Muhterem Okuyucularımız;
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin 1950 yılında vefat etmesi üzerine genç yaşta emânet-i ilâhî'yi taşımaya başlamışlar, 2010 yılındaki vefatlarına kadar 60 yıl boyunca İslâm'a, imana hizmet etmişler, insanları irşad etmişlerdi.
Hazret-i Allah'tan gelen bu ilim ve mahviyet ile irşad halkaları sadece kendi ihvanına değil bütün müslümanlara uzanmıştı.
Tasavvuf erbabı, mürşidler, şeyhler eserlerinden ilham aldılar, kendi talebelerine okunması için tavsiye ettiler. Bunlar arasında tanınmış zâtlar vardı.
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri anne tarafından "Seyyid" idi. Ama kimse bilmezdi. İlk baskısı 1980 yılında yapılan "Notlar" isimli kitabında sadece yazarı belli olsun diye izin verdikleri "Ömer Öngüt" isminden başka hakkında hiçbir bilgiye yer vermemişlerdi. Yine ilk baskısı 1982'de yapılan "Sözler ve Notlar" isimli eserinde de tercüme-i hâl yoktu.
Dedeleri Medine-i Münevvere'li Şeyh Ahmet Efendi'nin torunu olmaları hasebiyle "Seyyid" olup o mübarek soydan gelmektedirler. Fakat bunu hiçbir zaman öne sürmemişlerdir.
Tevâzu ve mahviyet halleri o kadar ileri idi ki: Resulullah Aleyhisselâm'ın torunu olduklarını söylemek bir tarafa; "Elimizden gelse, ismimizi kitaplardan kazımak isteriz." buyurmuşlardı. O öyle bir Zât-ı Âli idi.
Zaten kitaplar ilk çıktığı zaman kendi isimlerinin kitaplara konulmamasını istemişlerdi. Bunun bir zorunluluk olduğunun, karışır ihtimalinin izâhı ve yapılan ricalar üzerine "Peki" demişlerdir.
Din-i İslâm'ın ilk tazeliğini, Asr-ı saadet gibi bir devri yaşamaya ve yaşatmaya çalışmışlar ve etraflarına Ahkâm-ı ilâhi'ye, Sünnet-i seniyye hususunda numune olmuşlardır. Sevenlerinin gönüllerine yalnız Allah ve Resul'ünün sevgisini doldurmaya, gerçek bir mümin, örnek bir müslüman, numune bir insan olmalarına gayret etmişlerdir.
Gayeleri; Allah-u Teâlâ ve Resulullah. Davası; İslâm ve vatanın selâmeti idi.
Hayatı hep Allah ile ve Allah için geçti, hep O'nunla oldu, hep O'ndan bahsetti. Her konuşması, kelimesi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif idi. Her haliyle tam bir numune idi, çok kibar ve çok nazik çok asil bir Zât-ı alî idi. O birini sevdiği zaman Allah için sever, o birine buğzettiği zaman Allah için buğzederdi.
Lâtif konuşurlardı. Konuşmalarındaki fesahat ve belâgati tarif edilemez; son derece fasih söz söyler, gayet açık, latif ve külfetsiz konuşur, herkesin seviyesine göre hitap ederlerdi. Lüzumsuz yere konuşmaz, konuştuğu zaman sözün en güzelini söyler, az kelimeyle çok şey anlatırlardı.
Bütün işlerini tam bir intizam içinde yapar, vaktini hiç israf etmezlerdi. Namaz vakitleri, zikrullah, tesbih ve tehlil zamanları, istirahat zamanları, misafirlerini ve ziyaretçilerini kabul zamanları hep belirli idi.
Nafile olan; İşrak, Duha, Evvabin namazlarını mutlaka kılarlar ve tavsiye ederlerdi. Kur'an-ı kerim okumayı ve dinlemeyi çok severlerdi. Az yer, az uyurlardı.
Ömrü; gündüzleri çalışma ve irşad, geceleri ibadet ve taat ile geçti. Geceleri uykusu 2-3 saatti ve yatmak icap ettiğinde halının üstünde yatarlardı.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin hayat-ı saadetlerinden bazı mühim konuları, yaşantılarından ve yaşadıkları hallere dair hususi mevzuları, onun hakkında az-çok bir bilgiye sahip olan veya onu hiç bilmeyen ya da kulaktan duyma tanıyan, hatta su-i zan içeren bilgilere sahip olanlara doğru bilgiyi vermek ve bu Zât-ı âli'yi bir nebze de olsa tanıtabilmek amacıyla mühim mevzuları arz edeceğiz inşallah...
•
Bu ay'ın başında başlayacak olan "Üç Aylar"ınızı ve idrak edilecek olan "Regaib ve Miraç Kandilleri"nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemi'ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Ey Yahya! Bil ki ben kullarımdan bir kulu, niyetinden ötürü sevmeyi kendime şiâr edindim. Ben ancak onun kulağı olacağım, benimle işitecek; gözü olacağım, benimle görecek; dili olacağım, benimle konuşacak; kalbi olacağım, benimle anlayacak. Bunu yapınca da, benden başkasıyla meşgul olduğu takdirde ona kızacağım. Onun tefekkürünü dâimi kılacak, gecesini ağartacak, karanlığını aydınlatacağım. Ey Yahya! Ben onun kalbinde oturup, arzusunun ve emelinin yegâne gâyesi olacağım. Onu her gün ve her saat (kendimden) korkutacağım. O bana yaklaşacak, ben ona daha çok yaklaşacağım. Onun sözünü işitecek, sığınmasına icâbet edeceğim. İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler! Sonra da bir münâdi'ye; 'Bu filân oğlu filândır! Allah'ın velisi, seçtiği ve yarattıklarının en hayırlısıdır!' diye nidâ ettirerek, onu ziyâretime çağırmasını emredeceğim. Vech-i kerîm'ime nazar ettirerek, onun gönlüne şifâ vereceğim. Bana gelince de, onunla aramdaki perdeyi kaldıracağım; bana nasıl dilerse öylece nazar edecek. Ve diyeceğim ki; 'Müjdeler olsun sana! İzzet ve Celâl'ime yemin ederim ki, bana ettiğin nazarla senin gönlünü iyileştirip; her gün, her gece ve her saat içinde senin için bir keramet ortaya koyacağım!'" (Hadis-i Kudsî)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin hayat-ı saadetlerinden bazı mühim konuları, yaşantılarından ve yaşadıkları hallere dair hususi mevzuları, onun hakkında az-çok bir bilgiye sahip olan veya onu hiç bilmeyen ya da kulaktan duyma tanıyan, hatta su-i zan içeren bilgilere sahip olanlara doğru bilgiyi vermek ve bu Zât-ı âli'yi bir nebze de olsa tanıtabilmek amacıyla mühim mevzuları arz edeceğiz inşallah...
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri; eski Yugoslavya'da bugünkü Sancak'ın Yenipazar (Novipazar) şehrinde dünyaya gelmişler, babalarını altı yaşında kaybedince iki kardeşiyle beraber yetim kalmışlardır. 9 yaşına geldiğinde annesi, kardeşi ve ablasıyla beraber Türkiye'ye göç etmişler, böylece hayat-ı saadetlerinde yeni bir sayfa açılmıştır.
Babaları Muharrem Efendi tüccar olup çok zengin idiler, ona göre bir yaşantıları vardı. Türkiye'de ise hem yetim, hem garip, hem fakirdirler. Büyük sıkıntılar çektiler.
O yılları şöyle anlatmışlardı:
"Babamız zengindi, tüccardı, ona göre bir hayatımız vardı, her şeyimiz vardı. Babamız ahirete irtihal edince yetim kaldık. Babamız orada vefat etti, takdir öyleymiş, orada kaldı. Yabancı bir devletin içinde küçücük çocuklarız.
Sonra Rabb'imizin lütfuyla, Yugoslavya'dan Türkiye'ye geldik.
Buraya gelince bu zenginlik bitti. Eve ekmek lâzım, ekmek kazanacak kimse yok, biz hem zanaatta çalışıyoruz, hem simit vs. satıyoruz, evi geçindirmek için. Yani hem evi geçindiriyoruz, hem sanat öğreniyoruz. Biz çok küçük yaşta hayata atıldık. 16 yaşındayken esnaf olduk. Dolayısıyla hayatın her yolunu biliyoruz. Zenginliği de, fakirliği de, yoksulluğu da, yetimliği de biliyoruz."
Onun için hayatı boyunca mütevazılığı, sadeliği, sakinliği tercih etmişler, annesi Çelebiye Hanım ve kardeşlerine sahip çıkabilmek için evin yükünü tek başına sırtlanmışlardır.
Annesine ve kardeşlerine bakabilmek için küçük yaşta ayakkabıcılık mesleğine başlar. O zamanki Türkiye ve dünya şartları bir hayli zordur.
Çektiği ibtilâlar daha gençlikte başlamış, bunu gören anneleri; "Oğlum! Bakıyorum gençlikte çok ibtilâlar geliyor başına, Allah'ım sana ihtiyarlıkta rahatlık versin" şeklinde duâ buyurmuşlardı.
Kirada oturduğu yıllarda soğuktan ciğerlerini de üşütmüştü. O zor, sıkıntılı yıllarda garip ve fakirliğe rağmen ayakta kalmaya çalışmışlar, o zahmetli meşakkatli günlerden şöyle bahsetmişlerdi:
"Hayat çok büyük sıkıntılarla kaimdir. Kirada oturduğumuz yıllarda soğuk bir pencereden girer, diğerinden çıkardı, ciğerlerimizi üşüttük, yine de tutunmaya çalıştık. Çok çektiğimiz zaman da oldu, fakat Cenâb-ı Hakk lütfuyla yürüttü."
Onun için o genç yaşta Düzce'de ayakkabı dükkânı açmışlar ve böylece ticarete atılmışlardır.
"Hakikaten gençlikte çok çalıştım, çok para kazandım. 16 yaşımda dükkân açtım.
17 yaşında İstanbul'a ticaret için giderdik.
Düzce'de her ne kadar iyi ayakkabı yapılıyorsa da daha iyisi yapılmaya başlayınca rağbet bulduk. O rağbet bana şöhret getiriyordu.
Kadın ayakkabısı yapardık, çizme yapardık. Uzak uzak yerlerden gelirlerdi, körüklü çizme yaptırırlardı."
Böylece iyi bir ayakkabıcı olarak tanınmış, rağbet bulmuştu. Yavaş yavaş hicretin verdiği yoksulluklardan kurtulmaya başlamışlardı. Hazret-i Allah'ın lütfu ile 19 yaşlarına geldiklerinde Osmanlı Devleti'nin son Reisu'l-Meşayıhlarından olan Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin halifesi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne insitap edince hayat-ı saadetlerinde yeni bir safha başlamıştır.
"İntisaptan sonra Efendi Hazretleri hâli bir lisanla; "İşini küçült!" dediler. Çok kalfa çalışıyordu. Ankara'dan, İstanbul'dan kalfalar toplardık. Onlar çalışırdı. Çok parlak işimiz vardı, çok büyük teşkilatımız vardı, dükkânda değil, evde dahi tezgâhlar vardı. O büyük işi dağıttık. Yavaş yavaş hepsini söndürdük. Yetecek kadar çalışıyorduk, son noktaya kadar azalttık, bir tek çırak kaldı.
Eğer Cenâb-ı Hakk beni muhafaza etmeseydi apartmanlarım olurdu. Niçin? Öyle bir zaman geldi ki 5 kuruşluk basma 5 liraya çıktı. Bizden sonra açanlar çok zengin oldu.
Bolu'dan bir arkadaş geldi; "Buraya bir kavafiye açalım" dedi, "Mehmet! Ben emir almadan bir şey yapmam!" dedim. Sonra izin isteyince "Hayır!" dediler.
Allah'ıma şükürler olsun ki beni zenginlikten korudu. Zengin yapmadı. O'nun zenginliği hepsinden üstün. O'nun koruması ile kurtulduk."
Ve işlerini küçülttüler, uzaktan gelen ustalara yol verdiler, makinaları sattılar, yetecek kadar yaşamaya başladılar. O genç yaşta bir anda dünyalık her şeyi terk edip ahireti tercih ettiler.
"Allah-u Teâlâ beni tuttu, kuru ekmeği bana sevdirdi. O kadar işim parlaktı ki, o parlak işi sıfıra indirdim.
Hiç unutmam; elimde marul vardı, oranın eşrafından bir zât geçiyordu, "Aa! Bu zât yalnız salata mı yiyor?" dedi. O kadar işimi indirdim ki, yalnız o gün yiyeceğim kadar çalışıyordum, yarını düşünmüyordum.
Bütün ömrüm de üç saat uykuyla geçti. Fakat o günler gitti, bir daha da gelmiyor. Şimdi o tâkat yok. Demek ki Sahib'im bana bunu sevdirmiş, ondan sonra tekrar, yavaş yavaş çalışmaya başladım.
Fakat evvela biz o parlak işi sıfıra indirdik.
Günlük ihtiyacımın teminine başladım, o gün ne ihtiyacım varsa onu temine çalışırdım. Mevlâ'ya şükürler olsun beni zengin olmaktan korudu. Zengin olmam lâzım değildi ki! Apartman sahibi olmak da hiçbir şey değildir."
Kardeşi Yusuf Efendi'ye ağabeylikten öte babalık yapmışlar, daima kol kanat germişlerdi. Onu tüccar yapmışlar, maddi mânevi yanında olmuşlar, onun da bu mânevi yolun yolcusu olmasına vesile olmuşlardı.
"Kardeşimin o kadar hoş hâli vardı ki; tüccarlık yapardı, malını çalarlardı, görürdü; "Abi ben görüyorum amma nasıl söyleyeyim?" derdi.
On altı yaşlarında iken en yakın arkadaşı bıçakladı. Eceli de o sebeple imiş. Yaralandıktan sonra biraz yaşadı amma soğuk aldı ve vefat etti. Şehâdet rütbesinin en yükseğini Cenâb-ı Hakk ihsan etti. Cenâb-ı Hakk çok sevmiş."
"Efendi Hazretleri mânen onunla çok ilgilenirdi. Bir gün huzuruna gittim. "Nasıl?" diye sordu. İyi olduğunu söyledim. Vefat etmeden bir gün evvel anneme: "Ben yarın gidiyorum!" demiş.
Hastanede daima yanında oturuyorduk. Bütün akrabalarla, tanıdık komşularla bir bir görüşüyor, bir taraftan da bizimle râbıta kuruyordu. Hem onlarla konuşuyor, hem de bizimle ilgileniyordu. O meyanda tamamen kendinden geçti, gözlerini kapattı. Sonra ellerini kaldırdı, duâ etti. Amma o anda hiç kendinde değildi. O kadar zayıflamıştı ki, kendinde olsaydı ellerini kaldıracak durumda değildi.
Duâ etti amma, ne duâ ettiğini bilmiyoruz. Gözlerini kapadı. Ellerini yüzüne sürdü ve gayet kuvvetli bir şekilde: "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûlühu... Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resulullah" dedi. Arkasından "Allah... Allah..." dedi.
Üçüncü olarak "Allah" diyeceği sırada bize mânen suâl sordular:
"Döndürelim mi?"
O anda:
"Hayır!" dedik, ellerimizi de gayr-i ihtiyârî kaldırmış olduk.
Etrafın nazar-ı dikkatini çekti mi diye de baktık, fakat kimse farkında değildi. Üçüncü olarak "Allah!" derken ruhunu teslim etti. Onun o anda gitmesini istedik ki, bu an belki bir daha gelmez. O ana kadar irtibatını kesmedi.
Allah-u Teâlâ murad ettiğini dilediği gibi yapıyor. Kabirde de böyledir, mahşerde de böyledir. Yürüttüğü kimseler, O'nun lütfu ile yürüyor. O zaman insan kendinden sıyrılıyor.
O an beni de imtihan ediyorlar. Görüyorum gidiyor; "Döndürelim mi?"
"Hayır!" dedim, bir daha bu saadeti nereden bulacak? En sevdiğim dahi olsa hayır!"
İşte bu kadar sevdiği birinin ahirete imanla göçtüğüne bu kadar sevinen bir Zât-ı âli idi.
Onun içindir ki ihvan için de aynı duyguları taşımışlardır:
"Benim vazifem ihvanın kurtulması. En sevdiğim bir ihvanı, Allah-u Teâlâ'nın imanla aldığını hissedersem, gözyaşları ile şükrederim. "Niye gitti?" demem. "Elhamdülillah bir kişi daha kazandım!" derim. "Onu kazandım!" diyorum. İmanla gidene "Kazandım!" diyorum. Kalanın ne olacağını bilmiyorum.
Ne kadar sevdiğim olursa olsun kalsın demem. Niçin? Elhamdülillâh, Rabb'im bir kişiyi daha bağışladı ve lütfederse bana arkadaş olacak."
Kardeşini sırtından bıçaklayarak şehadetine vesile olan ortağından intikam almak isteyen yeğenlerine mâni olmuşlar; "Cezasını Allah-u Teâlâ verecek." buyurmuşlardı. Hakikaten kardeşini bıçaklayan katil bir hastalık sebebiyle 6 ay sonra ölmüştür.
Kardeşini kaybettikten bir yıl sonra da çok sevdiği şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ni, hemen sonra da vâlidesi Çelebiye Hanım Efendi'yi kaybederler.
Arka arkaya gelen bu acılar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hayât-ı saadetlerinde geçen ve müslümanların "Hüzün Yılı" diyerek isimlendirdiği o yılları anımsatır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri anne tarafından "Seyyid" idi. Ama kimse bilmezdi. İlk baskısı 1980 yılında yapılan "Notlar" isimli kitabında sadece yazarı belli olsun diye izin verdikleri "Ömer Öngüt" isminden başka hakkında hiçbir bilgiye yer vermemişlerdi. Yine ilk baskısı 1982'de yapılan "Sözler ve Notlar" isimli eserinde de tercüme-i hâl yoktu.
