Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel söz ve nasihatla davet et." (Nahl: 125)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sohbetleri ile yetişmişlerdir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:
"Görmedin mi ki Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." (İbrahim: 24)
Halin güzel olacak, kalin güzel olacak, fiilin güzel olacak, giyinişin güzel olacak, bilhassa istikametin güzel olacak. Hiçbir söz söylemesen bile, karşıdaki baktığı zaman ibret alacak, yolunu düzeltecek.
Sonra helâl lokma ile hikmet husule gelir, hikmetle konuşursun ve bu konuşma karşıdakine tesir eder. Yapmadığın bir işi söylemek yersizdir. Çünkü sen yapmıyorsun ki karşındaki yapsın. Bir insan yaşayacak, yaşadığını tebliğ edecek. Allah-u Teâlâ murad ederse ona hidayet lütfedecek, aşı tutacak. Aşı tuttuğu zaman nasibini alır.
Sonra mülayim, tatlı, güzel sözlerle söz söylemek lâzım. Ne söyleyecek? Yâ Âyet-i kerime'den, Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; yâ Hadis-i şerif'ten, Resulullah Aleyhisselâm böyle buyuruyor diyecek. Yahut ki filân zât şöyle buyuruyor. Oradan konuşacak, kendinden konuşmayacak ki nasihat yerine gelsin. O kelâmı işitsin, işitsin ki Cenâb-ı Hakk iman tohumunu kalbe ekerse yavaş yavaş kök salar, neşv-ü nema bulur, imanlı bir ağaç olur. Bu sefer meyve de verirse, beşeriyet istifade eder. Kuru sözle olmaz.
Allah-u Teâlâ bir kulunun hayrını dilerse, onu dilediği bir rehbere ulaştırır. O vasıta ile kalbine tevhid tohumu düşürür. Tevhid tohumunun her şeyden evvel kemâl bulmuş bir elden kalbe düşmesi gerekir. Ancak kemâle ermiş bir tohum filiz verir. O incecik filiz büyüdükçe toprağı yarıp geçer, neşvünemâ bulur, ağaç olur.
"O güzel ağaç Rabb'inin izniyle her zaman meyvesini verir." (İbrahim: 25)
Uhuvvet bağlarını kuvvetlendirir, insanları birbirine daha iyi kaynaştırıp bütünleştirir. Ruhlara serinlik, gönüllere itminan verir; her türlü huzursuzlukları bertaraf eder. Kötü düşünceleri iyiye ve güzele doğru çevirir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Din nasihattir." buyurarak sohbetin ehemmiyetini ifade buyurmuşlardır.
Dinin, muhabbetin, sohbetin takviyesi kurumuş ağaca su vermeye benzer. Onun için hayırlı sohbetler, imanın neşvünemâ vermesi için faydalıdır.
Âyet-i kerime'de;
"Rabb'inin nimetini anlat!" buyuruluyor. (Duhâ: 11)
Bize verilen kısa bir ömür var. Bu kısa ömür içinde hakikati aramak, hakikati bulmak ve yaşamak en başta gelen vazifemizdir. Dünyaya geliş gayemiz de budur zaten.
İçinde bulunduğumuz ayın Ramazan-ı şerif olması hasebiyle Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bazı sohbet, nasihat ve uyarılarını ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz ediyoruz.
"Allah'ım! Ulvî, kudsî, aziz misafirin Ramazan'ı, gönlüme ilâç, başıma tâç yap. Bize şefaat etmesi için delil et. Rızâna mucib iş ve harekette bulunayım. Çünkü sevmişsin, seçmişsin ve bu ayı bize göndermişsin; onu hoşnut edecek hâl ve hareketi de bizden husule getir. Lütuf ve rızânla cennetine girmemizi nasip et!"
•
Bu ay başlayacak olan "Ramazan-ı Şerif"inizi, idrak edilecek olan "Kadir Gecenizi" ve "Ramazan-ı Şerif Bayramı"nızı tebrik eder, tüm İslâm âlemi'ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlara öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle." (Nisâ: 63)
"İnanan kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler." (İsrâ: 53)
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz Cenâb-ı Hakk'ın kulları içinde en ziyâde sevdiği kimse insanlara nasîhat edenlerdir." (Münâvi)
"Güzel işleri emredenler o fiilin işleyeni gibi ecir ve sevap kazanır." (Tirmizî)
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayeti ile hidayete eren, hakikati bulan bir insanın; gaflete düşmüş, dünyaya dalmış, âhireti unutmuş, dalâlet batağına batmış insanları uyandırmaya, Allah ve Resul'ünün yoluna dâvet etmeye gayret etmesi lâzımdır. Bugün insanlık âlemi küfür deryasında boğuluyor. Hazret-i Allah bize bir nûr bahşetmiş. Allah'ımızın nûrunu yaymaya çalışalım. Etrafımızı zindanda bırakmayalım. Bizim bütün gaye ve gayretimiz iman kurtarma çabasıdır. Nasibi olan içeriye girer, fakat biz bu çaba içinde olacağız. Sen vazifeni yap. Belki senin delaletinle bir kişiye hidayet bahşeder. "Bilmiyor" bilse yapacak. Madem ki Hazret-i Allah sana bildirmiş, sen de ona bildir. Bu nimetin şükrünü böylece eda et. Hizmetin kârı budur."
İçinde bulunduğumuz ayın Ramazan-ı şerif olması hasebiyle Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bazı sohbet, nasihat ve uyarılarını ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz ediyoruz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel söz ve nasihatla davet et." (Nahl: 125)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sohbetleri ile yetişmişlerdir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:
"Görmedin mi ki Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." (İbrahim: 24)
Allah-u Teâlâ bir kulunun hayrını dilerse, onu dilediği bir rehbere ulaştırır. O vasıta ile kalbine tevhid tohumu düşürür. Tevhid tohumunun her şeyden evvel kemâl bulmuş bir elden kalbe düşmesi gerekir. Ancak kemâle ermiş bir tohum filiz verir. O incecik filiz büyüdükçe toprağı yarıp geçer, neşvünemâ bulur, ağaç olur.
"O güzel ağaç Rabb'inin izniyle her zaman meyvesini verir." (İbrahim: 25)
Uhuvvet bağlarını kuvvetlendirir, insanları birbirine daha iyi kaynaştırıp bütünleştirir. Ruhlara serinlik, gönüllere itminan verir; her türlü huzursuzlukları bertaraf eder. Kötü düşünceleri iyiye ve güzele doğru çevirir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Din nasihattir." buyurarak sohbetin ehemmiyetini ifade buyurmuşlardır.
Dinin, muhabbetin, sohbetin takviyesi kurumuş ağaca su vermeye benzer. Onun için hayırlı sohbetler, imanın neşvünemâ vermesi için faydalıdır.
Âyet-i kerime'de;
"Rabb'inin nimetini anlat!" buyuruluyor. (Duhâ: 11)
Bize verilen kısa bir ömür var. Bu kısa ömür içinde hakikati aramak, hakikati bulmak ve yaşamak en başta gelen vazifemizdir. Dünyaya geliş gayemiz de budur zaten.
Ramazan-ı şerif Hazret-i Allah'ın bir misafiridir. Farz-ı muhal ki çok zengin sayılan, çok muteber bir kimse bize misafir olarak gelecek, birçok da kıymetli hediyeler getirecek.
Böyle bir misafiri nasıl karşılarız? Bir de bu misafir Hazret-i Allah'ın misafiri olursa, o zaman nasıl karşılamak ve geldiği zaman da nasıl ağırlamak gerekir? Ramazan-ı şerif öyle bir misafir, tasavvura sığmayan bir lütuftur ki Kadir gecesi gibi kıymetli bir hediye ile gelmiştir.
O Kadir gecesi ki Hazret-i Allah biricik Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine ihsan ve ikrâm buyurmuştur. Kendisi de kıymetli, hediyesi de kıymetlidir. Nimet içinde nimet...
Allah'ım iyiler zümresine ilhak etsin. Âkıbetimizi hayırlı etsin. Ramazan-ı şerif'iniz mübarek olsun.
Ramazanın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olmaktır.
Ben öyle derim:
"Allah'ım hiçbir ibadetim, iyiliğim yok ama Ramazan var."
Ramazan-ı şerif çok kıymetli bir aydır. Her şeyden evvel, Ramazanı ihya edebilmeyi Hazret-i Allah'tan dilemek; "Allah'ım! Bu kıymetli ayda rızâna uygun hareketler yapabilmeyi ihsan et!" diye niyaz etmek lâzımdır.
Çünkü başta derim:
"Allah'ım! Ulvî, kudsî, aziz misafirin Ramazan'ı, gönlüme ilâç, başıma tâç yap. Bize şefaat etmesi için delil et. Rızâna mucib iş ve harekette bulunayım. Çünkü sevmişsin, seçmişsin ve bu ayı bize göndermişsin; onu hoşnut edecek hâl ve hareketi de bizden husule getir. Lütuf ve rızânla cennetine girmemizi nasip et!"
Her an için hazırlıklı olmamız lâzım. Fakat nefis meşru olsun gayr-i meşru olsun daima dünya işleriyle meşgul. Bunlar hepimizin nefsinin meşgul olduğu şeylerdir. Bütün meşguliyetlerimizi yarıda bırakıp bir gün gideceğimizi hiç de hesaba katmıyoruz.
İlâhî ahkâm esastır. Hüküm Hazret-i Allah'ındır, yaratmak da emretmek de Allah'a mahsustur.
Kurtulmak için şu Âyet-i kerime'leri önüne sürüyorum. Bu ilâhî beyanlara dikkat et.
"Göklerin ve yerin Rabb'i, Arş'ın da Rabb'i olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir." (Zuhruf: 82)
Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hakk, korkunç günün azabından kullarını korumak ve kurtarmak için öğütlerde ve uyarılarda bulunmaktadır:
"İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler." (Enbiya: 1)
Gaflet; hatırlanması gereken şeyin insanın aklından çıkması, onu hatırlamaması demektir. Yapması gereken şeyi ihmal ederek yapmayan kimseye gafil denir.
Nefsin arzularına, şeytanın adımlarına uymuş, zevk ve safaya, oyun ve eğlenceye dalmış, gerçek hayatın bu dünya hayatı olduğunu zannetmiş, böylece ömrünü tüketiyor, gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilmiyor, ahiret tedarikinin çaresine bakmıyor.
Allah-u Teâlâ o gün için hazırlık yapılmasını emreder ve şöyle buyurur:
"Allah katından geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabb'inizin davetine icabet edin. O gün hiçbiriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz." (Şûrâ: 47)
O günde Allah-u Teâlâ'nın himayesinden başka sığınılacak bir yer yoktur. Müstehak olanlardan hiç kimsenin azabı kaldırmaya gücü yetmeyecektir.
Allah-u Teâlâ kullarına öğüt vererek dünya hayatının gün gelip sona ereceğini, daha sonra ahiret hayatının başlayacağını, kendisine dönüleceğini, insanların hesaptan geçirileceklerini hatırlatmakta ve azabından sakındırmaktadır:
"Öyle bir günden korkun ki, o günde hepiniz Allah'a döndürülürsünüz. Sonra herkese kazandıkları noksansız verilir ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaz." (Bakara: 281)
Çünkü kendi kazançları ne ise onu almış olacaklar.
"Öyle bir günden korkun ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez." (Bakara: 123)
Allah-u Teâlâ'nın azabını onlardan hiç kimse uzaklaştıramaz ve ilâhi azaba karşı kimse onları kurtaramaz. Ne zorla kurtarılabilir ne de kolaylıkla.
"O gün kimseye şefaat fayda vermez, onlar hiç kimseden yardım da göremezler." (Bakara: 123)
Aracılar yok olmuş, kişi yaptıkları ile başbaşa kalmış. Herkes kendisini kurtarmaya çalışıyor. O gün toplulukların birbirleriyle yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri de kaldırılmıştır.
"Ey insanlar! Rabb'inizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin zelzelesi cidden korkunç bir şeydir.
Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Hacc: 1-2)
Bakıyorlar amma ne yaptıklarını bilmiyorlar. Açık açık gördükleri korkunç manzaralar karşısında gözleri hor ve hakir olmuş.
Allah-u Teâlâ'nın ikinci defa gadaba gelmesi halkı mahşere toplayacağı an olacak. Öyle bir an ki, ahiret güneşi bir mil kadar yaklaştırılmış, insanlar kan ter içinde hararetten kavrulurken, isyanlarına göre tere gömülmüşler. Kimi topuğuna, kimi diz kapağına, kimi de gırtlağına kadar batmış, bazılarını da ter tamamen kaplamış. Hiçbir taraftan imdat yok.
Mahşer yerinde herkesin Allah katındaki mevki ve derecesine göre uzun veya kısa süren bir bekleyiş olacak. Bu bekleyiş dayanılmaz bir hale gelince, mahkemenin başlaması için bir şefaatçi aramaya çalışacaklar; ulü'l-azm peygamberlere müracaat edecekler, sıra ile Âdem Aleyhisselâm'a, Nuh Aleyhisselâm'a, İbrahim Aleyhisselâm'a, Musa Aleyhisselâm'a, İsâ Aleyhisselâm'a başvuracaklar. Onlar ise "Azîz ve Celîl olan Rabb'imiz bugün çok celallidir. Öyle ki, ne şimdiye kadar böyle gazaplı görünmüş, ne de bundan sonra görülecektir." diyerek her biri birer mazeret göstererek şefaat edemeyeceklerini beyan edecekler.
Sonunda da âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek haklarında şefaatçi olmasını isteyecekler.
O da Arşurahman'ın altına gelerek secdeye kapanacak, âhiret muâmelesinin başlaması için niyazda bulunacak. Allah-u Teâlâ ona lütfedecek, duâsını ve şefaatini kabul buyuracak ve hesap başlayacak.
Öyle korkunç anlar var.
Kişi her an kendini kontrol etmeli. O anda kiminle baş başayım, kiminle konuşuyorum, kiminle düşünüyorum? Tek kelime ile kiminleyim?
Rahman ile dolan bir insandan Rahmanî mevzular, İlâhî ilhamlar doğar. Hazret-i Allah'ın lütfu tecellî eder.
Nefsânî arzular ve düşünceler üzerinde duruyorsa, nefis onda tulû ediyor, icraatını da yapıyor demektir.
Boş ve lüzumsuz mevzularla meşgulse şeytanın evvelden ektiği tohumlar filiz vermiştir.
Bu üç nokta göz önünde bulundurulmalı, kişi kendini daima kontrol etmeli.
İnsan sadece şekilden ibarettir. Emanet olarak verdiği ruhu çektiği zaman düşecek. Şimdi bu şekil; "Ben yaptım!" derse olur mu? Olmaz. Bilâkis kabahat olur. Hazret-i Allah o kişiye; "Sen hırsızsın!" dese; çok doğrudur. Çünkü Hazret-i Allah'ın verdiği emaneti benimsiyor, "Benim!" diyor. Onun için bütün işi gören O'dur. Beşerin hükmü yoktur. Beşer kendini koyarsa Hazret-i Allah'a perde olur. Demek ki insan bir şekilden ibaret. Ruhunu çekse hiçsin. Ruhunu vermese hiçbir şey değilsin.
