"Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'de:
"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerlerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsünü işittirmezdim." buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel)
Hazret-i Allah kullarına karşı çok rahmetli ve çok merhametlidir. Allah'ımızın o lütuf rahmetine, bizim isyanımız mani oluyor, kalkan mesabesinde oluyor. İşlediğimiz büyük isyanlara karşı, rahmet yerine taş yağsa hakikaten müstahakız. Bu rahmet-i ilâhiye hep Allah'ımızın merhametinden husule geliyor. O dilediği gibi verir. Bize kalsa hemen yok etmek istiyoruz. O ise o kadar isyanımıza rağmen, yine de merhametiyle bizi lütuf nimetleri ile merzuk ediyor. O ancak ve ancak Hazret-i Allah'a ait bir ihsandır. Biz hep isyandayız, O hep ihsandadır."
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Rabb'imin merhameti olmadıkça nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." (Yûsuf: 53)
Bunu Yusuf Aleyhisselâm buyurdu. O bir peygamber olduğu hâlde böyle buyuruyor, ya bizim durumumuz nasıl olur?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Ümmeti üzerine titreyen, "Ümmetim, ümmetim, ümmetim!" diyerek Allah-u Teâlâ'ya naz ve niyazda bulunan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir mucize-i peygamberî olarak adeta bu zamanı tarif buyuruyorlar.
Daha evvelki asırlarda da nefislere uyulduğu, isyan ve tuğyanın arttığı, bu sebeple düşmanın musallat olması gibi ceza ve afatların yaşandığı devirler geldi.
Ve fakat bugünkü gibi bir devir hiçbir asırda gelmemişti.
Musa Aleyhisselâm'ın bir duâsı şöyle idi:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım?" (A'râf: 155)
Allah-u Teâlâ'nın onca ihsan ve ikramı karşısında insanoğlu bir o kadar isyankâr ve nankör. "Herkes artık Hazret-i Allah'ı unutmuş, hâşâ Allah olmuş!"
Nitekim Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri gerek eserlerinde gerek sohbetlerinde daima; "O hep ihsanda, biz hep isyandayız. Bu isyan cezasız kalmaz!" buyurarak insanoğlunun Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun nimetlerine karşı ne kadar nankör olduğunu beyan etmişler ve şöyle buyurmuşlardı:
"İnsanoğlu hep isyandadır. Cenâb-ı Hakk hep ihsandadır. O ihsana daima şükür lâzım. Çünkü insan gafildir, cahildir. O gafletin, o cehaletin içinde insan çok hatalar yapar. Fakat Rabb'isi gene ona lütfeder, gene ona ihsanda bulunur, gene ona hayat verir. Ama insan zâlimdir. O hep ihsanda, mahlûk hep isyanda, hep isyanda. Allah'ım âkıbetimizi hayır etsin. Bu isyan cezasız kalmaz. Bu kadar nimet, bu kadar isyan cezasız kalmaz. Çünkü herkes artık Hazret-i Allah'ı unutmuş, hâşâ Allah olmuş! Buna dikkat edin."
Kişinin nefsine uyup günah işlemesi büyük bir kabahattir. Ancak acizliğini itiraf eder, samimi tevbe ederse; kurtulma, affedilme ümidi vardır.
Âyet-i kerime'de:
"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi ve Peygamber de kendileri için af isteyiverseydi, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." buyuruluyor. (Nisâ: 64)
Cenâb-ı Hakk af kapısını işaret buyuruyor, kurtuluş yolunu da gösteriyor. Senin günahından ziyade Habib'inin sevgisi öne geçiyor. İsyankârız ama o sevdiğinin hürmetine çeker, temizler, murad ederse affeder.
Onun için Habib'ine, sevgilisine hasım kesilme. O'nun dinine, emirlerine hasım kesilme.
Tevbe ettim demek, O'na ve Habib'ine teslim olmak, emir ve nehiylerine tâbi olmak demektir. Lâfla olmaz.
Ve fakat Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun Resul'üne karşı gelen, isyan eden; nefsini haklı gören, kendi görüşünü, nefsinin arzusunu put edinen kimsenin hâli ne olacak?
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43)
Sen ki Yaratan'a, nimetlerle donatana isyan edeceksin de O seni cezasız bırakacak, bu mümkün değildir. Muhakkak cezalandırır.
"Gerçekten çok isyan ettik, çok zulmettik. Bu azgınlığımızın cezasını çekeceğiz."
"Allah-u Teâlâ'nın bunca ihsanları karşısında bunca isyanın sonu ne olacak? Helâk olan eski kavimler bollukta iken, sefahat içinde iken belâ ve âfâtlara uğramışlardır. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcut.
Bizim bütün bunları arzetmekteki gaye ve maksadımız, dalâletten hidâyete dâvettir." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Lût Aleyhisselâm'ın kavminin helâkiyetini şöyle haber veriyor:
"Vakta ki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik ve tepelerine pişirilmiş balçıktan taşları arka arkaya yağdırdık.
Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir." (Hûd: 82-83)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm'a:
"Zâlimlerden murad kimdir?" diye sorduğu zaman:
"Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir." buyurdu.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; insanoğlu adeta şeytanın ve nefsinin oyuncağı olmuş durumda; nefsin arzularına put gibi sarılıyor, Allah'ı inkâr, dinsizlik moda olmuş. Şirkin, küfrün, putperestliğin, şeytanî amellerin her türlüsünün propagandası yapılıyor. Allah'ın hükümlerine isyan, her türlü ahlâksızlık fütursuzca ve şuursuzca hem yapılıyor hem yayılıyor.
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan (ve isyana sürükleyen) nedir?" (İnfitâr: 6)
Yoktan yarattı, en güzel bir suret verdi, mülkünde bulunduruyor, sayısız nimetlerini ihsan buyuruyor.
Öyle nimetler bahşetti ki tarifi mümkün değil. Öyle ziynetlerle süsledi, öyle ihsanlarda, ikramlarda bulundu ki zerresinin idrakinden aciziz.
"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 7-8)
İnsan hangi nimetine şükür edebilir? Her nimetin zerresinin şükründen aciziz.
"Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, muhakkak ki Rabb'im müstağnidir, kerem sahibidir." (Neml: 40)
Ve fakat insanoğlu şükredeceği yerde, Allah-u Teâlâ'nın azameti karşısında acizliğini itiraf edip boynunu bükeceği yerde nankörlük ediyor. Bunca ihsan karşısında bunca isyan.
"Allah-u Teâlâ'nın insana ihsan ve ikramı sonsuzdur. Biz insanların ise nankörlüğü ve isyanı sonsuzdur."
"Gerçekten insan çok nankördür." (İsrâ: 67)
Görüldüğü üzere fıtratında tek bir Yaratıcı'yı bulmak, O'na yönelmek ve O'na iman etmek bulunan insanoğlu; fıtratına da mugayir bir şekilde nefsinin ve şeytanın hoş gösterdiği ilâhların, arzuların, heveslerin peşinden gitmekte, böylece Allah-u Teâlâ'nın vasfettiği şekilde "Nankör" sıfatını ziyadesiyle hak etmektedir.
"Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir." (Ahzâb: 72)
Çünkü, nefisler yol buluyor, şeytana uyuluyor, isyan ediliyor.
Nefsini haklı çıkartan, nefsinin arzusunu put edinen, Allah-u Teâlâ'dan yüz çeviren bir kimseden Allah-u Teâlâ da yüz çevirir ve gadab-ı ilâhîsinin bir neticesi olarak onun azgınlığını artırması için şeytanı musallat eder:
"Kim Rahman olan Allah'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır." (Zuhruf: 36)
Kişi farkına bile varmaz.
"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)
Dikkat ederseniz hiç kimse ben yanlış yoldayım demiyor, herkes kendini doğru yolda zannediyor. Dinsizi de, kâfiri de, İslâm dini'nin ve vatanımızın bölücüleri de, Allah yolunun içinde iken nefsine uyup istikametini şaşıranlar da; hepsi "Benim gittiğim yol, benim görüşüm doğru!" diyor. Ve fakat şeytanın arkadaşı olmuş, farkında değil.
"Nihayet o bize geldiği zaman der ki: 'Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile gün batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!'" (Zuhruf: 38)
Bir gün elbet pişman olur ancak iş işten geçmiş olur.
Onun için herkes dikkat edecek. Bu yaptığımdan Hazret-i Allah râzı olur mu? Ahkâm-ı ilâhi'ye uygun mu? Ne yapıyorum, ne ile meşgulum, kalbim nerede? Bu adımım bana neye mâlolur? İnce ince düşünecek! Bir kimseye Cenâb-ı Hakk yolunu, sevgilisini buldurmuşsa şükredecek, hem nasıl edecek. Mevlâ bir kulunu hizmet için ileriye sürmüşse bir ömür boyu onun şükrü eda edilemez. Şükrünü çalışma ile artıracak, ölçü budur. Kişi görsün nerede olduğunu. Küçücük bir hareket yıkılmaya vesile olur. Niyetini bozan gider. Herkes edebini bilecek, uydum kalabalığa değil. Niyeti halis olacak, ihlâs, istikamet ve mahviyet üzere yaşayacak. Sadakat ve uhuvvet içinde, kalbi selim olacak. Amma nankörlük edenler bedbahttırlar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, isyan ve tuğyanın ayyuka çıktığı bu âhir zamanla ilgili birçok ikaz ve irşadda bulunmuşlar; müslümanları, ihvanını, Allah ve Resul'üne yönelmeye, ahkâm-ı ilâhî'ye uymaya, hükm-ü ilâhî'ye teslim olmaya çağırmış; nefislere uymaktan alıkoymaya gayret etmişti.
"Ahkâm-ı ilâhi'yi yaşayacağız, her şeyi ahkâmla ölçeceğiz.
İtimat edin gece hep böyle ne olacak diye bekliyorum. Çünkü azdık, taştık, isyan çok, mülkün sahibi hiç dinlenmiyor, bilinmiyor. Sanki herkes kendi başını almış gidiyor. O hep ihsanda, biz hep isyanda...
İçimiz, dışımız sahte oldu. Sahtekârlık, fâiz, fuhuş, içki, kumar, bölücülük, İslâm'a hiç yakışmayan haller içeriye girmiş. Onun için âfat beklenir, temizlik beklenir." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
İnsanoğlunun durumu gerçekten hayret vericidir. Bir musibetle karşılaştıklarında, Allah-u Teâlâ'nın yardımından başka her şeyi unuturlar. Bütün güç ve kudretin sadece O'na ait olduğunu hissederler. Fakat sıkıntılardan kurtulunca, kendisini kurtarmış olan Hâlik-ı kerim'den yüz çevirirler. Nimetleri ve sebepleri yaratan, ihsan ve ikram sahibi Hazret-i Allah'a nankörlük ederler.
"İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarır yakarır. Fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki başına gelen sıkıntıdan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler hoş gösterilmiştir." (Yunus: 12)
Bunun gibi; bir ibtilâ anında veya hayati bir hadise ile deprem, savaş, yangın vs. türlü afatlarla karşı karşıya kalan insan, çaresizlik anında Rabb'ine yönelip yardım dilenirken, bu sıkıntıdan kurtulup da selâmete çıktığında hemen eski haline dönmekte, günah ve isyanlara dalmakta ve küfre koşmaktadır.
Hususiyetle bu ahir zamanda insanlar akın akın şirke, küfre koşuyorlar. Her türlü haram, her türlü küfür âdeti almış başını gidiyor.
"Fuhuş ve ahlâksızlık açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyamet kopmaz." (Ahmed bin Hanbel)
Bunlar kıyametin küçük alâmetlerindendir ve bugün bunların hepsi yapılıyor.
Ve fakat bu kadar isyan cezasız kalmayacak. Görüyorsunuz harpler, afatlar başladı. Daha da büyükleri kapıda.
Zira insanların ekserisi isyan yolunda. Artık insanlık âdeta topyekün yoldan çıkmış vaziyette. Müslümanların hâli de aynı şekilde. Dünyaperestlik, helâle harama bakmadan menfaat peşinde koşma, adaletsizlik, ahlâksızlık, hak-hukuk bilmezlik, pervasızlık, vurdumduymazlık, sen-ben kavgası, dinde ve vatanda bölücülük, maddecilik... akla hayale gelmeyen her türlü seyyiat (kötülük) almış başını gitmiş.
İşte bu yüzden müslümanların cezası var ve daha henüz bu ceza bitmiş değil. Çıkacak ateşleri-harpleri Allah bilir. Allah'ım bizi dünya ve ahiret ateşlerinden korusun.
