Muhterem Okuyucularımız;
Dünya sevgisi basit bir şey değildir. Çok şeyleri içine alır. Hakk'tan gayri bütün sevgiler dünyadır, masivadır.
Dünya ve içindekiler, geçinmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibari ile nimet ise de gaye bunlar değildir. Birçok insan ise bütün bunlara düşkündür.
İnsanı dünya ve içindekileri çekiyor, münafıklığa sokuyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:
"Günahların en büyüğü dünyaya muhabbettir." (Deylemî, Müsned)
Bir müslümanın beş düşmanı vardır. Bunlar öyle bir düşmandır ki; imanı da, iz'anı da, ameli de, her şeyi yok edebilir.
1 Nefis. 2 Şeytan. 3 Şehvet. 4 İnsan şeytanı. 5 Ve aşırı dünya muhabbeti. Bunlar imanı tehdit ediyor.
Dünya hayatı muvakkattır, günleri mahduttur, emniyete şâyân değildir. Servet ve sâmânı ise emanettir. Geçicidir, gidicidir, aldatıcıdır. Gönül bağlamaya değmez.
Lâkin bir ahiret tarlası olduğu için, rızâ-i Bârî'ye vesile olduğu için çok muhteremdir, çok mükerremdir. Dünya sayesinde ahiret kazanılır. Bu gaye için kullanıldığı zaman insana bir gemi olur, suyun üstünde yüzdürür. Gayesi haricinde kullanılırsa cehennemin dibine indirir. Niyet ahiret gayesi olmalıdır, ahiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak için olmalıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde inananları ikaz ederek şöyle buyuruyor:
"Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz." (Kıyâmet: 20-21)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'de dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmış ve:
"Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın!" buyurmuştur. (Fâtır: 5)
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk'ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir.
Hadis-i şerif'te:
"Dünya muhabbeti her günahın başıdır." buyurulmuştur. (Münâvi)
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Hadis-i şerif'te:
"Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." buyuruluyor. (Müslim: 2956)
Yani bir mümin dünyada ne kadar sayısız nimetlere gark olsa yine cennete nispetle cehennemde gibidir. Bir kâfir de dünyada ne kadar belâ ve musibetle muazzep olsa, yine cehennemde göreceği şiddetli azaba nispetle cennette gibidir.
Kişi Hakk'tan gayrı şeylerin muhabbetini kalbine koyması ile hak ve hakikatten sapmış olur. Dünya sevgisi manen terakkiyata, Hakk'a vuslata manidir.
Onun için hem gayri sevgiler, hem Hakk'a sevgi olmuyor.
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya, birisini muhabbet-i mâsivâya hasretsin.
Eğer o kalbin içinde Hazret-i Allah varsa, Mevlâ varsa, masiva sakıt olur. Masiva girerse Mevlâ sakıt olur.
Sevilmeye lâyık olan Yaratıcı'dır, yaratılmışlar değil. Hakk'tan gayri sevgi ve isteklerden geçerek, Sahib-i hakiki'ye yönelmek, mâsivâdan kalbi temizlemek lâzımdır. O zaman gönülde Hakk'tan başka hiçbir maksut, hiçbir matlup ve hiçbir mahbub kalmaz. Hakk'a teveccüh edebilmek için mâsivâyı gönülden çıkarmak lâzımdır. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz. Kalp Mevlâ'ya teveccüh edecek, Mevlâ ile meşgul olacak.
•
Bu ay içinde idrak edeceğimiz mübarek "Kurban Bayramı"nızı tebrik eder, tüm İslâm âlemi'ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Hazret-i Allah yanında eğer dünyanın zerre kadar değeri olsaydı, Hazret-i İbrahim Halilullah'ı mağarada dünyaya getirmez, mağarada yaşatmazdı."
"Kalbimizi gayrıya çevirdiğimiz zaman, Cenâb-ı Hakk şeytana izin veriyor, o da kalbimizi meşgul ediyor. Cenâb-ı Hakk'a sığınırsak, bizi kurtarır. Diğer muhabbetleri çıkarıp kendi muhabbetini koyar."
"Geçen gün dünyanın bir köşesini gösterdiler. "Şu sizin canla sevdiğiniz dünyanın aslı ve mahiyeti budur." dediler. Allah Allah dedik, biz insanlar ne kadar gafiliz. Halbuki yarından emin değiliz, her an göçmeye mahkûmuz. Böyle iken dünyaya kökleşmeye çalışıyoruz."
"Bütün dünya senin olsa; hiç! Madem ki hiç ne diye değer veriyorsun? Gel de nefse anlat."
"Dünya başkasının olsun. Çünkü helâl ise hesabı var, haram ise azabı var."
Dünya hayatı muvakkattır, günleri mahduttur, emniyete şâyân değildir. Servet ve sâmânı ise emanettir. Geçicidir, gidicidir, aldatıcıdır. Gönül bağlamaya değmez.
Lâkin bir ahiret tarlası olduğu için, rızâ-i Bârî'ye vesile olduğu için çok muhteremdir, çok mükerremdir. Dünya sayesinde ahiret kazanılır. Bu gaye için kullanıldığı zaman insana bir gemi olur, suyun üstünde yüzdürür. Gayesi haricinde kullanılırsa cehennemin dibine indirir. Niyet ahiret gayesi olmalıdır, ahiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak için olmalıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde inananları ikaz ederek şöyle buyuruyor:
"Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz." (Kıyâmet: 20-21)
O âlemdeki mükâfat ve mücâzâtı hiç düşünmüyorsunuz.
"Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!" (Necm: 61)
Ve fakat saadet-i ebediyyeyi kazanmak maksadıyla gayretlerini Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına uygun olarak sarfedenler her iki dünyalarını da kurtarmış olurlar.
Bu dünya hayatı, çocukların, oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Fakat siz dünya hayatını (ahirete) tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret hayatı daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 16-17)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri Â'lâ Sûre-i şerif'inin 17. Âyet-i kerime'sini okuyarak şöyle buyurmuştur:
"Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz? Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor. Ahiret ise önümüzde gözle görülür durumda hazır bulunmuyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra verilecek olanı bırakıverdik."
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
İnsan değersiz dünyaya meyleder ve severse, otomatikman değerden düşer.
Nefsimiz bunu hem anlamıyor, hem de anlamak istemiyor.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Dünyaya aldananlara, dünyanın kazandırdığı işte budur.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür.
Aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.
Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.
Ki, sonra kurur sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.
İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah'ın mağfireti ve rızâsı vardır.
Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir." (Hadîd: 20)
Dünya hayatına düşkünlüğün neticesi acı bir azaptır. Ahireti dünyaya tercih edenler ise büyük bir mağfirete kavuşacaklar, bunun da üstünde Allah-u Teâlâ'nın rızâsına ereceklerdir. Bu öyle bir hoşnutluk ki, değeri hiçbir şeyle ölçülemez.
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'de dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmış ve:
"Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın!" buyurmuştur. (Fâtır: 5)
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk'ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir.
Hadis-i şerif'te:
"Dünya muhabbeti her günahın başıdır." buyurulmuştur. (Münâvi)
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Eğer insanlar ahiretin devamını bilselerdi, dünyayı ahiret üzerine tercih etmezlerdi.
Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kaimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.
Bir Âyet-i kerime'de:
"Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir." buyuruluyor. (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan, boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak oluşlarındandır.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ'ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise Allah'tan korkanlar için elbette daha hayırlıdır.
Düşünmüyor musunuz?" (En'âm: 32)
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Âyet-i kerime'de:
"Dünya hayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey değildir." buyuruluyor. (Âl-i imrân: 185)
Dünya lezzetlerinin mubahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır." buyurmuşlardır. (Beyhakî)
Onun için aldanmaya gelmez.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ'yı zikretmek ve O'nun rızâsına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır." (Tirmizî)
Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe müncer etmişler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)
İşte bu hayat-ı hakikinin semeresidir. Nefsin ölümünden sonra yepyeni bir hayat başlar.
Bu tebliğ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i için olduğu gibi ümmet-i muhteremesine de bir tebliğdir. İnsanlar hayâlâta dalmak için değil, hakikati bulmak ve ahireti kazanmak için gönderilmişlerdir.
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Dünyayı tercih edenler, dünyaya meyledenler, dünyaya rağbet edenler hak ve hakikatten uzaklaşmış olanlardır.
Âyet-i kerime'de:
"Onlar dünya hayatını ahirete tercih ettiler." buyuruluyor. (Nahl: 107)
Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.
Allah-u Teâlâ yeryüzünü içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçinmek ve faydalanılmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insan ise bütün bunlara düşkündürler.
"İnsanın gönlünü çeken kadınlar,
Oğullar,
Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler,
Salma ve güzel atlar,
Sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi." (Âl-i imrân: 14)
Dünya sevgisi basit bir şey değildir. Çok şeyleri içine alır. Hakk'tan gayri bütün sevgiler dünyadır, masivadır.
Dünya ve içindekiler, geçinmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibari ile nimet ise de gaye bunlar değildir. Birçok insan ise bütün bunlara düşkündür.
İnsanı dünya ve içindekileri çekiyor, münafıklığa sokuyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:
"Günahların en büyüğü dünyaya muhabbettir." (Deylemî, Müsned)
Bir müslümanın beş düşmanı vardır. Bunlar öyle bir düşmandır ki; imanı da, iz'anı da, ameli de, her şeyi yok edebilir.
Bu beş şey ferdidir, kişinin kendindedir, içtedir.
1 Nefis. 2 Şeytan. 3 Şehvet. 4 İnsan şeytanı. 5 Ve aşırı dünya muhabbeti. Bunlar imanı tehdit ediyor.
Ayrıca sapıtıcı imamlar ve âhir zaman uleması da var. Bunlar fert fert değil de, insanları kitleler halinde münafıklığa sevkederler, dinden kaydırırlar.
Şöhretin, maddenin olduğu yerde iman olmaz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar saâdete erenlerdir." (Haşr: 9)
Hırs, Hazret-i Allah'ın hoşlanmadığı hallerden birisidir. İnsan kendisine ayrılan taksime rızâ göstermez, hırs edip emeline ve arzusuna ulaşmak ister. "Malım olsun!", "Makamım olsun!", "Namım yürüsün!"... Gaye ve maksadı için hiçbir şey tanımaz. O nefis putuna tabi olduğunu bilmez ve bu hırsı onu helâk eder.
Ebu Musa -radiyallahu anh- anlatıyor:
"Yanımda amcamın evlâtlarından iki kişi daha olduğu halde, Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna girdim. Yanımdakilerden biri:
"Yâ Resulellah! Allah'ın sana tevdi ettiği işlerden bazıları üzerine bizi emir tayin et!' dedi. Diğeri de aynı istekte bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm onlara şu cevabı verdi:
"Allah'a yemin olsun ki, biz bu işe onu talep eden veya ona hırs gösteren bir kimseyi tayin etmeyiz." (Müslim: 1733)
Cenâb-ı Hakk'a muhabbetin alâmetinin birincisi ölümü sevmektir. Çünkü ölüm mahlûku Hâlik'ına ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Eğer ölüm sevilmezse dünya muhabbeti var demektir.
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Size çullanmak üzere yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi birbirini çağıracakları zaman yakındır." buyurdu.
Orada bulunanlardan biri:
"O gün sayıca azlığımızdan mı?" diye sordu.
"Hayır! Bilâkis siz o gün çoksunuz. Fakat sizler bir selin getirdiği çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöp durumunda olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!" cevabını verdi.
"Zaaf nedir yâ Resulellah." denildiğinde:
"Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!" buyurdu. (Ebu Dâvud: 4297)
Binaenaleyh değersiz basit dünya için neler oluyor, neler oluyor! Onun için hani bir tabir var; "Güleyim mi, ağlayayım mı?" Hakikaten o durumdayız. Basit, değersiz bir dünya için neler oluyor, neler kaynıyor!
Onları şeytan çeviriyor. Kimine oradan giriyor, kimine buradan giriyor, yoldan çıkarıyor ve ebediyat gidiyor.
Muhabbet bir bağdır; sevgililerine muhabbetten kopan düşüyor.
Dünya bir imtihan sahnesidir, ya ebedî saadet, ya ebedî felâket.
Dünya ve içindekiler Hazret-i Allah'a kulluk yapmaya, yolunda yürümeye mani olmamalıdır. Oysa birçok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler.
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, dünyaya aşırı muhabbet bağlayanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister." (Enfâl: 67)
İşte bu sebeple gönlünü dünyaya bağlayanlar, nefsinin dünya hevasına ve hevesine ket vurmayanların büyük bir kayıpta oldukları aşikârdır.
Dikkat ederseniz Allah'a kavuşmayı arzu eden peygamberler, âlimler, veliler zühd hayatı yaşamışlar, dünyaya ve içindekilere muhabbetlerini ve arzularını bağlamamışlardır. Zira onlar Kur'an'ın ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in izinden gidenlerdir.
Oysa bugün ortaya çıkan din bölücüleri olsun, âhir zaman âlimleri, âhir zaman şeyhleri olsun hepsinin ortak özelliği dünyaya meyilleri; paraya, maddeye, kadına, şöhrete, şatafata, saltanata olan zaaflarıdır.
Kimisi dini para toplama aracı haline getirmiştir, insanlardan din adına dilencilik yaptıkları gibi, haram yolla elde ettikleri bu parayı fâizle banka ile Allah-u Teâlâ'nın yasakladığı her türlü yolla büyütmeye çalışır. Bazıları o kadar büyük paralar toplar ki bu paralarla siyasete, devlete, insanlara hükmetmeye çalışır, FETÖ'de olduğu gibi ve bugün de başkalarında olduğu gibi.
Kimisi dini kullanarak kadınları elde etmeye çalışır, müslümanların kızlarını açıp saçarak televizyonlarda oynatır, sorsan kendisini mehdi sanır.
Kimisi şöhretten büyük zevk alır, isminin anılması, kendisine büyük denilmesi çok hoşuna gider. Oysa Allah'ın ismi yerine kendi ismini ortaya sürmekle büyük bir şirk işlediğinin farkında bile olmaz.
Kimisi dinde saltanat peşindedir, insanların kendisine bir put gibi bağlanması nefislerinin çok hoşuna gider. Halbuki insanları Allah'a çağırması gerekirken kendisine çağırıp bağlamakla meşguldür.
Bu gibi hâllerin kendilerini müslümanların önderi, İslâm'ın temsilcisi gibi gösterenlerden zuhur etmesi toplum için büyük bir fitne, büyük bir felâkettir.
Bunların azabı ve cezası ise iki kattır.
"Allah: 'Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin!' der. Her ümmet girdikçe kendini sapıtan yoldaşına lânet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için: 'Rabb'imiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabını kat kat ver!' derler. Allah: 'Hepsinin kat kattır, amma bilmezsiniz.' der." (A'râf: 38)
Bunların her biri önce İslâm dini'ni ve müslümanları, daha sonra biraz palazlanınca devleti ve vatanı parsellemeye çalışırlar. Şeytan ve nefis bunları eline aldığı için küffarla işbirliği yapmaktan, küffardan menfaat sağlamaktan, hatta ajanlık yapmaktan çekinmeyenleri çoktur.
