz söyler de o söz ile Allah-u Teâlâ'nın rızâsına ulaşabileceğini zannetmez. Hâlbuki Allah-u Teâlâ o hayırlı söz sebebiyle kıyamete kadar o kimseden râzı olur.
Diğer bir kimse de Allah'ın gazabını mucip bir söz söyler, o sözün kendisini Allah'ın gazabına ulaştırabileceğini zannetmez. Hâlbuki Allah-u Teâlâ o kimseye o kötü söz sebebiyle kıyamete kadar buğzeder." (Tirmizî)
Dikkat edin bir sözün yaptığı bu!
Bunun için insan söyleyeceği söze, atacağı adıma, yiyeceği lokmaya çok dikkat etmelidir. "Bu söz beni helâk mı eder, ihya mı eder?" Bu kontrolü yapan kurtulur. Her duyduğunu söyleyen, çok konuşan, her mevzuya atılan, kontrolü yapamayan zaten kontrolden çıkmıştır. Allah'ım korusun.
İnsanın diline sahip olmasının ne kadar mühim olduğunu Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle beyan buyuruyorlar:
"Bir kulun imanı istikamette olmaz, kalbi istikamette olmadıkça; kalbi de istikamette olmaz, dili istikamette olmadıkça." (Ahmed bin Hanbel)
Gıybet, yalan, iftira, nifak, riyâ, hakaret, alay etmek, verdiği sözde durmamak, yalan şahitliği yapmak, söz taşımak, gönül kırmak... hep dilin âfetleridir.
"Sükût eden kurtulmuştur." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i bir müslüman için ölçü olmalıdır.
"Kişi Allah'ın gadabına sebep olacak bir söz söyler, o anda bir mahzur görmez. Hâlbuki o söz sebebiyle yetmiş yıl cehennemin dibine düşer." (İbn-i Mâce. Tirmizî)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayetle, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurdular:
"Kişi, Hazret-i Allah'ı râzı edecek bir söz söyler, kendisi onu önemsemez, ancak Allah-u Teâlâ onun derecesini yükseltir. Bir kul da Allah-u Teâlâ'yı gadaplandıracak bir söz söyler, hiç önemsemez, ancak onun yüzünden cehenneme düşer." (Buhârî)
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Bir insan hayatı boyunca hayırlı işler yapar fakat mukadderatı mucibince öyle bir şey yapar ki Cennet-i alâ'ya bir karış kalmışken bir anda cehenneme gider.
Bir insan hayatı boyunca cehennem ehlinin amelini işler. Fakat mukadderatı mucibince öyle bir iş yapar ki cennete girer." (İbn-i Mâce)
Allah-u Teâlâ onun takdirini yazarken onu biliyordu. Bu çok gizli bir iştir. İkincisi; bir kul çok günah işleyebilir fakat öyle bir iş işler ki rızâ-i Bâri'ye nail olur, cehenneme gidecekken, Cennet-i alâ'ya gider.
Bişri Hafi -kuddise sırruh- Hazretleri çok sarhoş bir haldeyken yerde bir kâğıt buluyor. Bakıyor ki üzerinde "Allah" yazılı. O kâğıdı alıyor, öpüyor, tozunu-toprağını siliyor ve duvara asıyor. Allah-u Teâlâ bu yüzden ona hidayet ediyor. Onun içindir ki; Allah-u Teâlâ'nın işine sakın karışma. "İyi" demekle kaybetmezsin amma, iyiyse kötü zannınla kaybedersin. Ne gerek sana, gidiyoruz işte.
O yüzden; "Küçük lokma ye, büyük lâf söyleme!" denmiştir. Ne idi mevzumuz? Ummadığın bir söz cehenneme götürür, ummadığın bir söz cennete götürür.
Bir söz vardır, hiç kimse ummaz ebedî saadete erdirir.
Bir söz vardır, hiç kimse umursamaz ebedî felâkete erdirir.
