"Mukallidle mükemmeli ayırt etmek için ölçüler vardır. Şöyle ki: O yaptıkları işte maksat, menfaat, gaye varsa; o yol, yol değildir. Allah yolunda yalnız rızâ vardır. Maksat, menfaat olmadığı gibi, rütbe ve makam da yoktur. Lokması helâl mi? Çalışıp mı yiyor, el sırtından mı geçiniyor? O toplulukta riyâ hâli mi var, ihlâs hâli mi galip? Eğer ihlâs varsa rahmet melekleri o meclisin üzerindedir, rahmet-i ilâhî'yi saçarlar. Riyâkârlık varsa şeytanlar mevcuttur. İçindekiler kendini mi methediyor, yoksa kendi âcizliğini mi ortaya koyuyor? Bu ölçülere hep dikkat etmek gerekmektedir. Daha doğrusu "Kâl", "Hâl", "Fiil" ahkâma uygun olacak. Eğer birisi noksan olursa, Kur'an-ı kerim'den zerre kadar ayrılırsa; o yol, yol değildir. O yol hemen o yetmiş iki yolun içerisine girer ve kaybolur. Yâni gökte uçtuğunu dahi görseniz, ahkâmdan bir lâhza ayrıldığını gördüğünüz zaman, kim olursa olsun, olduğu yerde bırakın. İsim bahis mevzuu değildir. Bugün sahanın çoğunu onlar istilâ etmişlerdir, ortalığı kasıp kavuruyorlar." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
İslâm toplumunu, Türk milletini yüzyıllardır yoğuran, eğiten, terbiye eden; kurulan büyük medeniyetlerin temellerini inşa edenler Evliyâullah Hazerâtı'dır, onların yetiştiği ilâhî bir okul mesabesindeki "Tasavvuf"tur.
Bu okulun kurucusu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Asr-ı saadet'te, o zamanda tasavvufun ismi yoktu ancak kendisi vardı, yaşantısı vardı.
Bugün ise ismi var ancak kendisi yok. Çünkü bu okulun talebesi dahi olamayacak kişilerin; nefsanî, şehvanî arzuların, menfaat ve maddenin peşinden giden insanların; "Bu yolun önderiyim" diye ortaya çıktığı bir zamandayız. Hakikat ehli yok denecek kadar azaldı.
Her asırda sahte mutasavvıflar, sahte mürşidler olmuştu ancak hiçbir zaman bugünkü kadar ortalığı bunlar işgal etmemişti.
Bu durum İslâm için, vatanımız için, milletimiz için çok büyük bir tehlikedir. Çünkü temel çürük olursa onun üzerine hangi bina inşa edilebilir? Yıkılmaya mahkûmdur.
Bu sebeple; halkın bilmesi için, İslâm ahlâkının neşv-ü nema bulması için, toplumun çürümemesi için, kişinin imanının kaybolmaması için; bu çürüklerin, sahtelerin, İslâm ahlâkını ayaklar altına alanların, kısaca hakiki ile sahtenin ayrımının yapılması çok büyük bir önem arzetmektedir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu vazifeyi bîhakkın yerine getirmiş büyük bir mutasavvıf, büyük bir Allah dostu idi. İslâm'a, imana, vatana zarar verenleri, kim olursa olsun hepsini ifşa ettiler. Eserler neşrettiler. Onun bu irşadını anlayamayan çok kimse oldu. Hâlbuki o Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle itiraza yer bırakmayacak şekilde, adeta keskin bir kılıca benzeyen kalemi ile bu fitnelerin, bu fitneleri çıkartanların üzerine gitti.
Bu asırda ortaya çıkan; bir isimle bir din kuranlar olsun, âhir zaman âlimleri olsun, sahte mutasavvıflar, sahte mürşidler olsun hepsi hakkında eserler neşretti. Müslümanların aldanmaması için, imanları kurtarmak için, bu sahtelerin İslâm'a ve bu münevver yola verdiği zararın önüne geçmek için büyük mücadele verdi. Ayrım ölçüleri verdi, hakikisi ile sahtesinin arasına berzah koydu. Bunu yaparken insanların sevgisini kaybetmek, halkın etrafından uzaklaşması pahasına âdetâ tek başına mücadele etti. Bu neşriyatı yaptı.
Cenâb-ı Hakk'ın buyurduğu:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Âyet-i kerime'sinin lütuf tecelliyatına mazhar olmuş,
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Âyet-i kerime'si mucibince hak ve hakikati beyan etmiştir.
Bu Zât-ı âli'nin duyurduğu bu hakikatleri değişik vesilelerle dergimizde hatırlatıyoruz, defaatle dikkat nazarlarınıza arzediyoruz. Geçtiğimiz ay "Âhir Zaman Âlimleri" hakkındaki beyanlarını hatırlattık. Bu dergimizde de "Sahte Mutasavvıflar"ı ve alâmetlerini; hakikisini ve hakikisinin alâmetlerini ehemmiyetine binaen arzetmeye çalışacağız. Herkes bu aynada kendisine baksın. Halkımız bu sahtelere kapılmasın, imanını muhafaza etsin.
FETÖ'nün içyüzünü 40 senedir bu Zât-ı âli ifşa ediyordu, kimse inanmıyordu, bunun gibi sahte ulemânın da, sahte şeyhlerin de içyüzünü beyan etti.
Görülüyor ki her geçen gün bu Zât-ı âli'nin beyanlarındaki hakikat, feraset zahir oluyor. Her gün yeni bir şey yaşanıyor.
Bu sahteleri Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "cılk yumurta" diye tarif ederdi.
Bu cılk yumurta gibi olanlarla Allah yolunu ve ehlini nasıl ayıracağız? İşte bunun mihengini, ayırım noktasını arz edeceğiz.
Dikkat ederseniz son zamanlarda bu gibi sahtelerin post kavgaları, devlet imkânlarından elde ettikleri haksız menfaatler, süs, lüks, debdebe içindeki yaşantıları, kibir ve tefahürleri, tasavvuf yolunu babadan oğula geçen saltanata çevirmeleri, devlet ve memuriyet işlerinde liyakati gözetmek yerine taraftarlarına iltimas sağlamaya çalışmaları ve buna mümasil iş ve icraatları ayyuka çıktı. Bunların hangi birisi İslâm'da var, hangisi tasavvufta var? Oysa sorsan İslâm'ın en ön safında olduklarını iddia ederler.
Hatta kendilerini evliyâ yerine koyarlar, mürşid-i kâmil, gavs olduklarını iddia edip rabıta yaptırırlar. Meşhur bazılarından randevu alıp görüşmek için yüz binlerce lira yardım adı altında para talep ederler.
"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)
Şeyhleri öldü, her biri çok kalabalık topluluklarıyla çıkıyorlar, her şeyleri var ama paramparça oldular. Post kavgası, baş olma savaşı başladı. Aslında onların gönüllerinde şeyhleri hayatta iken bu davalar yatıyormuş, içlerinde böyle şeyh olma davası güdüyorlarmış.
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri manevî vazifeyi şöyle tarif ediyorlar:
"Manevî vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Ancak emirle olur.