Bütün bunların sebebi dünya sevgisi, nefsin arzularını ilâh edinmekten gelir.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Binaenaleyh dünya sevgisi basit bir şey değildir. Allah'a kavuşmak isteyen bir kimse her şeyini, malını, mülkünü, ve dahi canını, vücudunu Allah yolunda feda etmekten çekinmez. Canını feda edenlere verilen şehitlik rütbesi bunun en bariz bir delilidir. Oysa bunlar değil Allah yolunda maddeyi, canı feda etmek, Allah'ın adını kullanarak madde toplamak, şöhret kazanmak, dünyalık elde etmek için çalışırlar. Bunların durumunu buradan kıyas edebilirsiniz.
Bir kimse bütün varlığını ifnâ etmedikçe Var'ı bilemez ve göremez. Zira kendisinindir zannettiği vücut varlığı, Var'ı bulmaya mânidir.
İnsan önce kendinden geçecek, varlığını yok edecek ki Hazret-i Allah'a kavuşabilsin.
Vücut denilen kafesten kurtulacaksın ki hiçliğe ulaşacak ve Hazret-i Allah'a varacaksın. Kalıp, vücut bir kafestir. Ruh ulvidir, sufli cesede kapanmıştır. Hazret-i Allah ruhu kendisine çektiği zaman dünyanın; aile, çocuk, vücut hiçbir hükmü kalmaz.
Yılanın derisinden soyunduğu gibi varlıktan soyunmak gerekiyor. Eğer sen soyunursan, Hazret-i Allah seni giyindirir. Takvâ elbisesi giydirir, edeb-hayâ elbisesi, ilim-irfan elbisesi giydirir. Artık sen, O'nun elbisesini taşırsın. Dünyada da o elbise ile, mahşerde de o elbise ile gezersin.
Madem ki bununla bu kadar saâdet elde ediliyor. Öyleyse bir an evvel varlık-benlik elbisesinden soyunmamız gerekiyor. O'nu bilmek, O'ndan bilmek. Fakat O'nu bilmek için O'na yakın olmak lâzım. O'na yakın olunca O bize daha yakın olur. Vakta ki varlığı atarsak altından O çıkar.
"Şu çıkar gayeyi gönülden taht-ı celil eyle."
İnsan varlıktan soyunursa, gönülde var olanları atarsa, Var'ı bulduğu zaman meğer O imiş. İyilik de O'ndan, ihsan da O'ndan, ikram da O'ndan, hepsi O'ndan. Şimdi bunun en büyük fazileti O'nunla olmak.
Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya, o pisliğe inmesi lâzımdır. Bütün vücudun ifna olup, yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse O'nun göstermesi ile azâmet-i ilâhiyi görür. Azâmet-i ilâhi'yi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir.
Hadis-i şerif'te:
"Ölmeden evvel ölünüz." buyuruluyor. (Keşfü'l-Hafâ)
Onun için ölmeden evvel varlığı ifnâ etmek, mahviyyeti ele almak. Tabi bu da kolay bir şey değildir. Vücudun ağırlığını yıkmak, bir dağı yıkmaktan daha zordur.
Ruhu ölmüş, canlı cenaze olanların gönlü huzursuzdur. Neden olduğunu bilmez. Süflî hayatta olduğu için günahlar kalbinin üzerine baskı yapar.
İnsan en büyük günahı vücutla yapar, sıhhatle yapar. Hâlbuki bunlar Hazret-i Allah'ın bize ihsan buyurduğu büyük nimetlerdir. Büyük nimetlerle büyük günahlar yapılıyor. Vücut en büyük günahtır, bütün günahlar vücutla işlenir.
Vücut kafesiyle, dünya ile işi olmayacak ki ruh dirilecek.
İtimat edin, değil insan maldan, mülkten, ailesinden, çocuğundan, kendisinden bile o hâl geldiği zaman ikrah ediyor. Çünkü ruh lâtiftir. Hazret-i Allah'ın kabzasında, idaresindedir, ama vücut birçok günahlar işliyor. "Ben senden değilim." diyor, ruh ona hitap ediyor.
Kurtuluşun en güzel çaresi Allah-u Teâlâ ve Resul'ünü kalbe almak, zikrullah ile meşgul olmak, içteki düşmanları atmak ve muhabbet-i ilâhi'ye nâil olmaktır.
Allah'a yakın olanlar vücud elbisesinden soyunup hiçliğe vasıl olanlardır. Bugün ortalığı istilâ eden sahte mutasavvıflar ise değil vücud elbisesinden sıyrılmak dört elle dünyaya sarılırlar, her türlü maddeye, menfaate, nefsin her arzusuna tamah ederler. Aradaki fark bu kadar büyüktür.
"Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü (ahireti) bırakıyorlar." (İnsan: 27)
İnsan dünyada yüz yıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Dünyaya muhabbet, büyük günahlardandır." (Câmiu's-Sağîr)
Dünya muhabbetine tutulanların her türlü yasağı irtikap edegeldikleri herkesin bilip kabul ettiği bir husustur.
Dünya bir haraphanedir. Dünyayı harap gören bir insanın içi o nispette sağlam ve düzgündür. Dünyayı mamur gören ve muhabbet eden bir insanın içi ise haraptır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?" (A'râf: 169)
Bunu Cenâb-ı Hakk buyurduğu halde niçin dünyayı sevdik, kopmak istemedik? İmanımızın zaafından, Hazret-i Allah'a imanımızın noksanlığından.
Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri bir çocuk doğduğu zaman, onun ismini koyar; "Ben bunu öldü biliyorum!" buyururlardı.
Muhabbetini kalbinden atmış; "Ama yaşamış ama ölmüş, benim için fark yok!"
Yani muhabbetini kalbinden çıkartıyor, ölü olarak biliyor. Muhabbet yalnız Hakk'a bağlanır, halka değil...
Biz insanlar dünyaya o kadar meyletmişiz ki; aklımızda o, fikrimizde o, elimizde o, dilimizde hep o.
Bâki âleme giderken bunların hiç de faydası olmayacak. Meselâ; bir insan var, bir memleket de onun, bir bina değil de bir memleket. Cenazesi giderken bu kadar malın-mülkün onun yanında sinek kanadı kadar değeri kalıyor mu? Hâlbuki bütün ömrü onları toplamakla geçmişti. Onun değildi aslında, denemek için ona emanet verilmişti. İşte biz bunu bilemiyoruz.
Allah-u Teâlâ dünyayı içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler.
Dünya, ahirete tercih ediliyor.
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister." (Enfâl: 67)
Ahireti kazanmak için iseÂyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm: 39)
Gece gündüz çalışmak gerekiyor. Zira burası bir tarladır. Bir ebedî hayatın ekimine geldik. Yâ saadet-i ebediye veya felaket-i ebediye ile karşı karşıyayız.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Her ümmetin helâkine mucip bir fitne vardır. Benim ümmetimin helâk sebebi ise dünya malıdır." (Hâkim)
"Dünyadan ve ziynet-i metâından (cazibeli mallardan) muhabbetinizi kesiniz." (Münavî)
Buradan da anlaşılıyor ki dünya hayatı çok mühimdir, çok sakınmamız gerekiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek."
Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam etti;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
Akl-ı meaşda olanların kimi para hırsındadır, kimi lezzetler peşindedir. Kimisi çocuğunu düşünür, kimisi şehvet yolundadır.
Ve fakat gün gelir ömür sona erer. Tul-i emel bitmiştir. Herkes sorguya çekilmiştir. Kimisi saadet-i ebediyeye varmıştır, kimisi de kendisini helâk etmiştir. Zira o, niçin yollandığını bilmedi, dünyaya o kadar tapmıştı ki, onun için gönderildiğini sanmıştı.
Halbuki Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyurur ki:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Allah-u Teâlâ bizi bu dünya sahnesine denemek için gönderdi. Halbuki ilm-i ezelîsinde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye sahneye gönderdi. Eğer bizi göndermeseydi, iddia ve itirazlarda bulunacaktık.
Ama bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü her kelimesi zapt ediliyor.
O ki masivayı kalbine doldurmuştu, nazârgah-ı ilâhiyi çöp tenekesine çevirmişti ve aklını da kalbini de ifsad etmişti.
Halbuki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimden yetmiş sene yaşayan pek azdır." buyururlar. (C. Sağir)
İşte fâni dünya budur. Kendisine gönül bağlayanlar için aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.
Ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insan öyle bir zamana ulaşır ki; rüzgârın saman çöpünü savurup, yerinde hiçbir şey kalmadığı gibi, ölüm gelir, ahirete alıp götürür.
"Sanki orada hiç yaşamamışlardı." (Hud: 95)
Süflî hayat sona erer; nedamet çok, dönüşü hiç yok.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde âhir zamanda dünya muhabbetinin insanlara verdiği zararı, nefis ve masivanın düşürdüğü durumu şöyle tarif etmişlerdir:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkatın en şerlileridir ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur." (Deylemî)
Değerli insan değersiz dünyaya meyleder ve severse değerden düşer. Değersiz olan şeylere değer vermeyen bir insanı da Hazret-i Allah değerlendirir.
Bu değerler Hakk'a dayanır. Bu değer geçekleştiğinde değere değer verdiği için dilerse Hazret-i Allah o kulu değerlendirir. Sâlih kullarından eyler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, hiçbir kâfire dünyadan bir içim su vermezdi." (Tirmizî)
Sevgili Peygamber'ini taş kovuklarında, mağaralarda barındırmış, sevmediği kimseleri ise köşklerde, saraylarda yaşatmıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Dünya muhabbetini kalbinden çıkar ki, Cenâb-ı Hakk'ın sevgilisi olasın. İnsanların ellerindekilere göz dikme ki, insanlar da seni sevsin." (İbn-i Mâce: 4102)
Değersiz bir dünya için neler kaybediyoruz, ne kadar çok zarar görüyoruz, hiç farkında değiliz.
Diğer bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünya mal ve şerefine karşı kişinin içinde beslediği hırsı; dinine, koyun sürüsüne saldıran iki kurttan daha zararlıdır." (C. Sağir)
Dünyada, insanlar arasında şerefli olayım, itibarlı olayım diye benlik deryasına düşeceksin, böylece Allah katındaki, ahiretteki şerefini kaybedeceksin; dünyada malım olsun, çoluk-çocuğumun parası olsun diye cifeye daldıkça dalacaksın, böylece ahiretteki nimetlerden olacaksın! Şerefini, imanını kaybedeceksin.
Kurdun koyun sürüsüne daldığı gibi, şeytan da böyle böyle insanın imanına, şerefine dalar.
Nefsini yükseltmek isteyen imanını alçaltır. Nihayetinde imanını kaybeder.
Değer mi? Değmez! Hiç değmez!
Değmeyen bir dünya için çabalıyoruz.
Ne kadar güzel. İnsan ihtiyacını temin ettiği zaman, her şeyi yerine gelmiş oluyor, ötesi yük. Hesabı çok, azabı şiddetli. Değmez... Bu da bize ölçü.
Nefsin ve şeytanın hoş gösterdiği bu değersiz ve mel'un dünyayı tercih edenlerin, nasıl farkına bile varmadan dinden ve imandan kaydıklarını, imanlı bir kimse iken nasıl münafık olduklarını anlatan bir başka Hadis-i şerif'lerinde Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyururlar:
"Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa onu (hak veya batıl) bilir." (Müslim)
Dikkat ederseniz ortalığı bugün fitneler ve bu fitnelerle kalpleri kararmış münafıklar istilâ etmiştir. Bu gibileri etrafınızda da görebilirsiniz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.
Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn: 9)
Dünya ve içindekiler sizi Allah'ı anmaktan mahrum etmesin. Dünya sevgisi, mal, evlât sevgisi kalbinizi meşgul etmesin. Çünkü insan zikrullahı bırakıp geçici zevklere aldanıyor, masiva batağına saplanıyor, büyük bir kayba uğruyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e; "Dünya neden ibarettir." diye sorulduğunda:
"Dünya, Mevlâ'nın zikrinden ve taatinden seni meşgul eden ve gaflete düşüren şeydir." buyurdular.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.
Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.
Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)
Dünyadan sıyrılacaksın. Sıyrılmak demek; muhabbeti kalbinden çıkaracaksın. Kalbine muhabbetle zikrullahı yerleştireceksin, O'na yöneleceksin. İşte o zaman yükleri atmış olursun.
Hani atan? Herkes yüküne sarılmış, rızâya sarılan nerede?
Gafil olursan dünya denizine batarsın, bir daha çıkamazsın, boğulup gidersin. Ebedi hayatın yok olur. Dünyaya batanlar bir daha kolay kolay çıkamıyor.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Hakk Teâlâ üç şeye mübtelâ kılar. Birisi üzüntü, gam ve ıstıraptır ki ebediyyen kendisinden ayrılmaz. İkincisi kalp fakirliğidir ki, o kimsenin dünya ihtiyaçları tükenmez. Üçüncüsü, hırs ve tamahtır ki, kendisi hayat boyunca doymak bilmez."
Ahirete inanan bir kimse için; "Neresine güveniyorsunuz bu dünyanın!" diyorum. Ama ahirete inanmayan yapacağını yapacak ve gideceği yere gidecek. Cennet-i alâ da hak, cehennem de hak...
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise;
"Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Marut'tan daha fazla büyüleyicidir." buyuruluyor. (Tirmizî)
Zavallı insan bir hayalâthane dünya için ebediyatını kaybediyor.
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Dünya için çalışmakta hırs göstermeyiniz. Herkes dünyada kendine ne takdir edilmişse ona kavuşur." buyuruyorlar. (İbn-i Mâce)
Tûli emeli bırakmak lâzım. Çünkü senin değil, dünyanın bile ömrü azaldı.
"Para, dirhem, ipek ve kadife kulu olan kimseler yüzüstü düşsünler, kahrolsunlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1218)
İnsanın kaydığı en çok iki yer vardır; kadın ve dünya muhabbeti...
Başka bir Hadis-i şerif'te yine şöyle buyuruluyor:
"Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun.
Ey Ademoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun." (Beyhâki - C. Sağir)
Mal, dost, ahbap kabre kadar gider, amel seninle gider.
Cenâb-ı Fahr-i Kaînat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
'Ben Havz'ın başına sizden önce varacağım. Onun genişliği Eyle ile Cuhfe arası gibidir. Sizin benden sonra şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Fakat ben sizin dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum.'" (Müslim: 2296)
"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)
İnsanın kabirdeki bu yaşayışı dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.
Bahçeye düşersen saadet, çukura düşersen felâket. Onun için insanın hazırlanması lâzım.
"Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." (Zümer: 70)
Size dünyayı terk edin demiyorum. Yalnız dünya için çalışırken ebedi hayatın saadetini de ihmal etmeyin. Çünkü dünya malı dünyada kalacak. Önümüzde öyle büyük fırtınalar var ki hiçbir şey kalmayacak. Biz hazır olalım. İmanla göçmek için çareler arayalım. Onun için cihat yolunda bulunalım. O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim.
Allah-u Teâlâ insanların yaratılış sebebini açık olarak bildirmiş ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Ben cinleri ve insanları, ancak (beni bilsinler) bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat: 56)
Allah-u Teâlâ'yı bilmeyen, O'na gerçek mânâda ibadet edemez. Her şeyden evvel Allah-u Teâlâ'yı bilmek, Allah-u Teâlâ'yı bilmek için de kişinin nefsini bilmesi gerekir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratmış; kendini tanımayı, insanın nefsini tanımasına bağlı kılmıştır. Onun için de insana kendi nefsini bilme istidadını vermiştir.