Dikkat ederseniz bugün küfrün öncüsü güçlü ülkeler Hazret-i Allah'a hasım kesilmişler, bütün dünyaya kan kusturuyorlar. Zulüm ve gözyaşı âfâkı kaplıyor. İslâm dünyası büyük acılar çekiyor.
Filistindeki 40 bin masum insanın katledilmesini seyrediyoruz. Âlem-i İslâm büyük vebal altında.
Kâfir zaten kâfir, kâfirliğini yapıyor, yapacak. Tarihte de böyleydi, azgındı, zâlimdi, necisti, murdardı, pisti, çirkefti, vahşi idi. Hazret-i Allah'ın düşmanıydı. Allah'a ve Resulullah'a ve müslümanlara hasımdı.
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
Müslüman ülke liderleri ise bu küfür öncülerinin, Amerika ve İsrail gibi ülkelerin peşine takılarak İslâm dünyasının birlik ve beraberliğine büyük darbe indiriyor, küffara zemin hazırlıyor. Müslümanlar da büyük zarar görüyorlar.
Halbuki Âyet-i kerime'de:
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider." buyuruluyor. (Enfâl: 46)
Müslümanların dinden, ahkâmdan, ahlâktan uzaklaşmaya başlamaları, uhuvvet ve birlikten ayrılmaları, fırkalara bölünmeleri, kâfirle dost olup İslâm kardeşliğini bırakmaları ve birbirlerine düşmeleri gadâbullaha sebep olur.
Bu küfrü hoş görmeler, küffar ile dostluk peydah etmeler, FETÖ gibi örgütler İslâm dünyasına çok zarar verdi, vermeye devam ediyor.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir." (Nisâ: 139)
"Onların birçoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiş ve azapta ebedî kalıcıdırlar." (Mâide: 80)
Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın en açık delili olduğu gibi, münafıkların en bâriz huy ve hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ yukarıda arzettiğimiz Zuhruf Sûre-i şerif'inin 36-38. Âyet-i kerime'lerinin devamında azabını hak eden "Zâlimler" güruhunu "Körler", "Sağırlar" olarak vasıflandırıyor ve onlar hakkında şu şiddetli hükümlerini beyan buyuruyor:
"Zulmettiğiniz için bugün (pişmanlık) size hiçbir fayda vermeyecektir. Şüphesiz ki siz azapta da ortaksınız.
O sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları sen mi hidayete erdireceksin?
Resul'üm! Biz seni aralarından alıp götürsek dahi, yine de onlardan intikam alırız.
Yahut onlara vâdettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü bizim onlara gücümüz yeter." (Zuhruf: 39-42)
Allah-u Teâlâ, Habib-i Ekrem'inin şahsında müslümanları şöyle ikaz ediyor:
"Resul'üm! Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin.
Doğrusu Kur'an sana ve kavmine bir öğüttür. Yakında ondan sorguya çekileceksiniz." (Zuhruf: 43-44)
Binaenaleyh bu işin şakası yoktur. Hazret-i Allah'tan çok korkmamız lâzım. Herkesin kendini buna göre ayarlaması lâzım.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin sonsuz ikram ve ihsanları karşısında bulunuyoruz. Bu sonsuz ihsanlar karşısında, bu ihsanlarla bu iyiliklerle kötülükler yapıyoruz.
Yaratan, yaşatan, engin nimetleriyle donatan Hazret-i Allah'a tâbi olmayıp isyan eden, Hâlik-ı kerim'e hasım kesilen, O'nun ilâhi emir ve hükümlerini dinlemeyen kullar ne bedbahttırlar.
Hazret-i Allah'ın ihsanlarına isyanla, engin merhametine taşkınlıkla nasıl karşılık verebiliyor?
Biz Hakk'a muhtacız, O bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. O hep ihsanda, biz ise hep isyandayız.
Öyle bir Allah ki, dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalıyor. Hacetler arttıkça in'am ve ikramı da artıyor. İyilik ve güzellikleri bitmez tükenmez.
Âyet-i kerime:
"Allah'ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız icmâlen bile sayamazsınız." (Nahl: 18)
Denizden büyük nimetlerin içinde yaşıyoruz. Her nimet O'nun, her lütuf O'ndan... Ruh da O'nun, beden de O'nun... İnsanda ne var? Hiç. Ruhtan haberimiz yok, vücuttan haberimiz yok. Bu kadar ihsanlardan haberimiz yok. Bizim daha kendimizden haberimiz yok. Üstelik bütün bunları benimsiyoruz,
O öyle bir "Kerim"dir ki; dilediğini adaletiyle cezalandırır, dilediğini keremi ile bağışlar.
O öyle bir Allah ki her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi O'dur. O celâl, ikram ve ihsan sahibi olan "Zülcelâl-i vel-ikrâm"dır.
Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O'nun ikramı, O'nun ihsanıdır. Yoklara varlık, fânilere hayat veren O'dur.
Mülk O'nundur, hükümranlık O'na mahsustur, bitmez tükenmez zenginliğe sahiptir. Hiçbir şekilde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, herkes O'na muhtaçtır, bütün ihtiyaçları O karşılar.
Hazinenin sahibi O, hazineleri tükenmeyen hükümdar O'dur.
Yaratan O, derdi bilen de O, dermanı hazırlayan da O. Rızık veren de O'dur. Gerek insanın gerekse diğer canlıların rızkı ve gıdası, gücü ve kuvveti O'na âittir.
O zaman bu isyan niye? O ihsanda biz isyandayız.
Ey insan! Nereye gidiyorsun?
Hazret-i Allah'a karşı bunca isyan yakışır mı? Bu isyanlar hiç şüphesiz cezasız kalmaz!
Halbuki;
"Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösterdi." (Hucurât: 7)
Allah-u Teâlâ'nın insana olan bunca ihsanı, sonsuz ikramı karşısında insanın isyanını bir düşün!
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Seni bir nutfeden yarattığı hâlde, sana ölçülü bir biçim verdiği hâlde, bütün bu ihsanlara karşı O'na isyan etmekle cezânı hak etmiş olmuyor musun?
Sıkıntı anlarında zâlimdir, şikayet eder, sabretmez. Nimet içinde iken nankördür, şükretmez.
"Hayır! Doğrusu insan, henüz Allah'ın emrettiğini yapmadı." (Abese: 23)
Allah-u Teâlâ'ya itaat etmesi gerekirken nankörlük yapmakta, kulluk vazifesini yerine getirmekte ihmalkâr davranmaktadır.
Bunca ihsan ve ikramların sahibi olan Allah-u Teâlâ'ya karşı alenen isyan edip hasım kesilen, Allah'lık dâvâsında bulunan kimselere karşı Kahhar'dır. Onlara bir müddet için fırsat verir fakat ruhsat vermez, hepsini kahreder, yerlere serer ve cehennemine atar.
"Hayır hayır! Doğrusu siz dini yalanlıyorsunuz." (İnfitar: 9)
Onun için Allah'tan korkmuyor, gururlanıp aldanıyorsunuz.
Ama bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü her kelimesi zapt ediliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Oysa üzerinizde gözetleyici (melek)ler vardır. Çok şerefli kâtipler. Ne yaptıklarınızı bilirler." (İnfitar: 10-11-12)
Ve insan ölürken son anda bu filmi seyredecek, gideceği yeri görecek. Ya saâdet-i ebediye veya felâket-i ebediye...
Her ne kadar isyan edersen et, hiçbir zerre yoktur ki bilinmemiş ve görülmemiş olsun.
"İyiler hiç şüphesiz ki nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler." (İnfitâr: 13)
Onun için bize düşen Hazret-i Allah'a ve Hazret-i Resulullah'a iman, itaat ve teslimiyettir. Cenâb-ı Hakk'ın Kelâm-ı kadim'ine, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, o gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiştir." (Ahzâb: 71)
Allah-u Teâlâ rahmet ve merhamet ediyor, kurtuluş kapısını gösteriyor ve dâvet ediyor. İlâhi lütuf rahmetine mi koşacağız, yoksa O'na karşı gelip cehennem azabına mı?
Allah-u Teâlâ:
"Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." buyuruyor. (Enfâl: 1)
Çünkü Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve gereğidir.
Bir kul rızâ-i ilâhi'yi kazanmak için Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeli, Resulullah Aleyhisselâm'a teslim olmalıdır.
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik." (Nisâ: 80)
Bütün gaye ve gayretimiz Hazret-i Allah'a kendimizi sevdirmeye çalışmak olmalıdır. Bu yüzden Kur'an ve Sünnet üzere yürümeliyiz.
Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş bizi dalâlete götürür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri yaşadığımız bu âhir zamanı, seyyiatın arttığı bugünleri haber vermişlerdi.
"Bu kadar ihsân-ı ilâhi karşısında ilâhi hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup onun peşine gitmek, bunca isyan yakışır mı? İsyan çok, ihsan büyük. Allah'ım sonumuzu hayreylesin.
Ahlâksızlık hakikaten memleket için çok büyük bir âfât, çok korkunç... Fâizle, fuhuş memleketi yıkar götürür. Onun için bir harp çıkarsa Allah-u âlem çok büyük insan zayi olur. Ahlâk son derece sükut etti, fâiz son derece aldı yürüdü. Ahlâksızlık yayılıyor, evet nur da yayılıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah'ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmiştir." (Taberâni)
Geçmiş ümmetlerin yaptıkları isyan ve tuğyanlar, fuhuş ve ahlâksızlıklar günümüzde de aynı şekilde mevcuttur.
Helâk olan eski kavimler bollukta, zevk ve sefada iken belâ ve âfâtlara uğramışlardı. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmiş, helâk olup gitmişlerdi.
O kavimlerin yaptıkları isyan ve tuğyanların bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcuttur. Onun içindir ki böyle bir devir gelmiş değildir.
Şunu çok iyi bilelim ki, bu kadar isyan cezasız kalmayacak, bize çok pahalıya malolacak.
O hep ihsanda, biz hep isyandayız. Her nimet O'nun, her ihsan O'ndan. Bu nimetler bizi şükre, taate sevkedeceğine azdırıyor, Hakk'tan uzaklaştırıyor.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi'de:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." buyuruyor. (Taberânî)
Bu başkasından murad; şeytandır, nefistir...
İnsana en büyük düşmanlığı yapacak olan nefis ve şeytandır.
Nefis ve şeytan kişiye sağdan, soldan, önden ve arkadan yanaşarak hak ile bâtılı karıştırıp kendisinin her zaman haklı olduğu hissiyatını gönlüne ekerek kişiyi yanıltıp gerçek mânâda kulluk edeceği, ibadet edeceği, şükür ve teşekkür edeceği makamı şaşırtmaktadır.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan, şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
"Ey Âdemoğulları! Ben size 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur! diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)
Bu bir emr-i ilâhidir.
Kendisini şeytana teslim eden kişi, ona ibadet ediyor demektir.
Âyet-i kerime'de ise:
"Şeytanın adımlarına uymayın." buyuruluyor. (Bakara: 208)
Çünkü şeytan Allah-u Teâlâ'nın müminlere ihsan ettiği iman sermayesini çalmak ve sapıklığa düşürmek için olanca gücü ile çalışır, âdeta ordusu ile hücum eder.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belânın gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." (Nûr: 63)
Öyle bir devir ki her türlü küfür işleniyor; şirkin, putperestliğin, şeytanî işlerin her türlüsü yapılıyor.
Her türlü kötülük mevcut. Her türlü ahlâksızlık, her türlü sapkınlık, her türlü vahşet işleniyor.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülüklerin bir bir ortaya çıktığı, yapıldığı ahir zamanı, seyyiat zamanını yaşıyoruz. İsyanın, zulüm ve küfrün ayyuka çıktığı, din, ahlâk ve fazilet umdelerinin ayaklar altında çiğnendiği, kötülüklerin her türlüsünün yapıldığı, dünya kurulalıdan beri kötülüklerin ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Öyle ki Hakk'tan kopulduğu, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin umursanmadığı, sadece dünyaya rağbet edildiği, Allah'ın dinine değil, ilâh edindiği imamına tabi olunduğu, Resulullah Aleyhisselâm'a dil uzatıldığı, küfrün hoş görüldüğü, imanla küfrün, hakikat ile dalâletin karıştırılmaya çalışıldığı, Allah'a harp ilân edildiği, fâiz, zinâ, fuhuş, içki, kumar, hırsızlık, rüşvet, çıplaklık gibi küfür âdetleri ve daha birçok Allah'ın yasakladığı şeylerin yapıldığı ve yaşandığı bu zamanda elbette bu isyan cezasız kalmaz."
