Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in en yakın dostu olan Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Hazretleri'nden bu vesile ile bahsetmeyi lüzumlu görüyoruz:
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'i sevebilme lütfunu Hazret-i Allah'tan dilemek lâzımdır. Bir mahlûkun kuvve-i beşeriyesi onun büyüklüğünü anlayamaz. Cenâb-ı Hakk'ın müstesna kullarındandır.
Allah'ım çok sevdirdiği için, biz onları anarken "Müslümanların ilâcı" diye vasıflandırırız. Anlaşılması için mevzu arasında "Sıddık-ı Ekber" deriz. Fakat fakirin yanındaki ismi budur. Hep bu isimle anarız. O her hastalığa bir ilâçtır. Her derde şifadır. Bunu böyle kabul etmişizdir.
Size bunun hikmetini arzedelim:
Hazret-i Allah'ın nuru -sallallahu aleyhi ve sellem- ahirete intikal ettiği zaman, gerçekten müslümanların üzerine büyük bir musibet çökmüştü. Ashâb-ı kiram arasında büyük bir teessür uyandı. Medine-i Münevvere'yi derin bir matem havası kaplamıştı. Onun gibisi zaten bir kere gelmemiş ki, bir daha gelsin. Böyle bir nurun gitmesi, her tarafın büyük bir zulmete düşmesi demek oluyordu. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de dahil olmak üzere birçok müslüman onun vefat ettiğine ihtimal veremiyorlardı.
Böyle buhranlı bir anda soğukkanlılığını muhafaza edebilen zât yalnız Sıddık-ı Ekber oldu. Hiç telâşa kapılmadı, hiç kimseye bir şey söylemedi, doğruca Hücre-i saadet'e girdi. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in mübarek yüzünü açıp baktı, alnından öptü;
"Hayatta iken güzeldin, me'mâtın da güzel yâ Resulellah!" diye ağladı.
Tekrar öperek yüzünü örttü ve Hücre-i saadet'ten çıktı. Ehl-i Beyt'i teselli etti. Daha sonra Mescid-i şerif'e giderek minbere çıktı. Herkes dinlemeye koştu.
"Ey insanlar! Kim ki Muhammed Aleyhisselâm'a tapıyorsa bilsin ki o vefat etmiştir. Her kim ki Allah'a tapıyorsa, bilsin ki Allah dâim ve bâkidir, asla ölmez." buyurdu ve Kur'an-ı kerim'den bazı Âyet-i kerime'ler okuyarak sözlerini bitirdi.
"Ey Resul'üm! Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (Zümer: 30)
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış olamaz. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i imran: 144)
Bu Âyet-i kerime evvelce Uhud harbi sırasında "Muhammed öldü" şâyiası üzerine nâzil olmuştu. Fakat şaşkınlıktan kimse bunu hatırlayamamıştı. Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- bu meâldeki Âyet-i kerime'leri okuyunca müslümanlar Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vefat ettiğine iyice kanaat getirdiler ve teskin oldular, herkes kendine geldi.
Hatta Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz;
"Daha evvel bu Âyet-i kerime'yi sanki hiç işitmemiş gibiydim." buyurmuştu.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- böylece ilk muvaffakiyeti kazandı.
•
Bu sırada Ensâr-ı kirâm -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz Ben-i Saide gölgeliğinde toplanmışlar, halifelik meselesini müzakere etmeye başlamışlardı. Bunu haber alan Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- Hazretleri'ni de yanlarına alarak Ensâr-ı kirâm'ın bulunduğu mahalle vardılar. Onlar da reisleri Sa'd bin Ubâde -radiyallahu anh-ye biat etmek üzere idiler.
İlk anda Ashâb-ı kirâm -radiyallahu anhüm- arasında fikir ayrılıkları husule geldi. Bir kısmı halife Ensar'dan olsun dediler. Bir kısmı Muhacirler'den olmasını istediler.
"Haşimiler bu işe daha lâyıktır." diyenler de vardı.
İleri gelen bazı kimseleri namzet gösterdiler. Şiddetli münakaşalar başladı. Sözler uzadıkça uzadı. O ise her iki tarafı da övüyor, yatıştırıcı sözler söylüyordu. Nihayet kendisi hiç istemediği halde müslümanlar ona biat ettiler. Alevlenmiş olan ateş sönmüş, havsalanın alamayacağı kadar büyük olan bir felâket bertaraf edilmiş oldu.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh- Hazretleri;
"Eğer Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmasaydı Muhammed Aleyhisselâm'ın vefatından sonra Ümmet-i Muhammed -Aleyhisselâm- helâk olurdu." buyurmuştur.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- derde derman, gönüllere safâ kazandırdı.