Onu bilmenin tek şartı da "Men Arefe"nin sırrına vâkıf olmaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyuruyorlar. (Keşfü'l-Hafâ c. 2 s. 262)
Kendini bilirsen Yaratan'ını bilirsin, amma sen kendini bilmezsen Yaratan'ını hiç bilemezsin. O'nu bilen, O'nunla ibadet eder, O'nun has kulu olur. Bilmek için de intisap edip sülûk etmek gerekiyor.
Yaratan'ı bilmek, bulmak ve O'na hakkıyla ibadet edebilmek için, yani "Men Arefe"nin sırrına vâkıf olabilmek için insanın varlığı ata ata, küçüle küçüle "Nutfe"ye inmesi gerekmektedir. Bu noktaya inip, kendisinin değersiz bir su damlası olan "Nutfe" olduğunu gözü ile görünce, azamet-i ilâhî tecelli etmeye başlar. İşte tasavvufun özü ve aslı budur.
Nefsini bilmek için hılkıyetin olan bir damla kerih suya inmek gerekir. Onu da O yarattı. Sen busun. Halden hale geçirip seni yaratan, nimetleriyle donatan, azaları yerli yerine koyan, üstelik seni bir sıfatla gösteren de O. Şu halde Var'ı bilebilmek için varlığı ifnâ etmek şart.
İnsan bütün varlığını ifnâ etmedikçe Yaratan'ını bulmak şöyle dursun bilemeyeceği de anlaşılıyor. Ancak nefsini bilen; Rabb'ini bilmiş olacak.
Bunun gerçek mânâsı:
"Fakirliğimle övünürüm." Hadis-i şerif'inden öğrenilir. (Keşfü'l-Hafâ c. 2 sh. 87)
Buradaki fakirlikten murad; "Ben fakirim. Ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim sahibimindir. Hiçbir şeye mâlik değilim. Fakirliğimle de övünürüm. O var, ben yokum." demektir.
Zira kendisinindir zannettiği vücut varlığı, Var'ı bulmaya mânidir.
Vücut denilen kafesten kurtulacaksın ki hiçliğe ulaşacak ve Hazret-i Allah'a varacaksın. Kalıp, vücut bir kafestir. Ruh ulvidir, süfli cesede kapanmıştır. Hazret-i Allah ruhu kendisine çektiği zaman dünyanın; aile, çocuk, vücut hiçbir hükmü kalmaz.
Hakk'ı anlaman için kendini anlaman lâzım.
İnsanın kendisini bilmesi demek; bir zerre hakir sudan olduğunu bilmesi demektir. Bunu bilecek ki; onu yaratanın azametini ve kudretini görmüş olsun.
Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." (Müslim: 2956)
Yani bir mümin dünyada ne kadar sayısız nimetlere gark olsa yine cennete nispetle cehennemde gibidir. Bir kâfir de dünyada ne kadar belâ ve musibetle muazzep olsa, yine cehennemde göreceği şiddetli azaba nispetle cennette gibidir.
Bu Hadis-i şerif'in mânâsında şöyle bir tevil vardır. Dünya mümin için cehennemdir. Zira mümin dünyada bir kusur yapmışsa cezasını Cenâb-ı Hakk dünyada verir. Eğer kâfir dünyada bir iyilik yapmışsa mükâfatını dünyada verir. Onun için dünya müminin cehennemi kâfirin cennetidir. Hakk Teâlâ Hazretleri bir mümin kulunu ahirette cennete sokmayı murad ederse onun cezasını dünyada verir.
Sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış." (İbn-i Asakir)
Buyurmuşlardır ki, hem dünya ve hem de ukba için çalışmamız emirdir. Şu kadar var ki, emanet bir hayattan ibaret olan fâni dünyadan ziyade hayat-ı ebediyye için "Ehem mühim olana tercih edilir." kaidesine uyarak gayret etmemiz lâzımdır.
Vücudu dünya işine kalbi de Cenâb-ı Allah'a sarf etmekle dünya ve ahiret saâdeti hasıl olur.
Şu Hadis-i şerif'te de:
"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." buyurulmuştur. (C. Sağir)
Nitekim bir başka Hadis-i şerif'te:
"Rızkın hayırlısı miktar-ı kâfi olanıdır."
Keza:
"Kanaat tükenmez bir hazinedir." buyurulmuştur.
Yine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yâ Rabb'i! Muhammed'in ve onun âlinin rızkını miktar-ı kâfi kıl." buyurmuştur.
Rızık kifayet miktarı olursa Allah Zülcelâl Hazretleri'ne ibadet huzur ile olur. Kalp, gıll-u giştan ve düşünceden sâlim olur.
Muhammed Parisâ -kuddise sırruh- talib-i tarikat olanlara:
"Ne işle meşgulsün?" diye sorarmış. Eğer bir sanatı yoksa, "Sanat öğren" buyururmuş.
Hadis-i nebevi'de:
"Dünyada rahat yoktur." buyuruluyor.
Olsa muvakkat bir zaman içindir. Fakat rahatsızlığı rahattan çok demektir.
Bu Hadis-i şerif'e şöyle de mânâ verilebilir:
Muhabbet-i dünyada rahat yoktur. Evliyâullah ise kalben daima rahatta, ferah ve sürur içindedir.
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman: 46)
Cennetin biri, ehlullahın dünyada rahatıdır. Diğeri de ahirette.
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır.
Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." buyurulmuştur. (Yunus: 62-64)
Ehlullah dünyada bir iş ile meşgul olabilirler. Fakat bu meşguliyetleri hallerine zarar vermez. Fakat bir dünyaperest ne kadar kazanırsa hırsından naşi kalbi yine fakirdir.
Evliyâullah:
"Eğer sultanlar bizdeki zevki bilse, sell-i seyf ederek gasp ederler." derler.
Çünkü dünya işleri başlangıçta bozgunluk ve baş ağrısı, nihayette de nedamettir. Ehl-i zikir ve evliyâullahın kalbi ise zikir ve fikir ile üns-i billâh derecesini ihraz etmiş olduğundan her an Allah Zülcelal Hazretleri'nin "Semi", "Basir", "Kadir"... olduğunu bilir. O'na tevekkül-i tam ile tevekkül eder. Üns-i billâhın tarifi ise gayrı kabildir. Tatmayan bilmez. Onun ünsündeki zevki ruhani bir şeye benzetemediği gibi zâtını bilmek de bizim için mümkün değildir. O hiçbir şeye benzemez.
Nitekim:
"O'nun benzeri bir şey yoktur." buyurulmuştur. (Şûrâ: 11)
Tarikât-ı âliye'de tevfik-i ilâhi ile çalışarak üns-i billâh hasıl olur. Kalp zevk almaya başlar. O vakit arız ve fâni olan şeyler, velinin kalbine tesir edemez. Fâni olan şeyler onun nazarında hiçbir kıymete haiz olamaz.
Nitekim İbrahim Aleyhisselâm ateşe atılırken azaptan müteessir olmamıştır. Çünkü o zevk-i daimi ve safa-i ruhaniyi ihraz etmiştir. Onun için Cebrâil Aleyhisselâm'a:
"Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil'dir." demiştir.
Yani; "Âgâh olunca hale, hacet mi var suale?" diye cevap vermiştir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin huzurunda gelen zevkte hiçbir soğukluk olmaz. Dünyadan gelen zevk ise böyle değildir, zail ve fanidir.
İbadette, diyanette ne lezzetler vardır. Fakat münkir olanlar bilmiyorlar. Eğer anlasalar kaçmazlar.
Âyet-i Celile'de:
"Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır." (Enfâl: 28)
Buyurulduğuna göre bazı Enbiyâ-i izam ve Evliyâ-i kiram'a da Cenâb-ı Hakk -azze ve celle- Hazretleri evlâd-ü iyal ve emval-i kesire ihsan buyurduğuna nazaran bu Âyet-i celile'de; "Sizin emvaliniz ve evlâdınız" buyuruluyor ki, yani bir kimse dünya malını benimseyerek nefsine izafe etmiş olursa, demektir. Eğer kalbinde mal ve evlât muhabbeti olup da o muhabbet sebebiyle Hakk yolundan huzur-i kalbinden alıkorsa demektir.
İşte kalbinde mal ve evlât muhabbeti olmayan Cenâb-ı Hakk'ın nebi ve veli dostları zümresinden olan kullarına kalplerinde zerre kadar muhabbet ve alâka olamaması hasebiyle fitne teşkil etmeyeceğine binaen Enbiyâ-i izam ve Evliyâ-i kiram'a ihsan-ı ilâhi olarak dünyada da emval ve evlât ihsan buyurmuştur.
Nitekim Süleyman Aleyhisselâm'a dünyevi saltanat, yüzlerce cariye ve evlâd-ü iyâl ihsan buyurmuştur.
Resulullah Aleyhisselâm bir ara hanımlarına incinmiş onlara kızmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm "Meşrebe" diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kaldı, sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.
Bu durumu öğrenen Ashâb-ı kiram telâşa kapıldılar, Resulullah Aleyhisselâm'ın hanımlarını boşadığını sandılar. İçlerinden bazıları Mescid'de mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa vuruyorlardı, bazıları da ağlıyordu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- izin alarak Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna girdi. Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu gördü, selâm verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Niye ağlıyorsun yâ Ömer!" diye sorduğunda:
"Yâ Resulellah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ve sefâsını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat sürüyorsunuz!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Yâ Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına râzı değil misin?"
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Râzıyım!" diye cevap verdi. Daha sonra hanımlarını boşayıp boşamadığını sordu.
"Hayır boşamadım." buyurdu.
Bu cevap karşısında: "Allah-u Ekber!" demekten kendini alamadı ve:
"Bütün Ashâb üzüntü içindeler, gidip de kendilerine durumu haber vereyim mi?" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm: "Olur!" buyurdu. Ve mübarek simâsından üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet yüzü gülmeye başladı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- huzur-u nebevî'den ayrılarak Mescid'in kapısına geldi ve yüksek sesle: "Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını boşamamıştır!" diye bağırdı.
•
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh- der ki:
"Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- evinden çıkarak Uhud şehidleri için cenaze namazı kıldıktan sonra minbere çıktı ve şöyle buyurdu:
"Ben sizin kıyamette öncünüz ve şâhidinizim. Vallahi ben şu anda cennetteki havzımı görüyorum. Bana gerçekten yer hazinelerinin anahtarları yahut yerin anahtarları verilmiştir. Ve yine Allah'a yemin ederim ki, ben sizin benden sonra şirke sapacağınızdan korkmuyorum, fakat dünya hususunda birinizin diğerinizle yarışmaya dalacağınızdan korkuyorum." (Müslim: 2296)
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle anlatmıştır:
"Biz Resulullah Aleyhisselâm ile otururken uzaktan Mus'ab bin Umeyr -radiyallahu anh- göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah Aleyhisselâm onu görünce (Mekke'de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı.
Sonra buyurdu ki:
"(Gün gelip) Sizden biriniz, sabah bir elbise akşam bir elbise giyse ve önüne yemek tabaklarından biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılarla ve kilimlerle) Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?"
Orada bulunanlar: "O gün biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız." dediler.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle karşılık verdi:
"Hayır! Bilâkis siz bugün o günden daha iyisinizdir." (Tirmizî: 2478)
•
Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in huzuruna Habeşî Eymen girmişti. O sırada Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-nın üzerinde kalın Yemen bezinden yapılmış, beş dirhem kıymetinde bir libâs bulunuyordu.
Darlık zamanlarını yâd ederek;
"Ey Eymen! Gözünü cariyeme doğru kaldır da bak! O, üzerimdeki libãsı şimdi ev içinde giymekten arlanıp utanır. Hâlbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında benim bu nevi bir elbisem vardı. Medine'de nikâh için süslenen her kadın onu âriyet (ödünç) almak üzere muhakkak bana haber gönderirdi." demiştir. (Buhârî; 1144)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb'ı ile birlikte pazar yerinde dolaşırken bir oğlak ölüsüne rastladı. Kulağından tutarak:
–"Hanginiz bunu bir dirhem mukabilinde almak ister?" diye sordu.
Ashâb:
–"Bundan daha az paraya bile olsa almayız. O bizim ne işimize yarar ki?" dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
–"Parasız verilse ister misiniz?" buyurdu.
–"Vallahi, esasen bu diri olsa bile, kulaksız olduğundan dolayı kusurludur, ölü iken ne yapalım?" dediler.
Bunun üzerine buyurdular ki:
–"Vallahi, bu sizce nasıl kıymetsiz ve değersiz ise, Allah'a göre de dünya bundan daha değersizdir." (Müslim)
•
İbn-i Ömer -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:
"Bir defasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kızı Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın evine gelmişti. Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın yanına girmemişti. Sonra Ali -radiyallahu anh- geldi. Fâtıma`yı üzgün gördü. Fâtıma da ona olayı anlattı. Ali -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e:
"Yâ Resulellah! Evimize gelip de Fâtıma'nın yanına girmemeniz, onu kederlendirmiştir." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Hakikaten geldim, fakat onun kapısında türlü renklerle nakışlı bir perde gördüm. Benimle bu ziynetli dünya arasında ne münâsebet var?" buyurdu.
Ali -radiyallahu anh- Fâtıma -radiyallahu anhâ-ya gelip durumu anlattı.
O da:
"Resulullah bu perde hakkında ne dilerse onu bana emretsin!" dedi.
Bu söz Resulullah Aleyhisselâm'a erişince:
"Fâtıma bu perdeyi muhtaç bir âile sahibi olan filâna gönderir!" buyurdu." (Buhârî; 1138)
Onlar böyle zühd ve takvâ hayatını yaşamış, sadelik ve tevâzuya yönelmişler, riyâ ve gösterişten kaçmışlar, Allah ve Resul'ünü tercih etmişlerdi.
Bilindiği gibi ümmet-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in havassı derecesinde bulunan kâmil zevât-ı kiram'ın en son arzu ve isteği, Allah-u Teâlâ ile sevgi zinciri kurabilmektir.
Âlemleri çepeçevre kuşatan, aynı zamanda "Feyyâz-ı Mutlak" olan Allah-u Teâlâ onda tecelli ettiği için, yerin zemininden arşa kadar hidâyet, iman ve velâyetten nasibi olan herkes alacağını ancak ondan alır; fakat ondan değil, aslında onun içindekinden alır. O bir maskeden, bir perdeden ibarettir; perdenin arkasında O var!..
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Dünya, önünde yüzük kaşı kadar küçülür." buyuruyorlar. (Fethü'r-Rabbânî, 5. Meclis)
Bunun iki mânâsı vardır:
Birincisi; dünyaya hiç değer vermez.
İkincisi; onu manen o kadar büyütmüştür ki dünya onun yanında küçücük kalır.
Dünyaya hiç değer vermez, hiç iltifat etmez! Dünya da yaratılmış, âhiret de. Bunlarda kalan bunlardadır. Fakat Hakk'a olanın yaratılışı ayrıdır, onları kendisi için yaratmıştır.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın mahremine girenlerdir. Meselâ bir pâdişâhın hizmetçileri olur, câriyeleri olur; fakat onun birde hususi nikâhlı hanımı olur. O hanımı kimse görür mü? Onu yalnız o görür, çünkü nikâhlısıdır, mahremidir. İşte Allah-u Teâlâ'nın mahremine girenler de böyledir, onlar da Allah-u Teâlâ'nın mahremleridir. Allah-u Teâlâ onu o kadar kıskanır ki, hiçbir şey ile meşgul olmasını istemez. O da O'ndan gayrısıyla meşgul olmaz.