Tevâzu ve mahviyet halleri o kadar ileri idi ki: Resulullah Aleyhisselâm'ın torunu olduklarını söylemek bir tarafa; "Elimizden gelse, ismimizi kitaplardan kazımak isteriz." buyurmuşlardı. O öyle bir Zât-ı âli idi.
Zaten kitaplar ilk çıktığı zaman kendi isimlerinin kitaplara konulmamasını istemişlerdi. Bunun bir zorunluluk olduğunun, karışır ihtimalinin izâhı ve yapılan ricalar üzerine "Peki" demişlerdir.
Dedeleri Medine-i Münevvere'li Şeyh Ahmet Efendi'nin torunu olmaları hasebiyle "Seyyid" olup o mübarek soydan gelmektedirler. Fakat bunu hiçbir zaman öne sürmemişlerdir. Ziyaretine gelen bir misafir ile şöyle bir sohbet geçmiştir:
"Soyunuzun Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e nispet edildiğini duyduk." diyen bir tanıdığına sözleri:
"Efendim, doğrudur. Şu kadar var ki, bu durum hiçbir zaman bir tefahür vesilesi olamaz.
Çünkü Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ameli kendisini geri bırakan kimsenin nesebi, onu süratlendirmez."(Müslim)
"Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez." (İbn-i Mâce)
Bu sebeple yolumuzun esası Kur'an-ı kerim'in ahkâmına ve Sünnet-i seniyye'ye tâbi olmaktır. Ancak bu çok zor bir iş olduğu için yolumuza girmeye herkes cesaret edemiyor veya herkes bu yolda tutunamıyor." buyurmuşlardı.
Hâlbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in neslinden olan Medine-i Münevvere'li Şeyh Ahmet Efendi'nin torunudurlar. Annesinin babası Sait Efendi'nin babası olan Şeyh Ahmet Efendi, Zât-ı âlileri'nin dedesinin babası oluyor.
"Şeyh Ahmed Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri, anne tarafından dedemizin babası idi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in neslinden olan Şeyh Ahmed Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri, Medine-i münevvere'nin hem şeyhi, hem de şâhı idi. Oranın en büyük ulemâsındandır. Medine'nin yarısı onunmuş."
Her gittiği memlekette bütün dükkânlar kapanır, iştirak ederler, uğurlarlar, ondan sonra dükkânlar açılırmış. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in aslından olduğu için herkesin derin bir sevgi ve saygısını kazanmıştı.
Günü bitmiş, Medine-i münevvere'ye dönerken Yenipazar'da hastalanmış ve orada vefat etmiş.
Hatta Medine-i münevvere'nin yarısı; "Gelin bu çocukların hakkını alın!" demişler, hanımı çocukları elinden alınır diye gitmemiş ve "Ben bir şey istemiyorum bu çocukları da vermem!" demiş.
İşte böyle asil bir soydan gelmiş olduğu halde daima mahviyet halinde olmuşlardır.
"Bizim tuttuğumuz yol, mahviyyet üzerine, hiçlik üzerinedir. Ben hayatım boyunca halı üstünde yattım. Ta ki doktorlar zorlayıncaya kadar. Onun için bizim yolumuz, mahviyyet, hiçlik yoludur. Varlık, benlik yolu değil!" buyurmuşlardır.
Her zaman kendilerini gizlemişler, şöhretten kaçmışlardır. Nam için, makam için değil; Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah için çalışmışlardır.
Din-i İslâm'ın ilk tazeliğini, Asr-ı saadet gibi bir devri yaşamaya ve yaşatmaya çalışmışlar ve etraflarına Ahkâm-ı ilâhi'ye, Sünnet-i seniyye hususunda numune olmuşlardır. Sevenlerinin gönüllerine yalnız Allah ve Resul'ünün sevgisini doldurmaya, gerçek bir mümin, örnek bir müslüman, numune bir insan olmalarına gayret etmişlerdir.
Hayatı hep Allah ile ve Allah için idi, hep O'nunla oldu, hep O'ndan bahsetti. Her konuşması, kelimesi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif idi. Her haliyle tam bir numune idi, çok kibar ve çok nazik çok asil bir Zât-ı alî idi. O birini sevdiği zaman Allah için sever, o birine buğzettiği zaman Allah için buğzederdi.
Lâtif konuşurlardı. Konuşmalarındaki fesahat ve belâgati tarif edilemez; son derece fasih söz söyler, gayet açık, latif ve külfetsiz konuşur, herkesin seviyesine göre hitap ederlerdi. Lüzumsuz yere konuşmaz, konuştuğu zaman sözün en güzelini söyler, az kelimeyle çok şey anlatırlardı.
Gelenlerle engin bir hoşgörü içerisinde ayrı ayrı ilgilenir, dertlerini dinler, sıkıntılarını giderir, dünyevî ve uhrevî meselelerde yol gösterirlerdi.
Misafirlerine gösterdiği ilgi ve alâka samimi, verdiği değer ve itibar yüksek idi.
Almanya'dan iki misafir ziyaret ettikten sonra şöyle demişlerdi:
"Biz bu yaşa geldik sevgi nedir, şefkat nedir görmedik. Her şeyi burada gördük."
Arz edildiğinde; "Elhamdülillâh! Gönül herkese sevgi, saygı göstermek ister; çocuk olsun, büyük olsun, kadın olsun herkese... Şükürler olsun ki o hâli bahşetmiş." buyurmuşlardı.
Küçük büyük herkesle ayrı ayrı ilgilenir, değer verir, hatırlarını sorar, dertlerini dinler, sıkıntılarını gidermeye çalışırdı. Onu görmek insanı huzura erdirir, Allah'ı hatırlatırdı. Hep "Allah..." der, hep Allah'tan bahsederdi. Herkese güleryüz gösterirler, şefkat ve merhamet saçarlardı, Her şeyde hikmet ararlardı. Gösterişi hiç sevmezlerdi. Tevâzuda son derecede idiler. Çok cesaretli ve çok zeki idiler, hiçbir şeyi unutmazlardı.
Çocukları ve çiçekleri çok severlerdi. Mecbur kalmadıkça kadınlarla fazla görüşmezlerdi.
Hem vakur, hem de son derece mütevazı ve alçak gönüllü idiler. Yıllar yılı kendi hizmetlerini kendileri yapmışlardı. Hem çalışıyor, hem irşad ediyor, hem kitap çıkarıyordu.
Düzce'de hep yemeklerini kendisi yapmış, bulaşıklarını yıkamış, sobasını yakmış, çamaşırlarını yıkamıştır. Gelen tüm misafirleri ile kendisi ilgilenir, ikramlarını bizzat kendileri hazırlar, kendileri doldurur ve ikram ederlerdi.
Bu hususta da; "Allah-u Teâlâ bize acımış, yıllarca yalnız yaşatmış, yoksa kadın, çoluk-çocuk fitnedir. Kitap okuyamazsın, ibadet yapamazsın. Bunlar olsaydı bunca kitap husule gelmezdi." buyurmuştur.
Bir keresinde bir bayram günü bir arkadaşı yardımına gelmiş, öğlene kadar ziyaretçilere; koku, şeker ya da şerbet ikram ettikten sonra yorulmuş. "Buna akıl sır ermez, biz şurada hemen yorulduk!" demiştir.
Bu hâlini gören Efendi Hazretlerimiz:
"Efendim! Bizim bütün ömrümüz böyle geçti!" buyurmuşlardır.
Adapazarı Vakıf binasına geçtiklerinde dahi vakfın çorbasını içmediler. Hâlbuki aşçılar vardı. Bu konuda şöyle buyurmuşlardı:
"Her zaman arzettiğim gibi, vakıfta oturuyorum, vakfın yemeğini bile yemiyorum. Buranın yemeği helâldir. Bütün masrafımı kendim yaparım. Kendi çamaşırımı kendim yıkarım. Kendi ütümü kendim yaparım. Kendi yemeğimi kendim yaparım. Aşağıda aşçı var. Hayır! Ben iyi bir numune olmaya çalışıyorum. Ve şöyle niyazım var; Allah'ım bana kuru ekmeği sevdir, fakat kitaplardan 40 parayı nasip etme... Emrolunduğum vazifeyi yapmak zorundayım."
Sevenleri etrafında pervane olmak isterken o seneler senesi yalnız yaşadı. Kendi işini kendisi gördü. Kimseye yük olmadı.
Bütün iş ve icraatlarda, ibadet ve taatlerde numune idiler. Son derece sehavetli ve cömert idiler. Her şeyde sadeliği tercih ederlerdi, süsten ve lüksten hoşlanmazlardı.
"Sadelik en güzel nezafettir, tevâzuya meyletmektir, süs ise kibre vesile olur."
Temizliği, nezafeti severlerdi. Elbisesine ve temizliğine son derece itina gösterirlerdi.
"İnsanın; içi, dışı, işi, dişi temiz olacak." buyururlardı.
Çok tertipli idi, güzel giyinirdi. Müslümanın numune olması gerektiğini söylerdi. "Nezih ve temiz olan İslâm dini'ni kimsenin pis göstermeye hakkı yok" derdi. Bu nedenle giyime kuşama çok önem gösterirler, bir müslümanın buna çok dikkat etmesi gerektiğini vurgular, hatta sakallı bir müslüman ise daha fazla dikkat etmesi gerektiğini her zaman söylerlerdi. Kendileri de bu konuda eşsiz bir numune idi.
"İhvan her hâl ve hareketi ile numune olacak. Attığı her adımda, yediği yemekte, giydiği elbisede, her hususta..." buyurmuşlardı.
Dışarı giderken takım elbise giyerdi, üzerine pardösü alırdı. Cemaat içine çıkarken beyaz veya krem renkli cübbelerini giyerlerdi. Sünnet-i seniyye'ye son derece bağlıydılar.
Kimseden bir şey istemezler, kimseden bir şey beklemezler, verdikleri bir şeyi de aslâ geri almazlardı. Kimseye yük olunmamasını tavsiye ederlerdi.
Yazdıkları kendi kitabını dahi, bir dergiyi bile kendi paraları ile alırlardı.
Helâl lokma üzerinde çok dururlar, şüpheli şeylerden dahi kaçınılmasını ısrarla tavsiye buyururlardı.
"Lokma üzerine eğilmek, insanın ihlâs üzerine eğilmesine, mahviyet üzerinde durmasına, istikamet üzere gitmesine vesile olur. Cenâb-ı Hakk'ın lütufları bunlar.
İnsan lokmasını haramlardan süzecek ki kendisini de süzsünler. Süzmezse kendisini de süzmezler ve tortular arasında karışır gider.
Pirincin içinden küçücük bir taşı, dişimize dokunmasın diye ayıklıyoruz da haramla helâli nefsimiz ayırmaya lüzum görmüyor. Karnımıza ateş dolduruyoruz da farkında değiliz." buyurmuşlardı.
Ticarette de numune idiler, az kârda çok bereket olduğunu söylerler; "Bankadan uzak durun!" derlerdi.
"Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır." (Bakara: 275)
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah'a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin." (Bakara: 278-279)
"Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah'ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmiştir." (Taberâni)
Âyet-i kerime'lerini ve Hadis-i şerif'i sık sık hatırlatırlar ve şöyle buyururlardı:
"Hak etmiş olmuyor muyuz? İslâm memleketinde Allah-u Teâlâ'nın emirleri terk edildi, yasak ettiği şeyler benimsendi ve alabildiğine işlendi.
Allah-u Teâlâ felâket taşlarının eninde sonunda bütün zalimlere erişeceğini haber vermektedir."
Emir yerine ricâ kullanırlardı.
"Bu yol gönül yoludur, hâl ile terbiye olunur. Söz olursa ricâ ile olur, emir olursa kaba kalır. Çünkü yolumuz nezafet yolu, mahviyet yoludur. Allah yolunda emir ancak ricâ ile olur. Emrin yapamayacağını ricâ yapar." buyururlardı.
"Herkesi hoş, kendimi boş bilirim." buyururlar, kimsenin ayıbını yüzüne vurmazlardı.
"Ben hayatta kendimden küçüğünü bilmiyorum ki küçümseyeyim. Kendimden daha ayıbını görmüyorum ki ayıplayayım." buyurmuşlardı.
Yolun Hazret-i Allah'ın ve Hazret-i Resulullah'ın yolu olduğunu söyler, yola ve yolun düsturlarına azâmi dikkat eder ve ihvanının da öyle yetişmesini isterdi.
"Yolumuz; varlık, benlik yolu değildir, makam, mevki, menfaat bu yolda yoktur." buyururlardı.
Her hâl ve ahvalde ihlâs, istikamet ve mahviyet üzere olmuşlar ve hep bunu tavsiye etmişlerdir.
İhvanda ciddiyet ve resmiyet ararlardı, lâubaliliği hiç sevmez; asaleti, zerafeti, nezafeti çok severlerdi. İhvanın tedbirli, cesaretli, akıllı ve uyanık olmasından çok memnun olurdu.
Bir müslümanda olması gereken vasfı şöyle tarif etmişlerdi:
"Müslüman Allah'ından korkar. Hiçbir zaman hududu aşmak istemez, onun imanı tecavüz etmeye müsaade etmez. Aşmak isteyene de aştırmaz.
Müslüman demek sinmiş süprülmüş demek değildir. Hâl ve ahvâli en aşağı on münafığa bedel olmadıkça imanı tam olmaz. Bir fâsık, fıskından, küfründen cesaret alıp neler yapıyor. Bir hiç için hayatını ortaya koyuyor. Allah'ına dayanan bir mümin çok daha cesur olmalıdır. Biz müslümanı böyle görmek, böyle kabul etmek istiyoruz."
Bütün işlerini tam bir intizam içinde yapar, vaktini hiç israf etmezlerdi. Namaz vakitleri, zikrullah, tesbih ve tehlil zamanları, istirahat zamanları, misafirlerini ve ziyaretçilerini kabul zamanları hep belirli idi.
Nafile olan; İşrak, Duha, Evvabin namazlarını mutlaka kılarlar ve tavsiye ederlerdi. Kur'an-ı kerim okumayı ve dinlemeyi çok severlerdi. Az yer, az uyurlardı.
Ömrü; gündüzleri çalışma ve irşad, geceleri ibadet ve taat ile geçti. Geceleri uykusu 2-3 saatti ve yatmak icap ettiğinde halının üstünde yatarlardı.
Bütün gecelerini ibadet, zikir, fikirle geçirirlerdi. Teheccüd ve Tesbih namazlarını yolculuk ve şiddetli hastalık hariç hiç bırakmamışlardı. Birçok kardeşlerimizin şahit olduğu, gerek kendilerine misafir olan kardeşlerimiz, gerekse Zât-ı âlileri'nin misafir oldukları yerlerdeki kardeşlerimizin hepsi; "Bize misafirliğe geldiği zaman yatağını hiç açılmamış, bozulmamış halde bulurduk!" demişlerdir. Zât-ı âlileri'ne misafir olanlar da; "Bize yatak açarlardı fakat kendileri hiç uyumazlardı. Çünkü biz yatarken arada bir kalkıp odasına baktığımızda devamlı namaz kılar halde bulurduk!" diyorlardı.
Ömrü hep uykusuz ve fakat ibadetle geçmiş olduğundan vücut yorgundu.
Oruçlu olmadıkları günlerde iki öğün yemek yerler, bu yemeklerinde asla çeşit çeşit yahut doyacak kadar yemezlerdi. Ahir ömründe hastalık zamanında doktoru diyet listesi verdiğinde; "Zaten ben hayatımda bunlardan doyacak kadar yemedim." demişlerdi.
Bazı hususi mevzuların yazılması, not alınması hususu sorulduğunda ise şöyle cevap vermişlerdi:
"Bunlar ayrı bir mevzu olduğu için, bu gibi şeyleri hiç yazmasanız da olabilir. Bunlar bizim hususi hayatımıza âit şeyler. Bunlara hiç değer vermeyiz. Mânevî cihetteki noktalara değer veririz.
Siz arzu ettiğiniz için bunları ilâve ediyoruz. Yoksa bizim için bunlar basit gelir. Bizim için mühim olan, Hakk'tan gelen feyz-i nakildir. Yani sohbet esnasında geçecek olan sözler Hakk'tan geldiği için, feyz-i İlâhi'ye olur. Biz onlara değer veririz ve onların kayıtlı bulunmasını isteriz ki o sözlerden kendim dahi ileride istifâde edebileyim. Ve keşke zamanında tutulsaydı da, bugün talebeliğini yapabilseydim. Bir zamanlar her akşam sohbet yapardık. O zamanki feyz bambaşka idi. O zamanlar tutulsaydı şimdi mükemmel istifade ederdik."
"Allah-u Teâlâ yirmi iki yaşında sahneye koydu. Eskiden her gece sohbet yapardık. Her gece bir saat, iki saat, üç saat, dört saat sürdüğü olurdu. Artık ses telleri de bitmiş, dimağ yorulmuş, vücud bu duruma düşmüş, fakat Sahib'im ayakta tutuyor elhamdülillâh."
"Allah yolunda; "Ben yoruldum!" demek çok ayıp. Çok ayıp, niçin? Düşünceye kadar...
Gençlik zamanında Hazret-i Allah'a yönelerek çok ibadet ederdim. Öyle ki; vücudum bir vakte kadar gidiyor, sonunda da artık tükenip kalıyordu. Amma ibadet esnasında nasıl kaldığımı, nasıl yattığımı ne kadar durduğumu bilmiyorum. Yaz, kış o da mevzu değil. İbadet, taat yaparken öyle bir an geliyor ki kendimi yerde yığılmış bulurdum.