Hakiki iman imtihanda belli olur. Emre uyanlar imtihanı kazanıyor, arzu ile hareket edenler imtihanı kaybediyor. Her an imtihandayız.
Herkes imtihandadır. Muhakkak ki yaptıklarımız bize bir bir soracak.
Dünya bir imtihan sahnesidir, ya ebedî saadet, ya ebedî felâket. Dünya ve içindekiler Hazret-i Allah'a kulluk yapmaya, yolunda yürümeye mani olmamalıdır. İnsan her zaman Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, emirlerini seve seve yerine getirmeli, nehiylerinden kaçmalı, nefis ve şeytanın vesvese ve iğvalarına kapılmamalıdır. Nefis var, şeytan var amma insan Hazret-i Allah'a kulluk yapmalı, Hazret-i Allah'a sığınmalı, Hazret-i Allah'a dayanmalı ve güvenmelidir. Dünya ve içindekilerini kalbine sokmamalıdır.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur. Hep imtihandayız, Allah-u Teâlâ'nın bizi ne ile imtihan edeceğini biz bilemeyiz. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Hakk bilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?" (Ankebût: 2)
Geceler gebedir, neler doğuracağını bilmiyoruz. Bütün bu kâinat bir kâğıt mesabesindedir. İnsan da kâğıttan farksızdır. Hazret-i Allah kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli edecek. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Hayır. Kâinat da kâğıttır, insan da kâğıttır, üzerlerindeki yazıyı silemezler.
"Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan evvel, bir Kitap'ta yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır.
Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah'ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir." (Hadid: 22-23)
İmtihan sahnesi olan dünya hayatında imtihanını kazanan kulları arasında olmaya gayret göstermeliyiz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime'nin tefsiri mahiyetinde Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizi imtihana çekmek için ki, hanginiz akılca en güzel, Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O'nun taatine koşmakta en hızlı olacak." (Suyûtî)
İnsan bir imtihan gayesi ile dünyada bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ insanı başıboş bırakıvermek için değil, birtakım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için yaratmıştır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imrân: 186)
Dilediği kuluna mal ve servet verir, onunla kendisini imtihan eder. Tâ ki emr-i ilâhîye uyup uymadığı, o serveti nereden elde edip ne gibi yerlere sarf ettiği, zekâtını verip vermediği meydana çıksın. Kimisini fakir düşürür, çeşitli musibetlere uğratır, o şekilde imtihan eder. Bazen de sıkıntı ve hastalık vererek canları hususunda imtihana çeker.
Bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Andolsun biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Resul'üm! Sabredenleri müjdele." (Bakara: 155)
Orada herkes yaptığı büyük ve küçük her türlü iyiliğin karşılığını kat kat görecektir.
Zerre kadar bile olsa gerek her küçük iyiliğin, gerekse her küçük kötülüğün bir ağırlığı ve değeri vardır. Onun içindir ki insan küçük büyük demeyip hiçbir iyiliği terketmemeli, küçük ve büyük her kötülükten şiddetle kaçırmalıdır.
"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)
Hazret-i Allah öyle bir Allah'tır ki sahib-i hakiki O'dur. Mülkün sahibi O'dur. Padişahlar Padişah'ı O'dur. Hakanlar Hakan'ı O'dur.
Kuvvet ve kudret O'nundur. Ululuk ve azamet O'nundur. Kahr ve galebe O'nundur. Yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter.
Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr: 18)
Bu Âyet-i kerime umuma hitaptır. İki kere aynı Âyet-i kerime içinde "Allah'tan korkmamız" emredilmektedir.
Hakikaten Allah-u Teâlâ'dan çok korkmak lâzım.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun." (Âl-i imran: 102)
"Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz." (Bakara: 189)
Nitekim Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben hepinizden çok Allah'ı bilirim ve hepinizden çok O'ndan korkarım." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ'yı en iyi bilen Resulullah Aleyhisselâm'dır ve onun vekili hakiki âlimlerdir. Onlar O'nun kudret ve azametini tefekkür ettikleri zaman, kalplerinde ilâhi haşyet tecelli eder.
Âyet-i kerime'sinde:
"Şüphesiz ki ben Allah'ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise bana kulluk et." buyuruyor. (Tâ-Hâ: 14)
Hazret-i Allah öyle bir Allah'tır ki O'nun her şeye gücü yeter. Kudret ve kuvvetine karşı gelinmez.
Dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın Hakk'ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Kalanla giden arasında bir gün fark vardır. İşte geldik, işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz, yarın alttayız. Bugün yataktayız, yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz. Çünkü her gelecek yakındır.
Orada "Eyvah!" demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin yaratıldığımızı ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek ebedî bir hayat kazanılmış olacak.
Kabir için hazırlanmak lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Üç şey ölünün ardından kabre kadar gider. Ehl-ü ıyâli, malı ve ameli. İkisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ehl-ü ıyâli ve malı, kalan da amelidir." (Buhârî)
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen Sahib'imiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkum. İşte insanların durumları da böyledir.
"Allah'tan korkun. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr: 18)
Yani Allah'tan korkun da kötülük yapmayın, fenâlıklardan sakınmamazlık etmeyin. O, yapacağınız şeylere göre sizi hesaba çekecek, ona göre ceza veya mükâfat verecektir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir, kendi yaptıklarının cezasıdır.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki, insanların başına gelen bu musibetler, kendi yaptıklarının cezasıdır.
"İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez." (Enfâl: 51)
Cenâb-ı Hakk hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Zamanınızdan şikâyetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır." (Beyhâkî)
Onun için bu felâketleri durdurtacak bir tek şey varsa, Allah-u Teâlâ'ya yönelmek ve nasuh bir tevbe ile tevbe etmektir.
Hadis-i şerif'te; günah ve isyanına tevbe edenleri, bir daha Hazret-i Allah'a isyan etmeyeceğine söz verenlerin affedileceği, darlık ve sıkıntıdan kurtaracağı, rızıklandıracağı haber verilmiştir.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi'de şöyle buyurur:
"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerlerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsü işittirmezdim." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerine muhalefet eden, Peygamber'ini yalanlayan, indirdiği ilâhî hükümlerden başka yollara giden sapıkları Âyet-i kerime'lerinde tehdit ediyor, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen çok şiddetli felâketleri haber veriyor ve müslümanları uyandırarak şöyle buyuruyor:
"Nice memleketler vardır ki, Rabb'lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır. Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.
Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler. İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.
Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır." (Talâk: 8-10)
Onlar bu pek müthiş azaba müstehak olmuşlardır. Dünyada çarptırıldıkları musibetler, günahlarına kefaret olmaz, ahirette de can yakıcı azaplara uğrarlar. İşte Hakk'tan sapmanın, hakikatten uzaklaşmanın vebâli bu kadar ağırdır.
Allah-u Teâlâ isyanların cezasız kalmayacağını anlattıktan sonra, isyankârların başına gelen dünyevî ve uhrevî azapların, müminlerin de başına gelmemesi için onlara uyarıda bulunmaktadır:
"Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah'tan korkun!" (Talâk: 10)
Felâkete uğrayan geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün, akıllarınızı kullanın, Allah yolundan ayrılmayın, O'nun suçüstü yakalamasından ve intikam almasından sakının. Aksi takdirde onlara isabet eden musibetler size de isabet eder.
Bu Âyet-i kerime'lerden anlaşılıyor ki, insanların başına gelen bu felâket, kendi yaptıklarının cezasıdır.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz zâlim değiliz." buyuruyor. (Şuarâ: 209)
Amma zâlimlerin hakkından gelmeye de kâdir-i mutlaktır.
Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz. Amma zâlimlerin hakkından gelmeye de kâdir-i mutlaktır.
"Allah Aziz'dir, intikam sahibidir." (Âl-i imrân: 4)
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Eğer o ülkelerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik." (A'râf: 96)
Günahlardan tevbe etmekle darlık ve sıkıntıdan insanların kurtulabileceğine, nimetlere şükretmekle bolluk ve genişliğin devam edip artacağına inanmadılar.
"Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler." (Nahl: 61)
Bütün helâk edilen milletler bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler.
Eski kavimler böyle oldu. Bizim âkıbetimizin ne olacağı belli değil.
Bu mülkün sahibi, hükmünü vermeden önce sizi uyarıyorum. Geçmiş ümmetlerin başlarına gelenleri haber veriyorum ve imana dâvet ediyorum.
Bu ceza ve afetler ümmet-i Muhammed'in zâlimlerinden de uzak değildir.
Allah-u Teâlâ Hûd sûre-i şerif'inde geçmiş ümmetlerin helâk olma durumlarını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e haber verirken Lût Aleyhisselâm'ın kavminin yurtlarının yıkılıp alt üst olduğunu, üzerlerine ateşli taşlar yağdırdığını beyan buyurduktan sonra Âyet-i kerime'nin nihayetinde ise şöyle buyurmuştur:
"Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir." (Hûd: 83)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm'a:
"Zâlimlerden murad kimdir?" diye sorduğu zaman:
"Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir." buyurdu.
İşte bu zamanda bu gibi afetlerin bütün insanlara gelmesinin sebebi budur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)
Bu helâk etme, ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fâsıklık sebebiyle zaman zaman nice felâketler başgöstermektedir.
"Bu Âyet-i kerime'yi her gün okurum. Bu Âyet-i kerime büyük bir tehdit.
İtimad edin bazen duâ etmeye korkuyorum, o kadar gadaplı. Bazen o kadar gadaplı, her zaman değil. Siz uyuyorsunuz, kendi âleminizdesiniz.
Âyet-i kerime'de geçen; "Kıyamet gününden önce ya helâk ederiz." beyân-ı ilâhi'si dilediği şekilde olur. Âfâtla olur, deprem, sel, kuraklık, hastalıklar, çeşitli felâketlerle olur.
"Veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız."
Beyanı da harplerle, savaşlarla olur ki bu da büyük bir felâkettir.
Seni yoktan var eden, âzâ nimetleriyle donatan, mülkünde bulunduran Allah-u Teâlâ'ya isyan ettiğinde, cezâsız kalacağını, azapsız bırakacağını mı zannediyorsun? Allah-u Teâlâ dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak, az insan kalacak. Azdan başladı aza inecek. İsyan tuğyan çok, imar çok, fakat hep harap olacak. Mülkünü murad ettiği gibi yapacak."
Cenâb-ı Hakk Kelâm-ı kadim'inde emir ve nehiylerle kullarına hudutlar çizmiştir. Bu sınırları çiğneyenleri zâlim olarak nitelendirmiş;
"Allah hududu aşanları sevmez." buyurmuştur. (Mâide: 87)
Oysa bugün her türlü büyük günah alenen işleniyor. Büyük bir isyan var.
"Onların çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mâide: 62)
Bu kadar ihsân-ı ilâhi karşısında ilâhi hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup peşinden gitmek ve Hazret-i Allah'a isyan etmek yakışır mı?
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" (İnfitâr: 6)
Rabb'inin ihsanına isyanla, sana olan merhametine taşkınlıkla karşılık vermek, O'nun engin ihsan ve ikramları karşısında isyan etmek yakışır mı?
Cenâb-ı Hakk müminlerin vasıflarını tarif ederken onların büyük günahlardan kaçındığını haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)
Onun için çok dikkat etmek, çok korkmak lâzım. Hazret-i Allah'ın ahkâmını yaşamak, hududunu muhafaza etmek lâzım.
İlâhi hududu çiğneyince insan yoldan, raydan çıkar.
Hazret-i Allah'ın hükümlerinden, Sünnet-i seniyye'den ayrılmamak lâzımdır.
Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)
Nasıl ki her memleketin bir hududu, her kanunun bir hududu varsa, bu da Allah-u Teâlâ'nın çizdiği bir huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr eden, İslâm dâiresinden çıkmış olur.
O'nun hududunu aşmamak lâzım. Dosdoğru olmak lâzım. O'nun yolunda, rızâsında yürümek lâzım. Şayet dosdoğru olmazsa, O'nun hududunu aşarsa, nefsine uyarsa, şeytanın adımlarına uyarsa Cenâb-ı Hakk onlar hakkında;
"Bu hükümler Allah'ın hudududur. Kim Allah'ın hududunu aşarsa, kendisine yazık etmiş olur." buyuruyor. (Talâk: 1)
Hudut daire-i saadet, merkez-i selâmettir.
Hududundan çıkmak demek "Helâk" demektir. Hudut saadettir. Hudud ötesine çıkarsan setin ötesine gidersin, helâk olursun. Huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefsini kattı mı huduttan çıkar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kitap'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz." (A'râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ'nın üzerinedir.