Hadis-i şerif'te:
"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyuruluyor. (Münâvi)
Marifetullah ehli; ekimini gönülde yapar. Onun işi ruh iledir. Hazret-i Allah'ın ona bahşettiği ruh ile temasını kurar. Ruh ile hemhâl olur. Her türlü riyâdan, maddeden, gaileden sıyrılmıştır. Vücut elbisesinden, ten kafesinden sıyrılmıştır. Kendi vücudu bile ona ağır gelir. Niçin? Vücudu Hazret-i Allah'a yaklaşmasına engel olduğu için. Bu kulları Allah-u Teâlâ kendisi için yaratmıştır. Bu kulları dünya için, zevk, sefa için yaratmamıştır. O kul da O'nunla olmak ister. Hazret-i Allah ile hemhâl olmuştur.
Bu kullar, kendisi için yarattığı kullar olduğundan, onlar hep O'nunla olmak ister, Hazret-i Allah da onlarla olmak ister. O kulun gayri şeyle meşgul olmasını sûret-i katiye de istemez; velev ki, çocuk dahi olsa. Yani Hazret-i Allah'ın sevgisinin üzerinde bir sevgi taşıdığını Cenâb-ı Hakk istemez.
Mânevi ehli daima iflas halindedir. Meselâ; Rabia'tül Adeviye Hazretleri'nin çok güzel bir niyazı var:
"Allah'ım bana dünyalık nasip ayırmışsan, onu kâfirlere dağıt. Ahiretten nasibim varsa, onu da mümin kullarına dağıt.
Dünyada muradım senin zikrinle olmak, ahiretteki dileğim de cemâlini görmektir." buyuruyorlar.
Cenâb-ı Hakk bütün mânevi ehlinde bu hali tecelli ettirir. Onlara müflis denir. Çünkü hem yapamazlar, yapsalar da onların olmaz, çoktan dağıtmışlardır.
Onların muradı O'dur. O'ndan gayrısından da O'na sınığırlar. Bir kayanın içinde bile olsa, O'nunla oldukları zaman duyacakları zevki; bütün dünya saray olup onların olsa, O'nsuz onda duyamazlar. Halbuki herkes dünyaya akıyor, herkes yaşama sevdasında...
Yolumuzun büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânan -kuddise sırruh- Hazretleri, zühd hayatını çok severdi. Son derece tevekkül sahibi idi. Kendisi dünyadan elini eteğini çektiği gibi, müridlerinin de öyle olmasını arzu ederdi. Etrafında kendisine hizmet etmek isteyen zengin müridleri bulunduğu halde kendisi için ne bir dergâh, ne de bir ev yaptırmıştı.
Dünyadan ve dünyaya düşkün olmaktan son derece sakınırdı.
Şöyle buyurmuştu:
"Dünyaya düşkün olanlar arasına karışan bir kimse sohbetin bereketleri ve tasavvufun nurlarına kavuşamaz. Eğer ihtiyaç olduğu kadar karışır, kalbini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur."
Hâlid Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretleri Şeyh Abdülvehhab Sûsî adında bir yakınını kendisine vekil olarak İstanbul'a göndermişti. O da orada devlet ricâli ile çok görüşüp kibre ve ucba kapıldı. Daha sonra da kalbi döndü. Fakat zamanla pişman oldu, geri döndüğünde affedilmesi için bazı kimseleri aracı yaptı ise de Hazret:
"Affetmek benim elimde olsaydı affederdim. Ne çâre ki Pirân-ı izâm Hazerâtı'nın ruhları onu kapılarından tardetmişlerdir." buyurdular.
Hazret'in Necip Paşa'ya gönderdikleri bir mektubunda şu husus çok manidardır:
"Gafletten son derece uzak bulununuz. Çirkin olan denî dünyaya aldanmayınız, içindekilerle gururlanmayınız. Zira bu alçak dünya nefs-i emmârenin ve şeytanın insanları avlamak için kurduğu tuzaktır.
Hakikat ehli, dünyanın gerçekten alçak oluşunu çok yakından görebildikleri için, nazarlarında hiçbir kıymeti yoktur."
Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle buyuruyorlar:
"Hakk -celle ve alâ- Hazretleri bir an bile kullarından gafil ve habersiz olmadığı gibi, Yaratan'ını bir an bile hatırından çıkarmayan ve O'ndan gâfil olmayan bir kulun haline de Yâd adı verilir. Şeriatın şerefli çizgisinde hareket edip Yâd'ını koruyan kulunu Cenâb-ı Hakk çok sever. İşte bu yüzden fakirâne ricam budur ki, bu yüce şereften mahrum olmayalım. Mâsiva sevgisi ile felç olan bir kalp ile Hakiki Sevgili'nin huzuruna varmayalım." (69. Mektup)
Bir zât-ı muhterem sabah namazından sonra yatmış, rüyâ görüyor. Rüyâ'da Cennet-i âla'ya giriyor. Çok güzel köşkler görüyor. Köşklerin kimin olduğunu soruyor; "Filân kişinindi, ama elinden alındı." deniyor. Başka başka köşkler soruyor, hep aynı cevabı alıyor, "Filân kişinindi elinden alındı." "Niçin?" diyor. "O, muhabbetini çocuğa verdiği için." deniyor. O zaman çok üzülüyor. Çünkü iki yaşında bir çocuğu var. Muhabbetini ona vermiş. "İstemem bu çocuğu." diyor. O anda hanım uyandırıyor ve "Efendi, efendi çocuk damdan düştü ve öldü." diyor. O da "İstemem!" demişti.
Allah-u Teâlâ herkesten kıskançtır. Evvelâ kalbinden onu çıkardı, sonra çocuğu aldı. Sevdiği kulunun kalbini başka yere çevirmesini istemez.
Onun için sevilen bir şey engel oluyor. Çocuk insanı Hakk'ın sevgisinden mahrum ettiği gibi birçok kötü işlerini hoş görürsün de Cenâb-ı Hakk seni hoş görmez. Onun için sevilmeye lâyık olan Yaratıcı'dır, yaratılmışlar değil. Ve bu gidenler hayır olarak gidiyor.
•
Yine bir adamın bir kız çocuğu olmuş. Adam bu kız çocuğuna çok muhabbetli olmuş. Kız çocuğu iki yaşına gelince ölmüş. Adamın aklı fikri hep o kız çocuğundaymış. Gece gündüz hep o kızı düşünmüş. Adam bir gün demiş ki: "Bu benim yaptığım iş değil, hata. Bunu bana Hazret-i Allah vermişti ve O aldı. Benim buna sahip çıkmam, ah vah etmem yanlıştı."
Bunu böyle kabul etmiş ve yatmış. O akşam bir rüyâ görmüş: Büyük bir ejderha bir adamı kovalamış. O da kaçmış, kaçmış ve nurani bir zâta rastlamış. "Aman! Beni bu ejderhadan kurtar!" demiş. "Biz kurtaramayız, ama daha ileri git!" demiş bu nurani zât. İkincisine gelmiş, o da kurtaramamış. Derken üçüncüsü gelmiş, o da kurtaramamış. Bir medet ararken bir ev göstermişler. Adam köşke doğru giderken köşkün çocukların şefaat makamı olduğunu görmüş. Buranın reisi demiş ki:
"Bu adamın şefaatçisi var mı?"
"İki yaşında bir çocuğu var!" denmiş.
Çocuğu köşkten çıkarmışlar. Çocuk babasına koşarken ejderhaya dur emri vermişler. Köşk orada, ejderha burada kalmış, onlar da ortada buluşmuşlar. Çocuk demiş ki:
"Baba Allah senden râzı olsun. Sen benim için ah vah ederken kollarım hep bağlıydı. Dün akşam sen beni Allah'ıma emanet ettin ellerimi ve kollarımı çözdüler. Ve ben şimdi rahatım." Ona Âyet-i kerime okumuş ve nasihat etmiş.
"Aman kızım! Sen daha iki yaşındasın, neler öğrenmişsin! Bu ejderha da nedir?" demiş.
"O ejderha senin kötü amelindir."
"Peki! Ben yolda üç zât gördüm beni kurtaramadılar."
"Onlar da senin amelindir, ama zayıf tuttuğun için seni kurtaramadılar."
Adam uyanmış, aklı başına gelmiş, yaptığına da pişman olmuş ve yola düşmüş.
Hazret-i Allah'ı bilememiş ve O'ndan olduğunu anlayamamış. Halbuki Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"Dirilten de öldüren de O'dur. Siz O'na döndürülüp götürüleceksiniz." (Yunus: 56)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Her hareketimizin fotoğrafı çekiliyor, her sözümüz zaptediliyor, düşündüklerimiz kayda geçiyor. Nefes alırken ne düşünüyordun, verirken ne düşünüyordun?
Binaenaleyh sahne üzerindeyiz. Hareketlerimiz her yönden izleniyor. Umera ile oturursan kibrin artar. Ulemâ ile oturursan bilgin artar. Sâlih kimselerle oturursan ihlâsın artar. Dünya ehliyle oturursan dünyaya hırsın artar. Fâsıklarla oturursan fıskın artar. Kadınlarla oturursan şehvetin artar. Çocuklarla oturursan boşuna vakit geçirmiş olursun.
Ve fakat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri sevdiği kulunu hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhi'sine alırsa o kurtulur.
Zât-ı âlileri şöyle buyurmuşlardı:
"Boynun bükük olsun, gözün yaşlı olsun, gönlün Hakk'ta olsun. Ama çoluk-çocuğa bağladığın zaman o bağ çözülüyor.
İhvanda gaye Allah olmalı. Mal, mülk, evlât, iyal tamam; ama bunların hepsi kalacak. Gönlünde Hakk olursa, Hakk'la gidersen, ebedi O'nunla berabersin. Bu içinize işlesin ve bu hali alalım.
İnsan daima mütevazı olmalı; yoluna bakmalı aleme bakmamalı. Sana ihsan ettiği nimetin şükrünü eda et ve yoluna bak.
Halimize şükredelim. Zenginlik onların olsun, Allah'ım bize iman ve huzur ihsan etsin, hayırlı lokma ikram etsin. Çünkü gidiyoruz işte. Düzce'de oturduğumuz odanın badanalı olmasını dahi istemezler; "Yarın kabirdesin değmez." buyururlardı.
"Muhtaç olmamak için tabii ki çalışacağız, kazanacağız. Amma sizi zengin olmaya da teşvik etmiyorum.
Eğer Allah-u Teâlâ beni zengin yapmayı murad etseydi, inanın sırayla apartmanlarım olurdu. Çünkü 1942'de işe başladım. 1944'te zaten Düzce zelzelesi oldu; o zaman evde bir atölyem vardı, dört tane kalfa çalışırdı. Bu kalfalar da Ankara'dan, İstanbul'dan temin edilmiş kalfalardı. Düzce'de böyle bir iş yapan da yoktu, bu şekilde işe başladım.
Tâ on altı yahut on yedi yaşlarında bu işe başladık, hepsi on dokuz, yirmi yaşımıza kadar sürdü. İntisap ettik, hâlen; "İşini küçült, küçült!.." dediler de indirdik. Yoksa zengin olmak icap etseydi apartmanlarım olurdu. Çünkü o zaman ona göre bir iş vardı.
İkincisi; bir kardeş geldi, "Dükkân çalışıyor, atölye de çalışıyor, biz bir kavafiye açalım!" dedi. Bir istihare yapayım dedim; yaptım, çıkmadı, memnun olmadılar. "Mehmet, pek müsaade edilmedi!" dedim. O zaman kavafiyeye başlayanlar zengindi, amma bizim yapacağımız kavafiye de ayrıydı.
Onun için Allah-u Teâlâ beni tuttu, kuru ekmeği bana sevdirdi. O kadar işim parlaktı ki, o parlak işi sıfıra indirdim.
Hiç unutmam; elimde marul vardı, oranın eşrafından bir zât geçiyordu, "Aa! Bu zât yalnız salata mı yiyor?" dedi. O kadar işimi indirdim ki, yalnız o gün yiyeceğim kadar çalışıyordum, yarını düşünmüyordum.
Bütün ömrüm de üç saat uykuyla geçti. Fakat o günler gitti, bir daha da gelmiyor. Şimdi o tâkat yok. Demek ki Sahib'im bana bunu sevdirmiş, ondan sonra tekrar, yavaş yavaş çalışmaya başladım.
Fakat evvela biz o parlak işi sıfıra indirdik. Çünkü gençtik, çizme yapar Türkiye'ye yayardık. Kadın ayakkabısı da yapardık, her şeyi yapardık. Bu işi biz birdenbire yok ettik.
Günlük ihtiyacımın teminine başladım, o gün ne ihtiyacım varsa onu temine çalışırdım. Mevlâ'ya şükürler olsun beni zengin olmaktan korudu. Zengin olmam lâzım değildi ki. Apartman sahibi olmak da hiçbir şey değildir.
Beni Sahib'im korudu, tuttu, ben de size bunu duyurmaya çalışıyorum. Siz ilim yaymaya çalışın, âlem para kazansın! Kitap satın, mecmuâ satın, şunu satın bunu satın, ilim yayın. Bu meyanda dünya ihtiyacınızı da temin edersiniz.
Amma illa; "Zengin olmak!" diyorsanız, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." (C. Sağir)
İkinci bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Ümmetimin fakirleri zenginlerinden yetmiş yıl önce cennete girer." (Ahmed bin Hanbel)
Zaten senin ömrün o kadar!
Onun içindir ki değmez. Eğer zenginliğe değseydi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu beyanlarında böyle buyurmazdı.
Allah-u Teâlâ her ihtiyacınızın, lütfu ile teminini ihsan buyursun. İhtiyacınız için çalışın, fakat sizin geliriniz âhiret geliri olsun. Bu da ilmi yaymakla olur. Âlem toplasın efendim!
Bunları hep hazırlıklı olmanız için yapıyoruz, tamaha dalmayasınız diye!
Dalanlar dalsın efendim. Yalnız Hazret-i Allah'ın zerreden hesap soracağını unutmayın. Bu kadar paranın hesabı nasıl verilir? Bir düşünün yani, bir düşünün!"
•
"İnsan ömrünü yemekle, içmekle israf etmemeli. Çünkü dünyaya bir daha gelecek değil. İbadetini yapsın da derecatı artsın. Yeme, içme, yaşama ise Hazret-i Allah onların hepsini ahirette hazırlamıştır. Bir insan bir ömür boyu çalışıyor da bir bina yapamıyor, ya cenneti kazanmak için nasıl çalışmalı?
Bunlar vasiyet, nasihat. Yemekle, içmekle zevkinin peşine düşersen nefsinin peşine koşmuş olursun. Atın yemini, suyunu, arpasını ver, bin, git. Çünkü nefis binektir. Onunla yol alacaksın."
•
"Bizim hayatımız şuna benzer: Bir insan bir evden diğer bir eve taşınırken, bütün eşyalarını taşır. Eski evde hiçbir şey kalmaz, sadece bir ceketi vardır. Çağırdıkları zaman gelir ceketini alıp, gider.