"Eee, ben ibadet ediyordum?" Ayaktayken mi düştüm, yerdeyken mi, hiç haberim yok. Yalnız bakardım, kendimi öyle yığılmış olarak görürdüm.
Kışınsa üşümemişim, yazınsa bir şey dokunmamış... Hemen kalkar abdestimi tazelerim devam ederim, gene ibadet ederdim. Bir kış günü, dışarıda yarım metre kar var, sobanın başında ibadet ederken, yorgunluktan kalmışım. Ne kadar kaldım, Hazret-i Allah bilir. Bir de kendime geldim ki; bir fanus içindeymişim gibi sıcacıktım. Elimi sobaya uzattığımda o muhafaza birden kayboldu, soba sönmüş, etraf buz kesmiş fakat Hazret-i Allah bizi muhafaza buyurmuş. Artık vücudun son tâkati bitiyor, uyuyorum; o dinlenmemle tekrar kuvvet bulup gene uyumuyorum.
Hatta hiç unutmuyorum: Sobanın bulunduğu kısımda farkına varmadan ibadet ederken dalmışım, yerde yığılmış böyle uzanmış yatıyorum. O anda rüyâ görüyorum. Seyyid-i Kâinat, Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Müzdelife'den taş atıyor. Attı sağ cebime koydum, attı sağ cebime koydum, attı sağ cebime koydum. Bir tane attı; "Bu çok kıymetli!" dedi. Onları elimle almaya kıyamadım, elimi çektim, ağzımla aldım. İşte onun için, ne demek istediğimi buradan ölçün. Gün o gündü. Şimdi ben bunu yapamam, çünkü vücut orada değil!.."
İşte böyle bir hayat; ibadet, riyazet, irşad, cihat ile geçen bir ömür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisabını şöyle anlatmışlardı:
"İntisabımızdan evveldi, on dokuz yaşlarında idik. Gençliğimizde güzel giyinmeyi severdik. Mutadımız üzere giyindik. Bir pazar günü evden çıkarken, bilmediğimiz bir zâtla karşılaştık. Efendi Hazretleri'ni ve Tarikât-ı Nakşibendiye'yi tanıtmak istedi. "Ben seni camide gördüm, çok hoşuma gittin. Burada çok büyük bir zât-ı muhterem var, Allah-u Teâlâ'nın veli kuludur, biliyor musun?" dedi. Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nden bahsetti.
O zamana kadar böyle bir şey duymadığımız için, hemen camiye gittik, şimdi yerine yenisi yapılan eski Cedidiye Camii'ne... Minberin yanına oturduk. Kimse yoktu. Hususiyetle bu duâyı yapmak için gitmiştik. Cenâb-ı Allah'a niyaz ettik.
"Yâ Rabb'i! Bu zât bana bir şeyler söyledi, amma ne anlattığını ben bilmiyorum. Eğer bunun tarif ettiği yol benim için hayırlı ise, rızâna mâtuf uygun bir yolsa nasip et!" dedik.
"Nasip et!" dediğimiz zaman, ellerimiz böyle sağ tarafa doğru kaydı. "Muhakkak heyecanlanmışızdır, yoksa gitmemesi lâzımdır." dedik. Amma gittiğini de gördük, bir daha aynı şekilde duâ ettik.
"Hayırlısı ise yâ Rabb'i!.." dediğimizde ellerimiz yine gitti.
"Allah Allah!.." dedik, bu muhakkak heyecandan olmuştur da farkında değilim.
Üçüncü defa duâ yapmak zorunda kaldık. Fakat duâdan ziyade, heyecandan mı yapıyoruz diye artık dikkat ediyoruz. Bir taraftan dikkat ederken, bir taraftan da duâ ediyoruz. Aynı noktaya gelip:
"Allah'ım! Hayırlı ise nasip et!" dediğimiz anda, yine ellerimizin kendiliğinden gittiğini gördük.
Düşündük o zaman. Ne demişti bu zât: "Burada Hacı Halil Fevzi Efendi adında büyük bir evliyâullah var, ziyaretine git!" demişti.
Camiden çıktık ve aramaya başladık. Hacı Halil Efendi var mı burada? Var. Evi nerede? Filân yerde. Meğer herkes tanıyormuş da, biz tanımıyormuşuz. Tarif üzere gittik. Gittik amma nereye gittiğimizi bilmiyoruz.
Huzur-u saâdetlerine çıktık. Kapı açıktı. Kendilerini görünce kıyafetimden utandım, içeriye giremedim. Fakat onların câzibesine tutularak gayr-i ihtiyâri içeriye alındım.
Gayet tebessümle: "Otur oğlum!" buyurdular, oturduk. Oturduğumuzda, şöyle hafif doğruldular, yüksek, çok çabuk ve çok sert olmak suretiyle:
"Allah!.. Allah!.. Allah!.." buyurdular.
Adeta motor döner gibi. O kadar heybetli buyurdular ki bize bir şaşkınlık geldi. Yani bu heybet karşısında orada şaşırdık kaldık, o heyecanın içine girerek kendimizi kaybettik.
O anda kalpten ne aldılar ne verdiler bilmiyoruz. Dakikaların içinde halimizde öyle değişme oldu ki on dokuz, yirmi yaşlarında girdik, huzur-u saâdetlerinden çıktığımızda, artık altmış yaşında bir kimse olarak çıktık.
Bundan sonra ne elbise, ne ipekli gömlek... Senelerdir elbiselerimiz duvarda çürüdü de, rahmetli Vâlide yalvarırdı: "Oğlum çürüdü bunlar!.." derdi. "Çürüsün anne!" derdik ve giymezdik, dünya ile hiç ilgilenmezdik.
İşte bu bir anlık tasarrufları, Allah'ımızın lütfunun erişmesine vesile oldu."
Hazret-i Allah ne murad ettiyse onu yaşamış, yıllarca tek başına yaşamış. Kimsesi yok. Allah'ı var. Evlilikler yapmış, her daim hükm-ü ilâhi'ye boyun bükmüşler, rızâ-i ilâhi'yi gözetmişlerdir.
"Hazret-i Allah bana bütün dünyayı verse, gökleri verse, arşı da verse; Vallâhi Allah'a karşı bir hiçtir. Ya? Tek cümle ile; Allah'ım! Yaratıcı sensin, beni sen yarattın. Seni kendime dahi tercih ettim. Ancak seni tercih ediyorum, yarattıklarını değil!.."
"Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki fakiri annemize karşı itaatkâr kılmıştı. Olmayacak bir şeyi bile emretse hep "Peki!" derdik.
Mevzunun iç yüzüne girmiyoruz, bir durum oldu. Hiç tanımadığı, görmediği, aslını neslini bilmediği, ismini bile duymadığı, akla hayale gelmediği bir kızı "Al!" dedi, aldık. Aldıktan sonra bu yaptığına çok pişman oldu. "Oğlum ben sana ne yaptığımı şimdi gördüm. Eğer bu kızla beraberken ölürsem gözüm açık gider." dedi.
"Al!" dedi, aldık. "Bırak!" dedi, bıraktık.
Takdir öyleymiş. Hayat boyu hep itaatkâr olmaya çalıştık.
Hiç bir defacık: "Anne, bir evlât başka ne yapabilir? "Al!" dedin aldım, "Bırak!" dedin bıraktım." demedik. Bir kız gibi ona hizmet ederdik.
Ahkâm haricinde bir şey emretmedikçe anne hiçbir zaman haksız olmaz. Sen her dediğine peki dersen, Hazret-i Allah da senin günahlarına peki deyip geçiriverir. Daha doğrusu her iş Allah için olacak."
Duâlarında;
"Allah'ım rızâ ve hoşnutluğunu diliyorum. Sen'in hükmün yürüsün, benim nefisimin arzusu yürümesin.
Allah'ım hükmün arzumdur, hakkımdaki hükmünü sevdir." buyurmuşlardı.
Hacc dönüşü ile ilgili bir durumlarını şöyle anlatmışlardı:
"Hacc dönüşü Bolu dağından inerken içime bir gariplik geldi. Herkesin evinde sobası var, bekleyeni var diye düşünürken; "Senin evinde de Allah ve Resul'ü var!" buyurdular."
"En kıymetli ânım Hazret-i Allah ile olduğum andır. Çünkü benim dostum O'dur. Dost dediğin düşman olabilir, dost zannettiğin belki sana düşmandır. Amma O'nun dostluğu sonsuzdur, O hep dosttur. Şu halde ben dostumla olayım, düşmanımla olmayayım. Halkla konuştuğum zaman birçok lüzumlu ve lüzumsuz kelimeler geçiyor, amma O'nunla olduğum zaman hiç kötü geçmiyor, ânım hep dolu geçiyor. İbadet etmesem bile huzuru yeter.
Allah-u Teâlâ lütfu ile ihsan buyurursa, dost olarak O'nu seçmişim, O'nu dost bilmişim, O'nunla olmaya gayret ediyorum. O'nunla olduğum zaman hayattır, O'nsuz olduğum zaman ruhi bir vefattır.
Gaye O'nunla olmak. O'nunla olmak hayattır. O'nsuz yaşamak vefattır. Sen sen ol O'nunla ol! Başkasıyla olma."
"Allah-u Teâlâ'dan daha yakın bir dost olamaz, Vallâhi olmaz! O'nu bulan dostu neyler? Dost olarak O yeter! Benim dostum O'dur, yâr olarak O'nu seçmişim.
"Şüphesiz ki benim dostum, Kitap'ı indiren Allah'tır. Sâlihlerin işlerini O görür." (A'râf: 196)
Allah muhabbeti öyle bir muhabbettir!
Allah-u Teâlâ ona bin tane can verse, bin tane de cânan verse, o Allah-u Teâlâ'yı tercih eder, bin canından da bin cânânından da vazgeçer. Görülmeyen Allah'a bu yapılmaz. Has odanın sırları buna derler işte!
Bir insan dünyada Hakk ile olursa; kabirde de Hakk iledir, mahşerde de Hakk iledir, Cennet-i âlâ'da da Hakk iledir. Sen dünyada kiminle isen, o da seninledir.
Dikkat ederseniz insanın dostu var, düşmanı var. Dost, kabre kadar gelir, kabirden sonra gelen var mı? Öyle bir dost lâzım ki kabirden sonra da olsun. Bize kabir ve kabirden sonrası lâzım.
İnsan, kabre girmeden Hazret-i Allah'ı dost edinirse, kabre girdiği zaman; "Beni dostuma bırakın!" der ve "Ben dostuma gidiyorum!" der.
Demek istiyoruz ki; dostun seni mezara kadar götürür ama öyle bir dostla ol ki, ebedi hayatta beraber olursun."
"Rabb'ime sonsuz şükürler olsun ki, bana kendisinden başka bir şey öğretmedi. Ben de O'ndan başka bir şey öğretmedim."
O hep "Hazret-i Allah" dedi, "Resulullah" dedi. Her zaman Hazret-i Allah'ı anlattı. Hazret-i Allah'ı tarif etti ama hiç kendisini anlatmadı. Kitaplarına ismini koymak istemeyen bir Zât-ı âli'den bahsediyoruz. Mürşid-i hakiki'nin Hazret-i Allah olduğunu daima ortaya koydu. Hatta bu hususta "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" ismiyle bir kitap yazdı.
"Bildiğim Hazret-i Allah. Bildirdiğim Hazret-i Allah. Başka bir şey tanımıyorum zaten."
"Bir zâhirî hoca vardır, öğretmeye "Elif"ten başlar. Kişi günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Âyet-i kerime'leri açıklayabildiği kadar açıklar. Hadis-i şerif'leri izah edebildiği kadar izah eder, en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır. Satırdan aldığını nakletmeye çalışır.
Bir de Allah-u Teâlâ'nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ'nın talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ an be an yeni tecelliyatlarda bulunur. Nûrunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor, bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benîbeşer, sadırın muallimi ise Hazret-i Allah.
Şu kadar var ki, kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye ait değildir. Koyana aittir.
Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.
Yani burada size hep Hazret-i Allah'ı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı tarif etmeye çalışıyoruz. Çünkü biz o tarifi aldık. İlk girdiğim zaman "Allah!" dediler, en sonunda yine "Allah!" dediler. Bana bundan başka bir şey öğretilmedi.
Bu ilim "İlmullah"tır, Allah-u Teâlâ'nın bildirmesiyle bilinir. O bildirmedikçe bir beşerin bilmesi mümkün değildir.
Diyeceksiniz ki "Öyleyse niçin bu beyanları arzediyorsunuz?"
Birincisi; Bediüzzaman Hazretleri'nin beyan ettiği gibi bu kitaplar Mehdi Resul Hazretleri için hazırlanıyor.
İkincisi ise bunları bileni bulman içindir. Onlar yok değildir."
Kendisini bir paçavra, bir resim, bir maske gördüğü için, mahviyetin son noktasında idiler. Daima o hâl ile yaşadılar.
"Dikkat buyurursanız bizim kitaplarımız, sohbetlerimiz Hazret-i Allah'ı tarif eder, fakir daima; "Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım!" demiş, Hazret-i Allah'ın varlığını ortaya koymuşuzdur. "Azâmetini ikrar ederim, acizliğimi, günahımı itiraf ederim" diyorum. Elhamdülillâh, hükümsüz ve değersiz mahlûkum, hüküm ve değer Allah-u Teâlâ'ya âittir.
Kitaplarımızı okuyan, bu mânevi terbiyeyi alan hiç kimse; "Ben âlimim!" demez. Bu yolda öyle bir terbiye veriliyor, öyle bir üslûp alınıyor, o edep öğretiliyor. Bu kitaplar Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı anlatır, hiçliği öğretir."
"Ne bulduysam yoklukta buldum, ne verdiyse hiçlikte verdi. Varlıkta değil. Var O. Yalnız O var. Onun için sakın ve sakın büyüklük taslamayın. O'ndan başka büyük yok. O büyüklük nefis putundan gelir. Başka yolda bu mevzu yok. Bu yolda küçültme var, başka yolda büyültme var. Onlar kendilerini methettikçe gururdan gıda alıyorlar. Bizim gıdamız Hakk. Var olan O'dur. Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Benim varlığım bir damla kerih su, onunla mı övüneceğim? En istediğim şey budur: "Allah'ım! Zât'ından başka varlık yaşatma!" diyorum. Zerresi insanı helâk eder.
Şunu iyi bilin ki; varlık, benlik insanı helâk eder."
"Allah-u Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun ki bu fakire bunu sevdirmiş. Var ile övünüyorum, varlığımdan utanıyorum. Utandığım için de onu ifnâ ediyorum. Var olan Hazret-i Allah'ı ortaya koyuyorum. Hazret-i Allah'ı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı seviyorum. Yani onların karşısında herhangi bir gölge dahi olmayacak. İşte bunu bu zât-ı muhteremler ezelden görmüşler, siz şimdi işitmiş, ifnânın mânâsını çözmüş oluyorsunuz. Allah-u Teâlâ bu hâli yaşatmasa bu bilinir veya söylenir mi?"
"Varlık için Hazret-i Allah ve Resul'ü yeter, ziynet için Hazret-i Kur'an yeter, şeref için İslâm dini'nin şerefi yeter."
"Bize bu gerek efendim. Varlık, varlık satanların olsun. Çünkü onlar o varlık putu ile ayakta duruyor. O varlık putunu indirirlerse zaten bir şeyleri kalmayacak. Allah'ım bizleri varlığını ifna edip kendi varlığı ile yaşattığı kullardan etsin."
Fakir de her zaman deriz ki:
Ben bir perdeden bir kabuktan ibaretim, özüm O'dur. Şu gördüğünüz kâinat da bir kabuktan ibarettir. Kâinatın da özü O'dur. O kabuğu çıkardığın zaman öz kalıyor. Siz bunu ne okudunuz, ne de duydunuz. Fakat fakir, yemin ederim ki gözle görüyorum. Zaten görmesem söyleyemem ki! Görüyorum da söylüyorum.
Nefes zikrinin efdaliyeti buradan geliyor. Bir perde var arada. Perdeden O'nunla konuşuyorsun, O'nunla görüşüyorsun, O'nunla nefes alıyorsun. Oysa perdeyi de yaratan O'dur, senin neyin var? Sen çık aradan, kalsın Yaradan.
Sen de bir kabuk, kâinat da bir kabuk. Elhamdülillâh, kabuk olduğumu biliyorum. İçimde O olduğunu da görüyorum. İrtibatım da O'nunla olduğu için, âlemleri çok rahat seyredebiliyorum. Bütün âlemleri O'nunla seyrediyorum.
Allah-u Teâlâ özümdür, ben ise kabuktan ibaretim. Özüm de Allah, sözüm de Allah... Herkes kabuğu görüyor, O'nu görmüyor.
İnsan da böyle, kâinat da böyle... Vücud O, mevcud O...
Allah-u Teâlâ'yı biz böyle biliyoruz.
Burada ilmin hülâsası ortaya çıkıyor. Bütün evliyâullahın ilmi bu kabukta idi. Mühim olan kabuğu atabilmek.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyor:
"Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi o kabuğun özüdür." (317. Mektup)
Siz bu ilmi yalnız işitirsiniz, kavramanız mümkün değildir. Fakat işitmenizde de çok büyük fayda var, çünkü duymuş oluyorsunuz. Sonra Cenâb-ı Hakk tecellî ettiği zaman, bildirdiğini bilmiş olacaksınız.
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Nasibi olan, nasibi kadar alacak. Bu ilim Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile kâimdir.
Biz size özü anlatıyoruz.
Burada akıllar durur. Niçin? Marifetin özü olduğu için. İlimlerin özü olduğu için.