"İndirdiğimiz bu Kur'an, feyz kaynağı mübarek bir kitaptır. Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız." (En'âm: 155)
Her işte iki rehber olacak: Kelâmullah ve Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça biz istikametteyiz.
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın." (Âl-i imran: 103)
Âyet-i kerime'sindeki Allah'ın ipinden murad Kitap ve Sünnet'tir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk biat şartı olarak Kitap ve Sünnet'te bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştu.
Onun için Hazret-i Allah'ın kelâmına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanına riayet şarttır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin şu beyanları bir müslüman için ne güzel ölçüdür:
"Hazret-i Allah'ın yolunun özü şu Âyet-i kerime'dir:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
"İslâm budur. Terazi budur. Bunun haricindeki hareketler yanlıştır.
Bu Âyet-i kerime kantardır... Emrolunduğu gibi olursak O'nun kulu oluruz, emr-i ilâhî hilâfına hareket edersek şeytanın kulu oluruz. ...
Onun için insan, huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefis girdiği anda huduttan aşağı çıkar, gider. Tutulanlar neden tutuldu? İhlâsından, samimiyetinden, muhabbetinden, bağlılığından ötürü tutuldu. Hakk'ta samimi olanlar, Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundukları için onlar kaymıyor..."
"Bu düşmelere sebep ne olabilir? Mühim olan da budur. Abd-i acizin kanaati şu ki, niyet-i halisa ile çok da hata yapılsa af ediliyor. Hazret-i Allah kudret elinde bulundurduğu kalbi çevirmediği için muhabbet dönmüyor, râbıta kesilip yine bağlanabiliyor. Fakat kasd-ı mahsusa ile küçücük bir hata yapılsa çok büyük oluyor. Hazret-i Allah kalbi çeviriyor, râbıtanın teminine imkân kalmıyor. Kalp bir kere çevrilmesin, o artık hep ters görür."
"Sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurur, korur, muhafaza eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl." (Tirmizî)
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taatine çevir." (Buhârî)"
Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Ankebût: 4)
Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor. Bilinmiyor, dinlenmiyor.
Eskiden nehir düz akıyordu, bugün ters akıyor.
Ne Hazret-i Allah'ın hakkı olan Hakkullah'a, ne Hazret-i Allah'ın hukuku Hukukullah'a, ne Hazret-i Allah'ın beyanı olan Kelâmullah'a riayet ediliyor. Yani dikkat edilmiyor. Kul hakkına riayet ise zaten kalmamış. Amma orada çok ince hesap var...
Allah-u Teâlâ'nın bunca ihsanları karşısında bunca isyan!
Allah-u Teâlâ'nın emirlerine riayet edilmiyor, yasakları dinlenmiyor. Resulullah Aleyhisselâm'ın sünneti hafife alınıyor.
Vatana ihanet ediliyor, dinde bölücülük yapılıyor.
Her gün cinayet işleniyor, tecavüz, taciz, hırsızlık, gasp yapılıyor.
Her türlü içki içiliyor, kumar oynanıyor.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı aldıklarına aldırış etmez." (Buhârî)
Helâl-harama bakılmıyor, helâl lokmaya hiç dikkat edilmiyor.
İşte o gün bugündür!
Dikkat edilirse deccaliyet devrinin afâtı her şeyi alıp götürüyor. Sırât-ı müstakimden ayrılan insanlar kendilerini o afâtın içinde buluyorlar. Öyle bir devir ki, böylesi gelmedi. Bunca nimet ve karşılığında bunca isyan. Bu azgınlıktan çok korkulur.
Allah-u Teâlâ nikâhlı yaşamayı meşru kıldığı:
"Zinâya yaklaşmayın, zirâ o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur." (İsrâ: 32)
Buyurduğu halde gayr-i meşru yollar tutuluyor, zinâ ve fuhuş yapılıyor. Lût kavminin helâkına mucip olan kötülükler yapılıyor, eşine hayızlı ve nifaslı iken mukarenette bulunanlar çıkıyor.
Evlilikte en mühim şart dinî nikâh olduğu halde, mehir şart olduğu halde, kadının bu meşru hakkı verilmiyor.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Fuhuş ve ahlâksızlık açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyamet kopmaz." (Ahmed bin Hanbel)
Zinâ ve fuhuş alenileşmiş, artık açıktan yapılıyor. Tesettüre riayet edilmiyor, çıplaklık moda.
Ahkâm-ı ilâhi yaşanmıyor, ahlâki değerler ayaklar altına alınmış, mahremiyet kalkmış, mahrem sayılan aile hayatı aleni olarak teşhir ediliyor.
Her türlü kötülük tevşik ediliyor. İslâm ahlâkına ters düşen nefsani, şeytani, şehvani, hayvani duyguları ön plana çıkararak, necip ve nezih bir milletin çocukları bu şekilde aşılanarak kötülük yoluna daha küçük yaşlarda yönlendirilmekte, zinâ ve fuhşiyata yani kötü ahlâka özendirilmeye çalışılmaktadır.
Hadis-i şerif'te:
"Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah'ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmişlerdir." buyuruluyor. (Taberânî)
Fâizcilerin cehennemlik olduğu, eğer fâiz terkedilmezse bunun "Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne karşı açılmış bir harp olduğu" haber verildiği halde (Bakara: 278), fâizle iş görülüyor, hatta fâize "helâl" diyenler bile çıkıyor.
Emr-i ilâhi olduğu halde zekât, öşür verilmemektedir. Haksız yere insanlar öldürülüyor. Ticaret ahlâkı yok. Adaletle iş görülmüyor. Emanet ganimet biliniyor.
Rüşvet, irtikab, iltimas, suistimal, gulul gibi devleti yıkıcı şeyler her gün duyulmakta...
Ahir zaman âlimleri ortalığı istilâ etmiş, hak ve hakikatten gafiller. Ulemânın yaptığı tahribatı hiçbir papaz ve hiçbir kâfir yapamaz. İslâm gibi göründükleri için, çok büyük tahribat yaparlar. Dinleyenler sözüne inanır, müslümansa İslâm'dan çıkar, kâfir ise zaten küfründe devam eder.
Halk çoğunlukla nefse uydukları, İslâm'ı yaşamak, emr-i ilâhî'yi tatbik etmek nefislerine zor geldiği için açık kapı aramaktadırlar. Onlar da halkın içindeki bu arzuları bildiklerinden dolayı halkın hoşuna giden fetvâları vererek ifsad ediyorlar, beşeriyeti peşlerinden sürüklemek istiyorlar.
Öyle bir hâle gelindi ki; zenginleri sarhoş, kadınları çılgın, fakirleri şaşkın. Bu isyandan ötürü büyük bir felâkete uğrayabiliriz. Birçokları fal, büyü, sihir ile meşgul.
Kimisi çocuk olmaması için ilâhî hükmü değiştirmeye çalışarak her türlü çareye başvuruyor, kimisi çocuk daha doğmadan ana karnındayken öldürüp katil oluyor, kimisi de olsun diye her türlü hayâsızlığa ve zinâya râzı oluyor.
Kimisi saçlarını boyuyor, tırnaklarına oje sürüyor, kat olduğu için ve su geçirmediği için cünüp geziyor. Kimisi de saçlarını ondüle yapıyor, düzeni bozulmaması için kafasını yıkamıyor.
Gusül alınmıyor, abdest de öylesine...
"Dinin direği" olduğu halde namaz kılınmıyor. Kılanların yüzde doksanı taharete, istibrâya dikkat etmediği için, abdestsiz namaz kılıyor da haberi olmuyor.
Namaz, oruç, zekât, nikâh gibi Hazret-i Allah'ın emirleri ise hafife alınmaktadır.
Bütün bunların yanında din adına bölünmeler artık çekilmez olmuş. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Müminler kardeştirler." (Hucurât: 10) buyurduğu halde:
"Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin!" (Şûra: 13) buyurduğu halde müslümanlar fırka fırka bölünmüşler, bu din-i mübin'i kendi menfaatlerine âlet ediyorlar.
Günümüz insanları Hakk'tan kopmuşlar. Kimi particilerin, kimi türeme imamların, kimi de şeyh zannettiği şeytanların peşinde ve izinde. Kimisi küffara hayran, İslâm'ın yalnız ismini taşıyor.
Gönüller hep perişan.
Bu devir, müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, saptırıcı imamların, âhir zaman âlimlerinin insanları hak yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık girdabına düşürdüğü bir devirdir. Dünya kurulalı böyle bir devir gelmiş değil.
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'âm: 159)
Her isimle bir din kurdular ve İslâm dini'ni parça parça ettiler. Dinde ve vatanda yapılan bölücülükler gadâb-ı ilâhi'ye muciptir.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ'nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: "Bu doğru söylüyor." deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Ankebût: 4)
Elli seneden bu yana, öyle imansız imamlar türedi ki, çeşitli din kurucuları türedi ki, öyle fesatçı ifsatçılar meydana geldi ki, bu türemeler o kadar çoğaldı ki! Dünya kuruldu kurulalı böylesine bir isyan görülmedi.
Geçmişte isyan eden bütün ümmetlerin helâkına vesile olan isyan sebeplerinin, günümüzde hepsi mevcut.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Muhakkak ki bu (zamanda) zulmedenlerin de (geçmişteki zâlim) arkadaşlarının paylarına benzer (azaptan) payları vardır." (Zâriyât: 59)
Ey insan! Bunca isyanın yanına kâr kalacağını mı sandın?
"İnsanlar, günahları çoğalmadıkça helâk olmayacaklardır." (Ebu Dâvud: 4347)
Allah ve Resul'üne karşı gelme, yalanlama, büyüklük taslama, isyan, zulüm, küfür, şirk, fâiz, içki, kumar, zinâ, fuhuş, rüşvet, çıplaklık, deniz sahillerindeki rezillik, adaletsizlik, kötü âmir ve kötü âlimlerin peşinden gidip Allah ve Resul'üne muhalefet etme, zekât ve öşür vermeme... velhasıl, Hazret-i Allah'ı, Kelamullah'ı, Resulullah'ı dinlemeyip hafife ve alaya alma başladığı zaman her şey beklenir.
Bugün olduğu gibi.
Ve kıyametin küçük alâmetleri bir bir çıkmaya, zuhur etmeye başlamıştır. Ve bu hal son deccale kadar devam edecektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, imanın resmi, Kur'an'dan ise harf ve hurufat kalacak.
Gayretleri mideleri, dinleri para, kıbleleri karıları olacak. Onlar aza kanaat etmeyecekler, çok ile de doymayacaklar."
İnsanlar bu hâle geldiği zaman bunlar zuhur edecek ve çeşitli ibtilâlara maruz kalacaklar. Bunun içindir ki küfür âdetlerinin yerleşmesi, benimsenmesi, bunların yaygınlaşması, hakikatin kalkması ile artık insanlar her şeye müstehak olmuş demektir.
Hak ve hakikatten saptıkları için başlarına bu belâlar gelecek.
Halk bu isyanlarının cezalarını hiç şüphesiz ki görecektir.
Binaenaleyh kimsenin yaptığı yanına kalacak değil.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz seyyiat zamanındaki durumları ve âkıbetleri bir bir haber vermiş ve ümmet-i muhteremesini bu fitne ve fesada karşı uyarmıştır.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Şu beş şey sizin aranızda vukuu bulsa nasıl olursunuz? Onların aranızda vukuu bulmasından veya onlara ulaşmanızdan Allah'a sığınırım.
Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun ve geçmiş nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar."
Şimdiki zaman tarif ediliyor. Öyle hastalıklar var ki, ismi bile belli değil. Bir ahlâksızlık başgösterdiği zaman Allah-u Teâlâ bir hastalık musallat ediyor.
"Bir topluluk zekât vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi."
Zamanımızdaki bütün bölücüler fakirin kapısını kapatıp hakkını gasbediyorlar. Zekâtı kendileri toplayıp, aralarında bölüyorlar. Zekât paraları ile bina kuruyorlar, lüks ve refah içinde yaşıyorlar. Bu ise büyük bir hıyanettir, gadâb-ı ilâhî'ye vesiledir.
Bunun içindir ki kuraklık, harp, zelzele gibi çeşitli ibtilâlara, âfatlara bu millet maruz kalabilir.
Ve nihayetinde de Allah-u Teâlâ bunları yapanların kökünü keser. Şimdilik onlara ruhsat veriyor.
Halk hâlâ din ve vatan bölücülerini müslüman zannediyor. Çünkü halk da balık otu yutmuş.
"Bir topluluk ölçü ve tartıyı eksik tuttuklarında, kıtlık, geçim sıkıntısı ve zâlim idareci ile cezalandırılırlar."
İşte bugün olduğu gibi.