İnsan dediğin şey resimden ibaret. Bunu bilemediği için, O'ndan O'na yakın olduğunu da bilemedi. Vaktâ ki Allah-u Teâlâ lütfeder, bir mahlûk kendisini ifnâ eder, zerre kadar bir pislik olduğunu gözü ile görürse, o zaman azamet-i ilâhî kendiliğinden husule gelir. İnsan bunu görmezse kendisinde ne kadar varlık bulursa bulsun, Allah-u Teâlâ'ya o kadar perde vardır. Ne kadar perde olup, aslını bulursa azamet-i ilâhîye o kadar meydana çıkar.
Aslımız bir hayal, vehim. Üzerimizdeki bütün âsâr ve emanetler Sahib'imizindir. Biz bunu söylerken yalnız ağızla söylüyoruz.
Kim ki Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve emanetini nefse benimserse, o Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve emaneti ile Allah-u Teâlâ'ya satış yapmaya çalışıyor demektir.
Birçok alışverişler yaparız, para kazanırız, bu arada gerçek alışverişi unuturuz. Halbuki o kazandıklarımız belki de hiç sevmediklerimize kalacak.
Alışveriş ona derler ki, Hazret-i Allah ile yapılır. Kârın en büyüğü de bu alışveriştedir. Bırakın kârını, Hâlik iken mahlûkunu alışverişe kabul etmesi zaten en büyük saâdet. Ne çok zengin Allah'ımız!
Küçük bir rütbesi olan nice kimseler vardır ki, etraflarındakileri küçük görürler. O ise kâinatı yoktan var etti de, üstelik mahlûkunu alışverişe dâvet ediyor. Böyle bir Allah varken sen tut da gönlünü başka şeylere bağla! Cidden kendimize yazık etmiş oluyoruz.
"O bizi çok güzel yarattı. Bize her şeyin en iyisini, en güzelini bahşetti. Biz de O'na, bizden istediklerinin en iyisini yapalım!" diyemiyoruz.
En kıymetli ömür, en değerli vakitler boşa geçiyor. Buranın bir ânı, oranın çok uzun zamanıdır. Değil günlerin, anların dahi kıymetini bilip değerlendirmemiz lâzımdır. Kalp boş şeylerle meşgul olursa, ebedi saâdet nasıl kazanılacak?
Allah'ımız bize bu hakikati duyursun. Gaflette kaldığımız zamanlar, böyle nice nice cevherler toprak arasına karışıp gidiyor.
Halin güzel olacak, kalin güzel olacak, fiilin güzel olacak, giyinişin güzel olacak, bilhassa istikametin güzel olacak. Hiçbir söz söylemesen bile, karşıdaki baktığı zaman ibret alacak, yolunu düzeltecek.
Sonra helâl lokma ile hikmet husule gelir, hikmetle konuşursun ve bu konuşma karşıdakine tesir eder. Yapmadığın bir işi söylemek yersizdir. Çünkü sen yapmıyorsun ki karşındaki yapsın. Bir insan yaşayacak, yaşadığını tebliğ edecek. Allah-u Teâlâ murad ederse ona hidayet lütfedecek, aşı tutacak. Aşı tuttuğu zaman nasibini alır.
Sonra mülayim, tatlı, güzel sözlerle söz söylemek lâzım. Ne söyleyecek? Yâ Âyet-i kerime'den, Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; yâ Hadis-i şerif'ten, Resulullah Aleyhisselâm böyle buyuruyor diyecek. Yahut ki filân zât şöyle buyuruyor. Oradan konuşacak, kendinden konuşmayacak ki nasihat yerine gelsin. O kelâmı işitsin, işitsin ki Cenâb-ı Hakk iman tohumunu kalbe ekerse yavaş yavaş kök salar, neşv-ü nema bulur, imanlı bir ağaç olur. Bu sefer meyve de verirse, beşeriyet istifade eder. Kuru sözle olmaz.
İnsanlar arasına kin ve düşmanlık sokan, karı-kocanın arasını açan, kardeşi kardeşten soğutan hep şeytandır. Çünkü Âdem Aleyhisselâm'a secde etmekten kaçındığı günden beri ona ve soyuna düşmandır. Onun düşmanlığı ayan beyandır.
Bunun içindir ki kişinin müslüman kardeşine sert sözler söylemesi yasaklanmıştır. Çünkü gelişigüzel söylenip kaba ve katı bir üslupla karşılık verilen sözlerle, şeytan aralarına girer ve ahengi bozar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İnanan kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister.
Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır." (İsrâ: 53)
Dil hatalarını araştırır ki, onunla kişi ve kardeşi arasında düşmanlık ve kin meydana getirsin.
Şeytanın işi parçalamak. Aileyi parçalamak, cemiyeti parçalamak, devleti parçalamak. En büyük işi bu.
Aileyi parçalamakla başlar, cemiyeti parçalar, devleti parçalar. Allah'ım şerrinden korusun.
Evvelâ aileden başlar, karı kocanın arasını açmaya başlar. Ondan sonra cemiyeti, devleti derken ayırır. İşi sırf bu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Şeytan insanoğlunun kalbinin üzerinde tünemiş vaziyette bekler. Allah-u Teâlâ'yı zikredince çekilir, gaflet edince vesvese verir." (Buhârî)
Kalbi boş olursa livayı eker gider. Artık o livayı kurcalar, kurcalar, bir fındık kabuğunu dolduramaz. Onun tedavisi lâzım. Tedavi nedir? Şeytan kalbini istilâ etmiş, hemen anlayacak, her işini bırakacak, abdestini alacak, seccadeye oturacak. İki rekât namaz kılacak. Namaz kılamadı o zaman Hazret-i Allah'ı tefekkür edecek. Hazret-i Allah'ın zikriyle, fikriyle meşgul olacak. O zaman şeytan me'yus olarak dönüp gider. Şu da unutulmamalıdır:
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş bulunmamaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde tekrar tekrar duâ edip yalvaran kişinin söyleyeceği lâfızlarla şeytanın iğvalarından, hile ve desiselerinden kendisine sığınmayı emir buyurmuştur:
"De ki: Rabb'im! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabb'im! Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım." (Müminûn: 97-98)
Her insan daha hayatta iken noksanlıklarını gidermeye çalışmalı, her zaman için şeytanın şerrinden Allah-u Teâlâ'ya sığınarak muvaffakiyet dilemelidir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Kıyamet gününde Allah katında en faziletli kul, dünyada iken Allah-u Teâlâ'yı çok zikretmiş olandır." (Câmiu's-Sağîr)
Allah-u Teâlâ her şey için bir sebep yaratmıştır. Muhabbetullah'ın husulüne sebep de zikrullahtır. O'nun sevgisine nail olmak isteyenler zikrullaha devam etmelidirler.
Şeytanın verdiği vesveseler ise şöyle atılır:
Abdest alırken, "İki mi yıkadım, üç mü yıkadım!" tereddütünde "Üç yıkadım!" diyeceksin.
Namaz kılarken, "İkinci rekâtta mıyım, üçüncü rekâtta mıyım?" diye tereddüt ederse "İkinci rekâttayım!" diyecek ve vesveseyi takip etmeyeceksin.
Vesveseyi takip etmemek için noksan, fazla bakmayacak, oraya girmeyeceksin.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun." (Fâtır: 6)
Geçen gün şeytana:
"Ey pis! Çelme takmak istiyorsun ama yerini de biliyorsun!" dedim.
Ona; "Yerini de biliyorsun!" deyip hatırlatıyorum. Eğilmemek lâzım, onunla mücadele etmek lâzım ki bu şekilde vesveseyi atalım.
Ruhum var diyorsun senin değil, cesedim var diyorsun senin değil, mülk de senin değil. İnsanda bunlar varken bunların kendisinin olduğunu zanneder. Allah-u Teâlâ'yı zanla anar. Bunları kendinden uzaklaştır, nefsine senin olmadığını bildir! Ruh senin değil, vücudun senin değil, mülk de senin değil. Şimdi senin neyin kaldı? Hiç! Bunu hayatta bir defacık tefekkür ettik mi? Halbuki hiçbir tanesine sahip değiliz. "Benim" diyen insan onu vereni nasıl öğrenebilir? Sen bunları kendinden uzaklaştırmadın ki, onu vereni bilesin. 'Bana Sahib'im ruh verdi, O'nundur. Binayı kurdu, O'nundur. Mülkünde yaşıyorum, O'nundur. Gerçekten benim bunlarla hiçbir ilgim yok, Allah-u Teâlâ'nın bana koymasıdır, vermesidir, muvakkattır, hepsini alır, hepsini verir!' diyerek bunları bir bir kendinden uzaklaştırmadıkça vereni bilemezsin. Vereni bilmeyince vereni tanımak ne mümkün?
Daha evvel de arz ettik, fakir namazlarda: "Ettahiyyatü lillâhi ves-salâvâtü vet-tayyibât" dediğim zaman zâhirî mânânın yanında; Allah'ım! Ruhum senin, bedenim senin, mülk de senin. Bunları bana sen verdin. Ben bunların bir tekine değil, bir zerresine bile şükretmekten âciz olduğumu itiraf ediyorum.
Şehâdet getirirken, orada zerre bir pislik olduğumu görürüm ve onun yok olmasını isterim. Zerre kerih suyun orada ne işi var! Onu ifnâ edeyim ki Sahib'imi tespih edebileyim. O'nunla O'nu tespih edebileyim. O kerih su tespihime mâni oluyor.
Bunun için Sahib'ime o kadar yalvarıyorum. İtimat edin başka bir şeye bu kadar yalvardığımı pek bilmiyorum. 'Allah'ım! Hakir bir zerre olduğumu bana bildir ve beni orada tut! Ben sana bunun için yalvarıyorum.' diyorum. Bunlar sırların da sırrıdır.
Nefis sünepelik yapıp, insanı daima arzusuna doğru yuvarlamak ister. Fakat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir kulunu bağlılığı nispetinde tasarrufuna alır. O tasarruf sayesinde, nefsin arzularına meyletmez. Yoksa kul kendi hâline kalırsa, nefis yapacağını yapar. Şeytan da böyledir. Bir kul ihlâsla Allah'ına bağlı kaldıkça, Hazret-i Allah onun zarar vermesine müsaade etmez. Aynı kul nefsin sünepeliği sebebi ile Hazret-i Allah'tan boşaldığı nispette şeytana ruhsat verir. O ona yapacağını yapar. Az boşalmışsa az, çok boşalmışsa çok ruhsat verir. Hiç boşalmamışsa hiç vermez. Yani verilen ruhsat hata nispetindedir.
Nefis gıdayı şöhretten, varlıktan, namdan, bir de menfaatten alıyor. Hakikat ehlinin kaçtığı her şeye hareket ehli taliptir.
İşte Sahib'imize bunun için çok şükretmeliyiz. Bu lütuf Hakk'tan geliyor, onlar da nefisten ve şeytandan geliyor. Çünkü Hakk ehli böyle şeylere tenezzül etmez, kabul etmez, sevmez, Hakk sevmiyor diye. Onu Hakk destekliyor, halk hoşlanmaz. Fakat halk Hakk'a varmamıştır. Onun varacağı şeytan ve nefistir, nefis ona hangi gıdayı verirse o gıdadan hoşlanır. Çünkü Hakk'tan nasip almamış. Burası çok gizli, çok gizli. Hakk'ın desteklediği, nefsin desteklediği kişi burada belli olur.
Dünya hayatı kuyunun üzerinde bulunan bir ağacın dalında yaşamaya benzer. Bu temsili acaip karşılamayın, dünya hayatı hakikaten ağacın üzerinde yaşamaya benzer. Zira insan hiçbir zaman kendisinden emin değildir. Her an düşerim endişesi vardır. Bu düşmemiz, hayat-ı ebediyemize mâlolabilir.
Bir nefes verdiğimizde hangimizin almaya kuvveti var? Şu halde bir nefes ötesini göremiyor ve bilemiyoruz. Nefes bittiği anda muhakkak düşeceğiz amma acaba nereye düşeceğiz? Esfel-i sâfilin'e mi düşeceğiz, yoksa Hazret-i Allah bize rahmet ve merhamet edecek de, bizi lütfuna mı nail ve dahil edecek? Biliyor muyuz bunu? Bilmiyoruz. Bilmediğimiz halde, biz nasıl olsa bu dünyaya geldik, zevk bu zevk, dem bu dem, âlem bu âlem diyoruz. 'Acaba benim gidişatım hangi yol üzerinedir, yerim nereye hazırlanmış, âkıbetim ne olacak?' diye hiçbir kontrol yok bizde. Sanki her şeyi elde etmişiz. Nefis putuna istinad etmiş gidiyoruz. Bu boşluğumuz bize çok zarar veriyor.
En kıymetli ânım Hazret-i Allah ile olduğum andır. Çünkü benim dostum O'dur. Dost dediğin düşman olabilir, dost zannettiğin belki sana düşmandır. Amma O'nun dostluğu sonsuzdur, O hep dosttur. Şu halde ben dostumla olayım, düşmanımla olmayayım. Halkla konuştuğum zaman birçok lüzumlu ve lüzumsuz kelimeler geçiyor, amma O'nunla olduğum zaman hiç kötü geçmiyor, ânım hep dolu geçiyor. İbadet etmesem bile huzuru yeter.
Allah-u Teâlâ lütfu ile ihsan buyurursa, dost olarak O'nu seçmişim, O'nu dost bilmişim, O'nunla olmaya gayret ediyorum. O'nunla olduğum zaman hayattır, O'nsuz olduğum zaman ruhi bir vefattır.
Sen sen ol, Hakk ile kulun arasına girme. Çünkü bilmezsin. "İyi!" de, "Allah rahmet eylesin!" de geç. İyiyse iyi, kötüyse kötü.
Bişri Hafi -kuddise sırruh- Hazretleri çok sarhoş bir haldeyken yerde bir kâğıt buluyor, bakıyor ki üzerinde Allah yazıyor. Alıyor onu, öpüyor, tozunu-toprağını siliyor ve duvara asıyor. Allah-u Teâlâ ona hidayet ediyor. Ben bu hikayeyi çok küçükken duymuştum.
Onun içindir ki sakın karışma!
Çünkü iyi zannınla kaybetmezsin, belki iyiyse kötü zannınla kaybedersin.
Ne gerek sana! Gidiyoruz işte.