Biz gerek kendimizi, gerek sizi daima mahviyete çekiyoruz. Allah ve Resul'ünü tarif etmeye çalışıyoruz. Bu Allah-u Teâlâ'nın bize bahşettiği bir lütuftur.
Diğer bölümler böyle değil. Onlar oldum havasında. Onun içindir ki boşlukta kalıyor, şeytanın hedefine girmiş oluyor.
Bütün hakikatler mahviyetin içindedir, âlem onu varlıkta arıyor, hakikat ise mahviyettedir.
Çünkü bu mahviyet fenâya, fenâ ise Fenâfillâh'a kadar gider. Bizim bütün çekmemiz fenâyadır, ben sizi fenâya çekiyorum. Hiçbir zaman Allah'ım varlığa çektirmesin, çekmiş değilim. Hep fenâya, hep fenâya..."
"Hülâsa; Var ile övünüyorum varlığımdan utanıyorum. Çünkü benim varlığım bir damla kerih su. Hadi övün bakalım bununla övünebilirsen! Bunun neresiyle övüneceksin? Bunun neresini methedeceksin? Beni O yarattı, beni O donattı. Beni O yaşatıyor. Ben O'nunla övünürüm. Ama kendimle değil. Onun için Var ile övünmek övünmelerin en güzeli, en doğrusu, en ciddisidir."
Bir iş yapacağı zaman, bir yere gideceği zaman, bir karar vereceği zaman muhakkak mânen danışır, aldığı işaret, emir, hüküm, izin ile yürürlerdi.
Bu her işinde, her hareketinde böyle idi.
"Vâlide Hanım, İstanbul'daki köşke birçok şeyler hazırlamış, onları benimle gönderecek. Daha evvel söylemişti. Fakat; "Ben emirsiz bir adım atmam!" demiştim. Efendi Hazretleri'ne hitaben; "Efendi! Ben Ömer'i köşke göndereceğim, gitsin gitsin değil mi?" dedi. Hiç sesini çıkarmadı. Sonra; "Bak, izin aldım!" dedi. "Hayır Vâlide Hanım, ben bu izinle bir adım atamam." dedim. O zaman tekrar döndü; "Efendi! Ömer köşke gitsin gitsin, değil mi?" diye bastırarak söyledi. Yine hiç sesini çıkarmadı. "Vâlide Hanım, ben bu hareketle bir adım atmam." dedim.
Onlar dışarıya çıktı, Efendi Hazretleri'yle karşı karşıya kaldık. "Oğlum, gitsen iyi olur!" buyurdular. Amma Vâlide Hanım'a gitsin demedi. Efendi Hazretleri'nden emir çıkınca Vâlide Hanım'dan çıkmış gibi oldu."
"Çıkışımızdan dönünceye kadar o hayatî hikmetler devam etti. Baştan aşağı gizli hikmetler vardı."
•
"Bir defasında Urfa'dan dönüyoruz. Tarsus'taki Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in Kabr-i şerif'lerini her zaman içeriden ziyaret ederdim, işimiz acele idi. "Dışarıdan ziyaret edeyim de hemen geçeyim!" dedim.
Ziyaret esnasında: "Sen İznik'te Abdülvehhâb Hazretleri'ni ziyaret ettin de Eşref-i Rûmî Hazretleri'ni niçin ziyaret etmedin?" buyurdular.
Yani attığım adımlardan haberleri var. Çünkü onlar ölü değil diri.
"Peki! Hemen giderim inşallah!" dedim ve kısa zamanda gittim."
•
"Bir gün: "İstanbul'a git!" diye emir verdiler. Niçin gideceğimizi bilmiyorum. İstanbul'a hareket ettik, Yûşâ Aleyhisselâm'ı ve Eyüb Sultan -radiyallahu anh- Hazretleri'ni ziyaret ettik. Eyüb Sultan Hazretleri'nin avlusunun içinde iken, baktım ki uzun boylu bir zât-ı muhterem bize doğru geliyor, yanımdakilere; "Bu gelen Yûşâ Aleyhisselâm'dır." dedim.
Kapıdan dışarıya çıktık, o yuvarlak yerde bir zât-ı muhterem oturuyordu, yerinden kalktı, baktım o da geliyor. İkisinin birleşme durumları husule geldi. "Bu da Eyüb Sultan Hazretleri'dir." dedik.
Ahzâb sûre-i şerif'inin yedinci Âyet-i kerime'si tecelli etmiş oldu.
"Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resul'üm! Senden de, Nuh'dan da, İbrahim'den de, Musa'dan da, Meryem oğlu İsa'dan da." (Ahzâb: 7)
Birisi peygamber, birisi ashâb. Onların her fırsatta yardıma ve her desteğe hazır oldukları anlaşılmış oluyor. Değil veliler, peygamberler dahi yardım ediyorlar.
Bu ilâhî bir lütuftur, Allah'ım lâyık etsin.
Onlar orada bu şekilde zuhur etmekle: "İşte biz hazırız, biz yanındayız, destekçiyiz!. Amma siz görmüyorsunuz!" diyorlar. Amma bunu kim bulacak? Meğer destek, onların varlığının zuhuru ile imiş.
Yûşâ Aleyhisselâm uzun boylu bir zât-ı muhterem, Eyüb Sultan Hazretleri ise orta boylu nârin yapılı, kibar bir zât, zaten onu tanıyorum, buraya sık sık gelir, teşrif buyurur.
Yûşâ Aleyhisselâm mücahid, cihatçı ve Hazret-i Allah'ın naz makamında olan bir zâttır.
Bu zât-ı muhterem efendilerimizin yolumuzla direkt ilgileri var."
Yenipazar'da çocukluğunda Kur'an-ı kerim öğrenmiş, Türkiye'ye çocuk yaşta geldiği için ailesine de bakmak zorunda olduğu için okula gidememiştir. Okuma yazması yok, bilmiyor. Seneler sonra akşam okuluna gitmek istiyor. Gittiği zaman bakıyor ki muallimi bayan hoca; "Bu bana yakışmaz" diyor ve bir daha gitmiyor. Kendi kendine okumayı yazmayı öğreniyor ve nihayet Hazret-i Allah bunca kitapları ve "Kalblerin Anahtarı" külliyatını ikram ediyor, o da Ümmet-i Muhammed'e hediye ediyor.
"Ve dikkat ederseniz, ben hiç ilim okumadım. Bir gün tahsilim olsaydı, ben de bir şey biliyordum derdim. Bu arzettiğimiz ilim "İlmullah" tır. Allah-u Teâlâ bana ne öğretirse onu biliyorum, ne söyletirse onu söylüyorum. Ben bu ilmi bilmiyordum ki, kitap da hiç okumam, kitapta da bu ilim yok. Onun için deriz ki; "Ben bilmiyordum ki söyleyeyim, kitaplarda yok ki okuyayım." Kitaplarda olmadığına göre, benim de bilmediğime göre şu halde ilmullah olduğu anlaşılıyor.
Bunlar bana ait değil. Ben kendimi takdim ederken diyorum ki; "Değersiz bir mahlukum, hüküm ve değer Hazret-i Allah ve Resul'e âittir."
Rabb'im ne öğrettiyse, ne döktüyse, kalbime ne yazdıysa size olduğu gibi açıyorum."
"Allah tarafından kalbe ne dökülüyorsa kitaba o dökülüyor. Benimle ilgisi olmadığı için, gizliden Allah kelâmı olmuş oluyor, ilmullah. Bunun da birçok sırrı var ki beşeriyetin en büyük istifadesi şu: Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için "Ümmi Peygamber" deniliyor. "Ümmi Peygamber" demek, hiçbir şey bilmiyor. Her şeyi muallimi olan Hazret-i Allah öğretti. Bu saf ilmullah oluyor. Hiçbir şey karışmıyor. Hiçbir ilim, hiçbir zan, bir vehim karışmıyor. Dikkat ederseniz herkesin az çok bir ilmi var. Ama bu fakirin bir gün tahsili yok. O saf ilim bugün akmış. Çünkü bir tek harfi izah edecek durumda değilim. Açıkça da söylüyorum bu ilmin benimle ilgisi yoktur. Rabbü'l-âlemin ne döktüyse odur. Şimdi O'ndandır deyince, bana ait değil. O Sahib'im olan Hazret-i Allah'ın hükmü ve kelâmı olmuş oluyor. Ve bu bağlantıya bakın, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için nasıl ki "Ümmi" deniliyorsa bizim de durumumuz aynıdır, fakat bunu kimse çözemez. Bunu halkın anlayacağı "Vehbi ilim", "Allah vergisi" der orada kalır. Bu da bilen için herkes için değil. Madem ki okumamış, "Vehbi ilim"dir der. Evet vehbi bir ilimdir ama, vehbi ilimle beraber hiçbir ilgisi ve tahsili yok.
Bu vehbi ilim birçok âlimlere gelmiştir. Çünkü mârifetullah ilmi vehbidir, kesbi bir ilim değildir. Bütün âlimler bu vehbi ilme mazhar olmuşlardır. Ama az çok ilimleri var idi.
Fakat bu doğrudan doğruya Hazret-i Allah'a âit bir ilim olduğu, hiçbir tahsilimin olmayışından geliyor. Bunu indiren de O, buna sahip çıkacak da O, bunu yayacak da yine O. Dilediğine bununla hidayet verecek yine O.
Bu ilmin Hazret-i Allah'a ait olduğu aşikârdır."
"Fakir, hiçbir yerden tahsil görmedim, hiçbir şey de bilmiyordum. Gelen o kanaldan geliyor. Hazine-i İlâhî'den akıyor. Yani hazine-i İlâhî'den Resulullah Aleyhisselâm'a gelen kanal devam etmektedir. İlhâmât-ı İlâhiye'nin hududu yoktur.
Hiçbir tahsilim olmadığı halde kitaplar Âyet-i kerime, Hadis-i kudsî ve Hadis-i şerif'lerle mühürlenmiştir. Kur'an-ı kerim'in bütün Âyet-i kerime'leri girmiştir.
Kitapta yok ki okuyayım, öğreneyim. Ben bilmiyordum ki söyleyeyim. Ne verilir, ne dökülürse o. Benim bilgimin haricinde bunlar. Bana Rabb'im ne duyurursa onu okurum. Bu ilmi bu zamanda gönderdi.
Evet, gerçekten cismâniyet itibâriyle hiçbir bilgiye sahip değilim, hiçbir tahsilim yok. Bunun için de "Câhil!" diyorlar.
Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği, duyurduğu ve gösterdiği her şeyi bildiğimi bildiklerinden ötürü de "Âlim" diyorlar. Hiçbir yerden ilim almak nasip olmadı, ancak Cenâb-ı Hakk lütfetti. O'nun ve O'ndan olduğu böylece meydana çıkmış oluyor. Bu ilim O'nun öğretmesi ile bilinir, başka türlü mümkün değil. Muallimi bizzat Hazret-i Allah'tır.
"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Nitekim Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem" isimli eserinde Hâtem-i veli'nin ilmi hakkında şöyle buyurmuşlardır:
"Bu ilim, ilm-i billâh'ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir." ("Fusûsu'l-Hikem ve't-Talîkat aleyhi"; s. 62)
Şunu çok iyi bilin ki bu ilim Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği, ikram ettiği bir ilimdir. Doğrudan doğruya O'nun bildirdiği, O'nun duyurduğu için de "İlm-i Billâh"ın âlâsı, "Has İlmullâh" oluyor. Doğrudan doğruya Allah'tan gelen bir ilimdir. Has ilim olduğu için feyz ve bereketi, tesiri çok oluyor. Hiçbir katkı yok. Yani bu ilimde nefsin hiçbir katkısı yoktur. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Su boruya gelir amma, o su boruya âit değil. Boru da onu itiraf edince, O'nun oluyor. Sen çık aradan kalsın Yaratan."
•
"Bu ilmin "İlmullah" olduğunu şöyle anlayacaksınız:
Okuyun; aynı mevzuyu başka zaman okuyun, anlayışınız başka olur. Başka bir zaman daha okuyun, anlayışınız yine başka olur. Mânen ruh terakki ettikçe gözdeki cam değişir. İlmullah olduğunu buradan bulursunuz!
Onun için bu size büyük lütuftur, ihsandır, ikramdır. Benim demiyorum; benimle hiçbir ilgisi yok. Bu doğrudan doğruya bir ilmullah'tır. Bu ilimden hepimiz istifade edelim...
Onun için biz kitapları okurken ilmullah olduğunu bilerek okuruz. Anlamadığınız yerin üzerinde durmayın. Çünkü bir deryadır, herkes oraya girip çıkamaz. Cenâb-ı Hakk duyurduğu zaman, gösterdiği zaman hakikati anlarsınız. Onun için Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun ki kendi katından ilim ihsan buyurmuş."
"Benim bir gün tahsilim yok. Nasıl geldiyse öyle aktığı için O'nun kitabı olmuştur. Eğer tahsilim olsaydı, kendi bilgim karışabilirdi. Zannediliyor ki benim kitabım. Hayır! Allah'ımın bir ikramı, bir ihsanı... Onun için bir noktada "Lütfullah" diyorlar."
"Benim Elif'ten haberim yok, Allah-u Teâlâ benim gönlüme ne akıttıysa ben de oraya akıttım. Buna "İlmullah" denir. Beşere ait değil, benimle ilgisi yoktur. Allah-u Teâlâ bu nuru indirdi, bu nurdur, bunu bilin onun için okuyun... Anladıkça gönlünüz yıkanır, gönlünüz yıkandıkça o nur kabre varır."
"Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki, bu zamanda bu ilmi indirdi. Bu ilim Allah-u Teâlâ'ya âittir, ilm-i billâh'tır ve en son ilimdir, gizlinin de gizlisi bir ilimdir."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nden şöyle bahsediyorlar:
"Ramazan-ı şerif'ti. İftar sıralarındaydı. Ziyaretlerine gündüz giderim, ikindiden sonra giderim ama böyle akşam üstü gittiğim vâki değildi. Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde bulunuyordum, hâlen çok gizli bir sırrı ifşâ etti. Bana değil hâlime söyledi, fakat huzurlarında söyledikleri halde hafsalam almadı, taştı. Yani hafsalamın alamayacağı bir şeydi.
Huzur-u saâdetlerinden çıktım, takriben üç yüz metre ayrılmamıştım ki, yolda giderken çarşının bir noktasında dimağımı açtılar, o buyuracakları şeyi kafama koydular. Hem de yolda gidiyorum.
O sözü başkasına söyleseler küfür gibi gelir. Hayat boyunca o sözden Elhamdülillâh çok istifade ettim. "Yağmur yerine Mürşid-i kâmil yağsa bizim için kıymet ifade etmez." sözü, bundan sonra söylenmişti. Bunların hepsi o sözün içinde gizli idi.
Bunu anlatmak için o kalp, o kafa lâzımdır. Bu ise Hazret-i Allah'ın ihsanı ile olur. Anladım demekle değildir, verdikleri kadar anlaşılır.
Bu gizlilik nedir biliyor musunuz?
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Musa Aleyhisselâm'a hitap ettiği zaman ağaçtan hitap etti. O ağaç Allah mıydı? Hâşâ! Bu hitabât-ı İlâhi idi. Efendi Hazretleri o an için ağaç gibi idi. Aklım almadı, sonra dimağımı açtılar ve koydular. Benim havsalam almadı ki senin hiç almaz!"
İhvan kardeşler bir gün toplanmışlar, Hendek'e teravihe gideceklermiş. Hafız Hilmi Hendek'teydi o zaman. Ramazan-ı şerif'in de tahmini on altıncı veya on yedinci gecesi idi.
Bize de teklif ettiler. "Gidelim!" dedik. Fakat aklımıza geldi, Efendi Hazretleri'ne soralım, müsaade buyururlarsa gidelim diye düşündük. Huzur-u saâdetlerine vardık. "Efendim, müsaade ederseniz Hendek'e kadar gidip geleceğiz?"dedik.
"Bu akşam?" buyurdular. İkinci bir şey de ilâve etmediler. Huzur-u saâdetlerinden ayrıldık ve düşündük, izini biz bu akşam için istemiştik. Onların "Bu akşam?" demelerinde hikmet olabilir dedik.
Hemen arkadaşları bulduk. Bazı mazuriyetlerimiz olduğunu, gidemeyeceğimizi söyledik. Onlar gittiler. Biz ise o akşamın Kadir Gecesi olduğu tahminini yürüttük ve bir şüphe üzerine, mümkün mertebe ibadetle meşgul olduk. "Bu akşam?" buyurmaları belki bu mânâyı taşıyabilir dedik.
Sabah dükkâna Hafız Bayram geldi. "Aa!.." dedi, "Sizin ev bu akşam nur içinde parlıyordu." dedi. O anda ne söylediğini bilmiyordu. Fakat o durum, şüphemizin gerçekten doğru olduğunu bildirmek için, Allah'ımızın bir lütfu oldu. Ona mânâda o gizli sırrı âşikâr etmişler ve yine gizli kalması için o kadarını göstermişler.
"Bu akşam sizin ev nur içinde parlıyordu." sözü ile, şüpheli olduğumuz nokta bize aydınlandı. O akşamın şüphe ettiğimiz Kadir Gecesi'nin ta kendisi olduğuna karar verdik. Fakat ona bir şey demedik.
Efendi Hazretleri'nin "Bu akşam?" sözü ile şüpheye dâvet edilip tedbir almamız, Allah'ımızın bu sonsuz nimet ve lütfuna nâil olmamıza vesile oldu.
İşte biz Efendi Hazretleri'nden hep böyle rumuz alırdık. Hiç açık emir aldığımız vâki değildir. Fakat rumuzlara çok dikkat ederdik. En ufak hareketlerine bile çok dikkat ederdik. Çünkü dikkat edersek alırdık, etmezsek kaybederdik.