Eğer sana bu vazife verilmişse, kimin malını kime veriyorsun! Verilmemişse kime ne vermeye kalkıyorsun?" (Sözler ve Notlar 2, s. 238)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri mürşidin ahlâk ve vasıflarını beyan buyurmuşlar, hakikisi ile sahtesinin ayırımını şöyle yapmışlardır:
"Şeyhlerin hangisi Allah için çalışır, hangisi sahtekârdır?
Allah için çalışan yalnız rızâ-i Bârî için çalışır. Bunlar da dünya yüzünde pek azdır.
Marifetullah ilmini arzederken söylemiştim. Dünyada irşad memuru azdır. Bu hocalığa da benzemez, kürsüye çıkmaya da benzemez. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın emriyle tayini ile olur.
Alâmetleri; İstikamet, nasihat, şefkat ve merhamet.
Diğerleri ise nefis putuna hizmet eder. Gaye, maksat ve menfaati için çalışır." (İmanlı Gönüllere Hitap, s. 614)
"Şeytan ileriye sürdüğü için şeytan namına ortaya çıkarlar, kendi varlığını meydana koyarlar, nefis putunu eline alıp irşada kalkarlar. Nefsin arzusu, şeytanın desteği ile Hakk yolunda yürümeye ve yürütmeye çalışırlar." (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 411)
"Allah yolunun yolcusunu Allah-u Teâlâ ezelden tayin eder. Bunlar Hakk'tan emir alırlar. O yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir. Onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder." (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 410)
Zât-ı âlileri defaatle Allah yolu ile gayri yolların ayrımını beyan etmiş, eserlerinde bu manevî yolun bozulmaması için ciddi nasihat, tembih ve vasiyetlerde bulunmuşlardır. Bıraktığı manevî yol, düstur ve edebi aynen devam ediyor.
Bakınız bu Zât-ı âli mürşid bırakmamış, şeyh bırakmamış; O'nun yolu, onun izi ve idaresi ile sessiz sedasız yürüyor. Öyle terbiye etmişler.
Çünkü gayesi Allah idi.
"Sakın bizden sonra 'Şu imamdır, şu önderdir, şu şeyhtir...' zannına kapılmayın, böyle bir şey yok. Gelmeyeceğini ilân ediyorum. Mehdi Resul'ü bekliyorum." buyurmuşlardı. (İmanlı Gönüllere Hitap, s. 249)
Bugün bakıyorsunuz şeyh dedikleri kişi öldüğü zaman hop kalktılar ayağa, cümle âlem seyrediyor; ne oluyor, neyi paylaşamıyorlar diyorlar. Postu mu, topladıkları maddeyi mi, etraflarındaki topluluğu mu, neyi paylaşamıyorlar?
Hiç manevî terbiye alamamışlar!
Hâlbuki Allah ve Resul'ünün yolunda makam, mevki, menfaat yoktur.
Her geçen gün bu sahtelerin İslâm'a ve müslümanlara verdikleri zararlar gün yüzüne çıktıkça, bu şeyh şeytanlarının içyüzleri ortaya saçıldıkça; Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin mücadelesinin ne kadar büyük ve haklı olduğu, yapmış oldukları ikaz ve irşadın ne kadar doğru ve lüzumlu olduğu anlaşılıyor, ayan beyan görülüyor.
Halk FETÖ başta olmak üzere din kurucu bölücülerin, âhir zaman âlimlerinin, sahte mutasavvıfların, sahte şeyhlerin içyüzünü yeni görmeye başladı. Oysa bu Zât-ı âli seneler önce hepsini haber verdi, halkı uyardı.
Bunların içyüzünü hâlâ göremeyenler ahirette görecekler, ancak iş işten geçmiş olacak!
Zira:
"Mürşid aramak çok mühimdir. Bir Mürşid-i kâmil vardır irşad eder, bir mürşid vardır ifsad eder. Çünkü onun seyri Hakk'adır, şeyhliği şeytandan gelir, nefis putuyla ortaya çıkar, kendisini de etrafını da helâk eder." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Hazret-i Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları", s. 39)
Ey müslüman kardeş!
Helâk olmamak için, hakikisi ile sahtesini ayırt etmen için sana ölçüler veriyoruz.
"Mürşid-i kâmil Hazret-i Allah ve Resul'üne davet eder. Çünkü o, Mürşid-i hakiki olan Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman etmiştir. Kendisinin de hiç olduğunu bilir ve görür.
Fakat "Ben de mürşidim." diyenlere gelince; onlar şeytan tarafından tayin edilenlerdir, Hazret-i Allah'ı ve Resul'ünü âlet ederek halkı kendilerine bağlamaya çalışırlar.
Bunun içindir ki, hakiki mürşid ile sahte mürşidi ve imanı buradan anlamış olursunuz." (İmanlı Gönüllere Hitap, s. 458)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri her kitabının arkasına bir vasiyet olarak şu beyanı koymuşlar, en mühim bir hakikati şöyle duyurmuşlardır:
"Hakk yolunun yolcusunu Hazret-i Allah seçer ve tayin eder."
O'nun tayin etmediği, O'nun vazife vermediği, kendi nefsinin öne sürdüğü kimse O'nun yoluna "Ben tayin edildim" diye ortaya çıkarsa âkıbeti nedir?
"Bu durum neye benzer bilir misiniz? Bir şehrin valisi varken biri de: "Ben bu memleketin valisiyim." diyerek vali makamına oturursa, derhal onu oradan uzaklaştırırlar ve gereken cezayı verirler. Allah yolunda tayin edilmeyen bir kimsenin, o makamı işgal etmesinin cezasını siz tasavvur edin." (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 411)
Allah'ım muhafaza buyursun.
Oysa hakiki mutasavvıflar bu gibi icraatlardan beridir. Bu yolun gerçek önderleri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in izine basa basa giden, onun Sünnet-i seniyye'sinden sapmayan Allah dostları, gerçek İslâm mürebbileridir.
"Hakikat ehli "Liveçhillâh"tır, her işi yalnız ve yalnız Allah içindir. Yalnız ve yalnız Allah için çalışır. Kimseden bir şey beklemez, talep etmez. Dünya menfaati için çalışmaz.
Onlar derler ki;
"Bizim ücretimiz Rabbü'l-âlemin'e aittir." İbadet ve taata devam ederler ve bu suretle Hazret-i Allah'a yakın olmaya çalışırlar. Hazret-i Allah'ın rızâsını kazanmak için gayret ederler." (İmanlı Gönüllere Hitap, s. 468)
""Hakikat ehli" Hakk'a yakındır, bütün iş ve icraatları liveçhillahtır. Yani her hususta hiçbir kimseden hiçbir ücret ve karşılık beklemezler.
Âyet-i kerime'de:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." buyuruluyor. (Yâsin: 21)
Hakk'tan gayrı hiçbir gaye ve maksatları yoktur.
"Hareket ehli" halka yakındır, işleri suretâdır, ücret ve karşılığı halktan bekler ve alırlar." (İmanlı Gönüllere Hitap, s. 275)
Bu Zât-ı âli'nin eserlerine dikkat ederseniz âdeta kendisinden sonra zuhur edecek olaylara ışık tuttuğunu, gerçek yüzlerini ifşa ettiği sahtelerin içyüzünün ahirete irtihallerinden sonra bir bir ortaya çıktığını görürsünüz.