Sık sık; "Rabb'im, benim kalbimi biricik İslâm yolundan, râzı olduğun yoldan ayırma!" diye yalvaracağız, gözyaşı dökeceğiz, secdeden ayrılmayacağız. Tâ ki duâmızı kabul edinceye kadar. Kabul ederse ne olur? Kalbimizi rızâsına, İslâm yoluna döndürür, bize yolunu sevdirir. Bu sayede ibadet de yapılır, ibadetin muhabbetini de verir. Yaptıkça yapacağımız gelir. Bir şey verirken O'nun için veririz, verdikçe zevk duyarız. O muhabbet, yapılan ibadetin kabul olduğuna delâlet ve işarettir. Aşk ile yapılmayan ibadette ise hayır yoktur.
Allah-u Teâlâ hıfz-u himâyesine tasarruf-u ilâhîyesine aldığı kimseleri hayırlı yollara sevkeder. Bunun sırrı şudur ki, onlar kendi kendilerine itimatları olmadığı için Mevlâ'ya sığınıp ihlâsla yönelmişler ve hâl ile; "Allah'ım beni bana bırakma!" diye iltica etmişlerdir. Bu sığınmalarında samimi oldukça Hazret-i Allah onları muhafaza eder. Muhafazada oldukları müddetçe de selâmettedirler, saâdettedirler, hayattadırlar. Buradaki hayattan murad, ruhun hayatta oluşudur. Nefsin esaretinden kurtulup, ruh ile icraat yapıldığından ötürü hayattadırlar. Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü mesabesindedir. Niçin geldiklerini nereye gideceklerini bilemezler. İki günlük hayatlarında sermaye toplayamadan giderler. Ne büyük fecaat!.. Hakikatten kaçtıkları için Cenâb-ı Allah onları bununla cezalandırıyor.
Evet bir insan günah işleyebilir. Bizim zaten her ânımız günah. Fakat Hazret-i Allah öyle bir Allah ki, kulunu affettiği zaman; "Niçin affettin?" diye soran yok. Azap etmeyi murad ettiği zaman; "Niçin azap ediyorsun?" diyecek yok. Dilerse affeder, dilemezse affetmez. O öyle bir Allah! Üstelik affı da çok seviyor.
O'nun katında bir kişiyi affetmekle ümmet-i Muhammed'i affetmek arasında hiç fark yoktur.
Bu bakımdan fakir duâlarında: "Yâ Rabb'i! Ümmet-i Muhammed'i affet. Sen öyle bir Kerim Mâbud'sun ki, beni affetmekle ümmet-i Muhammed'i affetmek arasında hiç fark yok." deriz.
Gerçek hayat ölümden sonra başlayacak. Ölüm zindandan tahliye, askerlikten bir terhis gibidir. Dünyanın çeşit çeşit bitmez tükenmez mihnet ve meşakkatleri, ibtilâ ve çileleri vardır.
Ölümle Cenâb-ı Hakk o kimseyi terhis etmiş, âlem-i berzahta tasavvurun fevkinde bir hayat hazırlamıştır.
Burada bir incelik var. Bu terhis herkes için geçerli değildir. Haşrı neşri burada bitirenlere mahsustur. Onlar her şeyi burada bitirirler. Tekarrüb etmiş, Hakk'a vâsıl olmuş bir kimseyi Hakk bir daha karşılaştırır mı o işlerle? Herhangi bir sual, herhangi bir azap bahis mevzuu olur mu artık? Çünkü hepsini bitirmiş de geçmiş oraya.
Ahiret mekteplerini dünyada iken bitirmiş, nefsi tortularından ayıklanmış, sâfileşmiş. Özleşince nur ortaya çıkmış. Nura sual olur mu?
O tortularını dünyada döktü, diğerleri ahirette dökecek. Çünkü nefis olduğu gibi duruyor. Bu sefer orada haşir-neşir başlayacak. Yanacak, eriyecek, tortularını orada dökecek.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bir mümin üzerinde herhangi bir günah olmaksızın Allah'a kavuşuncaya kadar gerek nefsinde, gerek çocuğunda, gerekse malında ibtilâ kendisinden ayrılmaz." (Tirmizî)
Anne-baba evlât ister, illâ olsun diye de ısrar eder. O da bize evlât verir, amma ya nur vermezse ne kıymeti var? O yüzden Cenâb-ı Hakk'tan nur isteyin.
Ümmet-i Muhammed'e faydalı olan evlât evlâttır. Allah-u Teâlâ onu lütfu ile süslerse, nur ile donatırsa, o kendisini ümmet-i Muhammed'e adamış olur. Bin tane evlât olacağına bir tane olsun da böyle olsun. Allah'ımız onlardan etsin.
Kendisine faydalı olmayan ebeveynine hiç olamaz, beşeriyete aslâ fayda vermez, hatta zarar verir.
Çocuk kazanalım, adam değil...
Çocuklarınızı insaniyet ve İslâmiyet üzerine yetiştirin. Evvelâ insanlık, sonra İslâm!..
Sevdiğimiz ihvan için canımızı bile veririz. Biz ihvanın üzerine çok düşeriz. Bir ibtilâ ile karşılaşsalar; "Aman Allah'ım! Ona verme de bana ver." diyecek kadar düşkünüzdür. Biz nasıl olsa ibtilâya alışmışız.
Amma imtihana tabi tutulup Hazret-i Allah'ın düşürdüğünün bizimle ilgisi olmaz. Onlar için hiç merhametimiz yok. Çünkü onlar tahripçidirler. Niyetleri ve fikirleri bozuk olduğu için otomatik olarak istikametten çıkmış oluyorlar.
Daha evvel hali iyi iken şimdi dağıttığını söyleyen bir kardeşe şöyle buyurdular:
"Efendim, arkadaşsız kalınca, mânevi takviye görmeyince, avamla karışınca, nefis ve ruh karıştı. Huzursuz halde. Ruh bunalıma girmiş. Kitapları okumakta fayda görür. Bir de râbıtanın çok yapılması ile huzur bulur ve Salât-ü selâm'a devam etmesi lâzım. Reçetesi bu. Tam bir bunalıma girmiş, reçetesi bu. Kardeşle meşgul olun."
Rabb'imiz dilerse bütün kâinâtın aradığını, bütün mevcûdâtın istediğini bir noktada toplar.
O nerede tecelli etmişse hakikat oradadır. Nerede? Nerede ve kimde tecelli etmişse orada. Yoksa mahlûk bir perdeden ibarettir.
Bir çekirdek ağaç oluyor, yaprak oluyor, meyvesi oluyor. Hepsi bir çekirdekten oluyor. Çekirdek de aslında kabuktan ibarettir.
Mürşid de böyledir. Allah-u Teâlâ murad ettiği bir mürşidi ileriye sürer. Birçok müridler vardır, o müridler onun öz evlâdıdır. Dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de... o onlarla meşgul. Bir ana-babadan doğma evlât gibi.
O çekirdekte Allah-u Teâlâ kaç kişiye hayat vermişse, hepsi o çekirdeğe âittir. Amma çekirdek de nihayet kabuktan ibaret, her şey Hakk'ın.
Onun içindir ki kim nereye tâbi olduysa, o tâbi olduğu ile ahirette beraberdir. Eğer Allah-u Teâlâ'nın lütfu tecellî etmişse, onun himayesi altında toplanır. Himâyekârı yoksa herkes başının çaresine baksın! Herhangi bir topluluğun sonu işte budur.
Hüküm Hazret-i Allah'ındır, başka hüküm yoktur.
Mevlâ dilerse giydirir, dilerse alır. İtimat edin bir defacık aklımdan hayâlimden dahi geçmemiştir. O'ndan başkasından O'na sığınırım. Taç takke hırka bunlar takımdan ibaret. O'nun tacı O'nun rızâsıdır. O râzı mı, sen tacını giydin demektir. Nefis bu gibi şeylerden çok hoşlanır, bunlar bu yolun ziynetidir. Evet birer lütfu ihsandır, fakat; "Allah'ım beni bunlarda bırakma!" diye niyaz etmelidir, bunları benimsememelidir. Hadi bu gibi şeylerden hoşlanıyoruz, bunlara lâyık neyimiz var?
Nefis maddî menfaatlere aktığı gibi, mânevî rütbe ve makamlara da akar. Halbuki bunlar çocuk oyuncağı mesabesindedir. Ehl-i hakikat rızâdan mâdâ hiçbir şeye kıymet vermezler.
Geçenlerde öyle bir noktaya geldi ki; "Benim hiçliğim erirse, eridiği yerde kir bırakır, n'olur Allah'ım o bıraktığı lekeyi de kazı!" demekten kendimizi alamadık. Eritsem, eridiği yerde kir bırakıyor. Bunun ötesinde insanda ne var? Demek ki sen lekeden ibaretsin. 'Değil ismimi, âdetâ cismimi kazımaya çalışıyorum.' dememizdeki sır bu idi. Ve biz bunları gözümüzle seyrederiz. Seyrettiğimiz gibi, hakikatini size açık etmekten geri kalmayız. Allah'ımın duyurduğu hiçbir şey esirgenmemiştir. Bunlar ilâhî bir esrârdır. Hiçbir esrârı benim dememişizdir, çünkü benim değil. 'Allah'ım senin malını teşhir ediyorum, bu kölene bu pür taksirine duyurduğunu duyurmaya çalışıyorum. Belki nasibi olan vardır, nasibini alır.' diyorum. Bunlar hakikatin özüdür, Hakk'tan gelir.
Daha önce de arzetmiştik ki; çeşme akarken gözünüzü açın, çünkü çeşmenin malı değildir. O akıyor bir daha gelmez. Çeşmenin kendisini sıksan bir damla su akmaz. Çeşme de ona muhtaçtır.
Her rüyâ anlatılmaz. Rahmânî rüyâ gayet ayan olarak görülür, dimağda net ve parlak olarak kalır, uzun zaman unutulmaz. Bunlar hikmet tahtındadır. Ya bize bir yol gösterir, ya bir kusurumuzu anlatır, yahut başkasının durumu onunla anlatılır. Hazret-i Allah Fâil-i mutlak'tır, birinin rüyâsı ile ötekisini ikaz ve irşad eder. Onların ne zaman buluşacaklarını bilir. Anlatan hiçbir şey anlamaz, alan alır gider. Söz de böyledir. Birçok kimselere söz söylenir, fakat söylenen söz o kimseye değildir, lâzım olan alacağını alır. Mânevî cereyanlar böyle husule geliyor. Bunların hepsi hikmet tahtında olan işlerdir.
•
Hiç rüyâ görmeyenlerin rüyâ görmeyi arzu etmesi bile yersizdir. Çünkü bütün arzu ve isteklerden arınmak, kayıt-kuyuttan çıkmak, denize bırakılmış bir çöp gibi olmamız gerekiyor.
Teslim olamadığımız için, bizde birçok arzular yaşıyor. Arzulardır bizi Hakk'ın arzusundan alıkoyan.
•
Rüyâ ve rüyâcılara itibar etmeyin! Aksi halde şeytanın askeri olursunuz.
Hazret-i Allah Hâlik iken mahlûkunu huzuruna almış, bütün gam ve kederlerden, sıkıntı ve meşakkatlerden sıyırmış, kendine çekmiş, saâdet ve selâmetin en büyüğüne ulaştırmış. Bu mu hayırlı? Yoksa yıkılmış köhne bir viranede hükümdarlık yapmak mı hayırlı? Aradaki fark kıyas-ı kabil değildir. Bir an huzur-u ilahîde bulunmak, binlerce sene o viranelerde dolaşmaktan hayırlıdır. Yeter ki insan Mevlâ ile alışverişe geçebilsin, pazarlığını uydurabilsin. O'na kavuşmak arzusu ile yaşasın.
Biz ölümden kaçıyoruz, ikrah ediyoruz. İşte biz o olmadığımız için ölümü istemiyoruz. O olsak, ölümün mahlûku Mevlâ'sına kavuşturan en güzel bir vasıta olduğunu kabul ederiz. O zaman bu arzu ile yaşarız, ikinci bir arzu yaşamaz bile.
Bir padişahın birçok hizmetçileri olur, her biri çeşitli işlerde çalışırlar. Fakat bazılarını hususi hizmetine kendi maiyyetine alır. O hizmetçinin şükür mü etmesi lâzım, böbürlenmesi mi lazım?
Hazret-i Allah seni kulluğuna kabul buyurmuşsa, ibadet etme lütfunu bahşetmişse, bundan büyük saâdet olamaz. Seni kendi maiyyetine huzuruna almış demektir. Başkasını almamış seni almış. Sen de seni maiyyetine alan Hazret-i Allah'ına çok şükret, ibadet ediyorum zannına kapılma.
Sana bir iyilik bahşetmişse, bunu O'ndan bil, sakın kendine mâletme. Akıllı bir insan hiçbir zaman: 'Ben iyiyim, ben ibadet ediyorum, ben namaz kılıyorum...' diyemez.
Şayet seni sana bırakırsa, o gördüğün kötü insanların da en kötüsü olacaksın. Bunu böyle bil.
Eğer rızâya uygun iş ve hareket varsa tasdik edilir. Rızâya uymayan hususlar varsa tasdik edilmez. Çünkü kişi çok iyi bilsin ki reyi ile beraber kendisini vermiş olur. Onun reyi ile o destek bulur. İyiyi iyi, kötüyü kötü. Çünkü terazinin iki kefesi, ortada da dili vardır. İnsan dünyada hangi tarafa ağırlık verirse o taraftadır.
Hatta fakir bu hususta şöyle der ki: Hayat boyunca söz söylerken âdetâ o dilin ucuna bakıyorum. Acaba dil ne tarafa çekecek? Hazret-i Allah'a dayanarak mı konuşuyorum, yoksa Hazret-i Allah'ı unutarak kendi nefsimle mi konuşuyorum? Hazret-i Allah ile konuşursam ibre daima sağa çeker. Nefsimle konuşursam o ibre sola çeker. O zaman insan hemen kaymıştır.
Onun için mühim olan şu ki; insan konuşurken fâni olacak, yapacağı iş ve harekette Hakk'tan yana olacak. Bunu tuttukça insan selâmettedir.
Allah yolunda yorulduğum ve yıprandığım zamanlar ancak zevk duyabiliyorum. Başka zamanlar hayatımın boşa geçtiğini kabul ediyorum.
Ömrünü insan yemekle içmekle uyku ile israf etmemeli. Çünkü dünyaya bir daha gelecek değil. İbadetini yapsın da derecatı artsın. Yeme-içme, yaşama ise, Hazret-i Allah onların hepsini hazırlamıştır.
Bir insan bir ömür boyu çalışıyor da bir bina yapamıyor. Ya cenneti kazanmak için ne kadar çalışmalı.
Yılanın derisinden soyunduğu gibi varlıktan soyunmak gerekiyor. Eğer sen soyunursan Hazret-i Allah seni giyindirir. Takvâ elbisesi giydirir, edep-hayâ elbisesi, ilim-irfan elbisesi giydirir. Artık sen O'nun elbisesini taşırsın. Dünyada da o elbise ile, mahşerde de o elbise ile gezersin.