Bu durum, ihvanın ne kadar dikkatli olmasının lâzım geldiğini gösteren bir hâdisedir.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, Zât-ı âlileri'ne verdikleri ifşaatı şöyle anlatıyorlar:
"Bir defasında istikbale ait bir mevzuyu anlatırken:
"Oğlum Levh-i mahfuz'da gördüm, bir gün olacak bu millete şöyle şöyle olacaksın." buyurmuşlardı.
Şu büyüklüğe bakın, Efendi Hazretleri Levh-i mahfuz'a bakardı da konuşurdu. Bu sabit yolu Allah-u Teâlâ'nın bizimle idame ettireceğini bildiği için böyle yapıyordu.
Biraz uyanık olsalardı, ahirete intikallerinden sonra hiç kimse dâvâya kapılmazdı. Nihayet Allah-u Teâlâ'nın takdiri hüküm sürecekti.
Böyle bir dâvânın, fakirin aklından değil, hayalinden bile geçmesine imkân olmazdı.
Şunu çok iyi bilin ki bize verilen zorla verilmiştir, emir tahtında almışızdır. Yoksa gönül bunun üzerine hiçbir zaman takılmış değil.
Hatta bir defasında: "Böyledir." dediler. "Hayır! Kabul etmiyorum!" deyince, "Bizim olduğunu söyle!" dediler. "İşte onu söylerim." dedim.
Yoksa ben o nura lâyık değilim. O bir emânet-i ilâhi'dir. Lâyık görmüyorum kendimi. Sadece Hazret-i Allah'ımın ihsanını ortaya koyuyorum. Vazifem bu. "Allah'ım! Hep sen, hep senindir, sendendir..." diyorum. Hep bu söz geçer.
Yoksa bizim gayemiz ne mürşidlik, ne de hulefâlık... Bu yolda herkes mürid. Mürşidmiş, halifeymiş, böyle bir şey gönül istemiyor.
Bütün Evliyâullah Hazerâtı'nın nazarı bu noktadadır. Dâvâ yok bizim yolumuzda; ancak efendilerimize sevgi, saygı, hürmet göstermek ve Allah için çalışmak vardır.
Onlar namına çalışıldığı için, yola onlar sahip çıkıyorlar. Burada müridanın çok büyük bir kazancı var. Kendi namıma girersem, onlar çekilir diye korkuyorum. Onları iş başına getirmek için daima kendimi ortadan çıkarıyorum. Müridanın üzerinde tasarruflarını yürütmeleri için hiçbir zaman vazifeyi almak istemiyorum. Onlar Hazret-i Allah'ın o kadar büyük sevgilileridir. Ve hakikaten Allah'ımız bunu sevdirmiş, hiçbir zaman hiçbir şeyi benimsetmemiştir.
Tertemiz bir yol bırakmışlar. Hiçbir el, hiçbir müdahale girmiş değildir. Aynı hâl üzerinde gidiyor. Fenâ ile gidiyor, varlık ile gitmiyor.
Bize vazifeyi emrediyorlar, kabul etmiyoruz. Emir verilmişken sahip çıkmamaya, elden geldiği kadar kaçınmaya çalışıyoruz.
Onun için, hiçbir zaman ben halife olayım, şeyh olayım, şu olayım, bu olayım diye hayalinizden geçmesin. Eğer geçerse artık hedef o olur, gaye ve maksat o olur. Onların hepsi Hakk'a perdedir, Hakk'a ulaştırmaya mânidir.
En güzel şey, insanın kendi yokluğunu, âcizliğini bilmesidir. Bu hepsinden hayırlıdır. Hakk ve hakikati bilenler ancak "Men arefe"nin sırrına vâkıf olanlardır."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri, zaman-ı saadetlerinde yaşayan birçok ulemâ ile sohbet etmişlerdi.
Düzce Müftüsü Kürtzâde Mehmed Efendi, Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi, Hafız-ı kurra Hasan Efendi ve Hafız Hilmi Efendi gibi âlim kimselerle beraber olurlardı.
Bu zâtlar belirli zamanlarda ilmî müzakereler yaparlar, çok mühim konuları görüşürlerdi. Bu, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri zamanından gelen bir usûl idi. Bu sohbetlere Efendi Hazretleri de davet edilir, nadiren katılırlar ve onların içinden çıkamadıkları konularda bâtınî olarak çok kısa cevaplar ve izâhlar yaparlardı.
Düzce'nin ve civar illerin ileri gelen Hocaefendileri dini konuları müzakere etmek için bir araya toplandıklarında mutlaka Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni de dâvet ederler ve Zât-ı âlileri'ne anlayamadıkları veyahut işin içinden çıkamadıkları mevzuları sorarlardı.
Zât-ı âlileri onları tatmin edici, mânevi âlemlerden süzülüp gelen bir ilimle cevap verirlerdi.
Her biri değerli ve tanınan birer âlim olan bu zâtlar, kendilerinden yaşça küçük olan Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin çok kıymetli mânevi bir âlim olduğunu bilirler ve değer verirlerdi.
•
İstanbul'dan Mesut Bey isminde bir zât Düzce'ye gelip zamanın müftüsü, âlim, fâzıl, muhterem Kürtzâde Mehmed Efendi'de misafir kalırlar.
Müftü Efendi o gelen misafirine;
"Birisinin elini öpeceğine, sabahleyin evden çıkarken Ömer Efendi'nin elini öp de geç, sonra İstanbul'a dön!" diyerek misafirini yolcu ederler.
•
Rahmetli Gönenli Mehmet Efendi Hazretleri ile gençlik yıllarında Eyüb Sultan Hazretleri'nde karşılaştıklarını, Hazret'in kendisine teveccüh edip çok dikkatlice uzun uzun baktığını ve kendilerine doğru gelmeye başlayınca oradan uzaklaştıklarını nakletmişlerdi. Bu Zât-ı âli de 1991 yılında vefat etti.
Her zaman tevâzu sahibi olan Zât-ı âlileri, kalabalık bir cemaat ile gelen Mehmed Efendi'nin bu teveccühlerinden dolayı her zaman olduğu gibi büyük bir tevâzu örneği göstererek, tüm bakışları, tüm ilgileri üzerlerine çekmek istemediklerinden dolayı oradan uzaklaşmışlardır.
Yine rahmetli Gönenli Mehmed Efendi'nin bir sohbetleri esnasında Efendi Hazretlerimiz camiye girerler. Sohbetlerine devam eden Gönenli Mehmed Efendi, Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni görünce cemaate; "Hazret-i Allah'ın nuru şu an burada!" buyurmuşlardı.
•
Hacı Sami Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin damadı merhum Ömer Kirazoğlu ile Medine'de karşılaştıklarını;
"Kitaplarınızın hayranıyım, Allah-u Teâlâ sizin kitabınızı kapatmayacak, kıyamete kadar açık kalacak!" dediğini aktardılar ve;
"O zât-ı muhtereme lâyık bir damat. Çok muhterem bir zât, çok güzel bir insan, Allah'ım nur etsin." buyurmuşlardı.
Bu Zât-ı muhterem'in eline "Kardeşlik Dini ve Hakikatler" isimli kitabımız geçmiş. Okuyor, hanımına; "Bir hazine buldum, o balı yiyorum!" demiş. Bilen için bu kitaplar bir Hazine-i ilâhi'yedir. Çünkü beşerin sözü değildir. Cenâb-ı Hakk beni her şeyden çekmiş, kendi lütfunu akıtmış.
Şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin 1950 yılında vefat etmesi üzerine genç yaşta emânet-i ilâhî'yi taşımaya başlamışlar, 2010 yılındaki vefatlarına kadar 60 yıl boyunca İslâm'a, imana hizmet etmişler, insanları irşad etmişlerdi.
Hazret-i Allah'tan gelen bu ilim ve mahviyet ile irşad halkaları sadece kendi ihvanına değil bütün müslümanlara uzanmıştı.
Tasavvuf erbabı, mürşidler, şeyhler eserlerinden ilham aldılar, kendi talebelerine okunması için tavsiye ettiler. Bunlar arasında tanınmış zâtlar vardı.
Daima tevazuyu tercih ettikleri için öne çıkmayı asla istememişlerdi.
1993 yılında vefat eden bir başka Şeyh Efendi talebelerine bu Zât-ı âli'nin kitaplarını okumalarını tavsiye etmişti. Vefatından sonra bu tavsiyeye sırt çevirdiler.
2001 yılında vefat eden bir Şeyh Efendi hakkında şöyle söylemişlerdi: "Onlar da para toplamaya çıkıyorlardı. Biz dedik ki: 'Onlara bu yakışmaz.' Hemen vazgeçtiler. Onun için onlar bizdendir, kardeşimizdir."
Bir Zât-ı muhterem onun hakkında "O Resulullah Aleyhisselâm'ın gölgesidir." buyurmuştu.
Samsun'dan bir Şeyh Efendi "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" isimli eserini okuduktan sonra müridleri ile beraber gelerek kendisine intisap etmişti. Bu zât Muhterem Ömer Öngüt'ten bir gün önce vefat etti.
1984 yılında vefat eden bir Zât-ı âli yakınlarının kendisinden sonra kimi bıraktığını sormaları üzerine kendi talebelerinden bir kimseyi değil, Muhterem Ömer Öngüt'ü işaret etmişti. Bunu en yakın talebeleri naklettiler ancak bu vasiyete riayet etmediler.
Düzce'de bir kardeşimizin Erol isminde bir arkadaşı Almanya'da çalıyormuş. 1984 yılının yazında izne gelince önceki sene Hacc'a gittiğini, Medine-i münevvere'de Şeyh Efendi ile görüştüklerinde, kendilerinden sonra ne yapmaları lâzım geldiğini sorduklarını, onun da Zât-ı devletlerini işaret ettiklerini söylemiş.
Bu husus yeri geldi arz edildiğinde şu sözleri söylemişlerdir:
"Resmen söylemiş efendim, bunu biz kendi ağızlarından duyduk, fakat saklıyorlar.
Onlar saklayınca ben mi açacağım? Biz hududumuzu hiçbir zaman aslâ aşmayız. Biz Allah için hareket ederiz. Hazret-i Allah ister çok koyun koyar, ister yok koyun koyar. Çoban çobandır, çobanı ister çalıştırır, ister azleder.
Bu lütuf Hakk'ın vergisidir, halkın değil. Hakk'ın akıttığı yerdedir her şey, halkın akıttığı yerde hiçbir şey yok.
Mürşid dediğin bir kovuktur. Sıyır elbiseyi O, koy elbiseyi sen... Hep O, hep O...
Dilediğine devir kapatır, dilediğine açar. Sahayı Hazret-i Allah açmış, o yolda durmadan çalışmamız lâzım. Akıllı müridin durmadan çalışması gerekiyor."
Binaenaleyh devrinin önde gelen şahsiyetleri Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni bilir ve hürmet ederlerdi. Ehli bildi ve bildirdi.
Ancak bu zâtların hepsi vefat etti. Bugün "Tasavvuf yolundayız" diyenlerin hemen hepsi ticarete yöneldi, şeyhliği babadan oğula geçen saltanata çevirdi. O eski zâtlardan kimse kalmadı.
Siyasilerden, devlet ricalinden kendisini ziyarete gelip fikir danışanlar olurdu.
Yazmış oldukları kitapları geniş kitleler tarafından okundu, takdirler aldı.
Resulullah Aleyhisselâm'ın nûraniyetini, ruhâniyetini, Allah katındaki değerini anlatmış oldukları "Nûr-i Muhammedî -s.a.v-" isimli kitabına 1990 yılında Talim Terbiye Kurulu'nca öğretmen ve öğrencilere tavsiye kararı alındı. Daha sonra FETÖ'cülerin müdahalesi ile bu karar kaldırıldı.
"Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm" isimli kitabı ise Pakistan'da yapılan yarışmada birinci oldu.
Büyük bir takdir ve teveccühlere mazhar oldular. O ise bu durumdan istifade etmeyi, etrafına kalabalık toplamayı aklından dahi geçirmedi.
Ömürleri boyunca zerre kadar nefsine tâviz verdiği görülmemiş, daimâ huzur-u ilâhi'de imiş gibi yaşamıştır. Ziyarete gelenler olsun, ihvanı olsun; yakınlık makamından neşet eden bu mehabet ve celâleti her zaman hissetmiş ve huzurlarında hürmet ve ihtiram üzere bulunmuşlardır.
Bu Zât-ı muhterem hayatı boyunca böyle yaşadı ve fakat birçok kimsenin haberi yok.
Ama onu tanıyanlar iyi bilirler ki; Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ehlince gayet iyi bilinen; mânevi şahsiyeti çok yüksek, müridleri değil şeyhleri dahi irşad eden; dünyaya, maddeye, menfaate, makam-rütbeye zerre kadar iltifat etmeyen; memleketimizin, din ve vatanın selâmeti için gayret eden büyük bir Zât-ı âli idi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Adapazarı Hakikat Vakfı binasında iki ayda bir sevenlerine sohbet yaparlardı. Kalabalık olan bu sohbetlerini daima yerde oturarak yapmışlar, hiçbir zaman kürsüye çıkmamışlardı. Bu Zât-ı âli saatlerce halı üzerinde diz üstü oturarak sohbet etmiş, hiç kürsüye çıkıp oturmamıştı. Kendilerini oraya lâyık görmemişler, varlık verecek her şeyden kaçınmışlardır.
"Hayat boyunca daima biz aşağı yerde oturmuşuzdur." buyurmuşlar, tevâzuda en güzel numune olmuşlardı.
"Allah'ım numune etsin. Askerde şube askeriydim. Mektup yazmak için kullandığım kâğıdı yerine koyardım. Ben buradan kâğıt harcadım, mürekkep harcadım burada benim hakkım yok derdim. Devlet malı diye düşünürdüm. Kimseye söylemeden çarşıdan kâğıt alır ve riyâ olmasın diye gizliden oraya koyardım. Bunu bana Rabb'im yaptırıyordu. Bu devletin malıdır, bunu benim kullanmaya hakkım yok diye düşünürdüm."
Riyâ ve riyâkârlıktan hiç hazetmezler, daima mahviyeti, zâhirde halk ile bâtında Hakk ile olmayı tavsiye ederlerdi.
Uçakla Hacc'dan dönüyorlarmış. Yorgun oldukları için, oturdukları koltukta gözlerini kapatmışlar, dinleniyorlarmış. Yanlarında bulunan Düzceli iki kardeşimiz de tesbihlerini çıkarmışlar, virdlerini yapıyorlarmış. Bir ara gözlerini açmışlar, ellerinde tesbihleri görünce sormuşlar. Onlar da ders yaptıklarını söylemişler. O anda buyurmuşlar ki:
"Tesbih evden başka bir yerde çıkmaz."
1974 yılındaki Hacc yolculuğuna birkaç kardeşle bir taksi ile çıkmışlar. Taksinin sahibi olan kardeş küçük bir Türk bayrağı almış, cebine koymuş. Hacc'a gittiklerinin bir işareti olsun diyerekten müsaade isteyerek yola çıkarken taksinin bayrak direğine takacakmış.
Tam arabaya binecekleri sırada: "Arabada Hacc yolculuğuna dair hiçbir işaret bulunmasın!" buyurmuşlar.
Hududa yaklaştıklarında: "Efendim Bağdat tarafından mı Şam tarafından mı gidelim?" diye sorulmuş. "En kısa yoldan." buyurmuşlar.
Giderken gelirken hiçbir yere uğramamışlar.
"Kaynağın başında olan çeşme aramaz." buyurmuşlar.
"Sizin ziyaret etmek istediğiniz bir yer varsa biz mâni olmayalım." sözünü ilâve etmişler.
O mübarek topraklara varıncaya kadar yolda hiç uyumamışlar.
Hacc hakkında kardeşlerimize, her şeyin bir özü olduğu gibi Hacc'ın da bir özü olduğunu, bu öz ile meşgul olmalarını söylemişler ve misal olarak mevlide giden üç misafirin hikâyesini anlatmışlar.
Kurban bayramından epey önce Mekke-i mükerreme'ye varmışlar. Henüz tam kalabalıklaşmadan elli tavafı tamamlamalarını kardeşlere tembih etmişler. Daha sonra seyrek yapmalarını, sonradan gelenlere eziyet vermemelerini söylemişler. Harem-i şerif'te kardeşlere sık sık:
"Aman dirsek kullanmayın, kimsenin canı yanmasın!" tavsiyeleriyle ikaz ederek şöyle buyurmuşlar: "Buralarda her türlü hâl olur, bizi incitirler, biz kimseyi incitmeyelim."
Harem-i şerif'te iken: "Burada alınan bir nefes bir ömür efendim! Değerlendirmek lâzım." buyurmuşlar. Mekke-i mükerreme'de sadece Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i ziyaret etmişler. Kendilerine: "Torunum!" diye hitap ettiklerini söylemişler.
Özel olarak bir kardeşimize Arafat'ta büyük mânevî bir toplantı olduğunu, zor yer bulduklarını beyan etmişler.
Mescid-i nebevi'de ilk günlerde kapıdan girişte bir yere oturuveriyorlarmış. Aradan birkaç gün geçmiş, derin bir tefekkür içinde iken, gözlerini açmışlar. Yanlarında bulunan bir kardeşimizden müsaade istemişler. Birinci defa dâvet olunduğunu, gitmediklerini, ikinci defa ikaz edildiklerini söylemişler ve ileriye doğru yürümüşler.
Medine-i münevvere'de akrabalarının olduğunu, hiçbirisini aramadıklarını, Mescid-i nebevî'nin kaç kapısı olduğunu bile bilmediklerini, Medine-i münevvere'de sadece Ravza-i mutahhara'yı bildiklerini söylemişler.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hayat-ı saadetleri hep ibtilâ ile geçmiştir.