Tasavvuf; İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır. Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikati anlamak için kurulmuş ilâhi bir ilim-irfan mektebidir.
Tasavvuf İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.
Âyet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş, kurtulmuştur." (Şems: 9)
Buyurulduğu üzere hakiki mutasavvıflar nefsini tezkiye, ruhu tâlim ve terbiye ile meşguldür.
Bu ilim-irfan-ahlâk mektebinin mürebbileri Allah-u Teâlâ'nın varlığı karşısında kendi varlığını ifna etmiş, Allah'a yakınlık makamına ulaşmış Evliyâullah Hazerâtı'dır.
İslâm dini'nin Asr-ı saadet'teki tazeliğini ve canlılığını muhafaza ederek günümüze kadar gelmesi, bu âli yoldan gelen Allah dostu İslâm mürebbilerinin sayesinde mümkün olmuştur.
Tasavvuf İslâm ahlâkını yaşama yoludur. Tasavvuf yolunun önderleri olan Mürşid-i kâmiller Hazret-i Allah'a yakınlıkları ile, Resulullah Aleyhisselâm'ın ahlâkının mücessem bir numunesi olarak topluma bir ışık ve yol gösterici olmuşlardır.
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." (Yunus: 62)
Bu kalpleri diri hakikat erleri Resulullah Aleyhisselâm'ın yolundan; Ashâb-ı kiram'ın, Selef-i sâlihin'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakim'den bir an bile ayrılmamışlardır.
Bugüne kadar bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun saliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Tarikât-ı münevvere Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in söz ve davranışlarından ibarettir. Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerdir. Zamanımıza kadar büyük bir saffet ve samimiyet içinde gelmiş, asliyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Asırlar boyunca İslâm ahlâkının vücut bulmasında, fitne ve fesadın bertaraf edilmesinde, gerçek kardeşliğin tesisinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, beşeriyetin ruh hastalıklarının tedavisinde, imanın kemâlleşmesinde yine de en büyük âmil o olmuştur. O sır bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar bâki kalacaktır.
Hakikatte tasavvuf; gerçek kardeşliği, müminlere kardeş nazarı ile bakmayı, birlik ve beraberliği sağlar. İman ile küfrü kesin olarak ayırt edebilecek mihengi bahşeder.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyurmaktadır. (Mâide: 48)
Âyet-i kerime'de geçen "Minhâc"ın mânâsı "Münevver bir yol" demektir.
Bu münevver yol sebebiyle yüzbinlerce evliyâullah yetişti, Hakk'a vâsıl oldular ve Âyet-i kerime'lerdeki bu lütf-u ihsana ve iltifât-ı ilâhîye nâil oldular.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın dostluğunu kazanmıştır, dost olarak yalnız O'nu bilirler, dünyaya iltifat etmezler, ahirete rağbet etmezler. Allah-u Teâlâ da sevdiğinden ötürü onları korkutmaz, onları mahzun bırakmaz, onları üzmez.
Çünkü onlar dünyada Allah-u Teâlâ'dan korktular ve ahkâm-ı ilâhî mucibince iş ve harekette bulundular.
"Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır." (Yunus: 63)
Kemâl-i iman ile iman ettikleri gibi, bütün ilâhî emirleri ve hükümleri kabul ve tasdik ettiler. Allah'tan başka bir şey de sevmediler.
"Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus: 64)
Dünyadaki müjde Allah-u Teâlâ'nın dostluğu ve onlara olan teveccühüdür. Bundan daha büyük müjde olur mu?
Onlar ahirette de O'nunla olacaklardır.
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir." (Ahzâb: 23)
Âyet-i kerime'si mucibince onlar Hazret-i Allah'a gönülden bağlı olup söz verenler ve hükmünü Hakk'tan bekleyenlerdir. Şehid bir defa canını vermiş, onlar bir ömür boyu gönüllerini vermişler. Onlar nâdiren gelenlerdir.
Onlar nurunun nuru oldukları için, o kehribarın tozu oldukları için, bütün fazilet ve meziyet hep oradan geliyor. Üzerlerindeki bütün lütuf ve ihsanlar Hazret-i Allah'tan ve Resulullah Aleyhisselâm'dan geliyor.
Allah-u Teâlâ onları Zât'ına yaklaştırmış, Hakk'a tekarrüb etmişler, O'nun dostluğunu ve hoşnutluğunu kazanmışlar, muhsinler vasfını almışlardır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır." (Nahl: 128)
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ'dır. Bu, hususi bir beraberliğin ifadesidir.
"Allah dilediği kulunu Zât'ına seçer." (Şûrâ: 13)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'de:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim." buyuruyor. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın has kulları olduğu için: "Bu benimdir, ona dokunmayın, ona dokunursanız bana dokunmuş olursunuz." buyuruyor.
Bu milletin sahip olduğu güzel hasletler nereden geliyor, bu millet bu ahlâkı nereden öğreniyor?
Bunlar İslâm ahlâkından gelir. İslâm ahlâkını en güzel yaşama yolu olan tasavvuftan gelir. Bu milletin Evliyâullah Hazerâtı'na olan sevgi ve bağlılığından gelir. Çünkü Hakiki Evliyâullah Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ın gerçek varisleridir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim." buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
Onların yaşayışı, mehabeti, vakarı, taşıdıkları nur etraflarına yaydıkları büyük bir terbiyedir. Onlar hiç anlatmasa dahi hâl ve varlıkları ile, ilâhî yakınlık makamından gelen feyiz ve bereketle etraflarını irşad ederler. İnsanlar onlara bakarak "Ahlâk budur, İslâm budur" der, kararını verir ve kendilerini onlara göre ayarlarlar.
İşte tasavvuf İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.
İnsanoğlu yolunu şaşırdığı anlarda bu önderler, bu mürebbiler sayesinde hatasını düzeltir, istikametini doğrultur. Toplum da ona göre terbiye olur, istikamet bulur.
Onun için Cenâb-ı Hakk:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz!" buyuruyor. (Tevbe: 119)
Binaenaleyh görünen terbiyenin yanında görünmeyen bir terbiye de vardır. Ahlâk fazilet böyle böyle, dalga dalga bütün topluma mal olur.
Bu milletin; kurduğu İslâm devletlerinin; İslâm'ın sancaktarlığını yapmasının; yüzyıllar boyu adalet için, mazlumlara yardım için âdeta bütün dünya ile, sömürgecilerle, küffarla yaptığı cihad ve mücadelenin gerçek mimarları; çevresine nur saçan varlıkları ile, vakar ve tevazuları ile hakikatin mücessem birer timsali olan Allah dostlarıdır.
"Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına." (Neml: 59)
Bu milletin taşıdığı hasletlerin, iman ve vatan için canını hiçe saymasının, haçlı sürülerinin yüzyıllardır yaptığı saldırılar karşısında yıkılmaz bir dağ gibi, beşer idrakinin anlamakta zorlandığı bir azim ve kararlılıkla durmasının, devletini yaşatmak için her türlü fedakârlığı yapmasının temelinde Allah dostlarına olan sevgisi, onlardan aldığı ilim, irfan, feyiz ve bereket vardır.
