Mukarreb hiçbir melek ve gönderilmiş hiçbir peygamber yoktur ki, ona dehşetini isabet ettirmiş olmasın…
Onlara: "Sizin icabet ettiğiniz bu şey nedir?" denildiği zaman:
"Bu dehşet ve zühûlün ne olduğuna dair bizim de herhangi bir bilgimiz yoktur!" derler.
Sonra bu onları yükseltir, tâ ki yerlerinde karar kılsınlar ve iyice itminan bulsunlar.
Daha sonra ise onlar cennete dahil olurlar.
Onların dereceleri tespit edilip sabitlendiğinde, artık onlarda zuhur etmesi beklenen ilâhi tecelli, perdenin kaldırılışı, ilâhi yakınlık, cemâl, ilâhi muhabbet ve sevgi, emniyet, ünsiyet, mahviyet, iyilik ve lütuf da zuhur eder.
Onlarda müddet boyunca O'na karşı hiçbir başkaldırı ve hareket olmaz; ferahlık ve rahatlık, neşe ve mutluluk, ilâhi burhan ve delil üzere bulunurlar.
Hiçbir şey için zorlanmaz ve baskı altında tutulmazlar. Keşf-i ilâhi, mânevi gözler, mânevi açılma ve genişlik, gülümseme ve tebessüm üzere oldukları halde; artık arzuları yerine gelir, istedikleri şeylerle nasiplenir ve işlerini kontrol altında tutarlar.
Onlar nefislerine boyun eğdirip ferâha çıkar, ilâhi nurla parıldayıp ışık saçarlar.
Artık onlar O'na nazar eder, O'nun Kelâm-ı ilâhi'sini işitir, O'nu ziyaret edip tebessüm ederler.
Onlar O'nun ilâhi meclislerinde âcizliklerini itirâf edip hakirleşirler.
İşte bu, onlar için bitmek tükenmek bilmez ilâhi birer minnet; devamlılıklar içinde daimi, ebediyyetler içinde ebedi bir cennettir.
Her gün rahatlık ve asudelik üzere oluşlarının daha fazlası ve ziyadesi bulunmaz; o bütün üstünlüklerin ve celâl ve ikramın yegâne sahibi olan Rahîm'in katındaki iyiliklerin en ziyadesidir.
O dünya yurdundaki kulları içinde ilâhi ziyâfetini onlara sunar. Onları ilâhi nimetlerinin içinde döndürür, onlarla ziynetlendirir, emniyet içine alır ve mutmain kılar.
Kendi ilâhi meclislerinde onlara olan mânevi ziyafetleri, [61b] susamış âşıklara sunulmuş şekerler gibidir.
Onlar O'nun ruhunun, nurunun, iyiliğinin, lûtf-i ilâhi'sinin, karşılıklı söyleşisinin, ferahlık ve genişliğinin içinde dönüp dururlar.
Kendilerini hakir ve değersiz görmenin hoş esintisi içinde, ruhânilerin gücüyle mânevi lezzetleri tadarlar.
İşte dünyada da, kıyamette de, cennette de bu menzillerin ve üç cihetin üzerinde bulunup O'nunla birlikte olan müminlerin durumları budur.
Umumun ve onlardan başkalarının gözlerine bunlar gösterilmez; âriflerin kalplerinde ise daha dünya yurdunda iken O'nun celâli, azameti, kibriyası, saltanatı (İlâhi hükümranlığı) ve Kudret-i ilâhi'si zuhur eder.
Cennette ziyaret gününde bile onlara gösterilmeyenler; O'nunla fertleşen, O'nun sevgi ve muhabbetiyle ünsiyet eden, O'nunla halvetleriyle sevinç ve mutluluklara erişen, (varlıktan) sıyrılmış bir halde O'nunla biraraya gelen, O'nun kendilerini açıp genişletmesiyle tebessüm edip gülümseyen, elân daimi bir şekilde ferahlık elde eden, âriflerden olan "Meczûb"ların kalplerinde zuhur eder.
Bu ise onların nefislerinin ilâhi istiğrak haline bürünüşü ve üzerlerine yüklenişinin gücüne göre gerçekleşir.
Nitekim biz bu halleri, O'nun:
"O Zâhir'dir." (Hadîd: 3)
Buyruğuna nispetle tavsif etmiştik.
İşte O'nun gerçek müminleri bu hallerin içindedir.
Sonra O öyle bir Rabb'dır ki; O'nun keyfiyeti hiçbir şekilde idrak edilemez. Çünkü O'nun bir misli ve eşi de yoktur, O'nun bir dengi de yoktur, O'nun bir benzeri de yoktur.
Eşyadan hiçbir şeyin içinde ne O'na eşlik edebilecek herhangi biri, ne de O'nun bir nazîri ve benzeri vardır.
Onlara işte bu üç menzilden her birinde bunları izhâr edip gösterir.
Ayrıca O öyle bir Allah'tır ki; aynı şekilde sıfat-ı İlâhi'sini de hiç kimsenin idrak edemediği Lem-Yezel'dir.
Bunun benzeri şeylerin sonu yoktur.
Bundan gaye ise kullarının O'nu medhetme hususunda bitip tükenmeleri; O'nun keyfiyyetini idrâk etmeye tamâ ederek göz dikmeyi sona erdirmeleridir. Çünkü O'nun bir keyfiyyeti yoktur.
O, yarattıklarını keyfiyyet üzere yaratan Hâlik'tir. Keyfiyyet, herhangi bir şeye benzetilebilecek olan kimse ile ilgilidir.
Eğer: "Bunun mânâsı nedir?" denilirse; de ki: "Onun misli ile ilgilidir: O'nun misli de yoktur, O'ndan öncesi de yoktur, O'nun bir keyfiyyeti de yoktur!"
O'nun:
"O Zâhir'dir." (Hadîd: 3)
Buyruğunun mânâsı işte budur.