İbtilâ'yı şöyle tarif ediyorlar:
"İbtilâ nefsi ezmek, ruhun kalkınması için yegâne ilâçtır. Yani nefsin terbiyesine, ruhun tâlim ve terbiyesine ilâçların en güzelidir. Allah-u Teâlâ kulunu çok iyi bildiği için sevgililerine ibtilâ vermiştir ki nefsi hayat bulmasın, ibtilâ lütf-u ilâhiye'dir bilen için."
"Allah-u Teâlâ'nın bütün sevgilileri yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; "İbtilâ Peygamber Aleyhimüsselâm'ın sünnetidir. Peygamberlerin mirasıdır." buyurarak yaşadıkları ibtilâ ve musibetlere; sabır, sükût, tevekkül ile mukabele etmişler, her zaman; azim, cesaret, tedbir ve rızâ halinde bulunmuşlardı. Hele âhir ömründe birçok ameliyatlar geçirmişler, devamlı olarak; doktor, hastane, ilaç, ciddi tedaviler görmüşlerdi.
Hastalığının başlangıcından son anına kadar hep sabır, şükür ve tevekkel halde ve takdir-i İlâhi'ye boyun eğmiş, Hakk'ın hükmüne râm olmuşlardı. Şöyle buyurmuştu:
"Benim gayet rahat ve müsterih bir halim var. Rahatım, memnunum. O'ndan geldiği için gayet memnunum. En küçük bir şikâyetim, sıkıntım yok. Hep Hakk'tan. Çünkü Güzel'den geliyor. O'ndan gelen her şey güzel. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, hep şükür. İbtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, hep şükür. Sonsuz şükür."
"Hiç hasta gibi durmuyorum. Bu Cenâb-ı Hakk'ın verdiği azametten geliyor. Bunun için hasta olduğuma kimse inanmıyor. Dışarıdan öyle görünüyor. Ne büyük lütuf elhamdülillâh. O karışıyor işe..."
"Takdir böyleymiş diyorum, üzülmüyorum. Memnunum, müteessir değilim. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, ibtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, sonsuz şükür...
Buna rütbe-i bâlâ denir. Yani Hakk'tan gelen rütbe denir. Hazret-i Allah'ın rütbesi bu şekildedir. Kimse görmez. O, rütbeyi takar, o rütbeyle O'na gidersin. Allah-u Teâlâ'nın rütbesidir."
•
"Çok büyük bir ibtilâm var. O ibtilâyı benden uzaklaştırdılar. Düzce'de arkadaki evde seccadenin üzerinde oturuyorum. Bu ibtilânın tekrar geleceğini haber verdiler;
"Allah'ım! Hüküm senindir, hükmüne râm oluyorum!" diye duâ ettim.
O anda alnımda kalemin sesini duydum. "Cız!" etti, bu sesi duydum.
Kalem oynadı amma ne yazdığını bilmiyorum. Ezeli takdiri Cenâb-ı Hakk orada değiştirdi. O ibtilâ geldi amma geçti, bana uğramadı. Çünkü takdiri değiştirdi. Sonra anladım ki o ibtilâyı başka türlüden geçirdi bana gelmedi.
Demek ki O mukadderatı değiştiriyormuş. Allah-u Teâlâ dilerse Levh-i mahfuz'daki takdiri değiştirir. Bunu bizzat kendimde tecrübesini gördüm. Evet, Allah-u Teâlâ kendi takdirini siler, dilediği başka takdirini yazar.
Bunlar çok gizli işler, Hâlık'e ait işler, mahlûka ait değildir. Mahlûkun ne aklı, ne ilmi buraya girmez.
"Allah dilediğini mahveder, siler. Dilediğini de sabit kılar." (Râd: 39)"
Zât-ı âlilerine bırakılan mânevi yolun emanetini tenvire, tebliğe başlamalarıyla da birçok düşmanlar çıkmış, Düzce'de gerek ailevi yaşantısına iftira atmışlar, gerek kendilerine suikast tertip etmişler, gerek gıyabında ve sevenlerinin nezdinde hakaret ve iftiralara uğramışlar, daha birçok çirkefliklere, saldırılara maruz kalmışlardır.
Yine kendilerini tasavvuf ehli zanneden bir kısım mukallitlerin, gerek hizmetlerini yapmasına engel oldukları, gerek nasiplilerin yolunu kesmelerine sebep oldukları görülür. O ise bunlara sabır ve sükut ile mukabelede bulunmuş, hiç durmadan ümmet-i Muhammed'i tenvir etmek için çalışmıştır. Kimseden korkmadan, çekinmeden İlâhi davayı tebliğe devam etmiş, yılmadan, yıkılmadan bu hizmete, bu nurun yayılmasına gayret etmiştir. Kimseden bir şey beklememiştir.
Tasavvuf'a intisabı ile beraber ahirete intikaline kadar geçen yetmiş yıla yakın hep takibat altında kalmış, taciz edilmiştir. Sevenleri de bu sıkıntılara uğramışlardır. Bilhassa, gerek ihtilâllerde, gerek muhtıralarda çok sıkıntılar çekmiş, sıkıyönetim mahkemelerinde de yargılanmıştır.
Bir ömür ki; hep iman ile cihad ile hizmet ile geçti.
Bir ömür ki; hep ibtilâ ile imtihan ile çile ile geçti.
12 Eylül 1980 darbesinde, büyük sıkıntılar çekmişler, Bolu sıkıyönetim komutanlığında ifade vermişler, kitapları da Gölcük sıkıyönetim komutanlığınca incelenmiş, kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmişti.
1997'nin 28 Şubat kararlarıyla başlayan çalkantılı, muzayakalı zamanlarında da Zât-ı âlileri ve kurucu olduğu Vakıf için tahkikatlar yapılmış, hatta Vakıf'a kapatma davası açılmıştı. Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla Vakıf mahkeme kararıyla aklanmıştı.
Bu süreçte gerçekten büyük sıkıntı yaşadılar. İbtilâların yanında Din-i İslâm'ın müdafaası için mücadele ettiği bölücü gruplar; Süleymancısı, Narcısı, Refahçısı, Zât-ı âlileri'ni mahkemeye verdiler. Hatta; "Dini nikâha, İslâm nikâhına gerek yok!" dediği için eski diyanet işleri başkanına da ağır bir yazıyla ikaz ettiğinden hakkında dava açılmıştı.
Vazifesini yaparken yakınım deyip yaklaştıktan sonra gazete ve dergilere kadar gidip iftira atanlar oldu, bunlar onu çok üzse de hep tevekkel idiler.
Röportaj vermediği halde, gazetelerde; organ nakli mevzu bahanesiyle komplo kurdular, kendisini kamuoyunda küçük düşürmeye çalıştılar, ardından adli takibatla mahkemelere gitmesine sebep oldular.
Ve nihayet bütün bu davalardan, iftiralardan Hazret-i Allah onu haklı çıkarıp aklayınca, Fetöcüler hain tezgâh ile onu ve yolunu karalamaya çalıştılar. İsmini gayri meşru oluşumların içine sokmaya çalıştılar. Bu dönemde de gittiği yerlere, hastanelere kadar kendilerini de yakınlarını da takip ettiler. Ahir ömründe çok üzdüler, çok rahatsız ettiler, çok eziyet ettiler.
Vakfın etrafına kameralar koydular, gelen gideni izlediler. Çok taciz ettiler, çile çektirdiler. O ise hiç metanetini kaybetmedi. Sabır ve sükût halini hiç bozmadı, Hazret-i Allah'a tevekkül etti.
Kendisinin böyle gayr-i kanuni yapılarla işinin olmadığını biz biliyorduk ve Zât-ı âlileri ahirete irtihal ettikten sonra Zât-ı âlileri'nin de, yakınlarının, sevenlerinin de takibata uğradığı, telefonlarının dinlendiğini öğrendik. Nihayet böyle oluşumlarla ilgisi olmadığı yargı makamları tarafından ilân edildi, ama o da üzüldüğüyle, üzüntüsüyle gitti.
Hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden hakikati neşreder, Ümmet-i Muhammed'i tenvir eder, fitne ve fesadın sönmesi için can pahasına çalışır, "Allah uğrunda, Allah yolunda bir değil, bin canım olsa fedadır!" derlerdi.
O kendisine Hazret-i Resulullah'ı numune, Hazret-i Kur'an'ı düstur edinmişti. Bütün ömrünü Allah için, Allah yolunda, Allah rızâsı için geçirmişti.
Hakk'tan emir alır, hakikati söylerdi. Çünkü onun tek derdi vardı; Din-i mübin'di, İslâm idi.
Hayat-ı saadetleri; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a, "İlâhi Görüş Birliği"ne dâvetle geçmiştir. Gaye ve hedefleri; Allah ve Resul'ünü sevdirmek, müslümanları Allah ve Resul'ünde birleştirmek, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, kalpleri Hakk'tan gayrı her şeyden kurtarmak ve arındırmaya çalışmaktı. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihat etti. Bir keresinde; "İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihat içindir. Beni tek tutan cihattır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihat olmasa yaşamanın âlemi ne!.." buyurmuştu.
Bu cihada "İman kurtarma cihadı" derlerdi. Zira imanlar yanıyor, ebedî hayatlar gidiyor. Bu duruma çok üzülürler, hak ve hakikati duyurmak için beşer takatinin kaldıramayacağı büyük bir azim ve gayret gösterirlerdi.
Bu sebeple, insanların ebedî hayatının kurtulması için; dünyevî maksatlarla ortaya çıkan, din istismarı yapanlarla bu uğurda hep mücadele etmişler ve şöyle buyurmuşlardı:
"Bütün gayem Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerinin mevcudiyetinin, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Sünnet-i seniyye'sinin varlığının dimdik ayakta durmasıdır.
Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerine gözü yumuk bakıyorlar, anlamak bile istemiyorlar. Neden onların gözünü açmayayım?
Bâtıl inançlarla beyinleri bozulmuş, hakikat ile neden onların beyinlerini parçalamayayım?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur." (İsrâ: 81)
Eğer ilâhî hükümlere uymazsanız artık suçu kendinizde arayın."
"Sahib'imin ne takdir ettiğini bilmiyorum. Bana ne takdir ettiğini O bilir. Çekiniyor muyum? Çekinmiyorum. Ve O'na bu lütfu bahşettiğinden ötürü bu yolu açtığından ötürü şükrediyorum. Gideceğim. Kalacak değilim zaten.
Fakat hamd olsun Rabb'im cesaret vermiş, ürkeklik vermemiş. Allah'ıma yemin ederim ki; kimseye garazım yok. Ben herkese kardeş gözüyle bakarım amma kimsenin de küfrüne rızâ gösteremem. Yani yazacağımı, yapacağımı yaparım, bunu bilin! Sırf Allah için, Allah korkusundan yapıyorum. Bir gayem, bir maksadım, bir menfaatim var mı? Büyük mücadele, mücahede yapılıyor. Milyonlara karşı çıkmış, tek tek tek küfür damgası vuruyoruz. Bugün insana bir kişi, bir düşman yetiyor. Bizim karşımızda milyonlar var, deli miyim? Hayır ben deli değilim. Ben Allah rızâsı için bu yola çıktım, yapacağımı ölünceye kadar da yapacağım.
Hatta bu bölücüler gelip haklarındaki yazıları önlemek için; "Biz sizi seviyoruz, hürmetimiz var!" dediler. Fakat biz emirle hareket ederiz. "Biç!" derlerse, hiç bakmayız biçeriz, hiç korkmayız. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müşrikler darılacak diye Kur'an-ı kerim'i tebliğden mi kalıyordu? Kâfir olmayana kâfir demenin cezası seksen değnektir. Fakat kâfire ahkâmı bildirmeyen dilsiz şeytandır, zâlimdir. Ahkâmı bilin, bilerek söyleyin.
Ben kendime iman etmedim. Ben Allah'ıma iman ettim. Siz de bunları anlamak için kendinizi zorlayın, tefekkür edin. Bu da üç şeyle olur. İbadet, muhabbet, rahmet-i İlâhi'yi kalbe akıtmakla râbıta ile olur.
Hatta niyazım var; Allah'ım lütfundan ayaklarımı rızânda sabit kıl. Lütfunla destekle, alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir. Neyle? Kitaplarla. Ölünceye kadar da değil. Bunu Allah-u Teâlâ'dan niyaz ediyorum. Bu nuru O veriyor ve böyle bu nur gidecek. Onun için benim ölümümle iş bitmiyor!"
"Fakiri çığır açmak için göndermiş. Hazret-i Mehdi'yi nur saçmak için. İsa Aleyhisselâm'ı da Deccâli öldürmek ve kötülüğü bütünüyle kaldırmak için gönderecek."
"İnceden inceye dikkat ederseniz, biz Hazret-i Allah'a sığınarak bu uğurda canımızı malımızı ortaya koymuşuzdur. Tek başına bütün dünyadaki bölücülere harp ilân etmişizdir. "Elinizden ne geliyorsa onu yapın!" diyoruz. "Ölünceye kadar savaşacağım sizinle!" diyoruz.
Gayemiz fitneyi bastırmaktır. Dinimizi ve vatanımızı bölecek olanlarla mücadele etmeye mecburum, vazifeliyim. Benim için can ile malın hiç hükmü yoktur. Bütün bu mücadeleyi Hazret-i Allah'ın hükmü yerine gelsin için yapıyorum. Huzur-u ilâhiye çıktığım zaman "Ey kulum! Müslümanları kendine çekip fitne çıkaran bölücülere karşı ne yaptın?" sualine karşı "Allah'ım! Takatim kadar gayret ettim." diyebilmem için yapıyorum.
Kimseden bir şey beklemediğimi ve kimseden de çekinmediğimi her zaman arzetmişimdir. Bütün kitaplar satılsa bir lirası cebimize girmez. Hatta dağıtın biz karşılayacağız diyoruz. Niçin? Benim Hazret-i Allah ve Resul'üne ihtiyacım var, sizin ihtiyacınız yok mu kardeşler! Bunu kendinize vazife edinin. Üç kitap da mı dağıtamazsınız? O üç kitaptan birisi ile bir kişiye hidayet isabet ederse, sizin için o kadar büyük mükafaat vardır ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Senin vasıtanla Allah-u Teâlâ'nın bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için dünyadan ve içindekilere sahip olmaktan daha hayırlıdır." (Buhârî)
Hiç şüphe yok ki hidayet verecek ancak Hazret-i Allah'tır. Amma senin vasıtanla hidayet verirse, sen bu mükâfata nail olacaksın.
Onun için bu kitaplara lütfen sarılın. Dağıtılmasına, yayılmasına gayret edin.
Bununla hem insanları irşad etmiş, ikaz etmiş, tenvir etmiş olacaksınız. Bölücülük ateşini söndürmüş, Ümmet-i Muhammed'i Hazret-i Allah ve Resul'ünde toplamış olacaksınız."
Bu Zât-ı âli bütün hayatı boyunca; "Din" dedi, "İslâm" dedi, "İman" dedi, "Vatan" dedi. "İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez." dedi.
"Ben size imanı, Allah'a ve Resul'üne bağlılığı, bu güzel vatanımızda da birlik ve beraberliği korumayı tavsiye ediyorum." buyurmuşlardı.
Ve bugün gerek Türkiye'de gerek İslâm dünyasında yaşananlar, din ve iman için, küffar ordularına karşı koyabilmek için; bir taraftan devletin, bayrağın, Allah ve Resul'ünde birlik ve beraberlik içinde bulunmanın ne kadar önemli olduğunu; diğer taraftan iç düşmanların küffardan daha tehlikeli olduğunu ve küffarın veremediği zararı müslümanlara verdiğini bizlere ayan beyan gösteriyor.
"İki gayemiz var bizim. İman ve vatan. Çünkü ben vatanın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bunun sebebi ben Yugoslavya'da doğdum. Siz bu bayrağın şerefini bilmezsiniz, çünkü bu bayrak altında büyüdünüz. Amma yabancı bir bayrak altında büyüseydiniz o zaman bayrağın kıymetini bilirdiniz. Ben bunu çok iyi biliyorum... "
"Bir yakınım askere gittiği zaman, "Gittiğin yer Peygamber Ocağı" diye ona nasihat ediyorum.
Biz her zaman şöyle duâ ederiz:
"Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet! Vatanımızı muhafaza et! Ordumuzu muzaffer et!"
Allah korusun, bir harp çıkmış olsa en önde savaşmak isterim, ordumuza her türlü yardımda bulunmak için bütün imkânlarımı seferber ederim."
"Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz.
Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffârın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
Birçokları bu Zât-ı âli'yi anlayamadı. Bu Zât-ı âli'nin bir taraftan "Din ve vatan" buyurması, "Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan!" buyurması; diğer taraftan dinde ve vatanda bölücülük yapanların dinden çıktıklarını ilân edip onlarla mücadele etmesi halk tarafından hakkıyla anlaşılamadı. Zira halk bu bölücü ve parçalayıcılara "Bunlar da müslüman" nazarı ile bakıyordu. Ve fakat bu Zât-ı âli'nin her beyanı Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le idi. İtiraza imkân yoktu.
"Bütün gayem Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerinin mevcudiyetinin, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Sünnet-i seniyye'sinin varlığının dimdik ayakta durmasıdır."
"Bu kitaplar maddeye tapanlara, onlara uyup sapanlara, din-i mübin'i ve bu güzel vatanımızı dağıtıp paramparça etmek isteyenlere harp ilân etmiştir.
Eğer gerçek mânâda inanıyorsanız, eğer kurtuluşu istiyorsanız, bu bayrağın altına girin.
Herkes cebi ile canını düşünüyor.