İşte bu milletin fazileti, ahlâkı, küffarın onca hücumuna karşı bütün dünyaya nizam verme azmi buradan, hakiki mutasavvıflardan gelir.
Bu memleketin hemen her şehrinde, her beldesinde bir Allah dostunun kabri vardır.
Amma bu gibi zâtların azaldığı, kalmadığı, bunların yerini din eşkiyalarının, hırs ve ihtiras peşinde koşanların kapladığı bir devirdeyiz.
Bugün bu toplumun sahip olduğu ahlâk ve faziletleri gün gün kaybetmesinin, yaşanan yozlaşmanın en büyük müsebbibi topluma yön verme, örnek olma makamında olanların bozulmasıdır; kendi nefsini terbiye edememiş, nefsâni arzu ve sıfatlarını izale edememiş kimselerin irşad makamında olduğunu iddia ederek ortaya çıkmasıdır; sahte şeyhlerin, sahte mutasavvıfların, âhir zaman âlimlerinin, din kurucu imamların ortalığı istilâ etmesindendir.
Bugün öyle bir devirdeyiz ki; ortalığı istilâ eden sahte mürşidler, sahte müridler, şeyh şeytanları büyük bir ifsad yapıyorlar.
"Allah'ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?" (İbrahim: 28)
Bu gibilerin madde için helâl-haram gözetmeden menfaat devşirmeye çalışmaları, İslâm ahlâkında olmayan türlü icraatları, para toplama adı altında adetâ insanları gasbetmeleri, cihadı ceplere açmaları, Allah'ın dini hakkında kendi nefis ve arzularına göre hüküm verip ortalığı ifsat etmeleri boza boza toplumu bu hâle getirdi. Daha neler göreceğiz Allah bilir.
"Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği ve kendisine çektiği kullar ancak halka rehberlik yaparlar. Anasının babasının seçtiği kimseler değil. Onlar anasının babasının tayini ile posta oturmuşlar, puta tapınmış ve taptırmış oluyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittiba edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır."
Yoktan var edeni, nimetlere gark edeni unutarak nankörlük ettiği için bundan daha büyük günah olamaz ve hiçbir günah ile de kıyas edilemez.
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder." (Câmiu's-sağir)
Kibriya ve azamet Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Büyüklük ve ululuk ancak O'na yakışır. Kula yakışan tevazudur, alçak gönüllülüktür.
Kendi nefsini beğenip değer verenlerden nefret ettiğim zaman düşünüyorum; ben kendimi beğenip nefsime değer verirsem, ya Rabb'im ne kadar nefret eder." (Nûr-î Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-, s. 331-332)
Ahir zaman. Her türlü fitnenin her türlü menhiyatın işlendiği zaman. Her türlü dinsizlik, her türlü ahlâksızlık ortalığa saçıldı ama milletin gıkı çıkmıyor, her türlü edepsizlik, ahlâksızlık, anarşi mazur görülüyor. Toplumun bu hâle gelmesinin en büyük müsebbibi bunlardır, bu gibi sahte din önderleridir.
Bu millet Allah dostlarını, tasavvufu sevmiş, oradan yüzyıllar boyu feyz almış, yönünü bulmuş bir millettir.
Amma bugün ortalığı sahte mutasavvıflar, sahte şeyhler istilâ etmiş. Bunlar bir taraftan kendi hırs ve ihtiraslarını tatmin ediyorlar, diğer taraftan halkı ifsad ediyorlar. Bu gibi sahtelerin halka verdiği zarar tahayyüllerin ötesindedir.
Ne yol var, ne zühd var, ne takva var. Bu sahte şeyhlerin verdiği zarar sahte doktorun verdiği zararla kıyas olmaz. Çünkü sahte doktor en fazla seni canından eder, hâlbuki sahte mutasavvıf seni imanından eder. Terakki etmek, Allah'a yaklaşmak istiyordu, ne oldu, imanından oldu.
Bunlara teslim olanlar manevî doktora teslim olduğunu zannediyor, terakki edeceğini, nefsinin kötü sıfatlarından kurtulacağını ümit ediyor. Hâlbuki öylesi var ki, niyeti bozuk, gönlü kurt gönlü gibi, şeyh şeytanı...
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." (A'râf: 86)
Halkın bir kısmı bunlara kapılıyor, doğru yoldayım zannıyla peşlerinden gidiyor. Bir kısmı da bunlara bakıyor "İslâm bu mudur?" diyor, dinden uzaklaşıyor. Hâlbuki bütün insanlığın hakikate susadığı bu çağda, şu iletişim çağında "İslâm'ım!", "İslâm'ın önderiyim!" diyenler gerçekten ahlâk-ı Resulullah ile evsaf olsa değil Türkiye bütün dünya İslâm'a meyleder, birçok kimseler müslüman olurdu.
Oysa bugünkülere dikkat ederseniz görünüşte her şeyleri var. Kalabalıklar, mal-mülk de edinmişler, dünyalıkları güzel, kisveleri yerinde. Ancak bir tanesi ölünce arkasından gelenler post kavgasına, rant kavgasına başlıyor, birbirine düşüyor, paramparça oluyorlar. Öyle bir zaman ki adeta şeyh yağmış.
Bunlar:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Âyet-i kerime'sinin muhatabı olmuştur.
Oysa hak yolunun yolcusunu Cenâb-ı Hakk tayin eder. Diğer yolları babası anası tayin eder. Niye? Post başkasına kalmasın, menfat madde bizde kalsın diye.
"Onlar dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Madde ve menfaat, mevki ve şöhret uğruna dinden çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar." (Sözler ve Notlar 5, s. 475)
"Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Kişiler nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın." (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 426)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer bilmiyorsanız dini müşkillerinizi ehl-i zikirden sual edersiniz." (Nahl: 43)
Ehl-i zikirden murad Evliyâullah Hazerâtı'dır.
Hakiki mutasavvıflar yüzyıllar boyu toplumu irşad eden Evliyâullah Hazerâtı'dır. Bu büyük zatların hepsi tasavvuf yolunda yetişmişler ve bu âli yolun önderleri olmuşlardır. Hoca Ahmed Yesevî, Şeyh Edebâli, Emir Sultan, Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir Geylânî, Yunus Emre, Mevlâna, İmâm-ı Rabbâni, Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdayî -kaddesallahu esrârahum ecmâin- gibi halkın isimlerini bildiği ve bilmediği birçok Zât-ı âli bu toplumun, İslâm'ın önderleri olmuşlar, fetret devirlerinin aşılmasında, devletlerin kurulmasında ve desteklenmesinde çok büyük hizmetlerde ve tasarrufta bulunmuşlardır.
Bugün âdeta manevî bir fetret devrinin yaşandığı bu asırda hakiki tasavvuf yolunun en büyük temsilcisi ve numunesi ise Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'dir. Her hâl ve ahvali ile en müstesna bir örnek idiler.
Kitaplarında geçen vasiyetlerinde:
"Bize göre yol kesilmiştir.