"Âmirleri Allah'ın indirdiğinden başka şeylerle hükmettiklerinde Allah, onların üzerlerine düşmanları musallat kılar ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını tüketir."
Aynı bugün olduğu gibi.
"Allah'ın kitabını ve Resulullah'ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah onları birbirine düşürür." (İbn-i Mâce)
Bugün olduğu gibi müslümanlar paramparça olmuşlar, herkes kendi dinini, kendi yolunu kuvvetlendirmek ve ayakta tutmak için çalışıyor. İslâm dini umurunda bile değil, İslâm dini ile onun hiçbir ilgisi yok.
İnsanoğlu şuursuzca kendisini helâk ediyor da farkında değil.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na hitaben şöyle buyurdular:
"Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, kim memur olduğu vazifenin onda birini terk ederse helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, onlardan her kim kendisine emredilenlerin onda birini işlerse kurtulacaktır." (Tirmizî)
Çok tehlikeli, çok müzayakalı, çok da kıymetli bir zaman.
Hırsıza usta, edepsize sanatkâr ismini vermişler.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlara öyle bir zaman gelecektir ki, aralarında dini üzerine sabreden, ateşi elinde tutan gibidir." (Tirmizî)
Bu güçlükler içerisinde azmeden, Allah'ına yönelen, yürümeye çalışan kimseler için hem dünyada hem de ahirette büyük saâdetler vardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniye'me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır." (Beyhakî)
Ma'kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Fitne-fesadın çoğaldığı bir zamanda ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir." (Müslim: 2948)
Fitne zamanında yapılan ibadetin faziletli olması, insanların ekserisi fitneye karışarak ibadetten gâfil kaldıkları içindir. Allah-u Teâlâ bir kulunu muhafaza edip hıfz-u himâye ve tasarruf-u ilâhîsine aldığı zaman böyle oluyor.
Bizim de bu kadar azmamız, Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a karşı gelmemiz herhalde iyilik getirmez.
Her şey Hazret-i Allah'ın kudret elindedir.
Sen ki Yaratan'a, nimetlerle donatana isyan edeceksin de O seni cezasız bırakacak, bu mümkün değildir. Muhakkak cezalandırır.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde, kendilerinden çok daha kuvvet ve satvete sahip iken isyanları ve günahları yüzünden helâk olup gitmiş bulunan kavimlerin tarihi hayatlarını hatırlatarak ve ibret almaya teşvik ederek şöyle buyurmaktadır:
"Görmediler mi ki, biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik. Yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları onlara vermiş, gökten üzerlerine bol yağmurlar indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık.
Günahlarından ötürü onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil vârettik." (En'am: 6)
Allah-u Teâlâ sizden önceki Âd, Semud ve benzeri kavimleri, günahları yüzünden helâk edip ecellerini yetirmeye ve yerlerine başkalarını koyup onlarla yeryüzünü düzeltmeye ve imar etmeye kâdir olduğu gibi, size de böyle yapmaya kâdirdir. Buradan anlaşılıyor ki, ümmetlerin ecellerinin gelmesinde günahlarının ve hatalarının sebep oluşu mühimdir.
Bu Âyet-i kerime'de öncekilerin helâk edildiği gibi, isyan ettikleri takdirde sonrakilerin de helâk edileceğine işaret edilmektedir.
"Resul'üm! Nimet içinde olan o yalanlayıcıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver." (Müzzemmil: 11)
Küfür ve isyanlarından dolayı geçmiş ümmetlerin üzerlerine inen azabın yalnız onlara mahsus olmayıp her zaman için geçerli olduğunu Allah-u Teâlâ Kuran-ı kerim'inde beyan buyurmaktadır:
"Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdikse ora halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf: 94)
Nice kavimler gelmiş geçmiş, nâil oldukları nimetlerin kadrini ve kıymetini, Allah'tan olduğunu bilememişler, Rabb'leri tarafından verilen müsaade ve mühletten istifade edememişler, kendilerinin dünya saâdetine âhiret selâmetine ermeleri için uyarıda bulunan peygamberlerini yalanlamışlar, neticede de büyük felâketlere uğramışlar, cezalarını da görmüşlerdir.
"Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler?
Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara câzip gösterdi." (En'âm: 43)
Bütün bu helâk edilen milletler, bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler. Din-i mübin'i inkâr edenlerin de korkunç felâketlere uğrayacakları bir gerçektir.
Yarattıklarına zulmetmekten müberrâ olan, hükmünü dilediği şekilde yürüten, azamet ve ululukta eşi olmayan, zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kıran, itaat edenleri aziz, isyan edenleri zelil kılan, bunca isyanlarına rağmen günahkâr kullarına tevbe kapısını daima açık bırakan, ceza vermekte acele etmeyen, rahmeti her şeyi kuşatan Allah-u Teâlâ:
"Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular? Yahut o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular?" buyuruyor. (A'râf: 97-98)
Kendilerine uyanmaları için önceden birtakım musibetler ve birtakım nimetler verilmiş olduğu halde yine de durumlarını değiştirmediler. Küfür ve isyanları yüzünden böyle bir felâkete uğrayabileceklerini hiç düşünmediler.
"Allah'ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah'ın tuzağından emin olmaz." (A'râf: 99)
Allah-u Teâlâ'nın kendilerine bahşetmiş olduğu tefekkür ve ders alma kabiliyetini yitirerek nefislerine zulmetmiş kişiler ancak mekr-i ilâhiden emin olurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı ki; eğer biz dileseydik, onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık.
Biz onların kalplerini mühürleriz de, artık hiç işitmezler." (A'raf: 100)
Daha önce bu toprakların sahipleri iken helâk olmuş bulunanların bugün yerlerine yurtlarına konan şimdiki sahipleri, onların başına gelenlerden yeterince ders almadılar. Kendilerinden önce bu yerlerde mâmur ve müreffeh bir şekilde yaşayan eski sakinlerinin âkıbetlerini ciddi biçimde düşünmüş olsalardı, ibret alırlar ve kendilerine çeki-düzen verirlerdi. Fakat onlar bunu yapmadılar, onlar da geçmişlerinin âkıbetine uğradılar.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer seni yalanlarlarsa de ki: Rabb'iniz geniş rahmet sahibidir. Fakat O'nun azabı da günahkârlar gürûhundan geri çevrilmez." (En'âm: 147)
Günahkâr ve isyankârlara ne kadar zaman tanınırsa tanınsın, günahta devam ettikleri halde, sonunda o geniş rahmetten yoksun ve bir azaba mahkûm olurlar.
Allah-u Teâlâ'nın rahmeti çok geniş olmakla beraber, günahkâr ve isyankârlara er veya geç azabı da kesindir.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanların elleriyle işlediklerinden dolayı karada ve denizde fesat başgösterdi. Allah işlediklerinden bir kısmını onlara tattırıyor, umulur ki dönerler." (Rûm: 41)
Allah-u Teâlâ engin rahmetinin bir tecellîsi olarak insanları günahlarından ötürü hemen cezalandırmıyor, bazı hadiseleri onların uyanmalarına bir sebep kılmış oluyor. Küfür ve isyanlarında ısrar edenlerin asıl cezalarını ahirete bırakıyor.
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha önce geçenlerin âkıbetinin nasıl olduğunu görün. Çünkü onların çoğu müşrik idi." (Rûm: 42)
Daha önceki kavimlerin çoğu müşrik oldukları için helâka uğratılmışlardır. Şirk koşmakla Allah'tan kurtulmanın çaresini bulamadılar. Sonunda ister istemez O'nun ilâhî hükmüne boyun eğerek kahrolup gittiler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Biz onların her birini günahı ile yakaladık. Kiminin tepesine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç bir ses, bir çığlık yakalayıverdi. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk.
Onlara Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." (Ankebût: 40)
Allah-u Teâlâ azgınlardan mutlaka intikam alacağını haber vererek;
"Yoksa bütün kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar." buyuruyor. (Ankebût: 4)
Övündükleri dünya varlıkları, ellerindeki güç ve kuvvetler kendilerini kahr-ı ilâhîden kurtaramadı.
Zira siz yalanlıyordunuz, büyüklük taslıyordunuz. Allah-u Teâlâ'yı ve Âyet'lerini alaya alıyor, O'nun büyüklüğünü hafife alıyor, O'na takaza yapıyordunuz.
Gerçekten de Allah-u Teâlâ'nın bunca günah, isyan, zulüm, küfür, nifak sebebiyle gadaplandığını düşünmediler, düşünemiyorlar. Akıl edip, hakikati bulamıyorlar. Ve hâlâ İslâm'ı ya karşılarına almakla ya da emellerine alet etmekle meşguller. Kimi küfründe devam ediyor, kimi münafıklığını sergiliyor. Hepsi hile yapmakla meşguller. Gerek iş ve icraatlarında, gerek ticaretlerinde... Ve fakat:
"Kendilerinden öncekiler de hile yapmışlardı. Sonunda Allah onların binalarına temelinden geldi de, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü. O azap onlara hiç ummadıkları yerden geldi." (Nahl: 26)
Öyle ki Allah-u Teâlâ her şeye muktedirdir. Dilediği gibi mülkünde hükmeder, hükmünde hikmet sahibidir.
"Biz nice memleketleri helâk etmişizdir ki, halkı bol geçimleri ve refahıyla şımarmıştı." (Kasas: 58)
Allah-u Teâlâ o kavimlere emniyet içinde ve rahat bir şekilde yaşamayı lütfetmişti. Fakat onlar bu nimetlere nankörlük ettiler, ilâhî cezalara müstehak oldular.
Oysa o milletler her bakımdan daha kuvvetli, her hususta daha ileri idiler. Fakat yaptıkları yanlarına kâr kalmadı. Günah, isyan ve tuğyanlarından ötürü ansızın yakalandılar. Azamet-i ilâhî karşısında kaçacak bir delik de bulamadılar. Allah-u Teâlâ hepsini bir bir kahretti.
Biz insanlar dünyaya o kadar meyletmişizki; aklımızda o, fikrimizde o, elimizde o, dilimizde hep o.
Bâki âleme giderken bunların hiç de faydası olmayacak. Meselâ; bir insan var, bir memleket de onun, bir bina değil de bir memleket. Cenazesi giderken bu kadar malın-mülkün onun yanında sinek kanadı kadar değeri kalıyor mu? Hâlbuki bütün ömrü onları toplamakla geçmişti. Onun değildi aslında, denemek için ona emanet verilmişti. İşte biz bunu bilemiyoruz.
İmandan kayan öyle kimseler var ki, üzülmemek, gözyaşı dökmemek elde değil.
Bu hususta birçok misallerle karşılaşınca şöyle bir irkiliyor insan. Dünya için, nefis ve şeytanın yolundan gidiliyor. O'nun yolundan, onun izinden çıkılıyor. Ne acı bir durum.
Bunu ne yaptı? Dünya yaptı.
Nasıl yaptı?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünya mal ve şerefine karşı kişinin içinde beslediği hırsı; dinine, koyun sürüsüne saldıran iki kurttan daha zararlıdır." (C. Sağir)
Dünyada, insanlar arasında şerefli olayım, itibarlı olayım diye benlik deryasına düşeceksin, böylece Allah katındaki, ahiretteki şerefini kaybedeceksin; dünyada malım olsun, çoluk-çocuğumun parası olsun diye cifeye daldıkça dalacaksın, böylece ahiretteki nimetlerden olacaksın! Şerefini, imanını kaybedeceksin.
Kurdun koyun sürüsüne daldığı gibi, şeytan da böyle böyle insanın imanına, şerefine dalar.
Nefsini yükseltmek isteyen imanını alçaltır. Nihayetinde imanını kaybeder.
Değer mi? Değmez! Hiç değmez!
Değmeyen bir dünya için çabalıyoruz. Allah'ım kimseye muhtaç etmesin. Fakat fazlası da bizim için zarar getirir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle bir duâsı var:
"Ey Allah'ım! Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar ver." (Müslim: 1055)
Ne kadar güzel. İnsan ihtiyacını temin ettiği zaman, her şeyi yerine gelmiş oluyor, ötesi yük. Hesabı çok, azabı şiddetli. Değmez... Bu da bize ölçü.
Zavallı insan, nelerle karşılaşacak, fakat hâlâ farkında değil. İnsan çok serbest hareket ediyor. Kimse görmüyor, kimse bilmiyor ama O'nun gördüğünü. İnanmıyor yani. O'nun gördüğüne inanmıyor...