Biz cebimizle canımızı düşünenlerden değiliz. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin emrine uyarız.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Bu emr-i ilâhi'ye uymam için, dinimizi paramparça yapan, vatanımızı büyük tehlikeye düşüren bu bölücülerle cihad etmekle emrolunmuşum.
Binaenaleyh bu emr-i ilâhi'nin yerine gelmesi için dinimizi ve vatanımızı parçalayan bu bölücülerle mücadele etmem lâzım.
İnceden inceye dikkat ederseniz, biz Hazret-i Allah'a sığınarak bu uğurda canımızı malımızı ortaya koymuşuzdur. Tek başına bütün dünyadaki bölücülere harp ilân etmişizdir. "Elinizden ne geliyorsa onu yapın!" diyoruz. "Ölünceye kadar savaşacağım sizinle!" diyoruz.
Gayemiz fitneyi bastırmaktır. Dinimizi ve vatanımızı bölecek olanlarla mücadele etmeye mecburum, vazifeliyim. Benim için can ile malın hiç hükmü yoktur.
Can Canan'ındır, benim canla ne işim var. Ben mi koydum onu? Bana veren isterse alır, isterse istediği kadar tutar. Cihâd-ı ekber buna denir.
İlâhi hükümler nurdur. Tepelerine inince kendilerini de mikroplarını da yok ediyor. Hiç kimseden ses yok.
Bütün bu mücadeleyi Hazret-i Allah'ın hükmü yerine gelsin için yapıyorum. Huzur-u ilâhiye çıktığım zaman "Ey kulum! Müslümanları kendine çekip fitne çıkaran bölücülere karşı ne yaptın?" sualine karşı "Allah'ım! Takatim kadar gayret ettim." diyebilmem için yapıyorum."
"Benim hiç kimseye kinim yok amma, dinime ve vatanıma el uzatana da hiç müsamaham yok. Bu lütfu bahşeden Allah'ıma sonsuz şükürler olsun. Yoksa bu yol para, pul yolu değil. Bu yol imanın ve vatanın müdafi yolu."
"Bütün bölücüler dinimizin ve vatanımızın en büyük düşmanıdırlar.
Herhalde dinimi ve vatanımı bölmek isteyenleri de bölmeye azimliyim inşaallah-u Teâlâ.
Bunlar dinimi ve vatanımı nasıl parçalamak istiyorlarsa, ben de onları parçalamak azmindeyim.
Bunların her birine ayrı ayrı kitap yazıldı, ikaz edildi. Biz vazifemizi yaptık. Artık huzûr-u İlâhiye'de, "Demedi!" diyemezler..."
"Her İsim Bir Dindir" ismiyle bir kitap neşreden Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, bir isimle; şuculuk, buculuk ile ortaya çıkan, dinde ve vatanda bölücülerle son nefesine kadar mücadele etmişlerdi.
"Her isim yapan, kim olursa olsun, din kurucusudur. Binaenaleyh kendine has isim verenlerin hepsinin dini ayrıdır.
Zira Allah-u Teâlâ'nın kelâmını arkaya atıyor, kendi hükmünü ileriye sürüyor, kendi zan ve tüzüğüne dayanmaktadır.
İşte Âyet-i kerime:
"Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Müminûn: 53)
Bu Âyet-i kerime'ye göre; her kendine has isim yapan, kendine göre bir din kurmuştur, o isim onun resmi dinidir. Bunlar "Biz cemaatiz" diyorlar, halbuki Hazret-i Allah onların kurdukları için; "Dindir" diyor."
"Grubunuzun adı nedir?" diye soranlara ise şu cevabı vermişlerdir:
"Elhamdülillâhî Rabb'il-âlemin. Dinimiz İslâm, kitabımız Hazret-i Kur'an, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'dır." ("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 130)
"Hakikatçiler cemaati" diye bir cemaat yoktur. Bizim için en büyük şeref "Müslüman" ismine sahip olmaktır. Biz her birisi bir isimle bir din kuran bölücülerden değiliz.
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve 'Doğrusu ben müslümanlardanım!' diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
Zirâ o hükm-ü ilâhî'ye, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere gönülden, tam bir teslimiyetle teslim olmuş, Kur'an-ı azimüşşan'ın tecelliyatına mazhar olmuş bir Zât-ı âli idi:
İşte bu büyük Zât-ı âli "Hakikat" ismi altında neşriyat yaparken iman ve İslâm hakikatlerini neşrettiler.
"'Hakikat Vakfı' bu vakfın ismidir. Sakın ha, bunu yolumuza atfederek bölücülüğe sapmayın. Sakın sizde bir isimle bir bölücü daha türemesin. Gayemiz 'İSLÂM'dır, isim değil. Muradımız 'HAZRET-İ ALLAH ve RESUL'Ü'dür, bölücülerden herhangi biri değil."
"Biz kendimizi Hazret-i Allah ve Resulü'ne boyun bükenlerin hizmetçisi olarak ilân etmişizdir, efendisiyiz dememişizdir. Rızâ-i ilâhî'den başka hiçbir gayemiz yoktur. İslâm'dan daha büyük şeref olamaz."
Bu fırka, Fırka-i nâciye'dir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın verdiği sözlerde asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin tâ kendisidir." (Yunus: 62-63-64)
Bu fırka bunlardır.
Bu fırkanın alâmeti ise; onlar Allah ve Resul'üne davet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar. Bu kimseler gerçekten Hakk'ın hizmetçisidirler ve ancak Allah'a hizmet ederler.
Âyet-i kerime'de:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruluyor. (A'râf: 181)
Diğerleri ise, şeytanın hizmetindedirler. "Cihad, cihad..." derler. Onların cihadı dinardır. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlar hakkında "Dînuhum dinâruhum = Onların dinleri para olacak." buyuruyorlar. Bunlar cihadı gerçekte mevki ve maddeye açmışlardır. Her biri kendi dalâlet yollarına davet ederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek "Bu Allah yoludur." buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler daha çizdikten sonra "Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur." buyurdular ve:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'âm: 153) Âyet-i kerime'sini okudular. (Dârimî-Sünen)
Onun içindir ki bu hususta şu beyanları çok dikkate şayandır:
"Efendilerimiz bu yolu Allah yolu diye tertemiz bırakmışlar. Şahsın ismi geçmemeli, bunu şahsa mâl etmemeli.
Cenâb-ı Hakk bir mahlûkunu kölelik şerefine nail ederse, ondan daha büyük fazilet yoktur. İkinci bir isim takmak bize çok acayip geliyor.
Bunun içindir ki sırası geldikçe size arzediyoruz. "Elimden gelse ismimi değil cismimi de kazıyacağım" diye.
Ad yapıp çığır açmayın. Yol Allah'ındır, dilediğine verir. Bölücülükten, tefrikadan çok çekinin. Birçok insanların böyle helâk olduğunu gördüm ve görüyorum.
Bölücülükten çok çekindiğimizden, böyle hadiselere meydan vermemek için tedbir mahiyetinde bunları söylüyoruz. Yoksa Hazret-i Allah nasıl murad etmişse öyle yapar."
"Hazret-i Allah'ın kulluğuna, Resulullah Aleyhisselâm'ın da ümmetliğine kabul etmediği bu cılıkları, cılk yumurtaya benzetmişizdir. Eğer siz de mânâyı bırakıp maddeye sarılırsanız, veyahut parçalanma yoluna giderseniz, ayrı bir isimle bir grup kurarsanız, Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- izinden çıkarsanız; sizin de cılk yumurta olacağınızı size şimdiden haber veriyorum. Bunu katiyetle bilin."
Her biri bir isimle ortaya çıkan, imana ve İslâm'a ihanet eden, dinde ve vatanda bölücülük yapan sahte müslümanları, cemaat adı altında din kuranları, sahte şeyhleri, müslümanları ifsad eden âhir zaman âlimlerini isim isim ifşa ettiler. İman ve İslâm'a, tasavvuf ve marifetullah ilmine dair neşrettikleri onlarca eserinin yanında aynı zamanda bu gibi bölücü ve sahteleri ifşa eden; müslümanları imanlarını korumaya, "İlâhî Görüş Birliği"ne davet eden; din ve vatan için mücadele uğrunda eserler neşrettiler:
• "Küfrü Hoş Gören Narcıların İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 1999),
• "Süleymancıların İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 1993),
• "Refah Dini'ne Mensup Mahmud Efendi'nin Mollarına Cevaptır" (Hakikat Yayıncılık, 1996),
• "Dinine ve Vatanına İhanet Eden Nankör Bölücü, Sahte Halife, Sahte Kahraman Cemalettin Kaplan ve Oğlunun İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 1991),
• "Âhir Zaman Âlimleri (Hadis-İ Şerif'te Şöyle Buyuruluyor: "Onların Âlimleri Gökkubbe Altındakilerin En Şerlileridir. Fitne Onlardan Çıktı, Yine Onlara Dönecektir." (Beyhâkî) Bunlardan Birkaçı: Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet Kayserilioğlu.)" (Hakikat Yayıncılık, 1999),
• "İlahi Görüş Birliği'ne Davet" (Hakikat Yayıncılık, 1991),
• "Her İsim Bir Dindir" (Hakikat Yayıncılık, 1995),
• "Biz Küfrü Hoş Görenlerden Değiliz" (Hakikat Yayıncılık, 2005),
• "İslâm Dini'ne ve Vatanımıza İhanet Eden Hainlerin İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 2006),
• "Hâin Tezgâh" (Hakikat Yayıncılık, 2010),
• "Hazret-i Kur'an'da Yahudilerin Hıristiyanların ve Münafıkların İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 2000),
• "Hakikat İle Dalalet'i Bilmemiz Lâzım" (Hakikat Yayıncılık, 1990),
• "Hakiki Mutasavvıflar, Hakiki Vahdet-i Vücudcular ve Sahteleri" (Hakikat Yayıncılık, 1996),
• "Hakiki Müslümanlar ve Sahteleri" (Hakikat Yayıncılık, 1996),
• "Hazret-İ Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla, Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları" (Hakikat Yayıncılık, 2001),
• "Hizbullah'a Tâbi Olanlar, Hizbüşşeytan'a Tâbi Olanlar, Hizbülvahşet'e Tâbi Olanlar" (Hakikat Yayıncılık, 2001),
• "İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli" (Hakikat Yayıncılık, 1992, genişletilmiş baskı: 2005),
• "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini" (Hakikat Yayıncılık, 2001),
• "Küfrü Hoş Gören, Dinine ve Vatanına İhanet Eden Sahte Kahramanlar" (Hakikat Yayıncılık, 2006),
• "Öyle Bir Zaman Geldi ki, Nice Türemeler Üredi, Allah'lık Dâvâsında Bulunan Firavunlar Yine Türedi" (Hakikat Yayıncılık, 2000),
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; bu eserlerinin yanında diğer bazı eserlerinde de bu mühim konuya temas etmişler, bu mücadeleyi büyük bir azim ve kararlılıkla yürütmüşlerdi.
Çünkü onun gayesi; din, iman ve vatan idi.
Hayat-ı saadetleri; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a; "İlâhî Görüş Birliği"ne dâvetle geçti.
"Biz "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİ'NE DÂVET" ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz."
"Asıl gayemiz, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, müslüman kardeşlerimizin Allah ve Resul'ünde birleşmesidir.
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Müslümanların birbirine yaklaşmaları, birleşmeleri, aralarında bir dayanışma husule gelmesi en büyük arzumuzdur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretlerimiz'den niyaz ederim ki fakirin bu arzularını basiret sahibi din kardeşlerimin ibret kulaklarına ulaştırsın, feyiz ve bereketini de ihsan buyursun.
Gerçekten Allah ve Resul'ünde birleşelim ki, iç ve dış düşmanlara karşı mücadele edelim."
Gaye ve hedefleri; Allah ve Resul'ünü sevdirmek, müslümanları Allah ve Resul'ünde birleştirmek, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, kalpleri Hakk'tan gayrı her şeyden kurtarmak ve arındırmaya çalışmaktı. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihad etti.
"Bizim gayemiz rızadır, ümmet-i Muhammed'i kurtarmak, nuru yaymaktır. Başka hiçbir gayemiz yoktur."
"Biz "İlâhî Görüş Birliği"ne dâvet ediyoruz. Bunu resmen ilân etmişiz.
Gayemiz çığır açmak değil, Hazret-i Allah ve Resul'ünün açtığı çığırdan yürümektir. O çığırdan yürüyebilirsem bundan büyük bahtiyarlık olabilir mi?
İnceden inceye dikkat ederseniz herkes kendi açtığı çığırı büyütmeye, parlatmaya, nam almaya çalışıyor. Hâlbuki İslâm'dan daha büyük şeref mi var?
Resulullah Aleyhisselâm'ın izinde bulunmaktan daha doğru yol mu var?
Binaenaleyh çığır açmak şöyle dursun, açanları da sevmiyorum."
"Biz hiç kimseye bağlı değiliz, kimseden de bir şey beklemiyoruz. Biz ancak Hazret-i Allah ve Resul'üne -sallallahu aleyhi ve sellem- sığınırız. Onun içindir ki cesaretle konuşuyoruz. Kimseden de korkumuz yok."
Daima mahviyet, daima hiçlik hali ile yaşamışlar ve numune olmuşlardır.
"Yukarıda oturun, aşağıda oturmak daha iyi, fakat ben yukarıda oturduğum için birisi aşağıda oturduğu zaman utanıyorum ve üzülüyorum.
Aşağıda oturmanın iyiliği şöyle;
Düzce'de misafir odasında kapının yanında bir puf var. Ben hep o pufta oturdum. Niçin? Rabb'im bana orayı sevdirmiş. Erkek gelir, kadın gelir, çocuk gelir, herkes yukarıda otururdu. Fakat o halden Hakk Celle ve Alâ Hazretleri hoşlanmış ve bana oranın sırrını açıverdi bir gün: "Bilseydim diz üstünde otururdum." dedim. Rabb'imin böyle hoşlandığını görünce.
Rabb'imin açık olarak râzı olduğu iki yer var; eskiden İzmir'e giderdik, sohbet yapar dönerdik. Fakat bu sohbetlerde yemek dahi yemezdik, çay içer dönerdik. Bir gün Bornova'ya erken gittik. Erken gidince dedik ki: "Ev sahibine külfet etmeyelim. Bir boğaz değil mi, doyarız." Peynir, domates, ekmek aldık, bir kenara çekildik yedik. Gideceğimiz yere gittik, iki oda tıklım tıklım dolmuş. Geleceğimizi biliyorlar: "Buyrun yemek yiyelim" dediler. "Biz yemek yedik" dedik. Rabb'im ondan o kadar hoşlanmış ki!..
Şuradan anlaşılıyor ki, beşeriyete külfet olmamayı ve herkesten aşağı, küçük olmayı nefse alıştırmalı.
Bu Hadis-i şerif şöyle gelir:
"Allah için tevâzu gösteren kimseyi Allah yükseltir." (Câmiu's-Sağîr)
Ama;
"Bir kimse kendini büyük zannedip insanları küçük görürse Cenâb-ı Allah o kimseyi hakîr eder." (İbn-i Mâce)
Onun için o hâl gözümün önünden gitmiyor. Aşağıda oturmak çok iyi amma burada birisi oturursa ben üzülüyorum ve mahcup oluyorum. Aşağıda oturmama benim vücudum ve ayağım müsait değil. Burada dahi siz farkında değilsiniz, burada oturduğum zaman arkadan kuvvet alıp öyle konuşuyorum. Ses telleri artık bitmiş, Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun yaş seksen, O beni ayakta tutuyor. Burada çok iş var. Bir doktor var, diyor ki: "Sen burada Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla ayaktasın. Yoksa mümkün değil."
Şükretmeyim mi Rabb'ime? Yaş seksen, iş çok ama ben her tarafı idare etmek zorundayım. Artık bitmiş vücut gitmiş. Buna rağmen beni ayakta tutana sonsuz şükürler olsun."
Maksad peşinde olanları, menfaat peşinde koşanları hiç sevmez hatta onları uzaklaştırırdı.
"Bizim yolumuzda yeme-içme, maksat-menfaat yoktur. Bize yemek-içmek için gelenler gelmesinler. Onlar bizden, biz onlardan uzak olalım. Bu temel üzerine bina kurmaya başlarsak sonu çok rahat olur.
Yük olmamalı, maksat-menfaat olmamalı, her şey yalnız Allah için olmalı. Mevlâ bir kulunu hizmet için ileriye sürmüşse, bir ömür boyu onun şükrü eda edilemez. Onun ikram ve ihsanı çok büyüktür. Bundan nefse paye çıkarmak, menfaate tevessül etmek, O'nun ikramını basit ve adi şeylerle değiştirmek demektir. Padişahlar padişahı yetmez mi sana?
Bir boğaz için hiçbir zaman hiç kimseyi rahatsız etmeye hakkımız yok. Nihayet bir karın doyurmak değil mi? İnsan zeytin-ekmekle de doyar. Ve onu veren Allah'a şükretmek gerek. Bu yolda yük olmak, âlemin sırtından geçinmek yok; gaye, maksat, menfaat yok... Bunlardan birisi girerse, Hazret-i Allah lütfunu çeker alır. Bu aklınızda kalsın."
"En güzel fazilet köleliktir. Efendi olmak değil, köle olmak için çalışalım. Bu yolda insan, bir köle bir mahlûk olarak çalışacak. Efendilik arayanlar efendiliği bulamaz. Post düşünenler Dost'u bulamaz.
İnsan kendine değer verince hakiki değeri kaybetmiş olur, değerden mahrumdur. Kendimize değer vermek ne gerek.