Hazret-i Mehdi'yi gözleyin. O niyette olun, o niyetle ölün.
Çıkacak sahte mürşidlere, müridlere aldanmayın.
İyi bilin ki âhirette hiçbir sahibiniz olmaz.
Yolun haricine çıkan bizden değildir." buyurmuşlardır.
Bu fetret devrinin aşılması için şu nasihatte bulunmuşlardı:
"Bundan sonra bizim ile Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm arasında çok az bir boşluk olacak. Nur gelecek, bu kitaplar tutulacak ve bu boşluğu dolduracaklar. Bu boşluk sırasında nasipdar olanlar bu kitaplara çok sarılacak. Allah-u Teâlâ nuru indirince dilediğine hidayet verecek. Halkın çoğu boşlukta kalacak, nasipdar olmayanlar büsbütün laçka olacak."
İhvanını öyle yetiştirdi, öyle terbiye etti ki kendilerinden sonra bir tane bile ben mürşidim diye ortaya çıkan olmadı. Onun bıraktığı yolda bu kavgalar, bu karışıklıklar yok. Çünkü o insan yetiştirdi.
"Bizim yolumuz mahviyet üzerine, hiçlik üzerinedir." buyurarak tevazu ve mahviyete büyük önem vermişlerdir. Bir beyanları da şöyledir:
"Yolumuz mahviyet yoludur. Bu yolda ermek yok erimek var. Gayesi; makam, mevki, rütbe olanlar bu yolda tutunamazlar. Onlar bizden uzak, biz onlardan uzağız."
Yolun Hazret-i Allah'ın ve Hazret-i Resulullah'ın yolu olduğunu söyler, yola ve yolun düsturlarına azâmi dikkat eder ve ihvanının da öyle yetişmesini isterdi.
"Yol Hazret-i Allah'ın yoludur. Hazret-i Allah'ın yolu deyince buranın özünü size tarif edeyim.
Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
İslâm budur, terazi budur. Bunun haricindeki hareketler yanlıştır."
"Yolumuz; varlık, benlik yolu değildir, makam, mevki, menfaat bu yolda yoktur."
"Yol var adama muhtaç, yol var adam o yola muhtaç. İyi bilin ki bu yol adama muhtaç değildir. Çünkü Hazret-i Allah kimseye muhtaç değildir, bu yol Allah yoludur. Biz adama muhtaç olan yollardan değiliz. Bize Allah gerek." buyururlardı.
Yasin Sûre-i şerif'i 21. Âyet-i kerime'sini düstur edinmişlerdi.
Âyet-i kerime'de:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz, onlar doğru yoldadırlar." buyuruluyor. (Yâsin: 21)
Kimseden bir kuruş para dilenilmesine müsaade etmediler. Kendi kitaplarını vakfetmişti, bir kuruş kendisine almazdı, hatta hediye ettiği kitabın parasını cebinden verirdi.
Süsle, lüksle, rahat ile, istirahat ile asla işi olmadı. Hayatı mücadele ile geçti.
Her hâl ve ahvali ile Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahlâkı ve Sünnet-i seniyye'sinin bir temsilcisi idi.
Evliyâullah Hazerâtı'nın âhir zamanda zuhur edeceğini müjdeledikleri ve alâmetlerini bir bir haber verdikleri Hâtem-i veli olan zât idi.
"Her zaman şöyle derim;
"Herkes bir yol tutmuş gidiyor ve herkes de 'Yol benim yolum!', 'En güzel yol benim!' diyor.
Biz de diyoruz ki;
'Elhamdülillah! Bu yol Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'a aittir.'
Allah'ım yolundan ve Habib'inden ayırmasın."
Bu Zât-ı âli'ye, takip ettiği yola, düsturlarına, hâl ve ahvaline bir bakın; bir de bugün ortalığı istilâ eden sahtelerin iş ve icraatlarına bakın.
Biz bu aynada bir kimsenin sahte mutasavvıf olup olmadığını hemen anlıyoruz. Niçin? Çünkü hakikisini gördüğümüz için.
Siz de hakiki ile sahteyi ayırt etmek istiyorsanız bu zâtların yaşayışına bakın, bir de bugünkülere bakın.
Hangisi menfaat peşinde koştu, hangisi halktan para dilendi, hangisi para için menfaat için padişahlara, vezirlere kul oldu? Bilakis padişahlar kapılarında bekledi. Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretleri gibi İstanbul'un manevî fatihi bir Zât-ı âli Fatih'in en yakınında debdebe içinde yaşayamaz mıydı? Hâlbuki o İstanbul'u terketti, Göynük'e gitti.
Ey müslüman kardeş!
Bir sahtenin peşine takılıp dinini, imanını, şerefini kaybetme. Bir bu zâtlara bak, bir de bugünkülere bak! Bunlardan birine tâbi olup puta râbıta yapacağına kendi başına kalıp Allah'a yönelmen daha hayırlıdır.
Şu beyanları da ne kadar arza şayandır:
"Bu yol ezeli ihsandır. Allah'ım ona ayırmışsa, ben onun nasibini vereceğim, O'nun ihsanını vereceğim. Ben de O'nun ihsanına muhtacım. Ben kendi kendime bile nasip veremiyorum, ona mı vereceğim? Kendisi muhtaç olan bir dilenci başkasına ne verebilir?
Bir çobana sahibi ne kadar koyun verirse, o kadar güder. Biz emre tâbiyiz; az verirse az güderiz, çok verirse çok güderiz. Benim müridanla hiçbir ilgim yok. "Benim çok müridim olsun!" veya "Benim çok müridim var!" demek namdır, tefahürdür. Bana öz kulluğumu unutturur. O'nun malı ile O'na tefahür etmek, O'nun serveti ile zenginlik taslamak cidden çok yersiz.
Allah'ıma sonsuz şükürler olsun ki, bu fakire fakirliği benimsetti. Hiçbir şeye mâlik değilim.
Sahib'imin malını teşhir etmekten, "Sahib'imindir" demekten zevk duyuyorum daha doğrusu." (Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, s. 290)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri sahte şeyhleri ve sahte mutasavvıfları cılk yumurtaya benzetmişler ve şöyle buyurmuşlardır:
"Diyeceksiniz ki "Peki, bunca yollar var, bunların durumlarını açıklar mısınız?" Açıklayayım.
Yumurtayı temsil getirmiştik. Zahiri ilim kabuktur. Tarikat ilmi beyazıdır. Hakikat ilmi ise sarısıdır. Allah-u Teâlâ'nın lütuf tecellisi ile civciv çıkınca artık o yumurtanın hiçbir hükmü kalmaz. O çok kıymetli yumurta bir taraftan gıda veriyor, bir taraftan civciv çıkarıyor.
Bir de cılk yumurta vardır. Ne yenir ne de civciv çıkarır, hiçbir işe yaramaz. Hakk'ın emrinin haricindeki yollar da cılk yollardır.
Bu hususu kitaplarda defalarca beyan etmişizdir. Şöyle ki; Hazret-i Allah'ın kulluğuna, Resulullah Aleyhisselâm'ın da ümmetliğine kabul etmediği bir kimse nasıl müslüman olabilir? Soruyorum size? Bütün Âyet-i kerime'ler gözünüzün önüne serilmiştir. Âyet-i kerime'lere bakın hükmünüzü verin. Çünkü hüküm yalnız Allah-u Teâlâ'ya aittir. Mahlûkun hiçbir hükmü yoktur, hiçbir topluluğun da hükmü yoktur.