Binaenaleyh hükümsüzdür, değersizdir. Ama O onu değerli kılmış, huzuruna alacak, hesap soracak...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Eğer, siz ölümden sonra ne gibi tehlikelerle karşılaşacağınızı bilseydiniz, tam istekle yiyip içmez, huzur içinde eve girip oturmaz, bilâkis yollara düşüp göğsünüze vurarak ağlardınız." (Camiu's-Sağir)
Kimse bu durumun farkında değil.
"Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir." (Ahzâb: 72)
Sehl İbnu Sa'd -radıyallâhu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, hiçbir kâfire dünyadan bir içim su vermezdi." (Tirmizî)
Nefsin ve şeytanın hoş gösterdiği bu değersiz ve mel'un dünyayı tercih edenlerin, nasıl farkına bile varmadan dinden ve imandan kaydıklarını, imanlı bir kimse iken nasıl münafık olduklarını anlatan bir başka Hadis-i şerif'lerinde Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyururlar:
"Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa onu (hak veya batıl) bilir." (Müslim)
Dikkat ederseniz ortalığı bugün fitneler ve bu fitnelerle kalpleri kararmış münafıklar istilâ etmiştir. Bu gibileri etrafınızda da görebilirsiniz.
Nitekim böyle fert fert dinden çıkmalar olduğu gibi, zümre zümre dinden çıkmalar da oluyor. Hadis-i şerif'lerde bu dinden çıkmaların farkına varmadan, iz bırakmadan olduğuna işaret edilmesi tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Sizin aranızda öyle zümreler türeyecektir ki; siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, iyi işleri yanında kendi iyi işlerinizi küçük göreceksiniz. (Yani onların yaptığı işler dıştan sizinkinden üstün gibi görünecektir.)
Onlar Kur'an da okuyacaklar. Fakat Kur'an(ın) feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir (yalnız dilde kalacaktır). Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Okun sahibi (avı delip geçen) okun demirine bakar (kana benzer) bir şey göremez. Sonra ağaç kısmına bakar, bir şey göremez, yelesine bakar, orada da bir kan izi göremez. Daha sonra (Acaba ava dokunmadı mı?) şüphesiyle, kirişe gelen ve fok denilen çatal yerine bakar, orada da bir iz göremez." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1783)
Hadis-i şerif'ten anlaşılıyor ki, bu kadar ibadet ve taatlarına, Kur'an-ı kerim de okumalarına rağmen ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkıyorlar. Neden dinden çıktıklarına dair hiçbir iz de yok gibi görünüyor? Fakat Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler incelendiği zaman göreceksiniz ki Allah-u Teâlâ onları dinden çıkarıp atmıştır. Artık zanlarının hükmü yoktur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gelecekle ilgili hadiseler hakkında bilgi verirken bir noktasında şöyle buyuruyorlar:
"Bir kimse hakkında ne kadar kahraman zâttır, ne kadar zarif kişidir, o ne kadar akıllı kimsedir diye övülür. Halbuki onun kalbinde hardal tanesi kadar iman yoktur." (Müslim, İman)
Bu Hadis-i şerif'leri arzetmekteki gayemiz, siz bunları dıştan dinde kahraman gibi görürsünüz. Oysa ki bunlar imansız olarak yaşarlar, bütün iş ve icraatları gösterişten ibarettir.
"Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfikûn: 4)
Bu münafıklar kalplerindeki nifakı gizliyorlar. Ancak her şeyi bilen Allah-u Teâlâ kalplerin gizlediklerini de en iyi bilendir.
"Size geldikleri zaman: "İnandık!" derler. Halbuki yanınıza kâfir olarak girip kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir." (Mâide: 61)
"İyi bilin ki onlar, içlerindekini O'ndan gizlemek için göğüslerini çevirirler. İyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri zaman da, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. Şüphesiz ki O, göğüslerin özünü bilendir." (Hûd: 5)
"Allah, gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir." (Nahl: 19)
Allah-u Teâlâ bu bilgisinden Zât'ına yaklaştırdığı kimseyi haberdar etmekten de aciz değildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." (C. Sağîr)
Dünya hayatı kuyunun üzerinde bulunan bir ağacın dalında yaşamaya benzer. Bu temsili acayip karşılamayın, dünya hayatı hakikaten ağacın üzerinde yaşamaya benzer. Zira insan hiçbir zaman kendisinden emin değildir. Her an düşerim endişesi vardır. Bu düşmemiz, hayat-ı ebediyemize mâlolabilir.
Bir nefes verdiğimizde hangimizin almaya kuvveti var? Şu halde bir nefes ötesini göremiyor ve bilemiyoruz. Nefes bittiği anda muhakkak düşeceğiz amma acaba nereye düşeceğiz? Esfel-i sâfilin'e mi düşeceğiz, yoksa Hazret-i Allah bize rahmet ve merhamet edecek de, bizi lütfuna mı nail ve dahil edecek? Biliyor muyuz bunu? Bilmiyoruz. Bilmediğimiz halde, biz nasıl olsa bu dünyaya geldik, zevk bu zevk, dem bu dem, âlem bu âlem diyoruz. 'Acaba benim gidişatım hangi yol üzerinedir, yerim nereye hazırlanmış, âkıbetim ne olacak?' diye hiçbir kontrol yok bizde. Sanki her şeyi elde etmişiz. Nefis putuna istinad etmiş gidiyoruz. Bu boşluğumuz bize çok zarar veriyor.
Bir müslümanın beş düşmanı vardır. Bunlar öyle bir düşmandır ki; imanı da, iz'anı da, ameli de her şeyi yok edebilir.
Bu beş şey ferdidir, kişinin kendindedir, içtedir.
1. Nefis.
2. Şeytan.
3. Şehvet.
4. İnsan şeytanı.
5. Aşırı dünya muhabbeti.
Binaenaleyh insanda nefis var, şeytan var, dünya var, çeşitli arzular var, bunların hepsi imanı tehdit ediyor. Allah'ım muhafaza buyursun.
İşte bu sayılan beş düşmandan herhangi birisi tesirini ve gücünü gösterirse, ruhun üzerinde baskı yaparsa kişiyi münafıklığa düşürür.
Münafıklık, bir müslümanın korkması gereken en büyük tehlikedir. Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
Bu beş düşmanın haricinde ayrıca sapıtıcı imamlar ve âhir zaman uleması da var. Bunlar fert fert değil de, insanları kitleler halinde münafıklığa sevkederler, dinden kaydırırlar.
Daha evvel de arzetmiştik ki:
"'Allah'ım! Beni menfaatin kokusundan dahi koru!'
Bu sözümüzü unutmayın!
Bu yoldan sapan ve dünyaya tapanlardan ibret alın. Bu sözlerimi bir nasihat, bir vasiyet olarak beyan ediyorum.
Tekrar söylüyorum: Dünyaya dalmayın, harama kaymayın. Şüpheliden dahi sakının ki, yoksa helâkinize vesile olur.
Biz, Allah-u Teâlâ'nın lütuf desteği ile yürüyoruz. Bize gelen bize yeter. Helâl olanda bereket var, haram olanda cehennem var. Nefsini nereye satarsan karşılığını alacaksın.
Hakk'tan geldim, Hakk'a gidiyorum. Ne ki aldı isem onu götürüyorum. Bu bir emanetullahtır. Riâyet eden kurtulur. İhanet eden tutulur, felâh bulmaz, dünyada da âhirette de.
Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar var; şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar büyük harpler var. Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın. Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, sonraya kalanlar donakalır. O zaman herkes inanacak amma, iş işten geçmiş olacak."
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O, kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O, dilediğine hidayet verir. Dilerse O, her felâketten kurtarır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu yaratıcıyı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.
"İnsanın gönlünü çeken kadınlar,
Oğullar,
Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler,
Salma ve güzel atlar,
Sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatidir. Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır." (Âl-i İmrân: 14)
Bu ihsan ve ikramlar karşısında nankörlük eden kimse açıkça kendisini helâk etmiş olur.
Lütfettiği vücud binasında düşmanların yer alması ile, yani Hakk'tan gayrı şeylerin muhabbetini kalbine koyması ile Hakk ve hakikatten sapmış olur.
Çünkü Âyet-i kerime'de:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin.
Nazargâh-ı ilâhi olan kalbi Hazret-i Allah kendisi için halketmiştir. Binaenaleyh o kalpte Hazret-i Allah'ın muhabbeti mevcutsa, daha doğrusu Hazret-i Allah mevcutsa, mâsivâ o kalbe giremez.
Para varsa kasada kesede, mal varsa dükkanda evinde olacak, fakat bunlar kalbe girmeyecek. Eğer kalbe girerse kalbi ifsad eder ve muhabbet-i Mevlâ o kalpte bulunmaz.
Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır. Dünya geçici bir sahnedir. İmtihanını vereceksin ve seni çekecek, hepsi bu kadar. Onun için O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır.
En büyük sevgi Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a ve sonra Vekil'inedir.
"Sırf O'nun cemâlini dileyerek sabah akşam Rabb'lerine yalvaranlarla birlikte bulun ve sabret. Dünya hayatının güzelliklerini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz, hevâ ve hevesine uymuş, haddi aşmış kimselere boyun eğme." (Kehf: 28)
"Bir insan; Hazret-i Allah'ta çok samimi olacak, Hazret-i Allah'tan çok korkacak, Hazret-i Allah'ı çok sevecek.
Hazret-i Allah'ın emirlerini, kendi arzusunun üstünde tutmadıkça, "Hazret-i Allah, bana ne emredecek?" diye seve seve bakmadıkça samimi değildir.
"Aman bir şey mi isteyecek?", "Bir yere mi gönderecek?" böyle değil efendim. "Beni yokuşa mı sürecek?", hayır! Ateşe bile sürüklese seni "Benim sahibimin beni benden fazla sevdiğini iyi biliyorum, benim sahibim bana ateş gösterir ama onun arkası nur." diyecek. Ne ki emretmişse seve seve yapacak...
İsterse ateş olsun, ateşe vuracak, ötesini düşünmeyecek.
İşte Hazret-i Allah'ta samimiyet böyle olur.
Sen, O'nun emrini kendi arzundan üstün tutarsan, O da seni tutar, O seninle samimi olur. Niçin? O, seni sever ve seninle meşgul olur. İbtilâ da böyledir zaten. Sevdiği için ibtilâ veriyor, ötekisine hiç vermiyor. Seviyor, seninle konuşmak istiyor, seninle görüşmek istiyor, seninle hasbihâl ediyor. Hazret-i Allah'ın ilgilendiği kul böyledir.
Hazret-i Allah, kul samimi olduğu için samimi olmak istiyor. Bakın kulu nereye çıkardı Hazret-i Allah.
Onun için insan, Hazret-i Allah'ta samimi olmalı. Öyle samimi olmalı ki, Hazret-i Allah'ı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı kendisinden fazla sevmeli.
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu.
"Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2069)
Kişi ihlâs ve samimiyetini ibraz edemezse, Hazret-i Allah'ın lütuf ve ihsanlarına hiçbir zaman nâil ve dahil olamaz. Çünkü Hazret-i Allah bizim suretimize değil de niyetimize bakıyor. Niyetimiz hâlis olursa yapacağımız hayırlı işleri kolaylaştırır. Yapıldıkça da Mevlâ bizden râzı olur.
İhlâsı olmayanda sadakat olmaz, samimiyet olmaz.
İhlâslı çalışma ve ubudiyet arzusu gönülde olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk kişinin öz niyetine bakıyor. Bize ihlâsla ubudiyet, sadakatle çalışma düşüyor.
Kimi çalışır rızâ için. Rızâ için çalışanlar ücretini Hakk'tan alır, halktan bir şey beklemez. Allah'ım onlardan etsin.
Bütün Peygamber Efendilerimiz davet ettikleri topluluklardan hiçbir ücret istememişlerdi.
"Resul'üm! Onlara de ki: 'Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim Allah'a âittir. O her şeye şâhiddir." (Sebe: 47)
Allah-u Teâlâ hiçbir ücret istemeyenlerin doğru yolda olduğunu beyan ediyor ve onlara tabi olunmasını emir buyuruyor:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Maksatla çalışan dünyada iken ücretini almak ister. Onun artık Hazret-i Allah'ın yanındaki durumunu bilmiyorum. Onun için Allah'ım niyetimizi hâlis, amellerimizi makbul buyursun, rızâ yolunda çalıştırdığı kullardan etsin. Yoksa insan ücretini dünyada alacağım dediği zaman, ahirette ne hakkı olur? Bu konuda çok dikkatli olmak lâzım. Çalışırken gaye Allah olacak, rızâ olacak, halktan bir şey beklenmeyecek ki, Hakk ona ihsan buyursun.