Benim dünyada kalmamla ahirete göçmemin durumu budur. Şu, bu hayır! Bir ceketim var, çağırdıkları zaman alır çıkarım. Elhamdülillâh... Allah'ım beni dünyaya bağlamamış, hiçbir ilgim yok. Her şeyi vermiş ama O'ndan gayrisini yaşatmamış. Benim için ne mal, ne para, ne kadın; hayır! Benim sadece ceketim var, ceketi alıp giderim. Bir ceketim var, yani bir kefenim var. Onun için değmez efendim."
•
Allah-u Teâlâ herkese âile vermiş, çoluk-çocuk vermiş. Fakire ne kadar büyük lütufta, ihsan ve ikramda bulunmuş ki bunlarla meşgul ettirmemiş, bulandırmamış, oyalamamış, bizi yalnız yaşatıyor. Zât'ı ile meşguliyeti sevdirmiş. Hâlâ o sevgi duruyor.
Onun içindir ki: "O'nunla olmak hayattır, O'nsuz hayat vefattır." sözü ile bu noktaya işaret etmiştik.
Yıllar önce bir defasında Hacc'dan dönüyorduk. Bolu Dağı'ndan iniyoruz, hava çok soğuk. O anda gönlüme bir gariplik çöktü. "Şimdi herkes evine çoluk-çocuğunun yanına gidecek, sobası yanıyor, sıcak çorbası var. Bizim evde ne soba yanıyor, ne sıcak çorba var, ne de âile var." diye hafif bir garipseme durumu oldu.
O anda:
"Amma senin evinde Allah ve Resul'ü var." buyurdular.
Bunu o anda yanımızdaki kardeşlere söylemişiz, fakat söylediğimi hatırlamıyorum, bize daha sonraları bir kardeş hatırlattı. "Böyle söylemiştiniz." dedi.
Rabb'ime sonsuz şükürler olsun ki bana o hayatı yaşatıyor, hiçbir şeyle meşgul ettirmiyor. O'nunla olmak hepsinden güzel.
"O'nunla mülâkat mülâkatların en güzelidir. O'nunla nefes, nefeslerin en güzelidir." dememizdeki sır, O'nunla beraber yaşanan hayatın hâlâtıdır, gizli bir hâldir.
İnsan zannediyor ki hayat çoluk-çocuğu ile yaşadığı hayattır. Hayır! Gerçek hayat budur. O hayat eğlencedir, hayat-ı hakiki budur. Çünkü onlar belki kabre kadar bile gelmezler."
Kişi Hakk'tan gayrı şeylerin muhabbetini kalbine koyması ile hak ve hakikatten sapmış olur.
Onun için hem gayri sevgiler, hem Hakk'a sevgi olmuyor.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya, birisini muhabbet-i mâsivâya hasretsin.
"Ben size iki kalp vermedim ki, birisini Hazret-i Allah'a hasredesiniz, birisini gayriya masivaya vermedim."
Eğer o kalbin içinde Hazret-i Allah varsa Mevlâ varsa, masiva sakıt olur. Masiva girerse Mevlâ sakıt olur.
Eğer o kalpte Hazret-i Allah'ın muhabbeti varsa, O'nunla yaşarsın, gayri muhabbet varsa onunla yaşarsın.
Kalp birdir. Eğer o kalpte Hazret-i Allah'ın tecelliyâtı husule gelmişse, Hakk'tan gayrı bir şey bulunmaz. Ve fakat mâsivâ o kalbe girmişse Allah-u Teâlâ o kalpte bulunmaz.
Senin oğlun var, kızın var, gelinin var, liderin var, önderin var. Ve sen iman etmiş görünüyorsun!
Ama sevgiyi onlara bağlamışsın.
Kimin kalbinde muhabbet-i Mevlâ varsa daha doğrusu Allah-u Teâlâ mevcutsa, mâsivâ o kalbe giremez. Kimin kalbinde masiva varsa oraya muhabbet-i Mevlâ girmez. Bunun kesinlikle böyle olduğunu bilmek lazımdır.
Nazargâh-ı ilâhi olan kalbi Allah-u Teâlâ kendisi için halketmiştir.
Para varsa kasada kesede, malı varsa dükkanda, eşya varsa evinde olacak, fakat bunlar kalbe girmeyecek. Eğer kalbe girerse kalbi ifsad eder ve muhabbet-i Mevlâ o kalpte bulunmaz.
Hakk ile olmayan, o binayı nefis ve şeytana tahsis etmiştir, Hakk'ın ihsan ve ikrâm ettiği latîfeleri ifsad etmiştir. Bir düşman bir eve girdiği zaman evi tahrip ettiği gibi, bu iki düşman da kalbi ve bütün vücudu ifsad ederler. Kişi artık görünüşte insan, fakat icraatıyla hep hayvan, hatta hayvandan da elli derece daha aşağı. Zira o hayvan amma, Yaratan'ını biliyor ve tesbihini yapıyor.
Bu Âyet-i kerime'yi biraz daha açalım:
Cenâb-ı Hakk;
"Biz size iki kalp vermedik, bir kalp verdik." buyuruyor.
Birisini dünyaya, diğerini Hazret-i Allah'a has kılmak için iki tane kalp vermedik, bir tane kalp verdik.
Eğer kalp Hazret-i Allah ile olursa altının içine girsen sana bir şey olmaz. Niçin? İçinde O var. Ya o kalp boşsa küçücük bir menfaat girse işgal eder ve o işgaliyet ile gider insan. Nedamet çok, faydası hiç yok.
Hazret-i Allah dururken başkasına tapılıyor. Din olarak başka din kabul ediliyor. İman yok, akıl yok.
Derûni mânâsı şudur ki:
Kimin kalbinde yalnız Allah-u Teâlâ var, o Hakk iledir. Kimin kalbinde masiva var, o halk iledir. Masiva olan kalpte mevlâ bulunmaz. İki sevgi bir kalbe girmiyor.
Farz-ı muhal bir cami işgal edilmiş, orasını pazar yerine çevirmiş, suretlerle de doldurmuş ve sen de burada namaz kılmak mecburiyetindesin.
Âyet-i kerime'sinde:
"Namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoyar." (Ankebut: 45)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde, neden namaz bizi her türlü kötülükten alıkoymuyor? Çünkü kalbimiz nefis tarafından işgal edilmiş, orayı pazar yerine çevirmiş. Böyle bir yerde ne derece huzur ile namaz kılınır?
Ve bu kalp artık hastadır, gerçekten Hakk'tan hakikatten gafildir. Çünkü kalp nazargâh-ı ilâhîdir. Pazar yerine çevrilmiş bu kalbin boşalması ve temizlenmesi lâzım. Bu da nefisle yapılacak ciddi bir mücadele ile kaimdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Zikrullah kalplerin şifasıdır." (Münâvi)
Yani sizin kalbiniz hastadır, marazlıdır, bunun şifası Hazret-i Allah'ın zikrini kalbe yerleştirmektir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 9)
Her şeyden evvel kalbi bu pazar yerinden, bu suretlerden kurtarıp, tahliye edip temizleyen, kalbini Hazret-i Allah'ın zikriyle fikriyle nûrlandıran ve kalb-i selim olan bir kimse şu ilâhi iltifata mazhar olur:
"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah'a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuarâ: 88-89)
İşte bunlar kurtulmuşlardır.
Bu halk gitti. Niçin? Lokmaya dikkat etmediği için, oradan gitti. Haramı-helâli ayırmadı, midesine haram koydu, oradan kaydı. İmanı da gitti, inancı da gitti, dini de gitti.
Haramla ibadet olmaz, haramla dua olmaz, haramla ihlâs olmaz, hiçbir şey olmaz. Bugün helâl yiyen kaç kişi var? Allah'ımız bize acısın ve bizi korusun.
Her şey muhabbet ile kaim. Sevgi bir sermayedir, alış veriş onunla kaimdir. Bu da, sözde değil, özde olacak. Sûreta değil, samimi olacak.
Sevgi ve teslimiyet kişinin mânevi parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, mürebbinin nazar ve teveccühünü o nispette kazanır. O sevgi sayesinde terbiye görür, o sevgi sayesinde terakki eder.
Mânevi terakkinin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün Evliyâullah Hazerâtı ittifak etmişlerdir.
Muhabbet Hakk'tan gelir, halktan gelmez. O bir sermayedir. "Yâ Rabb'i! Ne olur, kalbime muhabbet ihsan eyle, senin ihsanınla muhabbet edeyim!" diye niyaz edilecek.
Mevlâ muhabbet ihsan buyursun, o sermaye ile O'nunla veyahut O'nun sevgilisi ile alış verişe kabul edilir.
Demek ki iş sermayede, sermayeyi de onlar verecekler ki olsun.
Akıllı insan kalbine dönüktür. Kalbiyle, kalbini nurlandırmakla, nefsin işgaliyetinden kurtarmakla meşguldür. Kalbini masivadan kurtarıp Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı yerleştirirse o zaman imanı kemâle erer. Başka sevgiler kalbi öldürür. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
O'nun tecelli etmesi için kalp kilidinin açılması lâzım, kalp kulağının açılması lâzım, kalp gözünün açılması lâzım. İnsan ancak kalp vasıtasıyla hikmetle idrak edebilir. İlim, amel, ihlâs üzere bulunursa gitgide melekiyet sıfatına nail olur, aksi halde hayvânî melekeye iner. Beden bir binek, azalar nefer mesabesinde, kalp ise padişah hükmündedir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kalp bir hükümdardır ve kalbin askerleri vardır. Eğer hükümdar bozulursa askerler de bozulur, iyi olursa askerler de iyi olur." (C. Sağir)
Kalp bir melekût hazinesidir. Nurlandığı zaman nûru bütün uzuvlara dağılır, uzuvlardan sadır olan kötülüklerin kaynağı ise yine kalptir.
Ahlâk-ı zemîmelerle, hayvânî sıfatlarla örtülü olduğu zaman, beş duyuya açılıp şehvet ve lezzetlere daldığı, masivâ ile dolduğu zaman kapanıyor, hayvanî kalp oluyor.
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Buyurulduğundan, kalp ıslahı çok mühimdir. Bütün azalar onun emrindedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Meğer ki Allah'a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuârâ: 89)
Demek ki aranan salim, temiz bir kalp...
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ'yı zikir, kalp hastalıklarına şifâdır." (Münâvî)
Kurtuluşun en güzel çaresi Allah-u Teâlâ ve Resul'ünü kalbe almak, zikrullah ile meşgul olmak, içteki düşmanları atmak ve muhabbet-i ilâhî'ye nâil olmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." buyuruyor. (Şems: 9)
Nefsini günahlardan arındırıp takvâ ile terbiye eden, tekâmül ettirerek feyizlendiren kimseler ebedî saâdet ve selâmete namzet bulunmuştur. Bu da nefis derecelerini bilmek ve geçmekle mümkündür. Emmâre'den Levvâme'ye, oradan Mülhime, Mutmainne, Râdiye, Mardiye ve Sâfiye derecesine ulaşılacak ki bu hakikat husule gelsin.
Kalpte iki kapı vardır. Birisi dâhile yani melekût âlemine, diğeri hârice yani beş hislere açılır.
"Biz ona iki göz vermedik mi?" (Beled: 8)
Allah-u Teâlâ insana bir baş gözü bir de kalp gözü vermiştir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Her insanın kalbinin iki gözü vardır. O gözlerle gaybı kavrayabilir. Allah bir kuluna hayır murad ederse, gözünün göremediği şeyi görebilmesi için kalbinin gözlerini açar."
Fakir der ki; Cennet-i âlâ ile dünya arasında incecik bir perde var, perdeyi kaldırdığın zaman cennettesin, amma sen görmüyorsun.
Farz-ı muhal ki birisini seviyorsun, o sevgi ve sureti senin kalbine nakşediliyor. Lâfzatullah çektiğin zaman kalbine nakşolduğu gibi, o sevgi de kalbe nakşediliyor. Ehl-i hakikat baktığı zaman senin kalbini görebiliyor, o nakışları da görüyor.
Hakk'ı seversen, zikrini yaparsan, Hakk'ın tecelliyâtına mazhar olursun. Lâfzatullah'ın nuru kalbine nakşolunur.
Nefsin haz ve istekleri de böylece kalbine nakşolunuyor, bunların hepsi ayrı ayrı bir perde oluyor, Hakk'tan uzaklaşmaya vesile oluyor, Hakk'ın kalbe tecellîsine mâni oluyor.
Bir insan Hakk'tan gayrısından ayrılırsa, kesilirse, dünyaya karşı muhabbet olmazsa Hazret-i Allah'ta fâni olur ve Hazret-i Allah onda tecelli ederse o sâlih kullardan olur.
Sâlihlere katılmak demek dünyadan terhis olmaktır. Neden terhis olmak? Mihnet, meşakkat, ibtilâdan seni terhis eder, ebedî bir saadetin içine koyar.
Bir insan, hayatının idamesi için ilk önce kendisini, malını, mülkünü, çoluk çocuğunu sever. Bunun yanında iyi işleri, iyiliğin her türlüsünü ve iyi insanları, güzel bir gülü, güzel akarsuları, yeşillikleri de sever. İnsan ruhu güzel surette halk olunduğu için, daima güzele meyleder. Bütün güzellikler, O'nun güzelliğinin tecellîleridir.
Hadis-i şerif'te:
"Allah güzeldir, güzeli ve güzelliği sever." buyuruluyor. (Müslim)
En sonra ise her şeyden fazla Hazret-i Allah'ı sever. O'na kavuşmak için canını da, malını, mülkünü de fedâ etmeye hazırdır.
Bu sevginin yüceliğini ve inceliğini her insan kavrayamaz. O'ndan başkasını ve başka şeyleri seven kimse, O'nu tanımayan, Allah sevgisinin hakikatine vakıf olmayan kimsedir.
Allah için olmayan, Allah sevgisine vesile olmayan bütün muhabbetler Allah'tan uzaktır ve bâtıldır.
"İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah'tan gayrısını O'na emsal tutarlar." (Bakara: 165)
"Endâd", kişilerin Allah-u Teâlâ'ya isyan olan yerde itaat ettikleri liderleridir. Allah'a yaklaşmaya çalıştıkları gibi onlara yaklaşmaya çalışırlar.
İster lider, ister put olsun, ya da para-pul, mal-mülk, makam-mevki olsun, nefsin arzuları olsun, bu gibi insanın kalbini Allah'ı unutturacak derecede meşgul eden Allah'tan başka her şey bu ilâhî beyanın içine girer.
"Ve onları Allah'ı sever gibi severler." (Bakara: 165)
Peşlerinden sürüklendikleri liderlerini âdeta Allah'ı seviyormuşcasına severler ve onlara saygıda bulunurlar. Allah'a beslenmesi gereken sevgiyi onlar için beslerler. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.
Hakk'tan gayrı olan sevgileri Allah sevgisinin üstünde tutmak, akla gelebilecek bütün kötülüklerin başıdır. Onlara taparcasına bağlananlar ve onları Allah'ı sever gibi sevenler için artık kurtuluş ümidi yoktur. Çünkü basiretleri körelmiş, ruhları ölmüş, canlı cenaze gibi olmuşlardır.
