O'nun:
"O Bâtın'dır." (Hadîd: 3)
Buyruğuna gelince; O dünyada da, kıyamette de, kendi ilâhi yurdunda da, ziyafet yurdunda da kullarının kalplerinin içinde gizlenmiştir. Bütün halktan ve yaratılanlardan kendisini gizlemiştir; keyfiyeti idrak edilemez, görünürlüğü ihâta edilemez!..
O öyle bir Vâhid'dir ki; tevhid edip birleme O'nunla gerçekleşir.
O öyle bir Ferd'dir ki; münferid olma O'nunla ilgilidir.
O öyle bir Allah'tır ki; eşyayı bizzat kendisi istivâ etmiştir.
İşte o O'na muttali olur, O'nunla ilgili de hiçbir şeyi garipsemez. Zira O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur!
O Sübhân'dır; her türlü noksan sıfattan, zulmedenlerin ve müşriklerin söyledikleri her şeyden münezzeh ve yücedir.
O uluların en Ulu'su, yücelerin en Yüce'sidir; her türlü kusurdan ve eksiklikten beridir.
Şu kadar var ki, "Zâhir" sözü de lügatte "Kalıplardan zuhur eden kalıp" demektir.
O sıfatlarıyla kalplerin üzerinde zuhur ettiği için Fâ'il de O'dur.
Nazar-ı ilâhi de aslında kalplerde zuhur eden şeye karşı olur. O kime zâhir olmuşsa, işte bununla zâhir olmuştur.
Kendisi zuhur edince, kalpler O'nu keskin bir şekilde anlayıp kavrar; artık O'nunla işitip duyar ve O'na doğru akıp giderler.
O onlara basiretle nazar eder, onlar ise O'nun Rüyet-i ilâhi'si karşısında utanıp çekinirler.
Nihayet onlara hitap edip konuşur; "Görülme" kelâmının mânâsına da tam anlamıyla erişip itminan bulurlar.
İşte böylece vaad ettiği vaad-i ilâhi'yi bizzat görerek ona tutunmuş olurlar.
Artık onlar O'nun emriyle iş görüp, O'nun nehyettiği şeylerden uzak dururlar.
Eğer onlarla kelâm edip de konuşmazsa, onların kalpleri ve nefisleri bu şeylere karşı itminan bulmaz.
Onlar O'nun sözü karşısında hayret ve şaşkınlık içinde kalırlar.
İşte bu kullarla ilgili tüm bu vasıflar, kulların bu sıfatlarla âmil olmaları yönüyle; bizzat Allah'ın indirdiği Âyet-i kerime'leriyle, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in Hadis'lerinin içinde de gelmiştir.
Sonra, O öyle bir Bâtın'dır ki; ne idrak edilebilir, ne de O'nun bir keyfiyeti vardır. Çünkü O, yarattığı bu eşyanın içinde kendisini gizlemiştir ki; biz onu en başta zikretmiş, yarattığı her şey hakkında O'nun ne yapıp-ettiğini, onun içine ne yerleştirdiğini bildirmiştik.
O ister ilâhi rahmet olsun, ister mânevi refet (yükselme) olsun, ister ilim olsun, isterse ilâhi kuvvet olsun her birinde Rabb'inin kudret elindedir.
Şayet onunla ilgili olarak: "Kavî olan Allah, onun aklını zuhûle uğratıp gidermez!" denilirse; O'nun bu ilâhi nurunun işlerliğinin bir sonu olmadığı için, o Allah'ın kuvvetinin misli ve benzeri bir kuvvet, O'nun rahmetinin misli ve benzeri bir rahmet, O'nun ilminin benzeri bir ilim, O'nun kudret eline denk başka bir kudret eli, O'nun vech-i ilâhi'sine benzer başka bir yüz olmadığını; bilâkis O'nun yarattıklarından hiçbir şeye benzemeyen Hâlik (Yaratıcı) olduğunu yine Allah ile bilir.
Öyle bir sanatkârdır ki, vasfettiği kendi Zât'ına da bir delil olduğu için, onun kalbinin içine yerleştiğini de izhar edip açığa vurmuştur.
İşte o bu ilâhi rahmete kavuşunca bunun kendisine O'ndan ulaştığını çok iyi bilir. O'ndan kendisine ulaşan bu şey sayesinde bir müddet kuvvet bulur; O'ndan ulaşan bu şeyle amel ettiği vakit, zikrettiğinde de bu, ilâhi kudret eliyle ya da aynıyla yine O'ndan ulaşan bu şeye göre olur.
O'nun kulları üzerinde yapageldiği şey işte budur.
Onların yer tutup sükûn bulmaları işte buna ulaşmalarıyla gerçekleşir; eğer bu hayret ve şaşkınlık meydana gelmeseydi, onlar vasfedilenle tabir de olunamazlardı.
İsmi mübarek olan Allah'ın, cenneti yaratması ve onu ilâhi nimetleriyle; altın, inci, misk ü amber, inci ve zebercedle huşulandırması da yine bunun renklerine göre gerçekleşir.
O burada (dünyada) altın, inci ve misk ü amberi yaratmasaydı, cennetteki bu şeylerin mâhiyeti bize vasfedildiği zaman, bizde onunla ilgili bir şey olmadan herhangi bir şeyi idrak etmemiz de mümkün olmazdı.
Dünyada ateşi yaratmasa ve azabın renkleri dünya eliyle de meydana gelmiş olmasa; nefis nasıl mutmain olup sevaba ve karar tutmaya erişebilirdi?
Ayrıca O'nun vaadi bize gelip eriştiğinde, nefsin kendi şerrinden ve şımarıklığından sıyırılıp onu unutması nasıl ve ne şekilde mümkün olabilirdi?
İşte bu nedenle cennetin ve cehennemin numunesini henüz dünyada iken getirmekle kalmamış; aynı şekilde, işin en başında yaptıklarının da birer numunesini getirmiştir.