Madem ki bununla bu kadar saâdet elde ediliyor. Öyleyse bir an evvel varlık-benlik elbisesinden soyunmamız gerekiyor.
•
İnsan Hazret-i Allah'tan uzaklaştıkça, O'nu uzak yerlerde arar. Yaklaştıkça Hazret-i Allah'ın kendisine kendisinden yakın olduğunu görmeye başlar.
Bazı kimseler küçük diyor çocuk diyor, çocuklarını çok açık giydiriyor. Kısa pantolon giydiriyor. Halbuki hayâsını kaçırdığının farkında değil.
Meselâ bir esansın kendisine mahsus kokusu var. Şişeyi açtın mı, kokusu gidiyor, suyu kalıyor. Çocuk da böyle, hayâ gidiyor.
Küçükken eğitilmezse büyüyünce artık tatbik etmez. Çünkü zamanla o irâde ondan emilmiştir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ölülerinizi sâlih kimselerin civarına defnediniz. Zira diriler fenâ komşudan müteessir oldukları gibi ölüler de fenâ komşudan rahatsız olurlar." (Ebu Dâvud, İbn-i Mâce, Ahmed bin Hanbel)
Demek ki ihlâslı insan ne kadar güzel ki aranıyor, seviliyor. Kötülük de ne kadar kötü ki, insanı dünyada da ahirette de rahatsız ediyor.
Şimdi ihtiyarların kıymeti kalmadı. Bilinmediği için kalmadı. Halbuki onlar evin bereketidir. Onlar gittikten sonra evin bereketi de gidiyor.
Eskiler yedireyim sevdasında idiler, yeniler yiyeyim sevdasında, yaşama sevdasında. Bunun için de bereketten mahrum kalıyorlar.
Tarikât-ı âliye bir ordudur, muazzam bir teşkilatı vardır. Evvelâ nefisle mücadele, icap ettiği zaman dalâlet ehli ile mücadele, maddi yardım yaparak mücadele... Fakat size ifşâ edeyim ki, en büyüğü kalemle mücadeledir. Buna "Cihad-ı ekber" denir.
Nefisle mücadele çok mühimdir. Çünkü nefis ıslah edilmedikçe yapılan cihad yersizdir. Bu hususta demişizdir ki: "Ey zahid! Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini bilmiyorsun. Evvelâ kendi içine dön, içindeki düşmanı öğren, evini ve odalarını işgaliyetten kurtar."
Onun için insan evvelâ nefsini fethedecek, fetihten sonra yapacağı işleri rızâ yoluyla yapacak. Yoksa içindeki putla fetholunmaz. Evvelâ iç putunu kır, ondan sonra fethe çık.
Bir düşmanla çarpışırsın, beş kişiyle on kişiyle; fakat kalemle milyonlarla çarpışırsın. Onun için kalemle mücadeleye "Cihad-ı ekber" demişizdir.
Bunu söylemekle sizi de bu cihada teşvik ediyorum. Ve bunu Allah namına yaptığın zaman, hiç şüphesiz ki O sana yardım eder, desteğin O olur, muhafazakârın O olur. Bütün kâinatı karşına alsan, murad ederse kılına halel gelmez.
Binaenaleyh böyle bir orduya giren insan, yapacağı işleri çok iyi bilmesi lâzım. Nefsiyle, bedeniyle, malıyla, kalemi ile cihad etmesi şarttır.
Bu yol öyle nizamlı, disiplinli bir ordudur ki, mânevî kumandanlar tarafından idare edilir. Başkumandanı da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vekâletini taşır.
Bu yolun önderlerine Hazret-i Allah öyle bir ikram ve ihsanda bulunmuştur ki, gayeleri ulaşmak değil, ulaştırmaktır. Mânevî kumandan ordusunun selâmetini düşünür, kendi selâmetini değil.
"Ey âlemlerin Rabb'i! Bütün iyilikler sendendir. Bütün kötülükler bizdendir. Bu iyiliklerden ötürü sana sonsuz şükürler olsun. Ey âlemlerin Rabb'i! Benim kalbimi temizle. Rızâna mucip iş ve harekette bulundur ve dolayısıyla bu yüzden de ölümümü kolaylaştır."
Nasıl kolaylaşır?
Zât'ına yakın yaparsa, ölümü de sevdirirse hazırlığını yaparsın. Ölümle beraber Zât'ına kavuşmaya vesile olur. Çünkü fakir çok evvel şöyle demişti; "Ölüm ne güzeldir. Mahlûkunu Hâlik'ına kavuşturan bir vasıtadır." Onun için ölüm iyi bir şeydir. Allah'ım çektiği kullardan etsin.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyurur ki:
"O'nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?" (Bakara: 255)
Şu kadar var ki:
"Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır."
Bu nasihat esnasında birisine hidayeti duyurursa Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Bana hidayet bahşeden Allah'ıma sonsuz şükürler olsun."
İntisap ezelden gelir. Allah'ım cümlemizi lütfuyla aldığı, kabul ettiği, ezelden aldığı kullardan etsin.
Şükür de O'ndan gelir. Fakir der ki; "Allah'ım şükrümü, zikrimi, fikrimi, sabrımı ihsan et de beni nankörlerden etme." Çünkü dikkat edin; nefes ihsan ederse nefesin mucibince hayat devam eder. Nefesi keserse hayat yok. Nefes alırken şükretmemiz lâzım, verirken vücudumuz rahatlıyor diye şükretmemiz lâzım. Bir nefeste iki rahat ama biz bir nefes için kaç defa şükrediyoruz? Hiç.
Onun için Allah'ım şükrünü, zikrini ve seni bileyim, seni yâd edeyim, her şeyin senden olduğunu bileyim. Bunu bana duyur. Şu yarattığın âlemin fikrinin zerresinden acizim. Aciz olduğumu bileyim, asârını göreyim. Sonra beni nankörlerden etme. Bu kadar ihsana, ikrama karşılık seni tanımamak, senden olduğunu bilmemek nankörlüktür. Beni onlardan etme.
Sık sık şöyle söyleriz:
Yâ Rabb'i! Her nimetine şükürden aciziz. Her nimetinin zerresinin şükründen aciziz. Fakat nasıl şükredeceğimizi bilmiyoruz. Şükürden de aciziz, ama yine sana şükrediyoruz. Başka çaremiz yok. Çünkü ne kadar da aciz olsak, acizliğimizi itiraf etsek de, idrak etsek de bizleri gördüğüm zaman Allah'ım gerçekten şükürden aciziz, ama sana şükürler olsun. Ve büyüklerini almayız da küçüğünü dahi şükretmekten aciziz. Ama senin sonsuz ikram ve ihsanına şükürler olsun. Ama bunun hangi birine şükredeceğiz? Hangi birine şükredeceğiz?
Bugün üstte, yarın alttayız. Bu yolun Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a âit olduğunu bilin. Ben şöyle diyorum: "Var ile övünüyorum, varlığımdan utanıyorum."
Benim varlığım bir damla kerih su. Bunun neresine ihtiras edeyim? Bu bir damla kerih suyu Halik-ı Azîmüşşân şekilden şekile geçirmiştir ve çok güzel bir bebek meydana getirmiştir.
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir!" (Müminûn: 14)
Bu Rabb'e nasıl ibadet etmek lâzım, nasıl saygı ve sevgi göstermek lâzım?
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın!" (Âl-i İmrân: 103)
Bölünüp parçalanmamak için de topluca Allah'ın ipine sarılın.
Kur'an-ı kerim'e ve Sünnet-i seniyye'ye sımsıkı sarılanlar kendilerini her türlü tehlikeye karşı emniyet altına almış olurlar. Bu tehlikenin en büyüğü ise müslümanlar arasındaki tefrikadır, din adına bölünüp parçalanmalardır.
"Parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i İmrân: 103)
Bölünmeyin, birbirinize arka çevirmeyin, ayrılık doğuracak, din kardeşliğinizi zedeleyecek işler yapmayın, yahudiler ve hıristiyanlar gibi tefrikaya düşmeyin, Hakk ve hakikatten ayrılıp uzaklaşmayın.
Bu ilâhî beyanda birlik ve beraberliğin, uhuvvet ve kardeşliğin ehemmiyeti apaçık görülmektedir.
Bu emr-i ilâhî karşısında bütün müslümanların yekvücud olması ve Allah-u Teâlâ'nın ipine sımsıkı sarılması gerekir.
Kim ki bunu yapmazsa Allah-u Teâlâ'nın apaçık emr-i şerifine itaat etmemiş olur. Din-i İslâm'ı parçaladığı için şeytan fırkasından olmuş ve kendisini cehenneme hazırlamış demektir.
Emr-i İlâhî çiğnendiği için, dinde ayrılık yapmanın, parçalanıp ayrılmanın mesuliyeti, suç ve cezâsı o kadar ağırdır ki; Allah-u Teâlâ azapların tehirini ahirete bırakmamış olsa idi, bölücülük yapanların, tefrikaya sapanların cezâlarını dünyada vererek onları hemen yok ederdi. Ezelden onlara tanınmış bir sürenin dolmasını murad ettiği için hemen helâk etmemektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" (Tirmizî)
Ahiret çantan daima hazır bulunsun, ne zaman dâvet edeceği belli değil. Kabir hali ile yaşa. Çünkü bugün üstte yarın alttayız. Eğer insan bakarsa bu Hadis-i şerif ona yeter.
Cenâb-ı Hakk hayatı bize sevdirmiş. Çok zaman kabir haliyle hallenirim. Çünkü orası senin evin, burası ise misafirhane. Evine göçeceğin zaman evine yerleş. Kabir korkulur bir şey değil. Bir gün baktım, tıpkı floresanlar gibi nurlar var; gece nuru ayrı, gündüz nuru ayrı. Kabir, kabir değil. Bir gün baktım içinde karyolası olan geniş bir oda.
Yap da geç, ama kırıp geçme. Yani yap da geç, herkesin gönlünü al. Dikkat ederseniz buraya fakir gelir, zengin gelir, rütbe sahibi gelir. Hepsine bir muamele yapıyoruz. Niçin? Yap da geç, amma kırma! Fakir der ki; "Bir gönül kırma, dünyaya bedel." Yarın kabirdesin. Yarın pişman olacağına bugünden tedbirini al.
Takdir karşısında kula düşen; her emrine incelikle dikkat ve nehyinden ictinab. Kula başka hiçbir şey düşmez. Çünkü kul ötesini göremiyor.
Hazret-i Allah ona bir çizgi çizmiştir. Kul o istikametten giderse; onun nurunu artırır, hidayetini çoğaltır, yollarını açar, tasarrufuna alarak bizzat kendisi yürütür.
•
Hazret-i Allah herkesin takdirini ezelden yazmıştır. Bu çabaların hepsi o takdire doğru gider. Ama takdiri değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Onun için hayatta başına gelen şey için, "Bu takdirmiş" diyerek o kaleye sığın, hiç telâş etme.
Bunu unutma, bu kurtarıcı bir sözdür. "Takdir bu imiş" de, orada kal.
Tedbir alırsın, her hazırlığını yaparsın, sonra bir şey gelirse "Ha! Bu takdirmiş." Bir insan hazırlı olursa; "İlâhi takdir böyleymiş" der.
"İşte bu Azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)
Bu Âyet-i kerime'ye râm olur. Zira O ne takdir ederse o olacak. Şu halde, telâşa lüzum yok. Hüküm O'nun, mülk O'nun, yalnız hazırlı olmak lâzım.
Fakat boşta bulundun, o zaman mesulsün...
İbtilânın iki yüzünü şöyle arz edelim:
Bir dostumuz var, elindeki büyük bir paketi durup dururken üzerimize atsa ne yaparız? Hemen kızarız.
Fakat içi altın dolu olsa ve size vermek için attım, dese...
Bu sefer seviniriz. İşte ibtilânın durumu budur.
İbtilâsız hiçbir şey verilmez. Merdiveni çıkmak isteyen ibtilâlara hazır olsun. Kendisini gelecek ibtilâlara hazırlasın. Hiçbir şey yoktur ki ibtilâsız verilmiş olsun.
Hacc'a hemen bu sene nasip olunursa gidilir, olunmazsa seneye gidilir. Her şey O'nun taksimine bakar. Ezelde sizi bu sene için kayıda almışsa, o mecliste bulunduracaksa gidersiniz. Eğer o mecliste kaydınız yoksa gidemezsiniz. Orası öyle bir meclistir ki, ancak ezelde dâvet edilenler icabet ediyor.
Siz bunun için telâş etmeyin, niyetiniz yeter ki hâlis olsun.
Hacc'da insan neler görecek. Gözün kör olacak, kulağın sağır olacak. Hiçbir şey görmeyecek, vazifesine bakacak.
Kimseyi üzmeyin, değmez. Üzülmeyin, değmez. Binaenaleyh huzurla çalışmak için ayarlı iş yapmak lâzım. Çünkü insanın hayatta en çok ihtiyacı olduğu şey huzurdur. Huzursuz ibadet olmaz, huzursuz hayat olmaz, huzursuz yemek olmaz. Fakat bu huzuru da ancak dilediğine bahşediyor. Gerçekten gece ibadetini gönülle yapana ilk ihsanı, ikramı o oluyor. Huzurdan sonra huşu, huşudan sonra maiyyet, maiyyetten sonra kurbiyyet lâzım ki, gerçekten Hakk'ı bilmiş ve varmış olsun.
Amma huzuru elde edemeyen insan, huşuyu nasıl elde edecek? Maiyyete, kurbiyete nasıl varacak? Buna imkân yok.
On kazanacağımıza üç kazanalım, amma huzurla kazanalım, temiz kazanalım. Doğru olalım, piyasada güzel tanınalım, bize bu lâzım. Bize çok kazanç lâzım değil, bize bereket lâzım.
Kimseyi aldatmadan, aldanmadan doğru dürüst çalışalım. Meselâ bugün ödünç verecek gün değildir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanetin ganimet bilineceğini beyan buyurmuştur. Bu bunalımlı zamanda insan veresiye almayacak veremeyebilir, veresiye vermeyecek alamayabilir.
Buradaki görüşmeler, buradaki haller orada uzun uzun anlatılacak. Yoksa burada her şey muvakkat. Görüyorsunuz ki yarından emin değiliz, kimin elinde senet var? Fakat muvakkat bir yer olmasına rağmen ahiretin bütün kazancı buradan götürüleceği için ve bir de saha-i imtihan olduğu için çok kıymetlidir. Asıl hayat asıl kardeşlik orada yaşanacak.
Farz-ı muhal ki birisini seviyorsun, o sevgi ve sureti senin kalbine nakşediliyor. Lâfzatullah çektiğin zaman kalbine nakşolduğu gibi, o sevgi de kalbe nakşediliyor. Ehl-i hakikat baktığı zaman senin kalbini görebiliyor, o nakışları da görüyor.