Şu kadar var ki:
"İman edenlerin Allah'a sevgileri ise çok daha kuvvetlidir." (Bakara: 165)
Görüldüğü üzere müminlerin "Yalnız" Allah-u Teâlâ'yı değil, "En çok" Allah-u Teâlâ'yı sevdikleri ifade edilmektedir. Şu halde bir insan Allah'tan başka sevilmesi meşru olan diğer varlıkları da elbette sevecektir. Bu insanın yaratılışında tabii olarak bulunan bir durumdur. Yeter ki başka sevgiler Allah sevgisini unutturmasın veya onun önüne geçmesin.
Müminler öyle kimselerdir ki, hiçbir kimseyi hiçbir şeyi Allah-u Teâlâ'yı sevdikleri kadar sevmezler. Başkalarını sevmeleri de yine O'nun rızâsı ve izni iledir.
"Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendisine yuva yapan örümceğin misali gibidir. Halbûki eğer bilseler, evlerin en çürüğü en dayanıksızı ömrümcek yuvasıdır." (Ankebût: 41)
Mevlâ'nın muhabbetiyle hallenen kulların gayeleri ev değil, evin sahibidir. Onlar için O'nun sevgisinden daha değerli ve daha üstün bir şey yoktur. Bir kul için bundan daha büyük bir lütuf ve ikram düşünülemez.
Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretlerimiz:
"Allah sevgisine mazhar olan bir kimseyi, bu sevgi dünyaya dalmaktan, insanlara karışıp onlarla ömür tüketmekten muhafaza eder." buyurmuşlar.
O muhafaza etmeyi murad etmiş, O koruyor, O kurtarıyor. Onun için Cenâb-ı Hakk'a çok sığınmamız icap ediyor.
Allah-u Teâlâ'ya muhabbet, O'ndan başka her şeyden yüz çevirip bütün varlığı ile tamamen O'na yönelmek, O'nun ahlâkı ile ahlâklanmak, O'nu her şeye tercih ederek sımsıkı sarılmak demektir.
Hazret-i Allah da bu kullarını tercih eder. Onları dost edinir, dünya saadetine, âhiret selâmetine ulaştırır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın boyası (ile boyanın)!" (Bakara: 138)
İman en güzel Allah boyasıdır. Her kim Allah boyası ile boyanırsa, o kimse gerçek bir hidayete ermiş, doğru yolu bulmuş demektir. Boya kumaşın içine işleyip onu renklendirdiği gibi, iman da bir kalbe girdiğinde, küfür pisliğinden temizler ve o vücudu nurlandırır.
Bu boya ile boyanmış olan hakiki müminler Allah-u Teâlâ'dan başka ilâh tanımazlar. Rabb'lerinin gösterdiği nurlu yoldan sapmazlar. Emir ve yasaklarına hakkıyla uyarlar. Amel-i sâlih başta olmak üzere bütün kulluk görevlerini seve seve yerine getirirler.
"Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?" (Bakara: 138)
O öyle bir Allah'tır ki; bütün güzelliklerin, bütün iyiliklerin, bütün lütuf ve ikramların asıl kaynağı O'dur. Gerçek hidayet O'nun hidayetidir. Her iş O'nun dilemesi ile meydana gelir. Müminleri istikamete, iyiye ve güzele sevkeder, ebediyyen solmayan iman ve hidayet boyası ile nurlandırır.
Allah-u Teâlâ'nın boyasından başka boyalarla boyanmak ve boyamak isteyen kimseler ise; hem kendilerini hem de başkalarını yoldan çıkarmış ve sapıklığın tâ ortasına düşmüş olurlar.
"Allah'a sarılın, O sizin Mevlâ'nızdır." (Hacc: 78)
"Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir." (Âl-i imrân: 101)
"Allah'a iman edip de sımsıkı sarılanları, Allah kendi katından bir rahmetin ve lütf-u inâyetin içine sokacak, onları kendisine varan doğru bir yola eriştirecektir." (Nisâ: 175)
"Hayır. Kim ihsan mertebesine yükselerek, özünü tamamen Allah'a teslim ederse, onun mükâfâtı Rabb'inin katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar." (Bakara: 112)
Muhabbet davasında bulunmak, seviyorum demek kolaydır. Lâkin Allah'a karşı muhabbeti olan insanlarda şu yedi alâmetin bulunması gerekir:
1- Ölümden nefret etmemek, ölüm için hazırlıklı bulunmak. Çünkü seven sevdiğine ancak ölümle kavuşur.
2- Hazret-i Allah'ın sevdiğini kendi sevdiklerine tercih etmek. Allah'ı seven, dünyada neyi severse Allah o şeyi sevdiği için sever. Yaratandan ötürü yaratılan her şeyi hoş görür.
3- Cenâb-ı Hakk'ı daima kalbinde bulundurmak. Kendini zorlamaksızın gece gündüz zikrullahla meşgul olmak. Zira bir şeyi çok seven, onu hiç dilinden düşürmez.
Zikrullah Allah'a olan sevgiyi tahrik eder. Sonsuz bir şevk verir.
4- O'nun emir ve nehiylerini bildiren Kur'an-ı kerim'e tazim etmek; en sevdiği biricik Habib'i -sallallahu aleyhi ve sellem-ini, Enbiyâ ve Evliyâsını, dostlarını sevmek... Daha doğrusu O'nunla ilgisi olan her şeyi sevmek.
5- İnsanlardan uzleti, yalnızlığı ve tenhayı seçmek. Bir an evvel akşam olmasını, Rabb'isi ile kalmasını istemek.
6- İbadetleri zevk ve şevk ile yapmak. Muhabbet ehline hiçbir ibadet ağır gelmez. Çünkü ibadet lezzeti gibi hiçbir lezzet yoktur, nerede kaldı ki ağır gelsin...
7- Hakk dostlarını dost edindiği gibi, O'nun düşmanlarını da düşman bilmek. Zira kişi sevdiği ile beraber haşrolur.
Allah için sevgi, Allah için buğz, imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekâmülünde en büyük bir âmildir.
Hazret-i Allah'ın biricik Habibi -sallallahu aleyhi ve sellem- Allah sevgisine vâsıta olduğu için O'nu seven Allah'ı sevmiş olur. Dostun dostları da dosttur.
Muhabbetullah bütün sevgilerin kaynağıdır.
Bütün sevgiler Allah sevgisi ile bütünleşince kemâle erer. Çünkü Muhabbetullah bütün sevgilerin kaynağıdır. Sevgiye vesile olabilecek bütün sıfatlar, O'nun Cemâl sıfatının tecellîleridir.
"Gül denir her güle amma, gül-i zibâ başka.
Aşk denir her aşka amma, Allah aşkı başka."
Şu halde bir müminin evvelâ bizzat Hazret-i Allah'ı, sonra biricik Habib-i Ekrem'ini, -sallallahu aleyhi ve sellem- bilcümle Peygamberân-ı İzâm Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nı, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz'in hepsini, onları gören Tâbiîn Hazerâtı'nı, ulemâ, fukaha ve sulehâyı hubb-i fillah ile sevmesi ve saygı göstermesi gerekmektedir.
Bir insan Hazret-i Allah'a çok samimi olacak, Hazret-i Allah'tan çok korkacak ve Hazret-i Allah'ı çok sevecek. Ama bunlar da icraat ile belli olacak.
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Boynun bükük olsun, gözün yaşlı olsun, gönlün Hakk'ta olsun.
Ama çoluk çocuğa bağladığın zaman, o bağ çözülüyor. Bu üç kelimede çok mühim iş var.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında hasır üzerinde uyumuşlardı. Uykudan kalktığında, hasırın vücudunda iz bıraktığı görüldü.
Bunun üzerine orada bulunanlar:
"Yâ Resulellah! Sizin için yatak tedarik etsek olmaz mı?" diye sorunca:
"Benim dünya ile ne işim var? Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim." buyurdu. (Tirmizî)
Yolcu ise eline çantasını almış yol almakla meşguldür. Senin de çantan elinde bulunsun.
"İrcıîy!" dâvetinin ne zaman geleceği belli değil, amma gelecek. Her aldığın nefes seni kabre doğru çekiyor, ömrün tükeniyor. Hayat yolculuktur, sen yolcusun.
Otelde olduğunu, muhakkak ki evine gitmen gerektiğini daima göz önünde bulundur.
Bir gün yolculuk bitecek, yolcu evine varacak. Amma orası öyle bir ev ki dönüşü yok, amel sandığı.
Sonra, kabirde bulunanların hâli ile hallenmemiz tavsiye ediliyor. Şimdiden kabre girmiş gibi. Çünkü ölüme mahkumuz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" buyuruyorlar. (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif çok incedir.
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol!"
Yani o hale bürün. Garip azmaz, taşmaz. Hakaret etmez. Garip insanın hiçbir şeyi olmaz. Malı olmaz, mülkü olmaz, varlığı olmaz.
Yolcu olduğunu bil, âlem-i dünyadan âlem-i berzah'a yolcusun. Yolcu bir insan artık; "Şu işi yapsaydım!" yahut "Şunu yapayım!" demez. Ya ne der? "Dünyaya tutunmaya gelmez, yolcuyum!" der. Çantasını alır, ebedî hayatın yolcusu olduğunu bilir. Yaptığı şeyleri kalbiyle yapmaz da eliyle yapar, diliyle yapar, kalben yapmaz. Yani onun muhabbetini kalbine koymaz. Mühim olan kalbin işgaliyetten kurtulması. Nefsin, şeytanın, şeytanlaşmış insanların iğvasından kalbi kurtarmak. Kalb-i selim hale gelirse Allah ona yeter.
"Nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!"
Niçin? Ehl-i kubur haliyle yaşayan insan dünyadan zevk almaz. Dünyadaki zevki Hazret-i Allah ile ve Allah dostları ile beraber olduğu zamandır.
Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ sevgili peygamberlerine dünyaya ait muhabbet bağlatmamıştır.
Muhabbet çok güzel bir bağdır. Hangi muhabbet? Gaye, menfaat, maksat olmayan bir muhabbet.
"Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 16-17)
İnsanı dünya ve içindekiler çekiyor, münafıklığa sokuyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu Yaratıcı'yı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Kişinin malı da kendisi de Allah'a aittir."
Şu halde O'na kavuşmak için O'na yönelmeli, O'na dönmeli, O'na ibadet etmeliyiz. Fakat gölgenin peşinden koşarsak kime kavuşacağız?
Dünyayı geniş tutan, ahiretini küçük tutar; ahiretini geniş tutan, dünyayı küçültür. Dünya bir kuyudur, ona düşenler mahşerde çıkacaklar.
Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır. Dünya geçici bir sahnedir. İmtihanını vereceksin ve seni çekecek, hepsi bu kadar. Onun için O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır.
En büyük sevgi Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a ve sonra Vekil'inedir.
Hazret-i Allah'a edep gerekiyor. Resulullah'a edep gerekiyor. Hazret-i Kur'an'a edep gerekiyor. Kitabullah'a olan edep ahkâm-ı İlâhi'ye riayet etmektir. Resulullah Aleyhisselâm'a olan edep hem Sünnet-i seniyye'sine sarılmak ve yaşamak, hem de vekiline tazim etmektir. Mürşid-i kâmil'deki edep ise Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği emanete riayet etmektir.
Onun için edep haline bürünürsek, yaşamak çok kolaylaşır. Edebi terk edersek işimiz zordur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim." (Tirmizî)
Hülasâ-i kelâm; azma, taşma, yolcu olduğunu bil. Çantan elinde olsun. Davetin ne zaman geleceği belli değil, an meselesi. Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak.
Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap.
"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)
Ey nefis! Buralı değilsin, yolcu olduğunu unutma!
Ömür en kıymetli sermayedir. Ömür bitince sermaye toplamak için ikinci bir hayat yok. Şu halde bu kıymetli sermayenin değil dakikasını zerresini bile zayi etmemek lâzım. O alıncaya kadar sen yolunda bulun. Dünya da O'nun, ahiret de O'nun...
Marifetullah'tan gayrı her türlü muhabbet Hakk'a ulaşmak için birer engeldir, çengeldir. Hazret-i Allah'a ulaşmaya manidir.
Dünya sevgisi, Hakk'a vuslata mani olur.
İnsanın doğduktan sonraki maddi tekâmülü son noktaya gelmişse de, mânevî tekâmülü belli bir devrede sona ermez, ölümüne kadar devam eder. Çünkü ruh tekâmül etmek, terakki etmek üzere gönderilmiştir. İnsandaki ruhâni tekâmül, Hazret-i Allah'ı tanımakla ve O'na kullukla başlar. Zaten kâinatın yaratılmasındaki esas gaye insanın yaratılması, ondan da maksat Hazret-i Allah'ın bilinmesi ve bulunmasıdır.
Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.
Kendisi ile dargın olanı önce kendisi ile barıştırmak gerekir. Çünkü onun nefsi ile ruhu çoktan arayı açmış. Kendi kendisi ile barıştırılmazsa, Hakk'a ulaştırmaya imkân olmaz.
Bir düşman bir memleketi istilâ edip zaptettiği zaman, orada kendi rejimini yürütmek ister. Hiç kimseye söz hakkı vermez, kimsenin hürriyete kavuşmasını istemez. Kendi eliyle yaptığı putlara tapındırmaya mecbur eder. Gizli veya açık ilâhlık dâvâsı güder.
Nefsi ile ruhu arayı açan kimsenin durumu da böyledir. Düşmanını öğrenip mücadeleye girişir, muvaffak da olursa hürriyetine kavuşur, işgalden kurtulur. Elindeki putu, gönlündeki mâsivâyı atar, Hakk'a ulaşır, dünya saâdetine âhiret selâmetine erer.
Bir insan da şeriat hilâfında hareket ederse, kalbine Hazret-i Allah'ın sevgisinden daha yüksek sevgiler koyarsa, gaflet ve kasvette olan insanlarla hemhâl olursa feyzinin kesilmesine sebep olur, yol alamaz.
Hasta olan bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağız tadının geri gelmesi, hastalığının tedavisine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i emmâreye mağlup olan masivâ bataklığına dönen bir kimsenin kalbi hastadır, ibadet ve taatlarından lezzet alamaz.
Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb... gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından gizlisinden) uzak bulununuz." buyuruyor. (En'am: 151)
Kalp temiz olursa, kişiyi ibadet ve taate sevk eder.
Nimet-i ilâhiye temiz kalplerde tecelli eder. Kalpler kaplara benzer. Kap su ile dolu bulundukça hava giremez. Kalpler de mâsiva ile meşgul oldukça marifet hâsıl olmaz.
Sıfat-ı hayvâniyeden arınman ve kurtulman için, kalbinin nurlanması için odanı temizle. Islâh olsun ki nefsin iman etmiş olsun.
Meselâ bir hayvanı ahırdan çıkardın, o ahırı temizlersen, tebdil edersen, dayarsan, döşersen, orası oda haline gelir. Biraz evvel ahır idi, şimdi oda oldu. Ahıra padişah girmez amma, odaya padişah girer.
Sen kalbini ahıra çevirdin, pis orada her an pisliyor. Pisi atmadıkça, orayı dayayıp döşemedikçe, ibadet ve taatla nurlandırmadıkça, hiçbir zaman oraya padişah gelmez.
"Kalp sarayın eyle pak,
Şayet gele Sultan sana."