Hazret-i Allah'ın kulluğuna, Resulullah Aleyhisselâm'ın da ümmetliğine kabul etmediği bu cılıkları, cılk yumurtaya benzetmişizdir. Eğer siz de mânâyı bırakıp maddeye sarılırsanız, veyahut parçalanma yoluna giderseniz ayrı bir isimle bir grup kurarsanız, Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- izinden çıkarsanız; sizin de cılk yumurta olacağınızı size şimdiden haber veriyorum. Bunu katiyetle bilin." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, İmanlı Gönüllere Hitap, s. 15)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ümmet-i Muhammed'i bu sahte ve sapmışlara karşı tenvir etmiş, en ince noktasına temas ederek şöyle buyurmuştur:
"Bu gibi kimseleri Rahman seçmediği ve ileriye sürmediği için; halk ileriye sürdüğü için, onlar şeytanın robotlarıdırlar.
Ha sahte peygamber, ha sahte mürşid. Sahte peygamber de yol kesicidir, sahte mürşid de yol kesicidir, eşkiyadır. Sahte peygamber: "Ben de peygamberim. Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tebliğ ediyorum." der amma, aslında şeytanın tayin ettiğidir. Kendisi tayin etmediği için onun Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgisi yoktur. Ona tutunan şeytana tutunmuştur. Bunların âhirette kurtulmaları da mümkün değildir. Kesinlikle bunun böyle olduğunu bilin.
Bunlar ölü ile diri arası gibidir. Mürşid-i kâmil, Allah-u Teâlâ'nın bahşettiğini verir. Diğerinin zaten ruhu ölmüştür, o ne verebilir?
Zira Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, onu tayin ederdi. Allah-u Teâlâ onu lâyık görmemiş. Annesi, babası lâyık görmüş. Şöhreti, nâmı gitmesin diye." (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 434)
•
"Ve fakat Cenâb-ı Hakk onu bu hâle erdirmediği hâlde, kendisini onlar gibi göstermeye çalışan kimseye gelince;
Hem yalancıdır, hem riyâkârdır. Yalan ile iman bir arada durmaz, riyâ ise zaten imanı giderir.
Bu gibi kimseler sahtekârdırlar, Allah yolunun yol kesicisidirler, Hakk'a ulaşmak isteyenlerin eşkiyasıdırlar.
Şeytanın dahi yapamadığını bu türlü riyâkârlar yapar. Şeytan bu gibi kimselerin vasıtasıyla her kötülüğü yapar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." buyuruyor. (A'râf: 86)
Bunlar her yolun başında otururlar, Allah'a varmak isteyenleri sapıtırlar.
Bu sapıtıcılar ve onlara uyanlar şeytanın dostu ve askeridirler, şeytan taraftarıdırlar. Dost edindikleri şeytanla birlikte cehenneme atılacaklardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis'in bütün askerleri de." (Şuarâ: 94-95)
"Onlar" imamlardır, "Azgınlar" ise etrafında olanlardır. İşte onların sonu budur.
O zamana kadar arkadaş idiler. Fakat oraya atıldıklarında şöyle diyecekler:
"Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!" (Zuhruf: 38)
Onlara tâbi olanlar, kendilerini sapıtıp cehenneme götürenlere lânet ederler ve en büyük düşman kesilirler. Nedâmet çok, faydası hiç yok. Hep birlikte ebedî olarak cehennemdedirler.
Niçin? Cenâb-ı Hakk'ın emir ve nehiylerine inanmayıp şeytana tâbi olan imansız insan şeytanlarına uydukları için.
Bu saptırıcı imamlar Allah yolunun başına oturdukları için ümmet-i Muhammed'i imandan soyarlar, Allah-u Teâlâ'nın dininden çıkararak kendi dinlerine çevirirler. Allah-u Teâlâ'dan koparırlar, kendilerine bağlarlar. Bunlara bağlananlar ise, bunların arzularına tâbi oldukları için, bunları ilâh edinmişlerdir.
Bunlar en aşağılık olanlardır. Münâfık oldukları için esfel-i sâfilin'e giderler. Kendilerine destek verenleri de peşlerinden götürürler. Şeytandan daha korkunçturlar, Deccal'den daha tehlikelidirler. Bu büyük sahtekârlar ortalığı yaygara ile dolduruyorlar.
"Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin." (Münâfikun: 4)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, siz onları ilâh edindiğiniz için kalıplarına ve sözlerine bakarsınız, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini görmezsiniz.
Ümmet-i Muhammed yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Yetmiş ikisinin cehennemlik olduğu da unutulmamalıdır." (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 73-74)
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; hakiki ile sahtenin, doğru ile eğrinin, hakikat ile dalâletin, iman ile küfrün karıştığı, karıştırıldığı; imanların yandığı bir devirdeyiz.
Pisin temize galebe çaldığı, her geçen günün bir öncekini arattığı, çok hızlı bir çürümenin, yozlaşmanın yaşandığı bir zamandayız.
Kimsenin kimseyi dinlemediği, çocuğun anne-babasına asi olduğu, nefislerin alıp başını gittiği, küçücük bir şeyden cinayetlerin yaşandığı bir devir.
Halk şaşkın, insanlar dünyaya meftun, helâle-harama aldırış eden yok; sahtekârın, hırsızın, yalancının baş tacı edildiği bir devir.
Bunun en büyük müsebbibi toplum karşısında imanın, İslâm'ın, ahlâkın, faziletin, doğrunun, istikametin temsilcisi olma makamlarını sahtelerin işgal etmesi, bu sahtelerin her birinin dünyalık elde etmek, kendi kurduğu dini devam ettirmek, taraftar toplamak için İslâm'ın emirlerini çiğnemeleri, haram ile iştigal etmeleri, menfaat için İslâm'ın izzetini ayaklar altına almaları, sıradan bir müslümanın dahi yapmayacağı menhiyatları işlemeleridir. Bozulma bunlardan başladı, fitne bunlardan çıktı, yine bunlara dönecek.
Bunların fitneleri çok zararlara sebep oldu, olmaya devam ediyor, çok daha büyük zararların yaşanması tehlikesi var.
Bir taraftan âhir zaman âlimleri diğer taraftan sahte mutasavvıflar ortalığı istilâ etmiş. Bu gidişat hiç iyi değil. Bu âhir zamanda Allah-u Teâlâ'nın bir musibeti de bu olsa gerek. İlim ehlini ve ilmi alınca cahil cühela ortalıkta, halk da bunların peşinde:
"Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder.
Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (âyet, hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetvâ verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2174)
Bunların ayrımını yapmayan, bunların peşinden giden bilsin ki bu kayanlarla birlikte kayıyor. Nereye? Cehenneme!
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)
Bunlara bakıp Allah-u Teâlâ'nın dinine, Resulullah Aleyhisselâm'ın şahsına, bu âli tasavvuf yolunun önderleri hakiki Mürşid-i kâmil'lere sû-i zanda bulunanlar da bilsin ki bu zannınız yakıcı bir ateştir. Bu hâlde kalırsanız âkıbetiniz cehennemdir!