Hakk'ı seversen, zikrini yaparsan, Hakk'ın tecelliyâtına mazhar olursun. Lâfzatullah'ın nuru kalbine nakşolunur.
Nefsin haz ve istekleri de böylece kalbine nakşolunuyor, bunların hepsi ayrı ayrı bir perde oluyor, Hakk'tan uzaklaşmaya vesile oluyor, Hakk'ın kalbe tecellîsine mâni oluyor.
Tasarruf sahibi bir Mürşid-i kâmil, Hazret-i Allah'ın ezelden nasipdar ettiği bir müridin ruhunu alır, takdirdeki nasibine kadar çıkarır. Nefsini de tasarrufu ile tezkiye ettirir. Bu yalnız Mürşid-i kâmil'e mahsustur, mürşid bunu yapamaz. Mürid hiç çalışmadan çok yol alır. Oradan tekrar düşer. Daha evvel çıkarılmıştı, şimdi bizzat yürümesi lâzım. Artık onun işi kolaylaştı. Çünkü bir alışkanlığı var, nefis tezkiye görmüştü, ruh da kuvvet bulmuştu. İhlâslı ibadetlerle çalışacak ve oraya tekrar çıkacak. Bu da yine Mürşid-i kâmil'in nezaretinde, tasarrufunda olur. Onun bir nazarı kişinin içini değiştirir. Bu bir lütf-u ihsandır. Mürid az dersle çok yol alır.
Ve o daima ibtilâda ve imtihandadır. Sarsılacak mı sarsılmayacak mı? Küsecek mi, boyun mu bükecek? Ona nasibi kadar ibtilâ verilir, zamanı geldikçe onunla karşılaşacak.
Allah-u Teâlâ o kişiye ihsan edecek ki Mürşid-i kâmil bunu yapsın. Kalbi bozuk, yani cılk yumurta gibi olan bir şey alamaz. Gelir gider, gelir gider, çeşmeden su alamaz. O nasipsizdir.
Mürşid, tasarrufu olmadığı için Mürşid-i kâmil'in yaptığını yapamaz. O kendisini bile yükseltemez. Yükü müridana yükler, çok ders verir. "Yürü de git!" der.
Evet mürşid de vazifelidir. Bir kaymakamın idaresi bir kazayı, bir valinin idaresi bir vilayeti, bir reis-i cumhurun idaresi de bir devleti içine alır. Mâneviyat da böyledir. Hepsinin kendine göre vazifeleri ve salâhiyetleri vardır. Hazret-i Allah nasıl tecelli ettiyse, nasıl murad ettiyse öyle olur.
•
Allah-u Teâlâ'nın rızâsına muhtaç olduğumuzu gerçek mânâda anladığımız zaman, O bize çok çok ihsan ve ikramda bulunacak. Bunu böyle bilelim.
Meselâ çok muhtaç bir dilenci var. "Acaba bu bana bir şey verir mi?" diye insanın gözünün içine bakar. İhtiyacını hâl ile karşıdakine hissettirir.
O küçücük bir ihtiyacının izalesi için bu kadar boyun bükerse, ya bizim ne hâle bürünmemiz lâzım.
Allah'ımız bize bu hâli duyursun ki O'na her hâliyle muhtaç olduğumuzu bilelim, âcizliğimizi ibraz edelim ve öylece dilenelim.
Gani olan Hazret-i Allah dilerse çok çok ikram ve ihsanda bulunur.
O çok ihsanda biz ise çok isyanda olduğumuz için lâyık-ı veçhile o ihtiyacı hissedemiyoruz.
Hazret-i Allah bir kula sermaye verir, o sermaye ile çalışır, çok işler yapar, kendisinin çok sermayesi olduğuna inanır.
Bu arada Hazret-i Allah ona bir hata ettirip günah işletir. O ise buna sevindiği kadar, kazandığı sevaba sevinmez. Tefâhür edecek, övünecek bir yeri kalmadığı için Hazret-i Allah'a şükreder.
Gerçekten de bir sermaye sahibi olduğuna inanırken, bu sefer sermaye elinden gider. İflâs halinde Hazret-i Allah'a boyun büker:
"Allah'ım! Kapına geldim. Hem öyle geldim ki, iflâs etmiş olarak, iflâsımı da itiraf ederek geldim. Anladım ki benden âciz, benden âdi, benden günahkâr, benden mücrim kimse yok!.. Bir tek sermayem var, o da sana boyun bükmek."
Fakat insan düştüğü zaman bunu idrâk eder. Bunları ancak o günah söyletir.
Yalnız bu demek değildir ki, günah işleyelim de sonra tövbe edelim. Burası çok ince bir noktadır.
Cenâb-ı Hakk cehenneme birçok insanları dolduracak, günah işledikleri için dolduracak. O başka, bu başka.
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.
O Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)
"Ey Âdemoğulları!
Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi, ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.
•
Şeytan, insana Cenâb-ı Hakk'ın yol verdiği kadar musallat olabilir, fazla olmaz. Bu yol verme iki türlü olur. Bazı lütfundan, bazı kahrından yol verir.
Bu nasıl olur? Lütfundan ona yol verdiği zaman, karşıdakini bir noktada günaha sokar. Görünüşte kahırdır, içi lütuftur, bu lütfu kimse anlamaz. Kendisinde bir değer olmadığını, hükümsüz bir mahlûk olduğunu, günahkâr olduğunu Hazret-i Allah'a karşı ibraz eder. Bu onun için lütuf olur.
Bazısı için de kahrından şeytana yol verir. Onu sevmez, al senin olsun der. Artık o onunladır, dünyada da ahirette de. Çok ince bir nokta.
Onu ona arkadaş ediyor, cehennemde yine arkadaş, yine beraber. Allah-u Teâlâ onları birbirinden ayırmayacak.
Meğer Allah-u Teâlâ lütuf bahşetmiş olsun.
Biz kardeşlere diyoruz ki; Hazret-i Allah bize bu nuru bahşetmiş, bu nuru yayın, nuru konuşturun.
Bizim gayemiz insan toplamak değil, iman kurtarmak. Allah'ıma yemin ederim ki ben kendimi dervişliğe lâyık görmüyorum.
Bir çobanın çok koyunu olmuş, yok koyunu olmuş, çobana ne? Çoban çobandır, koyun sahibinindir. İsterse; "Al şu koyunları güt!" der, isterse çobanı da atar.
Hüküm Allah'ındır, başka hiçbir şeyin hükmü yok. Şu halde ne diye mürid topluyorsun? Gaye Allah... İşin özü bu... Mevzuat ise Resulullah Aleyhisselâm... Sonra onun izini takip etmiş olan Sultanlar... Onlar o Güzel'i daha güzel anlamışlar ve ona göre ışık tutmuşlar. Anladığını anlatıyorlar. Beşeriyetin projektörü onlar.
Bütün insanlar seni Arşu'r-rahman'a çıkarsa hiçbir kıymet ifade etmez. Senin hiçbir şeyin yok ki. Üstelik eğer sana bir lütufta bulunursa, ona ayrıca şükür lâzım. 'Ben yaptım.' değil. İşte zâhirle bâtını ayıran öz nokta budur. Birisi: 'Allah yaptı!' der, yaptırdığı için şükreder. 'Allah-u Teâlâ resmi yürütüyor!' der, yürüttüren Allah'a şükreder. Ötekisi Allah-u Teâlâ'yı unutur ve: 'Ben yaptım!' der, O'nu geri bırakır. Hiçbir zâhir ehli bu mânevî bâtınî noktaya intikal edemez. Nefsi hep: 'Ben!' der, o nefis bir puttur, ortaya put çıkıyor. Birçok iyi işler yapar, şu yapar bu yapar, amma put ortada duruyor.
Bir temsil getirelim:
Bir komşunuz var, kendi evi var, bu evini yıkıyor. "Niye yıkıyorsun?" demeye hakkın var mı? Bu mülk de O'nun, yıkmaya başlayacak haberiniz olsun. Amma "Niye yıkıyorsun?" deme. Mülk O'nun. Amma Ahmet'in mülkünü Mehmet'le yıkacak, Mehmet'in mülkünü Ahmet'le yıkacak. Bu yıkım gidecek. Önümüzde öyle dalgalar var ki, hafsalanın alamayacağı kadar büyük.
Bir insan Sahib'i ile olursa, Sahib'i ne yaparsa onu seyreder. Çünkü köledir, Sâhib'inin işine karışmaya sahib-i salâhiyet değildir. Mülk de Sahib'inin. İster yapar, ister yıkar. Ev sahibi evini yıkıyor bana ne! Ev benim değil! Bunu dedin mi kurtulursun. Ben O'nun kölesiyim, O benim efendim. İster yapar ister yıkar.
Şu halde insan önümüzde çıkacak büyük hadiseleri seyredecek. "Niye oldu neden oldu?" demeyecek.
Allah-u Teâlâ insana akıl vermiştir, irade vermiştir, mesuliyeti yüklemiştir. İnsan kendisine düşen kendi tedbirini alacak, fakat Hâlik'ın işine hiç karışmayacak. Çünkü yıkacağını beyan buyuruyor. Artık yıkıma doğru gidiyor dünya. Mülkünü doldurduğu gibi boşaltacak.
Binaenaleyh şimdi size düşen; size âit olan tedbirleri alacaksınız, takdire karışmayacaksınız, yıkımın içine girmeyeceksiniz, Hazret-i Allah'ın lütuf kalesi içine sığınacaksınız ve hükmü O'ndan bekleyeceksiniz. Telâşa ve teşvişe düşmeyin.
Muhalif rüzgâr estiği zaman sefere çıkma. Bunlar bir engeldir, sabırla şuurla, temkinle hareket ederek engelleri geçmeye bak.
Duvarın, engelin üzerine dikine gitme, yavaş yavaş hareket et. Kalkmayacak, geçmeyecek engel hiç yoktur. Yalnız akıl, şuur, tedbir, temkin lâzımdır. Onun için muhalif rüzgâr estiği zaman dur! Çıkarsan ya bir fırtınaya tutulursun veya geminin batmasına vesile olursun. Hayır!
Onun için yavaş, şuurlu, düşünceli hareket edin. Bunlar size vasiyetim olsun.
Yani dünyanın sonundayız. İnsana lâzım gelen Hazret-i Allah ile olmak, devirlerin içine girmemek. Yani oraya yaklaştık. Şimdi bize lâzım gelen, iman ile göçmek için ve evlâd-ü ıyâli göçtürmek için tedbir almak.
Hadiseleri dışarıdan seyret, hadiselerin içine girme. Girersen hadiseler seni boğar.
•
Biz tedbiri çok severiz. Tedbirli olalım da takdir ne ise o olur.
Bir kız yabancı bir erkeğe âşık olur, annesini babasını bırakır, aslını neslini bilmediği halde onun yanına gider.
Hazret-i Allah'a âşık olan ise Hazret-i Allah'a kaçar. Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Veliler Allah-u Teâlâ'nın gelinleridir."
Buradaki veliden murad, O'nun sevip çektikleri mânâsınadır. O gelinler O'na kaçar. O'na kaçan gelin, dünyanın arâyiş-i kâzibesinden kurtulmuştur.
Dünyadan ve dünyanın her şeyinden, malından, çoluk çocuğundan, âilesinden, vesaireden, hiçbir diken kalmazsa O'nun gelinidir. O'nun gelini olan; hiçbir dikene takılmayan, O'na varan, O'na varmak isteyen ve dünyayı hiç görendir. Lâf işi değildir.
Allah-u Teâlâ'nın; nurunun, rahmetinin, bereketinin indiği kimse uğurludur. Lütuf, rahmet ve bereketini indirmediği kimse uğursuzdur. Onun işinde nursuzluk olur, onun işinde bereket olmaz.
Bu demektir ki, birisini Allah-u Teâlâ nurlandırıp bereketini indiriyor, birisini nurlandırmıyor bereket vermiyor. Her şeyi güzel amma rahmeti, bereketi yok; kısırdır, faydası gelmez. Kendisine de beşeriyete de. Bunu unutma!
Meselâ bir kimse güreşte hasmını devirdiği zaman pehlivan oluyor. Fakat gerçek mânâda pehlivan âlemleri bir anda devirdiği zaman, yaratılanı değil de Yaratan'ı bulduğu zaman pehlivan olur.
Hazret-i Allah'ı gören yaratılanlara "Lâ" der. Hazret-i Allah'ı görmeyen "Lâ" diyemez. Onun nefsi var, evvelâ kendisinin yok olması gerekir.
İkinci temsil; farz-ı muhal ki bir kalabalık içerisinde bir kimseyi arıyorsun. Onu bulduğun zaman, artık ötekilere bakmazsın. Çünkü aradığını buldun. Gaye O'nu bulmak. 'Lâ! Hayır, ben sizi aramıyorum. Ben aradığımı buldum, benim aradığım siz değilsiniz. Benim aradığım şu mükevvenâtı yaratandı, onu da buldum, siz hepiniz Lâ'sınız.' der. Nefsine de diğerlerine de bunu söyler.
Bu temsiller birer anahtardır, bu hakikati bildin mi Hakk'ı bildin demektir. Hakk'ı bildikten sonra geriye ne kalır?
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz Veysel Karanî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne hırkayı getirdiği zaman: "Bize nasihat et!" demişti. Ona: "Yâ Ömer! Sen Allah-u Teâlâ'yı biliyor musun?" diye sordu. "Biliyorum!" deyince: "Ötesini unut!" buyurdu.
Herkes yaratılmışlarda kalmış, bilenler O'nda kalmış. Gaye Yaratan!
Râbıtası kuvvetli olan kişi mürşitteki bütün halleri çekebilir. Allah-u Teâlâ onun deryasına ne verdiyse o deryadan olduğu gibi çekebilir. Fakat teslimiyeti, ihlâsı, mahviyeti o nispette olacak. Mahviyet olmayan insanda daima engel vardır. Bu engel kendi nefsidir, kendi vücududur; Hakk'a yaklaşmasına mani olur. Onun için fakirin daima mahviyetten bahsetmesindeki gayemiz budur. "Sen çık aradan, kalsın Yaradan."
Daha ikinci notta şu geçmişti. Varlık elbiseni giyersen, sensin; onu çıkarırsan O var.
Şimdi bu mevzuat derinleşiyor, inceleşiyor ve sizce idrak ediliyor.
"Sâdıklarla beraber olunuz." (Tevbe: 119)
Âyet-i kerime'si demek ki; insanda sadakat, doğruluk, mahviyet, ihlâs olursa sıdkıyla yaptığı râbıtayı, Allah-u Teâlâ ihsan ettiği nimeti çekebilir. Râbıtanın özü budur.
Onun için Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri burada işaret ederek şöyle buyuruyorlar:
"Şeriat infazından sonra en kestirme yol Râbıta ile alınır."
Hamdolsun bizde arzu yaşamaz. Rabb'ime sonsuz şükürler olsun, benim Sahib'im bana çok iyi bakıyor.