Misafirin gelmesi kalp sarayının temizlenmesine bağlıdır. Fuad gözü yani kalp kapısı aralanırsa bazı sırlar tecelli eder.
O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Ahır haline getirdiğin kalpten pisi çıkar ki orası nurlansın. Bütün letâfatını bu şekilde nurlandırırsan için de nur olur.
Mücadele ile Sultânî zikre de erersin, murad ederse nefes zikrine dahi ulaştırır.
Tarikât-ı âliye'ye dahil olan bir sâlik:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 9)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere kalbini, mâsivânın bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline getirir.
Yeryüzünde mevcut bu kadar sular vardır, menbaı birdir. Kimisi çok güzel, gayet tatlıdır. Kimi ise acı ve bulanık olur.
Kalplerinde nur olanlar hikmetli, feyizli ve tesirli olur. Masivâ bataklığına dönen kalpte ise ne olur?
İç dünyasını, kalbini nurlandırmak, masivâdan temizlemek ancak bu mânevî yolla olur.
Allah-u Teâlâ insanın kalbine hakikatini yazmış, sonra da o hakikati fenâ sıfatlarla örtmüştür.
Eğer bir kimse kötü sıfatlarını temizlerse, kalbine teveccüh ettiğinde kendi hakikatini görür.
Bundan maksat, Hakk'tan başka sevgilerin kalbe girmemesidir. Aldığı ve verdiği nefesleri düşünerek daima Hakk ile olması, gelen bütün kötülük ve hatıralardan gönlünü muhafaza etmesi lâzımdır. Eğer sâlik buna muvaffak olursa kalbinde hakikat zuhur eder.
Sâlik kalbine teveccüh hususunda ısrar etse, kendi hakikati ona âşikâr olur. Böylece Hakk'ın birçok esrarı tecelli eder. "Men arefe"nin sırrı burada çözülmeye başlar.
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." (Keşfü'l-Hafâ)
Cenâb-ı Hakk ancak bundan sonra bilinir, bulunur.
Dünya muhabbeti kalbe girerse kişi batmaya mahkûmdur. Dünyadan murad Allah'tan gayrı şeyin kalbe girmesidir. Yoksa kalbin haricinde bulundurulduğu zaman her şeye mâlik olsa bile zarar vermez. Bu noktayı ayırmak lâzım.
Cenâb-ı Hakk'ın buyurduğu;
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Âyet-i kerime'sini unutmamak lâzım.
Değer verdiği şey onun için kıymetli. Parayı çok seviyorsa, onun için para çok değerli, kadını seviyorsa onun için kadın değerli, çocuğu çok seviyorsa onun için çocuk çok değerli. Fakat bunlar aslında değersiz şeyler. Fakir; "Değere değer veren değerli olur, değersize değer veren değersiz olur." demişizdir. Muhabbet Yaratan'a bağlanacak.
Kalbimizi gayrıya çevirdiğimiz zaman, Cenâb-ı Hakk şeytana izin veriyor, o da kalbimizi meşgul ediyor. Cenâb-ı Hakk'a sığınırsak, bizi kurtarır. Diğer muhabbetleri çıkarıp kendi muhabbetini koyar.
Sık sık; "Rabb'im, benim kalbimi biricik İslâm yolundan, râzı olduğun yoldan ayırma!" diye yalvaracağız, göz yaşı dökeceğiz, secdeden ayrılmayacağız. Tâ ki duâmızı kabul edinceye kadar.
Kabul ederse ne olur? Kalbimizi rızâsına, İslâm yoluna döndürür, bize yolunu sevdirir. Bu sayede ibadet de yapılır, ibadetin muhabbetini de verir. Yaptıkça yapacağımız gelir. Bir şey verirken O'nun için veririz, verdikçe zevk duyarız. O muhabbet, yapılan ibadetin kabul olduğuna delâlet ve işarettir.
Aşk ile yapılmayan ibadette ise hayır yoktur.
O'na döndüğün zaman yüzün O'na doğru olmalıdır. Artık O'ndan başka bir şey görmeyeceksin. Bütün yaratıklar O'nun yaratığıdır. O'na ibadet edeceksin, O'na muhabbet edeceksin, O'nun emrine tâbi olacaksın, O'nun rızâsı mucibince hareket edeceksin. Yüzünü O'na çevirmişsin, başka bir şey görmüyorsun ve görmek de istemiyorsun.
Allah muhabbeti öyle bir muhabbettir!
Bir kul için mümkün olabilen en üstün rütbe, en büyük kazanç O'nu tanımak, yalnız O'nu sevmek, buyruklarına seve seve itaat etmektir. Dostluğu kazanılmaya ve sevilmeye en lâyık olan mutlak varlık O'dur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Asıl dost Allah'tır." (Şûrâ: 9)
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Onlar öyle kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ sevmesinin bir neticesi olarak onları en güzel sevaplarla mükâfatlandırır. Onlar Allah-u Teâlâ'nın sevgisini kazanacakları yolları takip ederler, hoşnutluğunu kaybettirecek yollardan uzak dururlar. Emirlerine sarılırlar, yasaklarından son derece sakınırlar. O'nun râzı olmasını her şeyden üstün tutarlar. Sevgilerinde samimidirler. Allah-u Teâlâ'nın dostluğunu ve yardımını kazananlar, başkalarını dost edinmezler. Onlar Allah'ı anarak yaşar, Allah'ı anarak ölür ve Allah'ı anarak Allah'a ulaşırlar. Hazret-i Allah'ın biricik Habib'i -sallallahu aleyhi ve sellem- Allah sevgisine vâsıta olduğu için onu seven Allah'ı sevmiş olur. Dostun dostları da dosttur. Bütün sevgiler Allah sevgisi ile bütünleşince kemâle erer. Çünkü Muhabbetullah bütün sevgilerin kaynağıdır. Sevgiye vesile olabilecek bütün sıfatlar, O'nun Cemâl sıfatının tecellîleridir.
Allah-u Teâlâ'nın kullarına imandan sonra en büyük ihsanı iki şeydir; biri mârifetullah, diğeri muhabbetullah.
Muhabbetullah Allah sevgisidir. O Allah'tan gayrı bütün sevgileri yakan bir ateştir. Ruhun zaferi ve sevinç kaynağıdır.
Her varlık da perdedir. Gerçekten hem Hakk'a ulaşmaya ve hem de görmeye mânidir.
Cezbe irfan ehlinin kalplerini tahrik eder; âşıkların gıdası, Hakk yolcularının zevk ve safasıdır. Şüphesiz bu da muhabbet ile kaimdir. Çünkü her şey sevgi ile mümkün olur. Aşk öyle bir lütuftur ki, ifadeye sığmaz. Hakk'tan geldiği için Hakk'a ulaştırır.
Mevlânâ Câmi -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki;
"Mecâzi de olsa aşk ve sevgiden yüz çevirme, vazgeçme, zira o hakiki aşka ulaştırmak için bir vasıtadır, köprüdür."
Aşık olanın elem ve mihnete alışması lâzımdır. Çünkü sevilen, sevenin başkası ile meşgul olmasını istemez.
"Sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir."
Aşıka en tatlı gelen şey, sevgilisi için yanmaktır. Mânen gıdalanmak elbette aşkullah ve muhabbetullaha bağlıdır. Aşk ve muhabbetin kemaline erenler, Mahbub-u hakiki ile olmaktan ve O'na hizmetten başka hiç bir şey düşünmezler.
Her şey sevgi ile kaimdir. Allah sevgisi ise bütün sevgilerin kaynağıdır. Bütün sevgiler Allah sevgisi ile bütünleşince kemâle erer, olgunlaşır. Allah için olmayan, Allah sevgisine vesile olmayan bütün muhabbetler Allah'tan uzaklıktır ve bâtıldır.
İnsan daima Hakk'a teveccüh etmelidir.
Hakk'tan gayrı sevgi ve isteklerden geçerek, Sahib-i hakiki'ye yönelmek, mâsivâdan kalbi temizlemek lâzımdır. O zaman Cenâb-ı Hakk'a gerçek olarak dönülmüş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Rabb'inize yönelin, size azap gelip çatmadan evvel O'na teslim olun." (Zümer: 54)
O zaman gönülde Hakk'tan başka hiçbir maksut, hiçbir matlup ve hiçbir mahbub kalmaz. Can, Cânan'dan bir an ayrılmaz.
Hakk'a teveccüh edebilmek için mâsivâyı gönülden çıkarmak lâzımdır. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz. Kalp mâsivâ ile dolarsa muhabbet-i Mevlâ oradan çıkar. Muhabbetullah'ın bulunduğu bir kalpte ise mâsivâ bulunmaz.
Kalp ise Mevlâ'ya teveccüh edecek, Mevlâ ile meşgul olacak.
Âyet-i kerime'de:
"Kim kendini Allah'a muhsin olarak O'nu görür gibi tamamen teslim ederse, muhakkak ki o en sağlam kulpa yapışmış olur."& buyuruluyor. (Lokman: 22)
En sağlam kulp O'nun katındadır, yapışılan diğer kulpların hepsi kopup yok olacaktır.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Rabb'inin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O'na yönel." (Müzzemmil: 8)
Dünya işlerinden ihtiyacın kadarını yapıp, meşguliyetlerini bitirince O'na teveccüh et, O'nunla olmaya bak!
"Bana dönenlerin yoluna uy!" (Lokman: 15)
Bana teveccüh edenlerin yoluna tâbi ol.
Bir mürid, mürşidinin ruhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh ettiği zaman, o ruhâniyet müridin bâtınında faaliyete geçer ve onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır. Mürid tedrici olarak, mürşidinin ruhanî vasıflarıyla sıfatlanır.
Seyyid-i Kainat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Yâ Ali! Sen Hazret-i Allah'ı sever misin?"
"Severim yâ Resulullah!"
"Beni sever misin?"
"Severim yâ Resulullah!"
"Peki Fatıma'yı sever misin?"
"Severim yâ Resulullah!"
"Hasan ile Hüseyin'i sever misin?"
"Severim yâ Resulullah!"
Bunlar hepsi sevilecek şeyler, fakat;
"Yâ Ali! Bir kalbin var. Dört sevgiyi nereye sığdırdın?"
İlmin kapısı olan Hazret-i Ali Efendimiz durdu, cevap veremedi.
Hadis-i şerif'te:
"Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlmi isteyen kapısına müracaat etsin." (Tirmizî)
Buyurulmasına rağmen Seyyid-i Kainat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu suâline cevap veremedi. Utandı ve hane-i saadetine döndü.
Şimdi burada onların yaşayışını size anlatmaya çalışıyorum. Onlar nerede, biz nerede?
Hazret-i Fatıma annem buyurdu ki:
"Yâ Ali! Seni çok üzülmüş görüyorum. Eğer dünya içinse bize yakışmaz, ahiret içinse söyle, derdini paylaşayım."
"Yâ Fatıma! Resulullah Efendimiz bir suâl sordu, ben bunun cevabını veremedim. Onun üzüntüsünü yaşıyorum."
"Nedir?"
Anlattı.
"Ah o pek kolay yâ Ali!" buyurdular.
Çünkü o Resulullah Aleyhisselâm'ın ağacının dalından husule gelmiş. O ilmin kapısı olan Hazret-i Ali Efendimiz bu sefer daha da hayret etti.
"Zira kalbin altı ciheti vardır. Hazret-i Allah'ı sever misin deyince, ruhumla severim."
Demek ki o hale ermiş. Şimdi burada herkesin durumunu da anlatmaya çalışıyorum, kimin nelere erdiğini.
"Beni sever misin deyince, imanımla severim.
Fatıma'yı sever misin deyince, insanlık nefsiyle severim."
Demek nefis; insani ve hayvani nefis var.
"Çocukları sever misin deyince, babalık şefkatiyle severim, dersin."
Demek ki burada da kimin, nerede olduğunu, hangi derecede olduğunu, kalbin kaç cihette olduğunu, kimin nasıl sevebileceğini anlatıyor.
Hazret-i Ali -keremallahu veche- Efendimiz döndüğünde Resulullah Efendimiz hutbeye çıkmıştı ve gülümsedi.
"Cevapları getirdin mi?" buyurdu.
"Getirdim." dedi.
"Sende o peygamber dalı varken cevapsız kalmazsın." buyurdular.
Yani ondan öğrendiğini biliyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabb'inize döndürüleceksiniz." (Secde: 11)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretlerimizin rahmetli annesine söyledikleri mühim bir hususu arz edelim:
"Ona derdim ki: "Anne! Hazret-i Allah Azrail Aleyhisselâm'ı senin en sevdiğin kimsenin suretinde gönderecek, ruhunu o alacak."
O Yusuf'u çok severdi." buyuruyorlar.
Demek ki neyi seviyorsan son anında o gelecek.
İşte bu son anda Hazret-i Allah kimin suretinde gönderecek? Vazifeli melek, kalbinde ne varsa o suretle geleceğine göre; kalbinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Efendi Hazretlerimiz mi var? Yoksa malın, mülkün, çoluk-çocuğun mu var? Bunu kendine sor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça kâmil mümin olamaz." (Buhârî - Müslim)
Herkes kendisine bu aynada baksın ve kararını versin, imanının derecesini ölçsün. Herkes Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i sevdiğini iddiâ edebilir. Gerçekte ise peygamber sevgisi kesin olarak itaat etme ve hiçbir surette muhalefet etmemekle gerçekleşir. İmanın hakikati de ancak bununla tamam olur.
"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir." (Ahzâb: 6)
Çünkü müminlerin mânen hayat bulması ve yaşaması, ancak ve ancak o Zât-ı âlî sayesinde mümkündür.
Madem ki o insanın öz nefsinden evlâdır, şu halde bütün insanlardan üstündür.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş görünüyor iseler de imandan mahrumdurlar.
Peygamber hakkı müminlerin kendi öz nefislerinin, ana, baba, evlât ve bütün insanların hakkından daha büyüktür. Çünkü müminler onun sayesinde ebedî cehennemden kurtulmuş, hidayete onun sayesinde ermişlerdir.
"Ben her mümine kendisinden daha evlâyım." buyurmuşlardır. (Müslim)
Onun emirleri bütün emirlere tercih edilmelidir. Onun sevgisi bütün sevgilerin üzerinde olmalıdır. Onun bütün müslümanların üzerinde umumî bir velâyet hakkı vardır.
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu.
"Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2069)
İşte bu en büyük delildir. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz böyle söylerse, Resulullah Aleyhisselâm ona böyle söylerse acaba bizim durumumuz ne olur? Bu hususu ibretle kıyas etmemiz gerekiyor.
"Kıyamet ne zaman kopacak ya Resulellah!" diye soran bir zâta "O gün için ne hazırladın?" buyurdular. O da "Hiçbir hazırlığım yok. Fakat ben Allah'ı ve O'nun Peygamber'ini çok severim." dedi. Bunun üzerine ona şu müjdeyi verdiler:
"Öyle ise sen, sevdiklerinle berabersin."