Bugüne kadar yüze yakın Evliyâullah Hazerâtı, Hatem-i veli'den, ona verilen lütuflardan haber vermişler, onun yolunu, eserlerini ve icraatlarını anlatmışlar, ezelde ona verilen mânevî makamlardan bahsederek hususi kitaplar yazmışlar, hatta talebelerine tarif ederek hakkında ders talim etmişlerdir.
Soruyorum; bunca Evliyâullah Hazerâtı'nın beyanları varken siz bu beyanlardan daha iyi mi biliyorsunuz? Çok biliyorsanız bu Zevât-ı kiram'ın beyanlarını çürütün. İspat edemiyorsanız yalancı olduğunuzu siz de bilin, âlem de bilsin.
Ateşte bulunan bu zümreler nereden geliyor? Bir insan niyetini değiştirdiği zaman Allah-u Teâlâ onun kalbini çevirir.
Zirâ:
"Onların kalplerinde hastalık vardır." buyuruluyor. (Bakara: 10)
Kalpte maraz, hastalık olduğundan kalbi bozuluyor. Niyetini değiştirdiği an Hazret-i Allah kalbini çevirir. Allah-u Teâlâ'nın çevirdiği kalp orada kalır. Binaenaleyh; bunlar yoldan kayanlardır, bizimle hiçbir ilgileri yoktur.
Bu durum birbirinden miras olarak geliyor, maksatları; "İşgal etmek". Bilinmiyor sanılmasın. Biz onlara şöyle deriz:
"Eğer bir idareye niyetiniz varsa vakıf kurun."
"Yapamayız!" derler.
"Kitap tasnif edin."
"Yapamayız!"
"Mecmua çıkarın."
"Yapamayız!"
Onu yapamazsınız, bunu yapamazsınız, vakfı mı işgal edeceksiniz? Defolun gidin! Burası babanın çiftliği değil.
İçlerinden biri suyun altına inip çıkıyor, ötekiler meydanda. Ama itimat edin suyun altındakini de görüyorum, suyun üstündekini de. Onlar bunun farkında değil. Onların gayesi işgal etmek, istedikleri gibi yürütmek, yemek... Bir nevi; "Mânevi gasp".
Burası Hakk kapısı, burada işler nizam ve intizam içinde yürür, bunlara ne oluyor? Onlar bunu lâlettayin söylediler ama çok pahalıya mâl oldu.
Biz sizin ne kadar yalancı olduğunuzu, velveleci, fitneci olduğunuzu, yoldan ayrılıp, dinden çıktığınızı ispat ediyoruz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Durumunuzu bu Âyet-i kerime'den öğrenin.
Bir yer yara açtımı ya keseceksin, ya kangren olur. Hayır, kes at!
İrbad bin Sariye -radiyallahu anh-dan rivayetle, Hadis-i şerif'te şöyle haber verilmiştir:
"Resulullah Aleyhisselâm bize öyle bir vaaz verdi ki bu vaazdan dolayı kalpler titremiş, gözler yaşarmıştı. Biz, ey Allah'ın Resul'ü! Sanki bu veda eden birinin vaazı gibidir, bizlere nasihat ve tavsiyede bulunsanız dedik, şöyle buyurdular:
Allah'tan sakınmanızı, Habeşli bir köle başınıza geçse itaat etmenizi vasiyet ediyorum. Sizden yaşayanlar çok kargaşa görecekler, bu yüzden size düşen sünnetime, doğru yola iletilmiş râşit halifelerin uygulamalarına sımsıkı sarılın. İşlerin yeniliklerinden kaçın. Her bidat sapıklıktır." (Tirmizî)
Bizden sonra şaşırmamanız için size ölçü veriyorum. Bu Hadis-i şerif'lere dikkat edin!