Yâ Rabb'i! Benim arzum şudur ki, senin arzundur.
Başka arzu yaşatma yâ Rabb'i! Ama bu çok ince bir şeydir. Cenâb-ı Hakk seni ummadığın şeyle imtihan eder. Sözünde sabit midir, sakıt mıdır? Arzum arzun olsun, başka arzu yaşatma yâ Rabb'i! Hükmün esas olsun.
Allah'ım! Zât'ından gayrı arzudan Zât'ına sığınırım.
Tek arzu O olmalı, diğerleri geçici olmalı, o arzulara bağlanmamalı.
•
İbrahim Aleyhisselâm:
"Ben batıp yok olanları sevmem!" demişti. (En'âm: 76)
Büyük imtihandaydı. Tutulmuş, Rabb'im onu tutmuş. Melekûtu göstermiş, nuru ile donatmış. O ayrı bir şey. Ona "Halil'im!" demiş. Ne imtihanlar vardı, çekinmeden verdi. İbrahim Aleyhisselâm'a ayrı bir sevgim var, çok seviyorum. Bütün Peygamberân-ı İzâm, Evliyâ-i İzam'ı seviyorum. Fakat İbrahim Aleyhisselâm'ı Habib'inden sonra ayrı bir seviyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kişi sevdiği ile haşrolunur." (Keşfü'l-Hafâ)
Ne kadar güzel bir cümle. Sonra dikkat ederseniz bir tabir vardır: "Yanındayım Yemen'deyim, Yemen'deyim yanındayım." Bazı kimse çok yakın olur, çok uzaklaşır. Bazı kimse çok uzaktadır, çok yaklaşır. Onun samimi muhabbeti ile yakınlık husule gelir. Fakat yanındaki kendine mahsus bir nefsin havasına tutulur, çok uzaklaşır. Onun için Allah'ım Zât'ına yaklaştırdığı kullardan etsin.
O, Hazret-i Allah'a iman eder, kendisini inkâr eder.
Çünkü kendisinin varlığı bir damla pis su. Evet onu da O yaratmıştır. Ama yaratıcıya karşı o pis suyun ne hükmü var? İnkâr eder, atar. Ötesi bir damla kerih suyu bu hale getirende. Ve aslı pis su. Aslını bil de ona göre kendine gel! Aslını bil Yaradan'ını bul! "Men arefe"nin sırrı burada. Aslını bil, Yaradan'ını bul!
Cenâb-ı Hakk, Âyet-i kerime'sinde, Âdem Aleyhisselâm'ın oğlu Kabil'in diğer oğlu Habil'i öldürmesini nefis ile yaptığını bize haber veriyor:
"Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu." (Mâide: 30)
Hem dinini kaybetti, hem de dünyasını.
Kabil'i, Habil'i öldürmeye sürükleyen nefsi olmuştur.
Yusuf Aleyhisselâm'ı kuyuya atan kardeşlerinin, babalarına "Onu kurt yemiş!" demeleri üzerine Yakup Aleyhisselâm onlara şöyle cevap vermişti:
"Hayır! Nefisleriniz sizi aldatmış, böyle bir işe sürüklemiş." (Yusuf: 18)
Onu kurt yemedi. Bunları yaptıran nefisleri idi.
Allah-u Teâlâ, Musa Aleyhisselâm'ın kavminden ayrılıp Tur dağı'nda uzlete çekildiği vakit buzağıya tapan İsrailoğulları'nın nefislerine zulmettiklerini Âyet-i kerime'lerinde haber veriyor:
"Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz onun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz. Böylece kendinize zulmettiniz." (Bakara: 51)
"Musa kavmine: 'Ey kavmim! Buzağıya tapmakla nefsinize zulmetmiş oldunuz. Hemen yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürünüz. Bu, yaratıcınızın katında sizin için daha hayırlıdır.' demişti.
Allah da tevbenizi kabul etmişti. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir." (Bakara: 54)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ümmetini nefislerine uymalarından sakındırmış:
"Vallâhi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Çünkü Cenâb-ı Hakk:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruyor.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin sonsuz ikram ve ihsanları karşısında bulunuyoruz. Bu sonsuz ihsanlar karşısında, bu ihsanlarla bu iyiliklerle kötülükler yapıyoruz.
Meselâ; insan en büyük günahı vücutla yapar, sıhhatle yapar. Hâlbuki bunlar Hazret-i Allah'ın bize ihsan buyurduğu büyük nimetlerdir. Büyük nimetlerle büyük günahlar yapılıyor.
Vücut en büyük günahtır, bütün günahlar vücutla işlenir.
Bu büyük günahları küçültmek, bu büyük ihsanlar karşısında iyilikler yapabilmek için terbiye görmek şarttır.
Cenâb-ı Hakk güzel bir mürebbiye düşürürse, o mürebbi onu nasibi kadar terbiye eder. Terbiye göre göre, öyle bir hale gelir ki, nefsi tezkiye olur. Bütün kötülüklerin kendisine ait, bütün iyiliklerin ise Sahib'ine ait olduğunu öğrenir. O'nun rızâsı mucibince yürümeye koyulur.
Kurtuluşun en güzel çaresi Allah-u Teâlâ ve Resul'ünü kalbe almak, zikrullah ile meşgul olmak, içteki düşmanları atmak ve muhabbet-i ilâhi'ye nâil olmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." buyuruyor. (Şems: 9)
Nefsini günahlardan arındırıp takvâ ile terbiye eden, tekâmül ettirerek feyizlendiren kimseler ebedî saadet ve selâmete namzet bulunmuştur.
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın.
Nefsin derecelerini aşmaya bakın!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Akıllı kişi nefsine hakim olan, ölüm sonrası için çalışandır.
Ahmak kişi nefsinin arzusuna uyan, hâlâ Allah'tan iyilik isteyendir." (Tirmizî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)
Acaba bütün insanlar bu vasfa haiz midirler? Hayır. Zira serkeş nefsinin kötülük dizginlerini salıverip, gayr-ı meşru tecavüzleriyle şeriatı, tarikatı, hakikati çiğneyen ve süflî arzularının esiri olan insanlar asla mükerrem olamazlar.
Mükerrem vasfına nâil olabilmek için nefsi tezkiye, ruhu talim ve terbiye etmek gerekiyor. Böylece güzel ahlâka sahip, içini ve dışını temizlemiş, şeriatın hizmetinde, tarikatın sırrına vakıf bahtiyar bir insan olur.
Biz ise zâlimiz, nefsimiz dizginleri eline almış, Hazret-i Allah'a, Resulullah'a isyan bayrağını çekmiş. Bizi bile bile, göre göre helâk ediyor.
İnsana kesafet yapan nefistir.
İlâhlık davası güden nefis, şeytanla beraber hükmünü yürütür. İnsan nefse mağlup olursa zulümâta düşmüş, letâfetini, nuraniyetini kaybetmiş demektir.
İnsan gaflete düşmedikçe Hakk namına iş gördüğü zaman, Hakk'ın iş gördüğünü görür, kendisinin maske olduğunu bilir. Maskenin ne hükmü var? Fakat insan gaflete düştüğü zaman maskeye değer verir, içindekine değer veremez. Çünkü varlık Var'ı görmeye manidir. Ya Hakk olacak, ya nefis putu olacak. Hakk'ın olduğu yerde nefis putunun yeri yoktur. Nefis putunun olduğu yerde Hakk geride kalmış olur. O bir perdedir, Hakk'ı bulmasına manidir.
Nefis yedi başlı ejderha demiştik. Nefsin bu şekilde sataşmasından ruh temizlenemediği için ve nefis tamamen öldürülemediği için benliği öldürsek bile yine de gizli riyâ oluyor.
Riyâ yapılmadığı sanılsa bile riyâ yapılıyor, bu da gizli riyâ oluyor. Fakat tekâmüliyet nispetinde yaptığımızı geç de olsa fark ediyoruz. Allah-u Teâlâ bunu kabul etmediğine göre ne yapacağız? Yapılan bu riyâlardan sonra tövbe ettiğimiz halde ne yapacağız? Onu bilmiyoruz.
İnsandaki hastalık bu, bu hastalık nefisten geliyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"En şiddetli düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir." buyuruyor. (Beyhakî)
Bunun için bu anlatılan mevzu ebedî hayatın saadet kapısıdır.
Şu halde zararın neresinden dönersek kârdır.
Peki zarar nedir?
Yürüdüğümüz yol, yaşadığımız hayat.
O zaman ne yapmamız lâzım?
Duâ ve niyaz ile her zaman Hazret-i Allah'a sığınılmalı:
Yâ Rabb'i! Zât'ına beğendiğin gibi bir kul yap beni. Sen bana sermayeyi ihsan et, ben de gayret edeyim sana yaklaşayım senin kulun olayım, nefsimin kulu olmayayım.
Bu arada helâl lokma, az konuşma, ihlâslı insanlarla ünsiyet, avamla değil.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir beyanı var:
"Dışarıya çıkmıştım bir avamla on dakika görüştüm, o acıyı çıkarmak için on gün uğraştım."
İhlâslı olmayanlar bu kadar zarar verir. İnsanlarla az görüşmek, zaruriden hariç görüşmemek. Az yemek, az içmek, çok ibadet etmek.
Daima Hakk ile olmak halk ile olmamak.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
O'nun içinde olduğunu tasavvur et. O'nu bulmak için çalış. Yoksa Hakk'a varılmaz.
Zaten Hakk'a varanlar kendisini görmez, O'ndan başkasını görmez. Niçin? Hiç olduğunu bilmiş, zerre hakir olduğunu görmüş, O'ndan başka mevcut olmadığını biliyor.
Nitekim Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Ben Hazret-i Allah'ı gördüm, başka bir şey görmedim."
Fakir bunu izah ederken şu gördüğün toprak, toprak değil, gök, gök değil, arş, arş değil. Niçin?
Âyet-i kerime'de:
"Allah göklerin ve yerin nurudur." buyuruluyor. (Nur: 35)
Olanlar O'nun nurundan oldu.
Hepsi Allah-u Teâlâ'nın nurundan husule gelmiştir, bunların hepsi canlıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Yer bütün ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman." (Zilzâl: 2)
Uzun süredir bağrında taşıdığı cesetleri, hazineleri, defineleri ve madenleri açığa çıkarır, tamamen boşalır, hiçbir şey gizli kalmaz.
"İnsanın: 'Buna ne oluyor?' dediği zaman." (Zilzâl: 3)
Kıyameti, ahireti inkâr eden insan; imkânsız zannettiği hadiseyi görüverince hayretler içinde kalır. O gün akıl erdiremediği, hesaba katmadığı o korkunç durum karşısında geçirdiği şaşkınlıktan dolayı böyle söylemek zorunda kalır. Bilmiyor ki kıyamet kopmuştur.
"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir." (Zilzâl: 4)
O topraktan seni yaratıyor, yiyeceğini çıkarıyor ve seni tekrar toprağa yutturuyor. Seni toprakta yürütüyordu, yediriyordu, toprak bu sefer de seni yiyor, eritiyor.
"Çünkü Rabb'in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzâl: 5)
Allah-u Teâlâ'nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
O bütün bu kötülükleri; içki içtiğini, zina yaptığını, hırsızlık yaptığını kimsenin bilmediğini zanneder. Oysa ondan iman alınır, İslâm'dan çıkarılıp atılır. Sıfatı değiştirilip hayvan sıfatına çevirilir, domuz, tilki, köpek... gibi Allah-u Teâlâ dilediği her türlü sıfata koyar. O zanneder ki bu işleri kimse bilmez. Bu işleri yaparken Allah-u Teâlâ'nın da onun kalbini mühürlediğini kimse bilmez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb'ına: "Yeryüzünün haberlerinin ne olduğunu bilir misiniz?" diye sordu. "Allah ve Resul'ü daha iyi bilir." dediler.
Bunun üzerine buyurdu ki:
"Yeryüzünün haber vermesi, her erkek ve kadının neler işlediğini haber verip şâhitlik etmesidir. 'Şu şu günlerde şunu şunu işlediniz!' demesidir." (Tirmizî. Kıyâmet, 7)
Hani sen onu toprak olarak görüyordun, ölü zannediyordun? Sen kendin ölü olduğun için öyle zannediyordun. Demek ki yer, yer değilmiş, nur imiş. Amma onu öyle göstermiş. Sen ölüsün ki yer olarak görüyorsun. Ruhu ölenler zaten bilmez, ruhu tekâmül edemeyenler zaten görmez.
Onun aslı nurdu, her şeyden haberdar olduğu gibi, sana o gün bütün yaptığın işleri bir bir haber verecek.
Toprağın her işi emirle yaptığını ancak diri olanlar görürler.
Zilzâl Sûre-i şerif'ini bir okusanız!
Yerin bütün ağırlıklarını dışarıya çıkarması, insanın "Buna ne oluyor?" demesi ve herkesin ne iş yaptığını haber verdiği vakit kişinin hâli ne olacak? İşte biz bunları hesaba katmıyoruz, yürüyoruz amma nereye yürüyoruz, yarın bunlar meydana çıkacak. Zararın neresinden dönersek kârdır.
Lokma üzerine eğilmek, insanın ihlâs üzerine eğilmesine, mahviyet üzerinde durmasına, istikamet üzere gitmesine vesile olur. Cenâb-ı Hakk'ın lütufları bunlar.
Lokmaya dikkat edeceğiz. İnsana huzur lâzım. Huzur olunca kuru ekmekle de doyar, fakat huzur olmazsa altın, kâğıt yenmiyor.
Allah'ım bana hayırlısını ve helâlini nasip et, diyerek niyaz edip azâmi gayret edeceğiz.
Sonra bu helâl mi, haram mı, şüpheli mi?
Şüpheli olandan kaçmak lâzım. Çünkü şüpheliye temas eden harama kaçabilir. Şüpheli mi? Hayır! "Ben yemem!"
Aç dur, kuru ekmek ye amma şüphe ettiğin şeyi yeme. Size tavsiyem budur.
Buna dikkat edilerse, Cenâb-ı Hakk ona bereket verir, onu korur. Sonra o helâl lokmayla ibadet ede ede içini nur yapar. O nurdan hikmet husule gelir, konuşması, hali, ahvali hep değişir. Niçin? İçi nurlandı. Hikmet doldu, hikmetle konuşuyor. O farkında bile değil. O sermayeyi Cenâb-ı Hakk koymuştur içine. Daha evvel böyle değildi. O konuşur. Halbuki biraz sonra kendisine bakar kendisinde hiçbir şey yok. Meğer neydi? İlâhi ihsandı. İlâhi ihsanla o konuşuyordu, O konuşturuyordu. Neden? O nurla hikmet husule geldi, hikmetle konuştu, kendisinde hiçbir şey yok.
Hikmete nâil olmak için az yemek, helâl yemek, çok ibadet edebilmek, halk ile mümkün olduğu kadar ilgiyi kesmek. Yani gücünde çalışacak, ama bu çalışma el kârda gönül yarda olacak.