O hâlde ne yapmamız lâzım?
Bunların ayrımını yapmamız lâzım. Bu sahtelerin sahte olduğunu, niçin sahte olduğunu bilmemiz lâzım. Hakikisini, hakikatini bilmemiz ve bulmamız lâzım.
Peki bunların ayrımını nasıl yapacağız?
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle. Hakiki âlimlerin, hakiki mutasavvıfların yaşayışlarını ve nasihatlerini bilmekle.
Bunları bilmeden zanla hareket eden aldanır! Zira bunların destekçisi şeytan olmuş. Dilleri şekerden tatlı.
İlim olmadan bunları ayırmak mümkün değildir. Bunların arkasından bu kadar kişinin gitmesi de bundandır.
Halk bu ilimden habersiz olduğu için bunların kalıbına bakıp bir şey zannediyor.
Oysa ortalık toz duman. İmanlar gidiyor. Bunlara tâbi olan cehennem namzedi oluyor, bunlara bakıp "İslâm bu mudur?" diyenler dinden soğuyor. İmanlar yanıyor!
İmanların kurtulması için hak ile bâtıl ayrılmalıdır.
İslâm'ın inkişafı, halkın selâmeti, ahlâk ve faziletinin ihyası için; hakiki ile sahtenin ayrımı şarttır.
"Hâtem-i enbiya olduğu gibi bir de Hâtem-i evliyâ vardır. Zira velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri, dini hükümleri ve şeriatı haber vermek; bâtını ise, haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulunmaktır. ...
Hâtem-i evliyâ; âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir. Bu hâtem meselesi gizlidir. ...
Ve fakat "Hatemiyet" meselesi gizli olduğundan yalnızca, Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği birçok veli kulları Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini, Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlardı.
İnsana hakikati bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan Zât-ı kibriyâ'dır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez." buyurmaktadır. (Fâtır: 14)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz;
"Allah'ım! Yeryüzünü ilâhî hücceti ayakta tutacak olan kimseden hâlî bırakma. Onların sayıları çok az, Allah katındaki değerleri ise çok yüksektir. Kalpleri en yüce yere bağlıdır. İşte onlar, kulları ve beldeleri içinde Allah'ın halifeleridir.
Ah, onların yüzlerini görmeyi ne kadar çok isterdim!" (Ebu Tâlib el-Mekkî, "Kûtu'l-Kulûb", c. 1, s. 134)
Buyurmuşlar, sonra da ağlamış ve ona karşı iştiyak duyduğunu söylemişlerdir.
Nitekim Hâtem-i veli'nin geleceği mevzusuna bin küsur sene önce yaşamış olan Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok eğilmiş, birçok vasıflarını olduğu gibi bir bir sıralamış, hatta sırf bu mevzuda "Hatmü'l-Evliyâ" kitabını yazmıştır. İlk ifşaatta bulunan da odur.
Ayrıca Muhyiddin İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- ve Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- gibi zevât-ı kiram eserlerinde tarif ettikleri gibi; hususiyetle İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbat" adlı eserinin on kadar mektubunda, ayrı ayrı beyanlarla bilinmeyen bu zâtı bildirmiştir.
Bütün veliler ilim ve nurlarını ondan aldıkları için Hâtem-i veli'den kemâli edeple, muhabbetle, tazimle, sadakatle bahsetmişlerdir." (Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, s. 171-172)
"Evliyâullah Hazerâtı, Hatem-i veli'den, ona verilen lütuflardan haber vermişler, onun yolunu, eserlerini, icraatlarını anlatmışlar, ezelde ona verilen mânevi makamlardan bahsederek eserler neşretmişler, şerhler yazmışlar, hatta talebelerine tarif ederek hakkında ders talim etmişlerdir. Evliyâullah Hazerâtı onunla iftihar etmişlerdir.
... birçok zevât-ı kiram eserlerinde Hatem-i veli'den bahsetmişler ona biatı şart koşmuşlar, tâ o zamandan onun apaçık alâmetlerini, ilâhi vazifesini, makamını, ilmini, eserlerini, cihadını, yolunu haber vermişler ve sevgilerini, bağlılıklarını arz etmişlerdir.
Öyle ki bununla yetinmemişler, Cenâb-ı Allah tarafından ilhâm-ı ilâhi ile geleceği kendilerine bildirilen Hatem-i veli'nin hakikatının anlaşılabilmesi ve bilinmesi için izah ve ispata çalışmışlar ve âhir zamanda gelecek olan Hatem-i veli'yi Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiği kadar ümmet-i Muhammed'e duyurmuşlardır." (Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, s. 157)
"Yol Hakk yoludur, halk yolu değil.
Şu kadar var ki;
Bu gerçeği çok iyi bilin ki bizden sonra artık veli gelmeyecek, irşad kapıları kapandı. Velâyet devri kapanıyor, herhangi bir kimsenin gelmesi de düşünülemez. Veli ismi altında gelenler, şimdi çıkan sahtekârlar gibidir. Allah-u Teâlâ bu lütfu ihsan ve ikram etti. Bu karanlık ortam içinde bu nuru O akıttı, bu nuru O yaydı. Bu zülmânât o zaman dağıldı. Bu sözler asırlarca önce söylenmiş." (O'nun Yolu, Onun İzi, s. 258)
"Binaenaleyh ben hayattayken veya benden sonra bu yolu bırakırsanız siz de sapıtmış olursunuz.
Çok büyük bir söz. Niçin? Yol, Hazret-i Allah'a ve Resul'üne ait olduğu için ve ben onu ilân ediyorum, diyorum ki; bizden sonra ne şeyh var, ne tarikat var. Hatem deyince iş bitmiştir. Bundan sonra, Hazret-i Mehdi'nin zuhurunu bekleyin, çıkınca hemen tâbi olun, itiraz etmeyin. Ama şuraya gireyim, buraya gireyim demekle sapıtmış olursunuz. Bu kadar mühim bir yoldur bu yol." (O'nun Yolu, Onun İzi, s. 141)
"Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ olan zâtla bir defasında, imamlık tahtında oturduğu bir sırada buluştuğunu ve konuştuğunu ifşâ etmiş; bu görüşme esnâsında kendisine büyük bir sevgi ve alâka gösterdiğini beyan buyurarak, Hâtem-i veli olan zâtın kendisine şöyle söylediğini ifşa etmiştir:
"Ben gizli bir örtüyle geleceğim. Hiç şüphe yok ki 'Hatm' benim! Benden sonra veli de yoktur, benim ahdimi taşıyabilecek kimse de yoktur. Benim yok olup gitmemle, süregelen zaman da yok olur; baştakilerle sondakiler birbirine kavuşur!" ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ"; s.16, Bas.: Mısır, 1954) ...
"Benim yok olup gitmemle süregelen zaman da yoktur."