•
Üçüncü olarak Hazret-i Üsâme -radiyallahu anh-nin Şam taraflarına gönderilmesi hususundaki dirayeti de çok mühimdir.
Hastalığından bir gün evvel Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz büyük bir ordu hazırlamıştı. Bu orduyu Suriye hududuna gönderecek, o tarafları emniyet altına alacaktı. Henüz yirmi yaşlarındaki Üsâme -radiyallahu anh- Hazretleri'ni de orduya başkumandan yaptı. Sancağı kendi eliyle bağladı. Fakat hastalığının ağırlaşması üzerine ordunun hareketi gecikmişti.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahirete intikalinden sonra hilâfet makamına geçen Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- ilk iş olarak sancağı yine Hazret-i Üsâme -radiyallahu anh-a vererek, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hazırladığı bu orduya hareket emrini verdi.
Halbuki durum çok nazikti. Bazı Arap kabileleri dinden dönmüşler, irtidat etmişlerdi.
Medine-i Münevvere her an asîlerin hücumuna uğrayabilirdi.
Ordunun Medine'de kalması için vârid olan müracaat üzerine;
"Arslanların gelip beni kapacağını bilsem, yine Üsâme -radiyallahu anh-yi bekletmem." buyurdu.
Bazı müslümanlar da Hazret-i Üsâme -radiyallahu anh-ın henüz genç ve tecrübesiz olduğunu, başlarına daha yaşlı bir kumandanın getirilmesini istemişlerdi. Bunun için de Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-i hâlifeye gönderdiler. Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- ise;
"Bütün kurtlar üzerime saldıracak olsa, yalnız başıma da kalsam, yine Üsâme -radiyallahu anh-yi gönderirim. Çünkü Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in emri böyledir." buyurdu.
"Yâ Ömer! Peygamber Aleyhisselâm'ın tayin ettiği bir kumandanın benden azlini mi istiyorsun?" diye de celâllendi.
Nihayet ordu Medine'den ayrıldı. Bu hâl müslümanların üzerinde büyük tesirler icra etti, herkesin mâneviyatını yükseltti. Hazret-i Üsâme -radiyallahu anh- bu seferi esnasında kol kol kuvvetler çıkarıp bütün küfür diyarlarını tarayıp geçti. Karşı duranla da savaştı. Babası Hazret-i Zeyd -radiyallahu anh-i şehit edenleri buldurup cezalarını verdi. İki buçuk ay içinde pek çok esir ve ganimetle geri döndü. Müslümanlardan hiç zarar gören olmadı.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in bu dehâ ve dirayeti İslâm birliğinin korunmasında büyük bir âmil oldu. Onun bu karar ve ısrarı yalnız ve yalnız Hazret-i Allah'ın biricik Habib'ine -sallallahu aleyhi ve sellem- uyması sebebiyle idi ve dâvâyı kazandı. O nuru takip ettiği için o kazandı.
•
Dördüncü dehâsı ise Resulullah Aleyhisselâm'ın Dâr-ı bekâ'ya intikalinden sonra bazı kabilelerin başkaldırmaları sırasında görülür.
Ayaklanan bu kabilelerin bir kısmı İslâm'dan tamamen ayrılmak, tekrar eski dinlerine dönmek istiyorlar, bir kısmı ise;
"Biz namaz kılarız fakat zekât vermeyiz" diyorlardı.
Birçok yalancı peygamberler de türedi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de dahil olmak üzere birçok müslümanlar;
"Ey Resulullah'ın halifesi! Onlara biraz yumuşak davran, henüz cahiliyetten tam kurtulmadılar. Namaz kılsınlar zekât vermesinler" diye bir teklifte bulundular.
O ise İslâmiyet'in yıkımına vesile olabilecek olan bu teklifi şiddetle reddetti.
"Hayvanı verse, yularını bile vermezse namazla zekât arasında fark gözeten herkesle harp ederim." buyurdu.
Bütün bu hadiseler karşısında hiç metanetini kaybetmedi. Resulullah Aleyhisselâm'ın yolundan zerre kadar inhiraf etmedi. Bütün tedbirleri aldı. En değerli kumandanlarla, Ashâb-ı kiram'ın ileri gelenleri ile istişareler yaptı. Çeşitli mıntıkalara ordular gönderdi. Ayaklanmaları kısa zamanda bastırdı. İslâm birliği tekrar kuruldu. Hazret-i Allah onu vesile kılmasaydı ne İslâm ne de İslâmiyet'in esaslarından bir şey kalacaktı.
Niçin bu isimle andığımızı şimdi anladınız mı? Dertlere derman olan, gönüllere safâ veren bir ilâç...