Halbuki asıl hizmet liveçhillâh yalnız Allah için yapılandır. Hakk için çalışanlara Allah-u Teâlâ ihsan eder, ikram eder, fakat halktan ücret bekleyen kimse, ücretini peşin olarak almıştır, ikinci bir ücret almaya hakkı yoktur.
Yalnız ve yalnız Allah için çalışan, halktan hiçbir şey beklemeyen yok denecek kadar azdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Siz Allah'ın dinine yardım edip sarılırsanız Allah da size yardım eder." (Muhammed: 7)
Bu ilâhi hükme inanıp iman eden kimse; Hazret-i Allah'a sığınır, hiç kimseden çekinmez, çünkü onun desteği bizzat Hazret-i Allah'tır.
Bu nimeti elden kaçırmayalım. Bu da ancak ihlâslı çalışmalarla olur.
Dikkat ederseniz "Vasiyet"te bir yer var:
"İhlâsı yaşayanları seçin. Zira yarın, sizi borçlu çıkarır.
İhlâslısını seçin, velev yaptığı iş az olsa da."
İhlâs sahipleri muhafaza altındadır. Yani evvelâ ihlâs, sonra iş. İhlâssız olan çok pahalıya mal olur. Cemiyete zarar verir, beşeriyete zarar verir, kasaya zarar verir, çok zararı olur. Onun için önce ihlâs, sonra çalışmak.
Bir insandan ihlâs kalkıp menfaat, su-i niyet girerse Hazret-i Allah feyzi çeker. Balıklar susuz kaldığı gibi insan susuz kalır. Hakk yolunda hareket, menfaat girmeyecek.
Niyet-i hâlisâ olursa samimiyet olur, doğruluk olur, o doğrulukla beraber itimatla yavaş yavaş maali maksuda ulaşır. Yeter ki kulda o ihlâsı, o niyeti, o azmi görsün. Hakk'tan geldik, Hakk'a gideceğiz. Binaenaleyh güzel geldik, güzel gidebilmek için güzel iş ve harekette bulunmamız lâzım."
"Yâ Rabb'i! Lâyık olmadığımız halde sevmişsin, seçmişsin, yola koymuşsun, bunun şükrünü bize bahşet, sana şükredelim. Bizi lütfunla destekle, hizmet edelim."
"Hamdolsun Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin verdiği veriliyor, yol yapılması için. Bizim bütün gayemiz ve gayretimiz Hazret-i Allah'ın lütuf nur yolu yapılması içindir.
Çok sene evvel mânâda görüyoruz ki; bir bayır var, herkes koyduğu taş kadar yürüyor. Biz de yürüyoruz, dediler ki;
"Bu yol yapıla yapıla gidilir."
Biz de "Yapıcısı sizsiniz, yürüyücüsü biziz."
Ve geçtik gittik.
Yani demek istiyoruz ki; mürid hazır yürüyücüdür. Sevdiklerini hazır yolda yürütürler. Mürşid yanan muma benzer, kendisini yakar etrafındakileri ışıtır.
Bir kimse yalnız Allah için, bu yolun terakkisi için gayret ediyorsa, Hazret-i Allah ona yardım eder. Maksat menfaat güdüyorsa, bir değer peşinde ise, çürüklüğüne vesile olur, nurlanmasına zarar verir. Bunun için bu yolda mihnetle çalışmak değil, çalışmayı minnet bilmemiz lâzım. Çok ince bir noktadır.
Sakın hiçbir zaman önderlik istemeyin. Onda büyük güçlükler, büyük ibtilâlar vardır. Bu yük altına herkes giremez. Hazret-i Allah bizi nereye tayin etti ise, orada çalışalım. Bizim için bu hayırlı olur."
•
"Nasibin kadar iş yap ama huzurla yap. Telâşa gerek yok, bize gelen bize yeter. İki günlük hayatımız var; üzülmeyelim, üzmeyelim.
Menfaat girdiği anda, çok iyi bilinsin ki Hazret-i Allah gayreti çeker alır. Gayreti alınan kimsenin hizmeti de mihnetle olmaya başlar. Mihnetle yapılan hizmeti Hazret-i Allah sevmez."
•
"Dünya çalışma yeridir, burada çalışma ihmal edilmeyecek. Çünkü ahirette mertebeler üst üste. Orada herkes şöyle diyecek:
"Keşke biraz daha çalışsaydım da bir üst mertebeye çıksaydım."
Orası ebediyet yurdu; orada herkes "Keşke!" diyecek.
Şu halde bu keşkeleri azaltmak için çok çalışmak lâzım. Ne kadar çalışmak lâzım? Gücünün yettiği kadar. Dünya durma, dinlenme yeri değildir."
•
"En kıymetli amel, en büyük şeref Allah yolunda hizmetçi olabilmektir.
Biz O'na muhtacız, O bizim hiçbir şeyimize muhtaç değil.
Eğer sana bir sermaye koyduysa o sermaye bir lütuftur, bir feyizdir, bir berekettir, bir ilhamdır, onunla çalışırsın.
O'nun çalıştırdığı kul ile nefsin, şeytanın çalıştırdığı kul nasıl ayrılır?
Hazret-i Allah'ın çalıştırdığı kul, her şeyin Hakk'tan olduğunu bilir, hiçbir şeyi kendine mâletmez.
Onun için mihnetle çalışmamalı, çalışmayı nimet bilmelidir. Çalışmayı nimet bilene, lütfunu bereketini artırır. Mihnetle çalışanlar, eğer niyetleri hâlis ise bir nebze yol alırlar, niyetlerini de bozarlarsa bir gün bırakılırlar ve sırtüstü düşerler."
•
"Orası için çalışın. Orası için hazırlık yapın, ahkâm-ı ilâhi'yi yerine getirin.
Biz Hakk'a muhtacız. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. O hep ihsanda, biz ise hep isyandayız.
Hizmeti minnet bilenler Rahman'ın yolundadır, mihnetle hizmet edenler şeytanın yolundadır. Birisi Hakk'a hizmet ediyor, diğeri şeytana hizmet ediyor.
Hizmeti minnet bilenler Allah-u Teâlâ'nın rızâ-i Bârî'sini kazanır, mihnetle hizmet edenler gadabını kazanır.
Bu yolda efendilik yok. Yaratıcı Hazret-i Allah'tır. Efendilerin efendisi ise Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir."
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60)
Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı kerim'inde şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm'a olan düşmanlığını, onu yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb'ine karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu, Âdemoğulları'na kıyamete kadar sürecek bir harp ilân ettiğini bize açıkça haber vermiştir.
"Ey Âdemoğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın." (A'râf: 27)
Onun hedefi insanın örtüsünü yırtmak, hissî ve mânevî faziletlerden onu mahrum bırakmaktır.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğu için şeytanın çok hileci ve aldatıcı olduğunu haber veriyor.
Sakın o lânete uymayın, ona kulak vermeyin, benden korkun, emirlerime tâbi olun! Sizi uyardığım halde ona uyarsanız, o zaman kendi âkıbetinizi şimdiden hazırlayın ve onunla cehennemde beraber olacağınızı bilin!
"Şüphesiz ki o ve kabilesinden olanlar, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler." (A'râf: 27)
Allah-u Teâlâ, şeytanlara ve cinlere öyle bir hılkiyet vermiştir ki; görünmezler fakat iğva verirler, kötülük fısıldarlar, yoldan çıkarmak için ne lâzımsa yapmaya gayret ederler.
Şeytan Allah-u Teâlâ'nın müminlere ihsan ettiği iman sermayesini çalmak ve sapıklığa düşürmek için olanca gücü ile çalışır, âdeta ordusu ile hücum eder. İlk olarak itikadı bozmaya çalışır, Hazret-i Allah'ı inkâr ettirmek için harekete geçer. Muvaffak olamazsa Resulullah Aleyhisselâm'ın hak peygamber olmadığını savunmak ister, o cihetten yıkmak ister. Oradan da yıkamazsa "Kur'an-ı kerim Allah kelâmı değildir." gibi vesveselerle karşısına çıkar. Katî olarak emredilen veya yasak edilen şeyleri evirmeye, çevirmeye, değiştirmeye çalışır. Gayesi insanı sapıttırmaktır, Hazret-i Allah'tan, Kur'an'dan ve Peygamber'den ayırmaktır. Şayet ayıramazsa, o Allah-u Teâlâ'nın kulu; fakat ayırırsa o şeytanın kulu oluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O kendi taraftarlarını çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fâtır: 6)
"Onun hakkında şöyle yazılmıştır. Kim onu dost edinirse bilsin ki o kendisini saptırır ve alevli ateşin azabına sürükler." (Hacc: 4)
Allah-u Teâlâ şeytanın dostluğunu edinenlere zalim diye hitap ediyor ve şeytanın soyunun çoğalıp yeryüzüne yayıldığını beyan buyuruyor:
"Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun soyunu dost mu ediniyorsunuz? Oysa onlar size düşmandır. Zâlimler için bu ne büyük bir değişmedir!" (Kehf: 50)
İnsanın insanlığı şeytana düşman olmayı gerektirir. Fakat insan şeytanın hile ve yalanlarına o kadar kapılıyor ki onu dost edinmeye başlıyor. Onun bu dostluğu, onların karşılıklı düşmanlıklarının dostluğa dönüşmesi manasına gelmez. Ancak insanın, düşmanı tarafından kandırıldığı manasına gelir. Çünkü insan şeytanla ebediyyen dost olamaz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, şüphesiz ki o apaçık bir ziyana uğramıştır.
Şeytan onlara vaadlerde bulunur ve ümitlendirir. Hâlbuki şeytanın onlara verdiği vaatler aldatmacadan başka bir şey değildir.
İşte onların varacağı yer cehennemdir. Oradan kaçmaya asla yol bulamazlar." (Nisâ: 119-120-121)
Şeytan nasıl ki Hazret-i Allah'a karşı geldi, asi oldu, emirlerini dinlemedi; âdemoğlunu da sapıtmak için yanına çekmek için ordusuyla hücum eder. Ancak iman edip itaat edenler kurtulmuştur.
Şeytan daima kalpleri bozmak ve vesvese vermek ister. Ancak ihlâs sahipleri üzerinde nüfuzu yoktur.
"Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır." (Hicr: 42)
Binaenaleyh ihlâs kaybolduğu zaman o kimseye nefis ve şeytan nüfuz etmeye başlar.
"Böylece Allah, şeytanın attığı vesveseleri, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseler için bir imtihan vesilesi yapar." (Hacc: 53)
Kalp bozulduğu zaman iyiyi kötü görmeye başlar. Nefsi yaptıklarını hoş gösterir. Her türlü vesvesenin peşine takılır.
"Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler: 'Bu misalle Allah neyi kastetmiştir?' desinler. İşte Allah, dilediğini böyle şaşırtır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabb'inin ordularını ancak kendisi bilir." (Müddessir: 31)
Olgun bir meyvenin içine kurt girince düşmeye mahkûm olduğu gibi kalbi bozulduğu zaman içine kurt girer ve ihlâsını alır. Artık onun yol alması ile almaması mevzu değildir. Artık o bir yıkıcıdır, varlık ile hareket eder. Her hareketinde bir maksat, bir menfaat yatar. Allah için adım atar gibi görünür, bir adım bile atmaz. İçindeki gizli gayesi zaten onu bu hâle düşürmüştür. Artık ondan hayır gelmez, niyetini bozmakla kendisini ihraç etmiştir.
Bu gibi kimseler Allah ve Resul'ü hakkında, varisleri hakkında su-i zanda bulunurlar.
"Hani o zaman münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Allah ve Resul'ü bize sadece kuru vaadlerde bulundular.' diyorlardı." (Ahzâb: 12)
Bu sûizanlarını gizlerler. Ancak Allah-u Teâlâ onların kalplerinde gizlediklerini ortaya çıkarmaktan aciz değildir.
"Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah'ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?" (Muhammed: 29)
Kalplerinde hastalık bulunanlar ifsat ve bölücülük yaptıkları gibi hainlik yapmaktan da çekinmezler.
"Kalplerinde hastalık bulunanların: '(Devir onların lehine döner de) bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de böylece onlar içlerinde gizledikleri şeyden (nifaktan) dolayı pişman olurlar." (Mâide: 52)
Kalpte maraz olduğu zaman her kötülük husule gelir.
Kişi ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtarması ile kurtulur. Ancak Allah için hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir.
Onlara hakikati bildirir, duyurur. Onları nefis ve şeytanın hilelerinden kurtarır.
Nefsin ayrı hilesi vardır, tükenmez; şeytanın ayrı tuzakları vardır, bitmez. Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfuyla tecelli ederse bütün bu hileler ve tuzaklar hükümsüzdür.