İnsan helâl lokma için çalışacak. "Şunu yapayım, bunu yapacağım!" Hayır. O gün değil. Helâl lokma için çalışacak, çoluk çocuğunu barındıracak, takdir ne ise olacak. Hazret-i Allah'a yönelmiş olacak. Yani dünyaya verecek akıntıyı; Hazret-i Allah'a yönelmek ve sığınmakla olacak.
İnsan buğdayı kurutuyor, öğütüyor, un oluyor. Amma yarınki toprak bizi un yapacak. Ne ektiysek onu biçeceğiz.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz Mina pazarında bir genç görür, çok güzel, fakat dünya onu çok meşgul etmiş.
Nazar-ı dikkatini celbeden bu genç çok miktarda alışveriş yapmakta, yüksek miktarlarda ticaretle meşgul olmaktadır.
"Eyvah! Güzel genci dünya çok meşgul etmiş. Bir de kalbine nazar edeyim!" der.
Bir de kalbine nazar edip, bakar ki; Allah-u Teâlâ'dan bir an gafil değil. Meğer o güzellik O'ndan geliyormuş. Yani ona güzellik Güzel'den geliyormuş. Allah-u Teâlâ'dan hiç de gafil değilmiş.
"Eğer nazar etmeseydim kötü nazarla gidecektim. Gördüm Rabb'ime şükrettim." buyururlar.
Zâhirde halk ile bâtında Hakk ile ilgiyi kesmemek lâzım. Çünkü bizi O yarattı, bizi O donattı, rızkımızı O veriyor, mülkünde bulunduruyor. Şimdi biz O'nu bırakalım da şeytana mı ibadet edelim? Hâşâ!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
İlâhi emre göre doğru olmak, mahviyet içinde yaşamak. Zira varlık, günahların başıdır. Kişi kendisini beğenirse, yetmiş senelik ibadeti o anda yok olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder." (Câmiu's-Sağîr)
Bunun için insan, varlıktan, benlikten, menfaatten, liderlikten, riyâdan çıkması, varlığından süzülmesi, varlığından sıyrılması, Var'a ulaşması gerek.
Hazret-i Allah'ın en hoşlandığı şeyler mahviyet ve niyazdır. Mahviyet hiç olduğunu bilmesi, niyaz muhtaç olduğunu görmesidir.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Beni fazilet kapısından iki şeyle aldılar:
Mahviyet ve niyaz." buyurdular.
Mahviyet nedir?
Hiç olduğunu bilmek, azâmet-i ilâhi'nin karşısında yok olmaktır. Var olan O'dur, başka varlık kabul etmez.
Niyaz nedir?
Her şeyin O'nun olduğunu bilmek, her şeyi O'ndan istemek, O'na yalvarmak, muhtaçlığını hâlen izhar etmektir.
Bunun içindir ki kardeşlerimizin bu noktalar üzerinde eğilmeleri için gayret ediyoruz. Herkes makam, rütbe üzerinde duruyor, biz fenâ üzerinde çok eğilmeye çalışıyoruz. Çünkü ne varsa orada var.
Arzumuz, bütün ihvanın Hazret-i Allah'ın kulu, Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ümmeti ve yolumuzun büyüklerinin evlâdı olarak yetişmelerine çalışmaktır. Başka hiçbir şeye bağlanmıyor, O'nun gayrısına bağlananları bir hayalet olarak kabul ediyoruz. En güzel şey ne? En parlak makam, en yüksek rütbe Efendilerimiz'in yürüdükleri yolda yürümek ve Fenâfillâh'a ermektir.
Hazret-i Allah bize mahviyyeti sevdirmiştir, niyazı sevdirmiştir. Sevdirdiğini sevdirmeye çalışıyoruz. Kim ki bunun haricine çıkmak istiyorsa bizim düsturumuzdan ayrılmıştır ve devrilmesi bu yüzdendir. Bu gibi kimseler nefislerine pâye veriyorlar ve Hazret-i Allah'ın rızâsından çıkıyorlar.
Şeytan işini kadere havale etti kâfir oldu, Âdem Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya sığındı, Allah-u Teâlâ da onu affetti.
Kula düşen şudur:
Bütün iyilikleri Allah'tan, bütün kötülükleri ise nefsinden bilecek. O'na muhtaç olduğunu bilecek, O'ndan isteyecek, O'na sığınacak, O'na yalvaracak, O'na boyun bükecek, gözyaşı dökecek, O'nu bilecek, O'ndan bilecek, başka bir şey bilmeyecek. Kula düşen budur.
Kim böyle yaparsa şu Âyet-i kerime'deki lütfa mazhar olur:
"De ki: Allah bizim için ne yazmış ne takdir etmiş ise ancak bize o ulaşır. O bizim sahibimizdir. Müminler yalnız Allah'a güvenip bağlansınlar." (Tevbe: 51)
İnsanın gayesi, Cenâb-ı Hakk'ın her emrini tutmak, nehyinden de içtinab etmek olmalıdır. Böyle yaparsak niyetimiz hâlis olur, bizde niyaz ve mahviyet hâli belirir. Allah'ımızın bu ihsanı husule geldiği zaman, insan yaptığının karşılığını beklemez. Evet müriddir, henüz murad'a ermemiştir, daima yaptığının karşılığını görmek ister; amma güzel telkinlerle bunların da kıymetsiz olduğunu duyurmakta fayda vardır.
Hazret-i Allah'ın rızâsını kazanmak, niyaz ve mahviyet haline bürünmek en büyük sermayemiz olacak. O sermaye ile Hakk'a niyaz edeceğiz, o sermaye ile Hakk'ta fâni olacağız.
Yani gaye "Mürid"den "Murad"a ermektir.
İnsanlara kötülük telkin edenler şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur." (Mücâdele: 19)
O kerim Zât'ı zikretmekten, O'nun ilâhî hükümlerine riâyet etmekten onları gâfil bulundurmuştur.
İşte şeytan, boyunduruğu altına aldığı kimselere böyle yapar.
"Onlar şeytan fırkasıdırlar." (Mücâdele: 19)
Askeri ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan, tuğyan ve düşmanlık hususunda birleşmişlerdir.
"İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden âhiret selâmetinden mahrum kalmışlardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer." (Hacc: 3)
Bunlar Hakk'tan yüz çeviren, Allah-u Teâlâ'nın Resul'üne göndermiş olduğu apaçık doğruyu bırakarak saptırıcı liderlere, kendi arzu ve hevesleri ile bâtıla çağıranlara uyan kimselerdir.
Şeytan ismi Âyet-i kerime'de "Merid" sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyanları doğru yoldan saptıracakları ve cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:
"Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?" diye sordu. O ise: "İnsanın da şeytanları var mıdır?" dedi.
Buyurdu ki:
"Evet. Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir." (Ahmed bin Hanbel)
Asalet çok mühim bir şey. Asil insan kötülük yapamaz. Asaleti bozuk olan her şeyi yapabilir. Asil insanda kusur çok az bulunur. Mayası bozuk olan ise her şeyi yapabilir.
Herkes asaletinin icabatını ve yediği lokmanın icraatını yapacak. Asaletsizlik sahte boyaya benzer. Karanlıkta durursa durur. Işığa çıktı mı renk atar. Yani kendi çapındaki insanların arasında tamam. Fakat güneşin karşısına çıktı mı renk atar. Niçin? O orda değil. Bunu ehli anlar ama kimseye bir şey söylemez. Kimin ne olduğu bir sözle anlaşılır da kimseye bir şey söylemez.
Asil bir insan bir kahveyi kırk yıl unutmaz, hatır gözetir. Asaleti olmayan bir insandan ise iyilik yaptın mı; hemen bir kötülük bekle!
Asaletsiz insana iyilik yapılmaz. Asaletsiz insana yapılan iyilik, kötülük olarak geri döner. Asil insanın her şeyi güzel. Asil insanı biz çok seviyoruz. Asaletli insanlar güzel bir mayadan hasıl olmuştur. Onlardan kötülük az gelir.
Adam olmak kolay, insan olmak çok zor. İnsan olmak asaletten gelir.
Dünya kuyusundan kurtulan insan evvelâ diyecek ki:
Yâ Rabb'i! Zât'ına şükürler olsun. Beni rahatıma kavuşturdun. Çünkü çalışmayan adam rahattır ve huzurdadır. Fakat nasıl ki bana güç verip dünyada çalıştırıyorsan bana manevi güç de ihsan buyur, ahiret rızâ yolunda çalıştır. Bu sefer insan dünyada çalışırken emekli oluyor otururken para alıyor. Ahiret için çalışan daha güzel emekli olur. Ama çalışmak lâzım.
Çalışmak için ne yapmak lâzım?
Hayatın programını yapacaksın. Bugün ne yapabilirim? Geceden başlayacağız. Eline kâğıt alacaksın. Bu gece teheccüd namazı kılmam lâzım. Onun arkasından tespih namazını kılmam lâzım. Onun arkasından sabah namazını kılmam lâzım, diyeceğiz. Ardından sabah namazından sonra dersini yapman, râbıtanı kuvvetlendirmen lâzım. Onun ardından Hazret-i Kur'an'ı eline alırsın okuyabildiğin kadar okursun. İşrak namazını da kılarsın. Ondan sonra yatarsın. Yemeğini yersin sabah kahvaltını yaparsın. Sonra Cenâb-ı Hak'ın rızâsına mucib bir iş var mı onu yapayım diye düşünürsün. Böylelikle ebedi hayatın sermayesini toplarsın. Çalışırken bunlar saatle çalışılıyor ya. İbadet yaparken niçin saatle çalışılmasın? Bir kula çalışırken dikkat ediyoruz da Hakk'a çalışırken niçin dikkat etmiyoruz?
Hayatım boyunca Cenâb-ı Allah'ıma sonsuz şükürler olsun tespih namazımı kaçırdığımı bilmem. Ama ameliyat işi, ama yolculuk işi. Ama hayır. Niçin? Gidiyorum, kalıcı değilim ki! Niye yatayım? Beni yaratana, nimetlerle donatana, bana rızık verene, niye ibadet etmeyeyim, niye kulluk yapmayayım?
Cenâb-ı Hakk bir kula hidayet vermeyi murad ederse dilediği şekilde tecelli eder. Kuyudan çıktım diyor, ama dünya kuyusu bırakmıyor. Çünkü hayat tatlı bir hayalât. Bugün üstte yarın alttayız. Mühim olan ebediyat. Ve dünyanın halatını şöyle tarif edelim: Bütün dünya dostum olsa beni kabre kadar götürür. Ne halin varsa gör der, ama malın, seni götürenler geri döner, amelinle baş başa kalırsın.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyururlar. (Münâvî)
Bir şey ektiysen alacaksın.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir." (Necm: 39-40)
Seni üstelik dünyadan terhis ettiği halde, "Kuyuda değilim!" diyorsun, ama kuyunun tam içindesin.
İyi arkadaşla, iyi niyetin faydaları vardır. Kötü arkadaşla kötü niyetin zararları vardır.
Arkadaşın güzel ise yolun da güzel olur.
Arkadaşınız az olsun, öz olsun. Fazla arkadaş zarar verir. Çünkü herkesin ayrı ayrı fikri vardır. Çok arkadaşın olur da ayrı ayrı fikirlerini sana empoze etmeye kalkarlarsa hangisini tatbik edeceksin? Ama onların içlerinden bir tane ihlâslı arkadaş seçersen; aklı az olsa da niyeti halis olur, sana da yol gösterir. Aklı azdır ama niyeti halis olduğu için sana yol gösterir. Bu sebeple az arkadaşta fayda vardır.
Güzel arkadaş; Hazret-i Allah'a yakın, Resulullah'a yakın bir arkadaş. Çünkü çok arkadaşın fikri sizi bozabilir. Fakat az arkadaş ihlâslı olursa size yön verebilir. Hakk yolu gösterir, Hakk yolculuğuna vesile olur. Bugün en mühim şey imanı kurtarmak.
Her gelenle hoş ol. Misafir senin yüzüne bakar. Yüzün gülerse halin hoşsa hoşlanır. Zaten "Merhaba"nın manası budur.
"Merhaba hoş geldin!" Müsterih ol, serbest ol, eminsiniz, rahat et, manalarına gelir.
Onun için güleryüz, tatlı dil, güzel ahlâk yolun icabıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bir tatlı dil, bir de af, arkasından incitme gelecek sadakadan daha iyidir." (Bakara: 263)
Tatlı söz, güler yüz ikramın en güzelidir. Yemek, içmek sonra gelir.
•
Misafir gideceğiniz yere çok dikkat edin. İstenmeyen yere gidiyorsanız her yediğiniz haramdır, attığınız her adım günahtır.
"Allah'ım! Beni yoktan var ettin. Nâmütenahi nimetlerle, vücud azalarımla donattın. Bu nimetleri dilediğin gibi tertip ettin ve bana da bir suret verdin. Allah'ım sana sonsuz şükürler olsun. Beni yarattın, varlığını, birliğini, azâmetini bildirdin, sana şükürler olsun. Kitaplar indirdin, peygamberler gönderdin, râzı olup olmadığın şeyleri bildirmek için ve Zât'ına varan doğru yolu buldurmak için. Sana sonsuz şükürler olsun. Beni mülkünde bulunduruyorsun, cennet gibi nimetlerle merzuk ediyorsun, Allah'ım sana sonsuz şükürler olsun. Beni şakirin, zakirin, mütevekkilin ve sabırlı kullarından eyle. Bana bir yüz verdin, halka bu yüzle gösteriyorsun, Ekber olan Allah'ım sana şükürler olsun, bana Cemal'ini de ihsan et."
Bunları böyle her gün söylerim. Allah'ıma şükretmek için, ihsanını tefekkür etmek için, bana verdiği nimetleri hatırlamak için, hepsinin O'nun ve O'ndan olduğunu bilmem ve bildirmem için.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf tecelliyatı neredeyse orada huzur var. Huzurun olduğu yerde hayat var. Allah'ım lütuf, rızâ ve huzurundan ayırmasın. Bir evde huzur yoksa o ev çökmeye mahkûmdur.
Birçok erkekler kadınları yüzünden ermiştir. Birçok kadınlar da erkeklerin huysuzluğu yüzünden ermişlerdir. Yani bedavaya vermiyorlar.
Tatlı tatlı idare etmek lâzım. Sertliğimiz kadın ve çocuk üzerine olmamalıdır. Çünkü onlar zayıftır.
Zulmetme! Hazret-i Allah, zâlimleri sevmez. Zâlimin zulmü varsa, mazlumun Allah'ı var. Allah'ın gücü her gücün üzerindedir. İşte insan bunu kavrayamıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Onların ırzlarını Allah'ın kelimesi (nikâh akdi) ile kendinize helâl kıldınız." (İbn-i Mâce: 3074)
Binaenaleyh iki günlük hayat, tatlı geçerse güzel olur. Bu tatlı hayat da huzur ile mümkün olur. Bu arada birçok şeyleri görmemek lâzımdır. Ahkâma muğayir olmayan hudut dahilindeki hususlarda idare etmek lâzımdır.