"Üzerinize başı kuru (kara) üzüm tanesi gibi olan bir Habeşî de yönetici olsa onu dinleyiniz ve itaat ediniz!" (Buhârî: 401)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"'Beni İsrail'i Peygamberler (Aleyhimüsselâm) idare ediyorlardı. Bir peygamber ölünce onun yerine ikinci bir peygamber geçiyordu. Ancak, benden sonra peygamber yok. Ama ardımdan halifeler gelecek ve çok olacaklar.'
Orada bulunanlar;
'(Onlar hakkında) bize ne emredersiniz?' diye sordular.
'Önceki biatınıza sadakat gösterin. Onlara haklarını verin. Onların üzerindeki haklarınızı (eda etmedikleri taktirde, kendilerinden değil) Allah'tan isteyin.
Zira Allah-u Teâlâ, idareleri altındakilerin hukukunu onlardan soracaktır.'" (Buhârî - Müslim)
Bu mevzu o kadar mühim ve hayati bir mevzudur ki Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz halife seçildikten bir gün sonra hitabede bulunmak üzere minbere çıktı. Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh-ı göremeyince onu çağırttı.
Gelince ona;
"Ey Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in hala oğlu ve onun havarisi, müslümanların birliğini parçalamak mı istiyorsun?" dedi.
Zübeyr -radiyallahu anh-;
"Ey Resulullah'ın halifesi, bugün kimseyi kınama." dedi ve kalktı Ebu Bekir -radiyallahu anh-e biat etti.
Ebu Bekir -radiyallahu anh- insanlara tekrar baktı. Ali bin Ebi Talib -radiyallahu anh-ı göremedi. Onu da çağırttı.
Ona; "Ey Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in amca oğlu ve damadı, müslümanların birliğini parçalamak mı istiyorsun?" dedi.
Ali -radiyallahu anh-;
"Ey Resulullah'ın halifesi, bugün kimseyi kınama." dedi ve kalktı Ebu Bekir -radiyallahu anh-e biat etti." (el-Bidâye Ve'n Nihâye İbn-i Kesir)
Yolun düsturlarına azâmi riayet gösterin. Yoksa ahirette sahibiniz olmaz. Burası emanetullah. Dikkat edin, yol bu yol, Allah'a emanet.
Ağızdan çıkan sözler ve hareketlerimiz Hakk ile olacak. Hakk ile nasıl olur? O'na sığınmakla, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilmekle olur. "Ben yaparım, ben ederim." demek yanlıştır. Bunlar nefis putuna ait işlerdir, bu benlikler nefse aittir.
Kendinize gelin! Efendi, bey, reis değil de kul olmaya çalışın. Bu yol; şefkât yolu, merhamet yolu, edep yolu; gösteriş yolu değil. Kimseyi incitmemek, kırmamak, her işi düzenli yapmak. Bu sessiz sedasız işleyişin altında mânevi bir disiplin vardır. İhvan ciddi olacak, resmi olacak, teslim olacak, tâbi olacak... Bu yol çok tatlı bir yol. Allah'ım içimizi, dışımızı güzelleştirsin. Allah'ım içimizi, dışımızı nurlandırsın. İlim irfan ile süslesin, kişi o zaman güzel insan olur.
Allah'ım bize sermaye ihsan buyursun. Rızâsına mucip sermaye ikram eylesin.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelamullah'ta buyuruyor ki:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır." (Nisâ: 79)
Görünen görünmeyen bütün iyilikler, maddî ve mânevî bütün nimetler hep Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerindeki engin rahmetinin, sonsuz ikramlarının, cömertçe verdiği ihsanlarının birer tezahürüdürler, kulların kendi kazançları değildir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız icmâlen bile sayamazsınız." buyurmaktadır. (Nahl: 18)
Bunca nimetlerine şükretmek şöyle dursun, topluca saymaya bile gücümüz yetmez.
Denizden büyük nimetlerin içinde yaşatıyor. Her nimet O'nun, her lütuf O'ndandır. İnsan üzerinde öyle nimetler var ki, O bunları ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımalarını ve kulluk yapmalarını istedi.
"Bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)
Bütün iyiliklerin Allah'tan gelmesi çok ince bir şeydir. Eğer senin gönlünde Allah varsa, O'nunla iş görüyorsan, O'nunla kâinata bakabiliyorsan, O'nunla kâinatı görüyorsan, o zaman O'ndan gelen bütün iyilikleri görmüş olursun. Fakat kötülükler nefsinizi mahsup ediyor.
İçeride bir nur var, bir de zulümat-ı nefis var. İlâhi lütuf o nuru harekete geçirir, bize bir şey yapılır. Hele kudsi ruhla desteklediği kullar ayrıdır, ikinci ruhu çalıştırır. Ve bununla beraber ona hep iyilik, iyilik, iyilik, dilediği zaman ihsan eder, dilediği zaman ibtilâ verir. Onun iyiliği de, ibtilâsı da Allah'tan olduğu için bir lütuf olur. Çünkü Hakk'tan geldiği için, fakat nefis ile hareket edenlerin her hareketi enelik, benlik, ve saire, fakat rızâya uygun değil.
İnsanın yaptığı açık ve gizli bütün kötülükler, başına gelen musibetler nefsinin eseri ve mahsulüdür, kendi kazancıdır. Kişi öyle istediği için, onun aleyhinde takdir eden de Allah-u Teâlâ'dır.
Kullarının hep iyiliğini isteyen Allah-u Teâlâ, hiç kimseye cebren aslâ kötülük yaptırmaz. Herkese arzu ettiği verilmiş ve herkes onları yapmaya koyulmuştur. Binâenaleyh bir kulun: "Sâlâhımı isterse sâlâh olurum, etmezse olmam!." diyerek kaçamak yollar aramaya, yaptığı-yapacağı bütün kötü işlere bunu perde yapmaya hakkı yoktur. Kendi kendisini kandırmaktan başka bir şey yapmış olmaz. Şeytan işini kadere havale etti kâfir oldu, Âdem Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya sığındı, Allah-u Teâlâ da onu affetti.
Kula düşen şudur:
Bütün iyilikleri Allah'tan, bütün kötülükleri ise nefsinden bilecek. O'na muhtaç olduğunu bilecek, O'ndan isteyecek, O'na sığınacak, O'na yalvaracak, O'na boyun bükecek, gözyaşı dökecek, O'nu bilecek, O'ndan bilecek, başka bir şey bilmeyecek. Kula düşen budur.
Kim böyle yaparsa şu Âyet-i kerime'deki lütfa mazhar olur:
"De ki: Allah bizim için ne yazmış ne takdir etmiş ise ancak bize o ulaşır. O bizim sahibimizdir. Müminler yalnız Allah'a güvenip bağlansınlar." (Tevbe: 51)
Rabb'im bizi rızâsına yönelttiği, fakat nefisle başbaşa bırakmadığı kullardan etsin.
Dikkat ederseniz son zamanlarda sahte mutasavvıfların post ve menfaat kavgaları, devlet imkânlarından elde ettikleri haksız kazançlar, süs, lüks, debdebe içindeki yaşantıları, kibir ve tefahürleri, tasavvuf yolunu babadan oğula geçen saltanata çevirmeleri, devlet ve memuriyet işlerinde liyakati gözetmek yerine taraftarlarına iltimas sağlamaya çalışmaları ve buna mümasil iş ve icraatları ayyuka çıktı. Bunların hangi birisi İslâm'da var, hangisi tasavvufta var? Oysa sorsan İslâm'ın en ön safında olduklarını iddia ederler.
Hatta kendilerini evliyâ yerine koyarlar, mürşid-i kâmil, gavs olduklarını iddia edip rabıta yaptırırlar. Meşhur bazılarından randevu alıp görüşmek için yüz binlerce lira yardım adı altında para talep ederler.