Halbuki İblis meleklerin hocası idi, ilmi vardı. Amma ilim insanı kurtarmaz, iman ve amel-i sâlih kurtarır. Kurtarsaydı şeytan kurtulurdu.
Onu bu hale ilmi koydu. Onun için kendini "Âlimim!" zanneden birçok kimse iblis oluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşfü'l-Hafâ)
O yüzden "İhlâs sahipleri de büyük tehlikede" buyurulmuştur. Şeytan, Âdem Aleyhisselâm'ı aldattı, seni mi aldatmayacak? Aldanmamak mahviyyettedir.
Allah-u Teâlâ'nın işine karışmaktan daha büyük hata olmaz. Hâlik'ın işine mahlûkun aklı ermez. Nesine? Hiçbir şeyine. O, Hâlik; sen, mahlûk.
"Hazret-i Allah'ın işine karışmayacaksın. Peygamber Aleyhisselâm Efendilerimiz'in işine karışmayacaksın. Mürşid-i kâmil'lerin işine karışmayacaksın. Karıştın, gittin! Çünkü bilmeyerek bir yere, düğmeye basarsın, berhava olur gidersin."
İnsan nefsinin isyanını, itaatsizliğini Rabb'isinden bilirse bu büyük hatadır, hiç affedilmez. Günahlar buradan doğuyor.
İblis burada iki büyük hata etti, küfre girdi. Hem emre itaat etmiyor, hem ilâhi hükme râzı olmuyor, hem de nefsine ait olan şeyi Hazret-i Allah'a bağlamaya çalışıyor.
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır." (Nisâ: 79)
Görünen görünmeyen bütün iyilikler, maddî ve mânevî bütün nimetler hep Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerindeki engin rahmetinin, sonsuz ikramlarının, cömertçe verdiği ihsanlarının birer tezahürüdürler, kulların kendi kazançları değildir.
"Bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)
İnsanın yaptığı açık ve gizli bütün kötülükler, başına gelen musibetler nefsinin eseri ve mahsulüdür, kendi kazancıdır. Kişi öyle istediği için, onun aleyhinde takdir eden de Allah-u Teâlâ'dır.
Adem Aleyhisselâm ise hata edince hemen tevbeye döndü. Topraktan yaratılışının turabiyetini gösterdi. İblis ateşten yaratalışının turabiyetini gösteremedi. Adem Aleyhisselâm topraktan yaratıldığı için turabiyetini gösterdi. İblis ateşten yaratıldığı için kendinde fazilet aradı ve helâk oldu.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın. Size hidayet erişince, sapıklığa düşenlerin sapıklıkları size zarar vermez. Onların zarar ve mesuliyetleri sırf kendilerine âit kalır.
"Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir." (Mâide: 105)
Bu ilâhi beyan doğru yolu bulanlara bir mükâfat sözü, sapıklığı tercih edenlere bir tehdittir.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihattır." (Câmiu's-Sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması; sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim mücahede ederse kendi öz nefsi için mücahede etmiş olur." (Ankebut: 6)
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Allah'tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Nefsini ayağının altına alırsan vezir olursun. O seni ayağının altına alırsa rezil olursun. Cennet de hak, cehennem de hak. Nefsine dersin ki; "Ey nefis! Tercih et!" O kadar...
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
İnsan, tuzaktaki daneyi görüp ona yaklaşan kuşa benzer. Kuş danenin arkasında kendisini bekleyen tehlikeyi görmediği için tuzağa düşer. İnsan nefsinin arzularına uyarsa, sürüklenmekte olduğu cehennemi göremez.
Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Cennet sizin her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2036)
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruyor. (Furkân: 43)
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
Ecel gelinceye kadar bu uğurda çalışıp çabalayan, fitnelere, imtihanlara göğüs geren kimse, sırf kendi hesabına ve kendi menfaatine çalışıp çabalar.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf hidayeti ile hidayete eren kullar ise korku içindedirler.
Bu korku onları istikamet üzerinde bulundurur veya Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiyleri istikametinde yaşarlar, ahirette ise hiç korkmazlar, korktuklarından emin olurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Yunus: 62)
Allah korkusu her korkuyu silmiş, içinde başka korku kalmamıştır.
"Onlara bir musibet geldiğinde:
'Biz Allah içiniz ve elbette O'na döneceğiz.' derler." (Bakara: 156)
Başlangıçta yok iken O'ndan geldiğimiz gibi, sonuçta yine O'na varacağız.
"İşte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır." (Bakara: 157)
Gadâb-ı ilâhi'ye sebep teşkil edecek olan bütün kötülükler işleniyor.
"Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor." (Nisâ: 27)
Bu beyân-ı ilâhi Allah-u Teâlâ'nın günahkâr kulları üzerindeki rahmet, merhamet ve mağfiretinin ne kadar engin olduğunu apaçık göstermektedir.
"Yaptığı zulümden sonra tevbe edip hâlini düzelten kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir." (Mâide: 39)
Bu beyanlardan sonra insan günahlarına tevbe etmeli, Hazret-i Allah'tan affını istemelidir. Allah'ın dinini, Resulullah'ın sünnetini yaşamayı gaye edinmeli ve azmetmelidir.
Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ onları kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları ve hayvanları helâk oldu, kadınlar kısırlaştı.
Nuh Aleyhisselâm onlara öğütlerde bulundu:
"Rabb'inizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır." (Nûh: 10)
Tevbe edenlerin tevbesini, şirk ve küfür hususundaki günahları ne kadar çok olursa olsun kabul eder.
"Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin." (Nûh: 11)
Eğer siz O'ndan bağış isterseniz, o da size bolca yağmur yağdırır.
"Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.
Size ne oluyor ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?" (Nûh: 12-13)
Kudret ve azametinden korkmuyor, makamı karşısında titremiyor, O'ndan sakınmak suretiyle sevabını ummuyorsunuz.
Yağmur duâsında istiğfar etmek de bundan dolayı meşru olmuştur.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halkla beraber üç gün yağmur duâsına çıkmış, istiğfardan başka bir şeyle meşgul olmamıştır. Ashab-ı kiram'dan bazıları "Yâ Ömer! Biz buraya rahmet duâsına geldik, sen rahmet duâsı ile meşgul olmadın!" dediklerinde "Ben semânın yağmur damarlarıyla duâ ettim." buyurmuş ve Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine söylediği sözleri beyan eden Âyet-i kerime'leri okumuştur.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Teâlâ o kimseyi her darlıktan kurtarır, her sıkıntısına bir ferahlık verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır." (Ebu Dâvud)
Hûd Aleyhisselâm da kavmini tevbe ve istiğfara dâvet etmişti:
"Ey kavmim! Rabb'inizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin." (Hûd: 52)
Bu Âyet-i kerime'lerde tevbe ve istiğfarın her şeyin husûlüne vesile olduğu bildirilmektedir.
"Rabb'inizden mağfiret dileyiniz ve O'na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin." (Hûd: 3)
Günahlarınızdan dolayı Rabb'inizin affını ister, samimiyetle tevbe eder, Rabb'inize yönelerek ve O'na itaat etmek suretiyle tevbenize dosdoğru devam ederseniz, bu dünyada size geniş rızık ve müreffeh bir hayat sağlar.
"Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar lânetlenmekten kurtulmuşlardır. Ben onların tevbesini kabul edenim ve ben tevbeleri daima kabul edenim, merhamet edenim." (Bakara: 160)
İstiğfara devam edip de ihtiyaçtan ve sıkıntılardan kurtulmayanlar, istiğfarın şartlarını yerine getirmeyen kimselerdir.
Allah-u Teâlâ'dan cidden korkmamız lâzım. Cenâb-ı Hakk'a çok sığınıp çok yalvarmamız lâzım. Diyeceksiniz ki; "Ben yalvarıyorum." Hayır, hayır! Öyle değil. Bu âfâtı bizden uzak et demekle olmaz. Herkes uyurken uyanarak, herkes gülerken biz ağlayarak, secdede gözyaşları ile niyaz edeceğiz, yalvaracağız. Merhameti sonsuzdur, ola ki rahmetiyle tecelli eder de bizi bağışlar. Gelecek azabı yok eder veya tehir eder. Yoksa hakikaten çok şeylere müstehak olduk. Ele alınacak tarafımız kalmadı.
Eğer bilsek ağlamaktan, istiğfar etmekten, sığınmaktan başka hiçbir çaremiz yoktur. Azabı indiren de O, azabı kaldıracak olan da O!
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan (O'nun azabından) kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakla olacağını anlamışlardı." buyuruluyor. (Tevbe: 118)
Eğer biz boynumuzu büküp, günahlarımızı, acziyetimizi, hatamızı itiraf edip affımızı dilenirsek, O'na sığınırsak şüphesiz O'nun merhameti boldur.
"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi ve Peygamber de kendileri için af isteyiverseydi, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah'ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.
Bu ilâhi emir, onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz. Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ'nın tevbeleri kabul etmesi ve onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm'a gelmelerine, huzurunda mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın da onlar için istiğfar edivermesine bağlıdır.
Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir. Çünkü tasarruf devam eder.
"Allah'ım hidayetimizi artır. İmanımızı kemâlleştir. Rahmetini gönlümüze yerleştir. Nûrunu kalbimize akıt. Hakk ile bâtılı bildir ve yaşamamızı nasip eyle."
Buradaki esrar, her şeyi Hazret-i Allah'tan istemek, O'ndan beklemek ve dilemektir. İmanı ve hidayeti Cenâb-ı Hakk'tan bütün sâdık kullar dilemişlerdir.
"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin." (Âl-i imran: 8)
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Ey Rabb'imiz! Biz şüphesiz inandık, günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!" (Âl-i imran: 16)
"Ey Rabb'imiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin." (Tahrim: 8)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şu mübarek duâları ne kadar arza şayandır:
"Allah'ım! Kalbimde bir nûr kıl, gözümde bir nûr kıl, kulağımda bir nûr kıl, sağımda bir nûr, solumda bir nûr, üstümde bir nûr, altımda bir nûr, önümde bir nûr, arkamda bir nûr kıl. Beni nûr eyle!" (Buharî. Tecrîd-i sârih: 2146)
"Ey benim Rabb'im! Dünyada da ahirette de yegâne yar ve yardımcım sensin, iman ile göçmeyi lütfet!" diyorum. Her zaman bu duayı yapıyorum.
Dikkat ederseniz Peygamber Efendilerimiz de bu duayı yaptı.
"Rabb'im! Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
Süleyman Aleyhisselâm, Yusuf Aleyhisselâm, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- da bu duayı yaptı. Ve aslında hepsi yaptı.
İman bu kadar mühimdir. Fakat insan farkında değil.
Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra kıyamet alâmetlerinden bazısı zuhur edince Ashab-ı kiram dahi nifaka düşmekten çekindi.
İbn-i Ebu Müleyke -rahimehullah- anlatıyor:
"Resulullah aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabından olup da Bedir gazvesine katılanlardan otuz kadarına yetiştim. Hepsi de kendi hesabına nifaktan korkuyorlar ve dinlerinde fitneye düşmekten kendilerini emniyette hissetmiyorlardı." (Buhârî)
Onlar ki böyle dikkat ediyordu. Hususiyetle bu zamanda bize ne düşer! Artık öyle bir devirdeyiz ki dünya İslâm'ın en önünde görünenlerini yutuyor, imanlarını alıyor, nifaka sürüklüyor.
Hazret-i Enes -radiyallahu anh-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar:
Allah ve Resûl'ünü, her şeyden ve herkesten daha çok sevmek,
Bir kulu sırf Allah rızası için sevmek,
Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm'ı nasip ettikten sonra tekrar küfre düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak." (Buhârî)
İmandan sonra küfre, nifaka düşme tehlikesi olduğunu bu Hadis-i şerif'ten de anlayabilirsiniz.
Bu devirde bu tehlike bir afet halini almıştır. Kurtulmak adeta imkânsız hale gelmiştir.
"Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!" (Necm: 61)
Onun için hakikaten acınmaya ve kurtulmaya ihtiyacımız var. Çünkü insan beşerdir. O hep ihsanda, biz ise hep isyandayız. Sözümüzle, fiilimizle, hareketimizle hep isyandayız. O ise hep ihsanda. Onun için af ve mağfirete cidden ihtiyacımız var.
Allah'ımız bizleri hidayetine erdirdiği, imanla süslediği, İslâm ile ziynetlendirdiği kullarından yapsın.
Bize hayât-ı hakikiyi lütuf buyursun ve hakikati duyursun. İnşaallah-u Teâlâ.