Bu noktada bir hususu arz edelim:
Halife Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çok celâlli bir zât-ı âliydi, şeytan bile korkardı.
Hanımından sıkılmış ve bunalmış olan bir zât bir gün Halife'ye giderek hanımını şikâyet etmek ister, fakat daha Halife'nin yanına girmeden Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in hanımının kendisiyle çekiştiğini duyar ve "Ben kimi kime şikâyet ediyorum." diyerek geri döner.
Tam dönerken Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz önüne çıkar. "Niye geldiğini" sorar, o da: "Ben hanımımdan bizar kalmış, bunalmış ve onun için şikâyete gelmiştim. Fakat sizin hanımınızın size söylediği sözleri duydum; benim hanım bu kadar ileri gitmiyor, kimi kime şikâyet edeceğim diye dönüyorum." der.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Benim hanımım evimi muhafaza eder, çorbamı pişirir, çocuklarıma bakar, cehennemden bana perdedir. Bu yaptığı hareket ahkâm dairesindedir. Onun haricinde olsa ben onu yok ederim." buyurarak "Senin hanımın bunları yapıyor mu?" diye sorar.
"Yapıyor!" cevabını alınca;
"Daha ne istiyorsun?" diyerek o zâtı gönderir.
Şu halde çok dikkat etmek lâzım. İnsan huzur ile şerefi ile yesin de kuru ekmek yesin. Onunla da karnı doyar. Amma para ile altın ile doyulmaz.
Özü; kalpte huzur, evde huzur. Bu da Hakk'a tekarrübiyetle olur.
Huzur olması için helâl lokmaya dikkat edin, gece ibadetini artırın. Nefse, şeytana yol vermeyin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Nezafet imandandır." buyurdular.
Amma her yönde, her alanda...
Söz, dikenden beterdir; söz, kalbi kırar. Kabalık, sertlik, terslik bu yolda yakışmaz. Niçin? Hakk yolu olduğu için. Birbirinizi kırmamaya gayret edin.
Bir ev ne ile sarsılmaz?
Karşılıklı teşekkürle...
Karı kocanın birbirine sevgi ve saygı göstermesi lâzım.
Erkek eşini haksız yere sövüp dövmemeli, onun emanet olduğunu bilmeli, her ihtiyacını temin etmeli, kaba, haşin olmamalı, şefkat ve merhametle muamele etmelidir.
Bunu yaparken de kadını başının üstüne oturtmamalı, kalbinin içine sokmamalıdır. Lâtif ve sessiz bir idareyle idare etmelidir.
Bir hanımda şu düşünce olacak:
"Ben evdeyim, eşim de çalışıyor, çabalıyor bana getiriyor."
Her getirdiğine teşekkür etmesi lâzım.
"Efendi! Allah râzı olsun, çalışıyorsun, getiriyorsun, ben oturuyorum ve yiyorum" diyecek.
Haliyle müteşekkir olacak.
Erkek de şöyle düşünecek:
"Ben dışardayım geziyorum, çalışıyorum, o benim taht-ı nikâhımda duruyor."
Bir su getirse dahi hanımına; "Allah râzı olsun, teşekkür ederim" demesi lâzım.
Bu karşılıklı teşekkür; sevgi ve saygı olunca, o eve fitne girmez. Bu bağlılık ve bu minval üzere devam edildiği müddetçe de gelecek fitneler önlenir.
Hazret-i Allah çocuğa; anne-babasına itaati, hanıma da kocaya itaati emreder.
O zaman bu eve fitne girmez, bağlılık, birlik ve beraberlik girer. Böyle olalım, böyle ölelim inşallah. Zaman çok acayip oldu, onun için bunlara inceden inceye dikkat edelim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kardeşlerimi görmeyi ne kadar isterdim." buyuruyor ve iştiyâkından ağlıyor. O günden bugüne 1400 yıl geçmiş. O nuru aksettirmiş. O zamanla bu zaman hiç farkı yok. Onun için en büyük şeref budur. Bulunmaz bir deryadasınız. Bilmiyorsunuz. Siz bunu ancak ahirette anlarsınız. "Hakikaten bir şeyler söylemek istiyordu amma bunu duyurması mümkün değildi" dersiniz.
İşte siz bu yolun içinde bulunuyorsunuz. Onun için kuru ekmeğe râzı olun, Hakk'tan ayrılmayın. Ben gidiyorum...
Birbirinizi bırakmayın!
Boş konuşan bu yıkıcıların tahribatı karşısında bir kardeşin ayağı kayabilir. Bırakma onu. Yardımcı ol ona. Bırakırsan kurt kapar götürür.
Onun için insanın samimi olarak yolda bulunmak isteyenle beraber olması ve beraber ölmesi lâzım ki ahirette beraber çıkabilelim...
İhvan ihvanı bırakmamalı, düştüğü zaman kaldırmalıdır. Çok büyük tuzaklar var. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insanlar, şehvet, dünya muhabbeti. Bunlar imanı yok edecek kadar büyük düşmandır. Desteğe ihtiyaç var.
Efendim birbirinizi bırakmayın.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"Bir mümin diğer mümin kardeşi için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir. Birbirinden kuvvet alır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Ayrılanı şeytan kapar.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri: "Kurda kuzuyu kaptıralım mı?" buyurmuşlar.
Yani birisi ayrılıyor diye peşini bırakalım mı? Kurttan murad şeytandır. Kuzu ise ihlâslı bir ihvana işarettir. Bu kuzuya sahip çıkalım, kurda kaptırmayalım mânâsınadır. Onun peşine gitmek ve bırakmamak lâzım.
Ehl-i hareket iki boş söz söyler, hakikati örtmeye çalışır. Susma karşısında! Kitabı aç, yerini bularak oku. Sen verme cevabı, bırak hakikat konuşsun. Mukallidin hükmü çöksün. Hakikat Hakk'tan geldiği için güneş gibi parlaktır. Hiçbir mukallidin sözü onu ihata edemez. Amma sen açarsan edemez. Açmazsan, meydanı boş bulur, hükmünü yürütüp icraatını yapar.
Bu kitaplar kıyamete kadar kalacak biiznillâh-i Teâlâ okunacak. Ben gidiyorum ama bu nurları bırakıyorum.
Bu kitaplara sarılın! Umarım Rabb'im yarın beraber haşr-u cem eyler.
Sıkıldığınız zaman kitaplara sarılın, ruhâniyet gelir. Sizi teselli eder.
Allah-u Teâlâ bu ilmi fakire hediye etti, biz de size hediye bırakıp gideceğiz. Allah-u Teâlâ'nın hediyesini size bırakacağız. Kıyamete kadar sürecek bir ip, tutunan kurtulur. Bilen için...
Bu topluluğa ayak uydurmak zordur. Çünkü Allah yoludur. Gaye yok, maksat yok, menfaat yok. Ne var? Rızâ var. Allah'ım rızâsından ayırmasın. Bu gemiye bin, bu topluluğa ayak uydur; âhirette ne demek istediğimi o zaman anlarsın.
Bir zât varmış. Bu zât; haliyle, tipiyle, ihtiyarlığıyla, fakirliğiyle, efendiliğiyle padişahın hoşuna gidermiş.
Padişah bir gün; "Şu adamı bana bir çağırın!" demiş.
Huzuruna getirmişler ve ona sormuş:
"Baba nasılsın?"
"İyiler iyi, kelp belâsını bulur!" demiş.
"Allah! Bu söz nereden çıktı?" diye hoşuna gitmiş padişahın. Ona bir ihsanda bulunmuş.
"Baba sen ara sıra buraya gel!" demiş ve adam gitmiş.
Tabi hiç gelmemiş, gelmezmiş.
Fakat padişahın da o söz hoşuna gittiği için onu gördükleri zaman adamlarına çağırtıp, görüşmek istiyormuş. Yine getirmelerini istemiş.
Getirdiklerinde:
"Baba nasılsın?" diye sormuş.
"İyiler iyi, kelp belâsını bulur!" demiş yine.
Padişah bir kâğıt yazıyor, o kâğıdı aşağıda gösteriyor ve ona ihsanda bulunuyorlar, alıp gidiyor.
"Baba sen gel buraya!" diyor padişah.
Fakat yine gelmiyor. Hiç gelmezmiş!
Bir gün veziri; "Padişah o adama ihsan ediyor!" diyerekten o zâtı kıskanıyor. Ve o gün vezir gelmiyor padişaha.
"Niye gelmedin?" diye padişah soruyor ve şöyle konuşma geçiyor aralarında:
"Çok hasta oldum, canım sıkıldı. Hani buraya bir ihtiyar geliyor ya."
"Evet!"
"Ben sordum ona senin başın niye eğik?"
"Padişahın ağzı kokuyor da kokuyu almayayım diye!"
"Benim çok canım sıkıldı." diyor vezir.
"Yahu ben onu seviyorum elimden geleni yapıyorum. Niye böyle söylüyor?"
Diyerek padişah da içten çok kızıyor o zâta.
Ve adamlarına bir gün tekrar onu geçerken çağırtıyor. Ama bu sefer padişahın niyeti bozuk. Fakat bu defa padişah onun durumuna da dikkat ediyor. Gene soruyor:
"Baba nasılsın?"
"İyiler iyi, kelp belâsını bulur!" diyor.
Bu sefer ona tekrar mektup veriyor. Fakat kâğıtta başka yazı var. Şimdi kapıdan çıkar çıkmaz vezir; "Gene ihsan etti!" diye zarfı alıyor. Tabi, hazineye gidecek, alacak diye düşünüyor. Fakat zarfın içinde öyle bir yazı var ki; "Bu zarfı getiren sorgusuz sualsiz yok edilsin!"
Getiren vezir, yazı padişahın yazısı. Yok ediyorlar veziri.
Ortalıkta vezir yok!
O adamı tekrar görüyor padişah. Çağırıyor adamı.
"Baba nasılsın?"
"İyiler iyi, kelp belâsını bulur!"
"O zarfı ne yaptın?"
"Vezir elimden aldı, bir daha vermedi!"
"Hah kelp belâsını bulmuş!" diyor.
Yani iyiler iyi. Kelp belâsını bulur, ama dünyada ama ahirette.
Onun için tavsiyem şu ki; hayat boyunca sen iyi ol! Sana hainlik yapana yapma. Yeter ki sen iyi ol! Kelp belâsını bulur.
Sana kötülük yapana yapma, hainlik yapana yapma! O bulacak, sen bulma!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Dünyada kalacağın kadar dünya için, ahirette kalacağın kadar ahiret için çalış. Azaba dayanabileceğin kadar günah işle. Hazret-i Allah'ın seninle ilgilendiği kadar sen de Hazret-i Allah ile ilgilen, ibadet ve taatını yap."
İmâm-ı Şarânî -kuddise sırruh- Hazretleri diyor ki:
"Çok Hadis-i şerif ezberledim. Amel etmek için kırk tane seçtim. Bu kırkının içinden dört tane, bu dört tanenin içinden de bir tane seçtim. Eğer bununla amel edersem kurtulurum umudum var. O da bu Hadis-i şerif'tir."
Bunu unutmayın ve bunu kendinize rehber edinin.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kul hakkı müstesna olduğu halde İslâm dini, küfür zamanındaki günahı yok eder." (Ahmed bin Hanbel)
Demek ki kul hakkı ancak hakkı ödemek veya helâlleşmek suretiyle ödeniyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ashâb'ına "Müflis kimdir, bilir misiniz?" diye sordu.
"Bize göre müflis, parası olmayan ve malı bulunmayan kimsedir." dediler.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki; kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla Allah'ın huzuruna gelir. Fakat kimine sövmüş, kimine iftira etmiş, kiminin malını almış, kiminin kanını dökmüş, kimini de dövmüş...
İyilik ve sevaplarından bu hak sahiplerine dağıtılır. Üzerinde olan haklar ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları o kimseye yükletilir. Sonra cehenneme atılır." (Müslim: 2581)
Bu Hadis-i şerif çok incedir.
Kul hakkı bu derece mühimdir. İmâni bir meseledir, âhirete taalluk eder.
Çok adaletli olan Allah-u Teâlâ kullarına asla zulmetmez. Mütecaviz olandan hakkını alır, hak sahibine verir.
Onun için küçük veya büyük ne olursa olsun haklar ödenmeden cennete girilmez.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kıyamet gününde hakları mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacaktır." (Müslim: 2582)
Çünkü Hazret-i Allah adil-i mutlak'tır.
Kul hakkı, hak sahibinin râzı olması dışında düşmez. Tevbe ile düşmez. Kul hakkıyla, emanetle, borçla, haksızlık yaparak, hıyanet ederek cennete girilmez. Ta ki kul hakları ödeninceye kadar. Bu yüzden tekâmüliyete de engeldir. Kul hakkıyla Hacc olmaz, ibadet olmaz. Emanet, kul hakkıdır. Beşerî münasebetlerde emanet olan her şey kul hakkına girer. Ana-baba, karı-koca, evlât birbirlerine emanettir. Kardeş, komşu, arkadaşlık emanettir. Mal-mülk, para, söz, iffet, namus, şeref birer emanettir. Kul hakkıdır. Cennetin kapısından kul hakkı ile gelenleri almazlar. O yüzden kul hakkından korkun! Ona göre yaşayın. Borçlu olmayın, borçlu ölmeyin! Kul hakkından temizlenmeden gitmeyin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu konudaki hassasiyetine bakın!
Hastalığının ikinci günüydü. Bir tarafında Fazl bin Abbas -radiyallahu anh- diğer tarafta Hazret-i Ali -radiyallahu anh- oldukları halde Resulullah Aleyhisselâm mescide çıktı. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra sözüne şöyle başladı:
"Ey insanlar! Her kimin arkasına bir kamçı vurmuş isem, işte arkam, gelsin vursun! Her kimin bende alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın! Burada mahçup olmak, ahirette mahçup olmaktan daha hayırlıdır. Benim yanımda en sevimliniz bende olan hakkını isteyen veya helâl edenlerdir. Benden hak alınmalı ki, ben de Rabb'ime temiz bir ruhla kavuşabileyim." buyurdu.
Hutbesini bitirdikten sonra öğle namazı kılındı. Yine minbere çıkıp aynı sözünü tekrarladı. O zaman bir müslüman çıkıp "Üç dirhem alacağı olduğunu" söyleyince borç hemen ödendi.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helâlleşsin. O gün altının, malın değeri olmaz. O gün hak ödeninceye kadar kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa hak sahibinin günahları ona yüklenir." (Buhârî)
Gerçekten Allah-u Teâlâ insanları inceden inceye suale tâbi tutacak ve zerreden hesaba çekecek.
"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)