"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)
Şeyhleri ölünce post kavgası, baş olma savaşı başladı, paramparça oldular. Aslında onların gönüllerinde şeyhleri hayatta iken bu davalar yatıyormuş, içlerinde böyle şeyh olma davası güdüyorlarmış.
Oysa Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri mânevi vazifeyi şöyle tarif ediyorlar:
"Mânevi vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Ancak emirle olur.
Eğer sana bu vazife verilmişse, kimin malını kime veriyorsun! Verilmemişse kime ne vermeye kalkıyorsun?"
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri mürşidin ahlâk ve vasıflarını beyan buyurmuşlar, hakikisi ile sahtesinin ayırımını şöyle yapmışlardır:
"Şeyhlerin hangisi Allah için çalışır, hangisi sahtekârdır?
Allah için çalışan yalnız rızâ-i Bârî için çalışır. Bunlar da dünya yüzünde pek azdır.
Marifetullah ilmini arz ederken söylemiştim. Dünyada irşad memuru azdır. Bu hocalığa da benzemez, kürsüye çıkmaya da benzemez. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın emriyle tayini ile olur.
Alâmetleri; İstikamet, nasihat, şefkat ve merhamet.
Diğerleri ise nefis putuna hizmet eder. Gaye, maksat ve menfaati için çalışır."
"Şeytan ileriye sürdüğü için şeytan namına ortaya çıkarlar, kendi varlığını meydana koyarlar, nefis putunu eline alıp irşada kalkarlar. Nefsin arzusu, şeytanın desteği ile Hakk yolunda yürümeye ve yürütmeye çalışırlar."
"Allah yolunun yolcusunu Allah-u Teâlâ ezelden tayin eder. Bunlar Hakk'tan emir alırlar. O yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir. Onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder."
Bakınız bu Zât-ı âli mürşid bırakmamış, şeyh bırakmamış; O'nun yolu, onun izi ve idaresi ile sessiz sedasız yürüyor. Öyle terbiye etmişler.
Çünkü gayesi Allah idi.
"Sakın bizden sonra 'Şu imamdır, şu önderdir, şu şeyhtir...' zannına kapılmayın, böyle bir şey yok. Gelmeyeceğini ilân ediyorum. Mehdi Resul'ü bekliyorum." buyurmuşlardı.
Bugün bakıyorsunuz şeyh dedikleri kişi öldüğü zaman hop kalktılar ayağa, cümle âlem seyrediyor; ne oluyor, neyi paylaşamıyorlar diyorlar. Postu mu, topladıkları maddeyi mi, etraflarındaki topluluğu mu, neyi paylaşamıyorlar?
Hiç mânevi terbiye alamamışlar!
Hâlbuki Allah ve Resul'ünün yolunda makam, mevki, menfaat yoktur.
Her geçen gün bu sahtelerin İslâm'a ve müslümanlara verdikleri zararlar gün yüzüne çıktıkça, bu şeyh şeytanlarının içyüzleri ortaya saçıldıkça; Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin mücadelesinin ne kadar büyük ve haklı olduğu, yapmış oldukları ikaz ve irşadın ne kadar doğru ve lüzumlu olduğu anlaşılıyor, ayan beyan görülüyor.
Halk FETÖ başta olmak üzere din kurucu bölücülerin, âhir zaman âlimlerinin, sahte mutasavvıfların, sahte şeyhlerin içyüzünü yeni görmeye başladı. Oysa bu Zât-ı âli seneler önce hepsini haber verdi, halkı uyardı.
Bunların içyüzünü hâlâ göremeyenler ahirette görecekler, ancak iş işten geçmiş olacak!
Zât-ı âli'leri defaatle Allah yolu ile gayri yolların ayrımını beyan etmiş, eserlerinde bu mânevi yolun bozulmaması için ciddi nasihat, tembih ve vasiyetlerde bulunmuşlardır.
Bıraktıkları mânevi yol, düstur ve edebi aynen devam ediyor. Elhamdülillâh.