Bizim yolumuz Hazret-i Allah'ın yoludur. Kalbimizden bile bir şey geçmemesi lâzım. Bu yolda bir şey olmak isteyenlerin hepsi olmuştur, ama helâk olmuştur.
Sık sık naklederiz. Yolundan gitmek için, merhametini celp için, Hazret-i Allah'a mahviyyetle kendimizi arz etmeliyiz.
Mahviyyet ise, değersiz ve bir hiç olduğumuzu tamamen bilmemiz demektir. Hazret-i Allah'tan isterken, hâl, el, dil mutabık gelecek. Böylece dilenmemiz lâzım.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz;
"Bizi fazilet kapısından iki şeyle aldılar. Mahviyet ve niyaz." buyuruyorlar.
Edep ve istikamet.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yürüdüğü yollara kalıp gibi uyulacak. Bizim ölçümüz o, rehberimiz önderimiz o, her şeyimiz o...
Böyle yaptı, böyle söyledi, böyle yürüdü...
Ne yapmış, ne buyurmuşsa, yapacağız. Onun bastığı yere kalıp gibi sığdıracağız kendimizi. Yani kalıplaşacağız. Kalıp gibi onların hali ile hallenmezsek, onların yolundan gitmemiş oluruz.
İhvanın özü budur. Bu yoldan giderse Hakk'ı bulur. Ayrılırsa halkı bulur."
•
"Bize en çok sevdirilen köleliktir. Bize bu yolda hiçliği sevdirdiler. Allah'ım bu kölesine hiçbir şeyi benimsetmemiştir, hiçbir şeyi istettirmemiştir.
Kölenin hiçbir hakkı yoktur, hiçbir malı yoktur, hiçbir şeyi yoktur."
•
"Cenâb-ı Allah bu abd-i âcize ne mürşidlik, ne kutupluk, ne bir şey olmak, hiçbir şey sevdirmemiştir. Yalnız, O'nun mahlûku olduğunu bildirmiştir.
Bize bunlar bir hayalat gibi gelir. Hakikat Hakk'ın sevgisidir."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri yirmi yıl din ve vatan bölücüleri ile mücâdele etmiş, kalemle cihat etmişti. Hüküm o zaman verilmiş ve biçilmişti. Şimdi ise sadece tezahür ediyor. Sebepler husule geliyor. Yoksa işi bitiren onlar. Böylece bölücülerin iç yüzü ortaya çıkıyor.
Biçilme manen olur. Vakti gelince tezahür eder. Savaşlar da böyledir. Vakti zamanında hepsini seyrettirmişler. İkinci Cihan Harbi'ni görmüş seyretmiş, Üçüncü Cihan Harbi'ni seyretmiş. O seyrettikleri şeyler ile neler olmuş neler görmüş, neden sığınmış, neyi dilemişler. Bunlar hep esrar-ı ilahi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz'in, sevenlerinin de yakînen bildiği gibi hayatında mühim hadiseler, mevzular, olaylar ve harikûlade hâller geçmiş, kimi zaman bu konu açıklanmış kimi zaman gizli kalmış, kimi zaman da yaşandıktan çok sonra anlamı ve manası anlaşılır olmuştur.
Yine bu hâllere bir misâl olması bakımından yaşanılan bir hatırayı ibret kulaklarınıza ve gönüllerinize arz edelim:
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 1960'lı yıllar ile 1970'li yıllar içerisinde 11 yıl hiçbir şekilde su içmiyorlar.
Bu hâlleri kendi hâne-i saadetlerinde iken böyle olduğu gibi, gittikleri misafirliklerde ve her yolculukta da geçerli olmaktaydı.
Yazın çok sıcak ve çetin geçtiği anlar, çalışırken su ihtiyacının hissedildiği anlar, oruçlu bulunan bedenin ihtiyaç duyduğu su!
Normal bir insanın bırakın bir ayı, bir gün bile içmeden dayanamayacağı su ve içilmeyen 11 yıl gibi bir zaman.
Hatta bir seferinde içmek için bardağı kaldırdıklarında; "Eğer su içersen Selânik'i vermeyiz." buyurduklarını haber vermişlerdi. İşte bu zafer o zaman verilmiş. O zaman bitmiş. Bunlar manevi işler. Zira bu işler böyle oluyor. Böyle dönüyor. Onun sevdikleri naz ve niyaz makamındadırlar. Onların Hazret-i Allah ile alışverişleri var. İşi onlar bitiriyor, biz sadece sahnedeyiz. Zahiren vazifemizi görüyoruz. Görevimizi yapmaya çalışıyoruz. Takdir ne ise o. Onlar el attı mı bitti iş.
Bir kardeşimiz şöyle anlatmışlardı:
"Havanın çok sıcak olduğu ve Ramazan ayı içerisinde bir günde ziyaretimizi yaptık. Akşam yakındı. Zât-ı âlileri bize iftar sofrası hazırladı.
"Efendim bize su içmek yasak, olur ki sizi de ihmal ederiz, siz dilediğiniz kadar için." buyurdu.
Amma ben çok susadığım halde utandığım için içmemeye çalışıyordum. O anda bana dönerek:
"Efendim siz için suyunuzu! Bizim gibi yapamazsınız, zira biz alışkınız." buyurdular."
Düşünün tam 11 yıl hiç su içmemiş bir vücut. Niçin? Emir olduğu için...
Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ül Usül)
Zaferler, fetihler de böyledir. İkram-ı ilâhidir. İhsandır, Hazret-i Allah'ın lütfudur. Bize düşen azim, gayret, sonra tevekküldür. Niyet-i halisâ ile rıza-i ilâhi için çalışmaktır.
Hazret-i Allah dilerse kuluna tasarruf ettirir. Bu merhale merhaledir.
Bu zâtlar cemiyetlere mânen yön verirler, mânevî kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi, müslümanların umumi meselelerinde de yardımcı ve tasarruf sahibidirler. Bu da Allah-u Teâlâ'nın izni ve emri ile olur.
Farz-ı muhal ki kumandan harbeder ve harbi kazanır. Halbuki onun harbi kazanmasına vesile olan seccâdededir. Harbi o kazanmıştır, onun yüzü suyu hürmetine olmuştur. Onu kimse görmez ve bilmez, kumandanı görür. Onun da hükmü yoktur, onda tecelli edende hüküm vardır.
Talebe bir kardeşimiz ziyaretten sonra Zât-ı devletleri yukarıda iken dükkândan bir çift ayakkabı almış, parasını bir kardeşe bırakıp gitmiş. Daha sonra durumu öğrendiklerinde o mıntıkadan gelen bir kardeşe parayı verdiler ve şöyle buyurdular:
"Bunu ona iâde edin ki kalbim rahat etsin. Bununla beraber başka bir ihtiyacı varsa söylesin dedi dersiniz."
"Vereceksin almayacaksın. Hizmet edeceksin hizmet beklemeyeceksin. Herkesten daha mütevazı olacaksın, herkese hürmet edeceksin, sen hürmet beklemeyeceksin.
Bu noktada ehl-i hakikatla, sahtesi hemen belli olur."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri ihvanını çok latif yetiştirmiş, hali bir terbiye vermiştir.
Bugün pek çok cemaatlerin, tarikatlerin paramparça olduğu görülüyor. Madde, makam, menfaat, çıkar sebebiyle darmadağın oldukları, birbirlerine girdikleri, aleyhlerinde konuştukları, küfürle itham ettikleri, hülâsa paramparça oldukları halde bu Zât-ı âli'nin yolu olduğu gibi devam ediyor.
Her türlü varlıktan, benlikten, gösterişten, riyâdan uzak madde, makam, menfaate dalmadan, uhuvvet, birlik, beraberlik içinde onun bu nurlu yolu devam ediyor.
Bugün her müdrik insan bu Zât'ın bıraktığı yolu takdir ediyor. Birlik beraberlik içinde oluşuna, senlik benlik davasına düşülmemesine, ayrılık gayrılık olmamasına hayret ediyor, hayran kalıyor. Hâli bir terbiye vermişler, ihvanını makam, menfaat ve post kavgası peşinde değil, iman vatan müdafasına hazırlamışlardır. Bu yol; iman, cihat yoludur ve bu yol kıyamete kadar bâkidir.
Görülüyor ki her geçen gün bu Zât-ı âli'nin beyanlarındaki hakikat, feraset zahir oluyor. Her gün yeni bir şey yaşanıyor. Haklılığı ortaya çıkıyor.
Bu sahteleri Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "cılk yumurta" diye tarif ederdi.
Dikkat ederseniz son zamanlarda bu gibi sahtelerin post kavgaları, devlet imkânlarından elde ettikleri haksız menfaatler, süs, lüks, debdebe içindeki yaşantıları, kibir ve tefahürleri, tasavvuf yolunu babadan oğula geçen saltanata çevirmeleri, devlet ve memuriyet işlerinde liyakati gözetmek yerine taraftarlarına iltimas sağlamaya çalışmaları ve buna mümasil iş ve icraatları ayyuka çıktı. Bunların hangi birisi İslâm'da var, hangisi tasavvufta var? Oysa sorsan İslâm'ın en ön safında olduklarını iddia ederler.
Hatta kendilerini evliyâ yerine koyarlar, mürşid-i kâmil, gavs olduklarını iddia edip rabıta yaptırırlar. Meşhur bazıları da kendisiyle randevu alıp görüşmek isteyenden yüz binlerce lira yardım adı altında para talep eder.
"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)
Şeyhleri öldü, her biri çok kalabalık topluluklarıyla çıkıyorlar, her şeyleri var ama paramparça oldular. Post kavgası, baş olma savaşı başladı. Aslında onların gönüllerinde şeyhleri hayatta iken bu davalar yatıyormuş, içlerinde böyle şeyh olma davası güdüyorlarmış.
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri mânevi vazifeyi şöyle tarif ediyorlar:
"Mânevi vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Ancak emirle olur.
Eğer sana bu vazife verilmişse, kimin malını kime veriyorsun! Verilmemişse kime ne vermeye kalkıyorsun?"
"Şeytan ileriye sürdüğü için şeytan namına ortaya çıkarlar, kendi varlığını meydana koyarlar, nefis putunu eline alıp irşada kalkarlar. Nefsin arzusu, şeytanın desteği ile Hakk yolunda yürümeye ve yürütmeye çalışırlar."
"Allah yolunun yolcusunu Allah-u Teâlâ ezelden tayin eder. Bunlar Hakk'tan emir alırlar. O yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir. Onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder."
Zât-ı âlileri defaatle Allah yolu ile gayri yolların ayrımını beyan etmiş, eserlerinde bu mânevi yolun bozulmaması için ciddi nasihat, tembih ve vasiyetlerde bulunmuşlardır. Bugün Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla bıraktığı mânevi yol, düstur ve edebi aynen devam ediyor.
Bakınız bu Zât-ı âli mürşid bırakmamış, şeyh bırakmamış; O'nun yolu, onun izi ve idaresi ile sessiz sedasız yürüyor. Öyle terbiye etmişler.
Çünkü gayesi Allah idi.
"Sakın bizden sonra 'Şu imamdır, şu önderdir, şu şeyhtir...' zannına kapılmayın, böyle bir şey yok. Gelmeyeceğini ilân ediyorum. Mehdi Resul'ü bekliyorum." buyurmuşlardı.
Bugün bakıyorsunuz şeyh dedikleri kişi öldüğü zaman hop kalktılar ayağa, cümle âlem seyrediyor; ne oluyor, neyi paylaşamıyorlar diyorlar. Postu mu, topladıkları maddeyi mi, etraflarındaki topluluğu mu, neyi paylaşamıyorlar?
Hiç mânevi terbiye alamamışlar!
Hâlbuki Allah ve Resul'ünün yolunda makam, mevki, menfaat yoktur.
Her geçen gün bu sahtelerin İslâm'a ve müslümanlara verdikleri zararlar gün yüzüne çıktıkça, bu şeyh şeytanlarının içyüzleri ortaya saçıldıkça; Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin mücadelesinin ne kadar büyük ve haklı olduğu, yapmış oldukları ikaz ve irşadın ne kadar doğru ve lüzumlu olduğu anlaşılıyor, ayan beyan görülüyor.
Halk FETÖ başta olmak üzere din kurucu bölücülerin, âhir zaman âlimlerinin, sahte mutasavvıfların, sahte şeyhlerin içyüzünü yeni görmeye başladı. Oysa bu Zât-ı âli seneler önce hepsini haber verdi, halkı uyardı.
Bunların içyüzünü hâlâ göremeyenler ahirette görecekler, ancak iş işten geçmiş olacak!
Bu gibilerin madde için helâl-haram gözetmeden menfaat devşirmeye çalışmaları, İslâm ahlâkında olmayan türlü icraatları, para toplama adı altında adetâ insanları gasbetmeleri, cihadı ceplere açmaları, Allah'ın dini hakkında kendi nefis ve arzularına göre hüküm verip ortalığı ifsat etmeleri boza boza toplumu bu hâle getirdi. Daha neler göreceğiz Allah bilir.
Bugün âdeta mânevi bir fetret devrinin yaşandığı bu asırda hakiki tasavvuf yolunun en büyük temsilcisi ve numunesi ise Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'dir. Her hâl ve ahvali ile en müstesna bir örnek idiler.
Kitaplarında geçen vasiyetlerinde:
"Bize göre yol kesilmiştir.
Hazret-i Mehdi'yi gözleyin. O niyette olun, o niyetle ölün.
Çıkacak sahte mürşidlere, müridlere aldanmayın.
İyi bilin ki âhirette hiçbir sahibiniz olmaz.
Yolun haricine çıkan bizden değildir." buyurmuşlardır.
Bu fetret devrinin aşılması için şu nasihatte bulunmuşlardı:
"Bundan sonra bizim ile Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm arasında çok az bir boşluk olacak. Nur gelecek, bu kitaplar tutulacak ve bu boşluğu dolduracaklar. Bu boşluk sırasında nasipdar olanlar bu kitaplara çok sarılacak. Allah-u Teâlâ nuru indirince dilediğine hidayet verecek. Halkın çoğu boşlukta kalacak, nasipdar olmayanlar büsbütün laçka olacak."
İhvanını öyle yetiştirdi, öyle terbiye etti ki kendilerinden sonra bir tane bile ben mürşidim diye ortaya çıkan olmadı. Onun bıraktığı yolda bu kavgalar, bu karışıklıklar yok. Çünkü o insan yetiştirdi.
"Bizim yolumuz mahviyet üzerine, hiçlik üzerinedir." buyurarak tevazu ve mahviyete büyük önem vermişlerdir. Bir beyanları da şöyledir:
"Yolumuz mahviyet yoludur. Bu yolda ermek yok erimek var. Gayesi; makam, mevki, rütbe olanlar bu yolda tutunamazlar. Onlar bizden uzak, biz onlardan uzağız."
Yolun Hazret-i Allah'ın ve Hazret-i Resulullah'ın yolu olduğunu söyler, yola ve yolun düsturlarına azâmi dikkat eder ve ihvanının da öyle yetişmesini isterdi.
"Yol Hazret-i Allah'ın yoludur. Hazret-i Allah'ın yolu deyince buranın özünü size tarif edeyim.
Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
İslâm budur, terazi budur. Bunun haricindeki hareketler yanlıştır."
"Yolumuz; varlık, benlik yolu değildir, makam, mevki, menfaat bu yolda yoktur."
"Yol var adama muhtaç, yol var adam o yola muhtaç. İyi bilin ki bu yol adama muhtaç değildir. Çünkü Hazret-i Allah kimseye muhtaç değildir, bu yol Allah yoludur. Biz adama muhtaç olan yollardan değiliz. Bize Allah gerek." buyururlardı.
Yâsin Sûre-i şerif'i 21. Âyet-i kerime'sini düstur edinmişlerdi.
Âyet-i kerime'de:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz, onlar doğru yoldadırlar." buyuruluyor. (Yâsin: 21)
Kimseden bir kuruş para dilenilmesine müsaade etmediler. Kendi kitaplarını vakfetmişti, bir kuruş kendisine almazdı, hatta hediye ettiği kitabın parasını cebinden verirdi.
Süsle, lüksle, rahat ile, istirahat ile asla işi olmadı. Hayatı mücadele ile geçti.
Her hâl ve ahvali ile Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahlâkı ve Sünnet-i seniyye'sinin bir temsilcisi idi.
Evliyâullah Hazerâtı'nın âhir zamanda zuhur edeceğini müjdeledikleri ve alâmetlerini bir bir haber verdikleri Hâtem-i veli olan zât idi.
"Her zaman şöyle derim;
"Herkes bir yol tutmuş gidiyor ve herkes de 'Yol benim yolum!', 'En güzel yol benim!' diyor.
Biz de diyoruz ki;
'Elhamdülillah! Bu yol Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'a aittir.'
Allah'ım yolundan ve Habib'inden ayırmasın."
Bu Zât-ı âli'ye, takip ettiği yola, düsturlarına, hâl ve ahvaline bir bakın; bir de bugün ortalığı istilâ eden sahtelerin iş ve icraatlarına bakın.
Biz bu aynada bir kimsenin sahte mutasavvıf olup olmadığını hemen anlıyoruz. Niçin? Çünkü hakikisini gördüğümüz için.
Siz de hakiki ile sahteyi ayırt etmek istiyorsanız bu zâtların yaşayışına bakın, bir de bugünkülere bakın.
Ahirete irtihallerinden bugüne 15 yıl geçmesine rağmen bölünüp parçalanmayan bir yol, bir vakıf bırakmışlardır. Bu da onun mânevi tasarruflarının, duâlarının bereketi, hak yolunun alâmetidir. Böyle bir mânevi hâl-ü hayat yaşayan Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yolu, düsturu, hizmeti, irşadı, cihadı yine aynı şekilde bu yol ve bu vakıf üzerinden devam ediyor Elhamdülillâh...