Hadis-i şerif'i rivayet eden Enes bin Malik -radiyallahu anh- der ki;
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu haberine sevindiğimiz gibi hiçbir şey bizi sevindirmedi." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1495)
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyete göre bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben seni kendi çocuğumdan, hatta kendi canımdan da çok seviyorum. Öyle ki evde otururken sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmeden duramıyorum. Fakat beni düşündüren bir mesele var. İkimiz de öldüğümüzde sen cennete girecek ve Peygamber katına çıkacaksın. Ben ise cennete girersem bile seni göremeyeceğimden korkuyorum." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona cevap vermedi. Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Resul-i zişan -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah sevgisine vasıta olduğu için, onu seven Allah-u Teâlâ'yı sevmiş olur. Dostun dostu da dosttur.
Kimde onun muhabbeti varsa onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa dünya ve ahiret azabından emin olur, iki cihan saâdetine erer, Hakk'ın yüce zâtına yaklaşır, yakınlık bulur, hakikata varır.
O Allah-u Teâlâ'nın "Mahbub"u olduğu için, yolunda bulunup izinde gidenler de "Mahbubiyet" derecesine ulaşır. Çünkü bir kimse sevdiği bir kimsenin ahlakını başkasında gördüğü zaman onu da sever.
Makam-ı muhabbet, bütün makamların üstündedir. Çünkü muhabbetullah bütün makamlara sirayet etmiştir. Vâsıliyet ancak Allah sevgisi ile olur. Bütün eşyanın meydana gelmesi de Allah sevgisindendir. Vücudun aslı muhabbettir. Kaynağı ise kâinatın mebdei olan Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın makamıdır.
"Resul'üm! Onlara söyle: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin.'" (Âl-i İmrân: 31)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah sevgisinin sûretidir.
"(Ey insanlar)! Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz ve sabah-akşam O'nu tesbih edesiniz." (Fetih: 9)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinin 1. cildinin 436. sayfasında Hatem'ül evliyâ'dan şöyle haber veriyorlar:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın."
Hatemü'l-evliyâ'ya olan muhabbeti tarif ediyor. Bu muhabbetin kurtarıcı olduğunu ifade buyuruyor. Muhabbet deyip geçmemek lâzım. Şefaate muhtaç bırakmayacak kadar üstün. Zira bu muhabbet şefaat oluyor. Şefaat o muhabbetin içinde gizli.
Ama hepsi sevgiye dayanıyor. Onun için vasiyette; "Muhabbetle selâm verenden dahi geçmeyiz" demişizdir. Kim samimi selâm verirse o muhabbete dahil olur. Çünkü o selâm sadece bir selâm değil, muhabbetle verildiği için bilet oluyor, geçiş bileti ve daha dünyada iken veriliyor.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"O zâta, o kutb-u irşâda inanan ve sevenler, ona teveccüh etmeseler de, Allah-u Teâlâ'nın zikrinden hâlî olsalar dahi, yalnız bu sevgileri sebebiyle irşad ve hidayet nûruna kavuşurlar." (260. Mektup)
Bu şu demektir; ben onu seviyorum, onu seveni de seviyorum. Ona muhabbet dahi kâfidir. O sevgi onun Hakk'a tekarrüb etmesine vesile olur. Allah sevgisine vasıta olduğu için onu seven Hazret-i Allah'ı sevmiş olur.
Bir insan Hazret-i Allah'a nasıl yaklaşıyor? Hâtem-i nebi'ye ve Hâtem-i veli'ye muhabbetle.
Bu muhabbet, bütün makamların üstündedir.
Muhabbet edeyim deyince muhabbet edilmiyor.
Muhabbet nasıl ele geçecek?
Muhabbet Hakk'tan gelir, halktan gelmez. O bir sermayedir. "Yâ Rabb'i ne olur, kalbime muhabbet ihsan eyle, senin ihsanınla muhabbet edeyim." diye niyaz edilecek. Mevlâ muhabbet ihsan buyurursa, o sermaye ile O'nunla veyahut O'nun sevgilisi ile alış-verişe kabul edilir.
Kendimize soralım; biz bu muhabbetin içine dahil olabildik mi?
Bu öyle bir muhabbet ki; velilerin mânevi hayat suyu olan bir muhabbettir. Ona tam bir muhabbetle velâyet kandilinden istifade ediyorlar.
Şeyh Mustafa Hâşim el-Üsküdârî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hâtemü'l-velâye" mertebesine âit olan irşâdın, gelmiş-geçmiş bütün velîlere, şeyhlere ve onların talebelerine sirâyet ettiğini beyan etmiştir:
"Ledün ilmine ve irşâda kâbiliyetli olan tâlipler tam bir muhabbet ile 'Hâtemü'l-evliyâ' mişkâtından feyizlenmiş olduklarından, âlemin mürşidi olan Zât (Hâtemü'l-enbiyâ) tarafından davet ve halkı terbiye için rehber ve vekîl olurlar." ("Vâridât-ı Mensûre", Millet Ktp. Ali Emîrî, Manzum, Mecmûa, nr.: 737, vr. 153b-154a)
Veliler, Hâtem-i veli'nin bizâtihi kendisinden feyizlenmişlerdir. Bu vazife tam ve kâmil bir muhabbetle Hâtem-i veli'den almaları sebebiyledir.
Onun ilminin, hilminin, feyzinin kaynağı Hazret-i Allah'tır. Oraya koymuş, oradan almalarını murad etmiş. Seven alabiliyor, sevmeyen alamıyor. Onu sevdiği için Allah-u Teâlâ'nın lütuf tecelliyâtına mazhar oluyor.
O onun vekili olduğu için, ona yapılan muhabbet Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan muhabbet gibidir. Çünkü kim muhabbet ettiyse o ondandır, âhirette de ona sahip çıkılır. O şefaat ettiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın izniyle o da şefaat eder.
Nitekim Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temîmoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizi - İbn-i Mâce: 1443)
Önce kapıyı Resulullah Aleyhisselâm açacak, sonra ondaki selâhiyet ona verilecek.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"O onların efendisidir. Nasıl ki Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- peygamberlerin efendisi ise, o da evliyânın efendisidir. Ona şefaat makâmı tayin edilir."
Onun için "Hâtemü'l-evliyâ'ya muhabbet edin." buyuruyorlar.
•
"Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)"
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, bu muhabbeti Hadis-i kudsî'sinde şöyle haber veriyor:
"Ben kullarımdan bir kulu, niyetinden ötürü sevmeyi kendime şiâr edindim."
Öyle bir sevgi ile onu seviyor ki; bu sevgisi her daim artarak devam ediyor. Onunla hususi bir ünsiyeti, ilgisi var, hususi işleri var... Bunu Yahya Aleyhisselâm'a haber veriyor. Ona olan sevgisini duyuruyor, onun şahsında bu sevgisini ilân ediyor. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ilân ettiği gibi... Allah-u Teâlâ ona âşık, onu seviyor, o da Hazret-i Allah'a âşık. O'ndan başka arzusu yok.
Mahbubiyet devam ediyor. Allah-u Teâlâ Hatem kılmış, velâyet-i Muhammedi'yeyi verdiği için onu kendine Mahbub'u kılmış. Bu ezelden konulma iledir. Zira Cenâb-ı Hakk onu kendisi için yaratmış:
"Seni kendim için seçtim."(Tâhâ: 41)
Allah-u Teâlâ onun velâyetini öyle yaratmıştır ki, bütün velilere verdiği hâli, ahvâli, tecelliyatı... hepsini onda cem etmiştir. Niçin? Onu sevdiği için. Allah-u Teâlâ, Hâtemü'n-nebi'ye "Habib'im!" dedi. Bu bir intikal olduğu için bu sevgi de intikal eder. Sevmeseydi zaten iki kandil yaratmazdı.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"O irfan sahibi:
'Kişi, sevdiği ile beraberdir.' (Buhârî)
Hadis-i şerif'inin hükmü ile, zâtî muhabbetle beraberliğe nâil olmuştur. Aslını geçerek, aslın aslı ile bir olmuştur. Kendini asılların da aslında ifnâ etmiştir." buyuruyor. ("Mektûbât"; 491. Mektup)
Hazret-i Allah Zâtî muhabbetiyle sevmiş, çekmiş ve her an kendisiyle bir ve beraber eylemiştir. Onun için o gönüle giren Hakk'ın gönlüne girmiş olur.
İbn-i Atâullah el-İskenderî -kuddise sırruh- Hazretleri;
"O Allah'ın takdiri ile âlim ve O'nun sevgililerinin en sâlihidir." buyuruyor. (Kitâbu Letâifu'l-Minen)
Sebebi evvel yarattığı için, evvel nur verildiği için, ruhu evvel olduğu için.
O muhabbet gönüle girmeye vesile olur. O kalbe girmek dünyada ve ahirette ne büyük bir saadettir.
Hadis-i şerif'te:
"Onun kalbinin içine girenleri koruyan bir muhafaza kabı kılar." buyuruluyor. (Ramuz)
Kim ki o kalbe girerse o kişiyi hem dünya hem âhirette himayesine alır.
O Hakk nâmına gönderilmiştir, Hakk'ı tebliğ eder. Ona muhabbet eden kimse, Hakk'a muhabbet etmiş olur. Ona buğz eden kimse ise, Hakk'a buğzetmiş olur. Bu buğzu kaldırmak isteyenlerin muhabbet etmesi gerekir.
Onu Cenâb-ı Hakk ileri sürmüş, onda tecelli eylemiş onu nazargâh-ı ilâhisi kılmıştır. Onun içindir ki onu seven Hakk'ı sever. Onu sevmeyen Hakk'ı sevmez. Niçin? O, O'nun sevgilisi olduğu için.
Onu sevince, sevdiğini seveni sever. Sevdiğini sevmeyeni O da sevmez, buğz eder, yolunu keser. Kim ki o sevginin içine girmiştir, o kurtulmuştur.
Ona düşmanlık edenler Allah'a düşman olur, helâk olurlar.
Afiyet-i ebedî; nefsi öldürmek, ruha hayat vermek demektir. Ruh için ölüm yok. Fakir ruhu kafesteki kuşa benzetir. Kuşun kafesi var. Kafese değer veren içindeki kuştur. Kuş alınırsa kafesin hükmü kalmaz. Ruh bedende bir nefes mesabesinde, hiçbir farkı yok.
Hissiz, hareketsiz, kafes. Ona bütün icraatlarını yaptıran ruhtur. Ruhun icraatını da Hazret-i Allah yaptırıyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İnsan ibadet, taati ile O'na yaklaşırsa, ruh Mevla'sıyla irtibat kurarsa kafese hiç değer vermemesi lâzım. Nihayet onu O koydu, onu O alacak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara: 156)
"Allah'tan geldi, Allah'a gitti."
"Her insan ölümü tadacaktır." (Âl-i imran: 185)
Âyet-i kerime burada tecelli ediyor. Ne kadar güzel bir şey yahu. Fakat öleceğiz diye titriyoruz. Fakir daha birinci kitapta demişti ki: "Ölüm ne güzeldir. Mahlûkunu Halik'ına yaklaştıran bir vasıtadır."
Nedir bu korku? Bu korku neden geliyor? Nefis galip ve yaşamak arzusunda. Öleceğim, bu nimetler kalacak diye düşünüyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın sana hazırladıklarını bir bilsen!
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)
"Kim Allah'a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır. Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır." (Hadîd: 11)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil olunca Ensar'dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu istiyor?" diye sordu. "Evet" cevabını alınca: "Yâ Resulellah! Elini bana göster." dedi ve Resulullah Aleyhisselâm'ın elinden tutarak:
"Bahçemi Rabb'ime borç olarak veriyorum." buyurdu.
Bahçesinde altı yüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı.
Yanlarına gelerek: "Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabb'ime borç verdim." dedi.
Âilesi ise sevincini belirterek:
"Çok kârlı bir alış-veriş yapmışsın!" cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
"Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış bulunuyor." (İbn-i Kesir)
Bakınız burada ağaçtan hurma verdi, ama oradaki hurmalar yakuttan, elmastan, inciden onu bekliyor. Ve tasavvur buyurun o elmastan, inciden olan hurmanın tadı, lezzeti nasıldır? Fakat insan hâlâ dünyadan kopacağım, gideceğim korkusuyla, endişesiyle titriyor. Fakat hakikaten insan Mevlâ'sıyla hallenirse, onu O koydu. "Benim sahibim beni ne zaman alacak?" diye "Dön!" emrini beklerse O'na yönelmiş olur. Kuş çıktığı zaman kafesi nereye koyarsan koy. Fakat insan bir kafes olduğunu bir türlü idrak edemiyor ve kendisine bir varlık veriyor, bu varlıkta Var'ı bulmasına mani oluyor.
Ruh nefisten sıyrılırsa, Mevlâ'sı ile hemhal olursa, o şimdiden oraya aittir, oranın malıdır. Teslimiyet ne kadar güzel değil mi? Şimdiden oraya yönelmiş, Mevlâ'sı ile hallenmiş, Mevlâ'sının onu ne zaman çekeceğini bekliyor. Çektiği zaman, zaten o hazırdı. Rabb'inin "Gel!" demesini bekliyordu; "Gel!" deyince gidiverdi, uçtu.
Bu uçmayı şöyle anlatalım:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz savaşlarda bazı şehitler için şöyle buyurdular:
"Görüyorum, Firdevs cennetinde o daldan o dala uçuyorlar."
Ruhları kuş halinde uçuyor. Artık oranın köşkleri, sarayları, bahçeleri onlara ait oluyor. Ne kadar güzel bir hayat! Gel de teslim ol işte.
Afiyet-i ebedi çok güzel bir şeydir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendi lütfundan, ulviyetinden ruh bahşetmiş.
İlâhi bir lütuf, rahmet, merhamet olarak ruhu halk etmiş ve insana kendi ruhundan ruh vermiş. Bir de sufliyattan olarak nefsi halk etmiş. O da buhar-ı zülmânîdir. Toprak, su, hava ve ateşten müteşekkil; o da bir ruh. Birisi ulvî ve birisi de suflî. Onlara yerler tayin etmiş. Eğer ulvî ruh Allah-u Teâlâ'nın ikazını, irşadını, lütfunu unutmazsa tekâmül eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk ondan "Kâl-u belâ"da söz aldı.
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" buyurdu. (A'râf: 172)
Bu sözü unutmayan bir ruh şöyledir: Şayet annesi-babası Hakk yolunda ise onu Hakk yoluna çekmek ister. Annesinde babasında bir şey yoksa güzel arkadaş ve güzel bir hocadan Allah yolunu öğrenir. Her zaman söyleriz; "Çocuk üç yerden alır; ana kucağı, eğitim, muhit." Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk ezelden lütuf etmişse onun ruhuna besleyici nasihatler ihsan buyurur. O ruh tekâmül ede, ede, ede öyle bir hale gelir ki bazı meleklerden de üstün olur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce)
İşte bu ulvî ruhun bu hale gelişi süflî olan nefse galebe çalışındandır. Fakat bunlar çok nadirdir. Nefis vücudu işgal ederse, ruhu esir alırsa, hükümsüz hale getirirse artık o hangi hayvani sıfatla mütenasip ise o sıfatın icraatını yapar.
Allah'ım hayırlı afiyet ihsan buyursun. Hayırlı afiyet, ahiret ebediyesinin de sağlanmasına vesile olur. Hayırlı afiyet, maddi ve mânevi olduğu için kuşun iki kanadı gibidir. Dünyada saadete, ahirette selâmete vesile olur, yeter ki insan Hakk ile olsun, halk ile olmasın. Yani insan fırtınaya kapılmamalı, halka da uymamalıdır. Allah bize yeter.