Yani böyle bir zaman bir daha husule gelmeyecek. Hâtem-i veli'nin gitmesi ile, herhangi bir kimsenin gelmesi de düşünülemez. Artık başka hâtem olmadığı için onun devri kapanıyor, velilik devri de kapanıyor. Yani hem velâyet devri kapanıyor, hem hâtemlik devri kapanıyor. Velâyetiyle kimse gelmeyecek. Şu gelecek bu gelecek diye bir şey düşünülemez. ...
Hâtem-i veli'den sonra niçin veli yoktur? Hâtem olduğu için yoktur. Nasıl ki Hâtem-i enbiyâ'dan sonra enbiyâ gelmeyecekse, Hâtem-i evliyâ'dan sonra da evliyâ gelmeyecek. Veli yok lâkin, onun edebi ve düstûru var.
Binaenaleyh bundan sonra kapılmayın, hiçbir şeye yeltenmeyin. Bizden sonra şeytan sizi dürtmesin, sizi aldatmasın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sakın aldatıcı şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi yoldan çıkarmasın!" (Lokman: 33)
"Veli yok!" denildi, siz de aramayın! Şeytan sizi şirk batağına düşürmesin, böyle bir hevese kaptırmasın.
Bu merdiven üçtür. Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan ettiği velâyeti; Hâtem-i veli'ye düşürmüş, nübüvveti; Hazret-i Mehdi'ye, risaleti de İsa Aleyhisselâm'a düşürmüş. Fakiri, çığır açmak için göndermiş. Hazret-i Mehdi'yi nur saçmak için, İsa Aleyhisselâm'ı, Deccâl'i öldürmek ve kötülüğü bütünüyle kaldırmak için gönderecek. Hakikat budur, ötesi zandır. Bir batağa düşersiniz, olmaz bir yere saparsınız, yoldan raydan çıkmış olursunuz." (Vuslat Sohbetleri, s. 82-84)
Hülâsa olarak "Hâtem" son demektir. Hâtem-i veli ile tasavvuf yolu sona ermiştir. Gerçek mürşid, irşada mezun veli yoktur.
Ona verilmişti, o da gitti. Sahtelere aldanmayın. çünkü Hâtem-i veli'den sonra "Hazret-i Mehdi'yi gözleyin, onu bekleyin, yol kesildi." buyurdular.
Hakk yolunun yolcusunu Cenâb-ı Hakk tayin eder. Bunlar her işlerini O'na havale ederler ve her işlerini O'nunla yaparlar.
Diğer yolları; babası anası tayin eder.
Beşerin yönettiği yolları ise gerçekte nefisler yönetir, bir tanesi ölünce arkasından nefisler hopluyor. Binaenaleyh Hakk yolu ile beşer yolu arasındaki fark bu kadar büyüktür. Kıyası mümkün değildir.
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri öyle bir Zât-ı âli'ymiş ki, ahirete göçtüğü hâlde irşadı devam ediyor. Bilen için. Bilmeyen için hayatta da olsa, vefatta da olsa ne farkı var?
"Allah yolunun yolcusunu Allah-u Teâlâ ezelden tayin eder. Bunlar Hakk'tan emir alırlar. O yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir. Onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Onlar daha doğarken o hâl üzere doğarlar. Bunun içindir ki onlara ezelden verilen nasibe kadar terakki etmeye yolları müsaittir. Hakk'tan geldiler, Hakk ile Hakk'a giderler, Hakk'a vuslat ederler.
Hakikat ehli azdır, onlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünce hareket ederler. Onlar Hakk iledir. Verdikleri beyanlar, söyledikleri sözler de hakikattir. Her şeyi açık söylerler. Sakınmazlar, çekinmezler. Onlar Hakk'ın boyasına boyanmışlardır.
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Mukallid ise kendisini ona benzetiyorsa da o boyaya boyanmamıştır. Şeytanın boyasına boyanmıştır. Birisi Hakk'ın boyasına boyanmıştır, diğeri şeytanın boyasına. Birisinin işi Hakk iledir, birisinin işi halk iledir. Hakk ile olan halka muhtaç değildir. Halk ile olan halka muhtaçtır. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.
Bir yol ki Hakk'tan kula gider, o yolda saâdetler vardır. Bir yol ki kuldan Hakk'a gider, bütün felâketler o yoldadır." (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 410)
"Kişi kendini tayin etmiş, annesi tayin etmiş, babası tayin etmiş, ağabeyi tayin etmiş ve şeyh olmuşlardır. Bunlar şeytan ehlidirler ve mukallid mürşiddirler. Şeytan ileriye sürdüğü için şeytan namına ortaya çıkarlar, kendi varlığını meydana koyarlar, nefis putunu eline alıp irşada kalkarlar. Nefsin arzusu, şeytanın desteği ile Hakk yolunda yürümeye ve yürütmeye çalışırlar.
O Hakk'a doğru gidiyor amma, her hareketi irşad değil ifsattır. Üç şey için çalışırlar: Menfaat, nam ve makam.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kendilerine: 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.' denildiği zaman: 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
Şeytanın yolunda ve izindedirler. Bunlara şeyh şeytanı denir, şeyh suretinde şeytandırlar, yol kesicidirler, Hakk'a ulaşmak isteyenlere engel olurlar.
"Şeytan şeyhleri" dediğimiz bu fesatçı ve ifsatçılar bu zamanda alabildiğine türemişler; bu perde altında makam, nam ve menfaat elde ediyorlar. Bütün gayrimeşru arzularını, maddi geçimini, bu perdenin altında temin ediyorlar." (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 410)
"Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Kişiler nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın.
Herkes baygın, ayılmayı hiç düşünmüyor. Nereye baygın? Yoluna baygın.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Müminun: 53)
Fakat ahirete varınca uykudan uyanacak, bulunduğu yeri görecek, nedameti çok olacak, faydası da hiç olmayacak." (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 426)
Dikkat ederseniz bu bozulmaların en büyük nişanelerinden birisi para toplama ve makam-menfaat hırsıdır:
"Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Binaenaleyh kim ki para topluyorsa doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder.
Bu para toplayanlar, bu Âyet-i kerime'ye iman etmiş değillerdir. İman edenlere ise bu Âyet-i kerime kâfidir. Çünkü hepsi eğri yoldalar, hepsi soyuyor, yoluyorlar.
"Resul'üm! Onlara de ki: Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim Allah'a âittir. O her şeye şâhiddir." (Sebe: 47)" ("Sözler ve Notlar 8", s. 426-427)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu husustaki diğer bir beyanları da şöyledir:
"Allah-u Teâlâ'nın ferman-ı ilâhisini hiçe sayarak, Din-i mübin'i âlet ederek dileniyorlar. Gerek kendi etraflarını gerekse diğer müslümanları soyup duruyorlar. Diğer taraftan din namına 'hayır' diye bir kâfirden bir fasıktan, haram olduğunu bildikleri hâlde istiyorlar. Bu durumda onların o fâsık ve kâfirden hiç farkları yoktur. Yani onlar da onun gibidirler. Niçin? Bilerek haramı irtikap ettikleri için, İslâm dinini küçültmeye gayret ettikleri için. Onların bütün çalışmaları İslâm dinini küçültmek içindir. Bu sebepledir ki onlardan daha aşağıdırlar. Bunlar dini dünyaya âlet ediyorlar. Müslümanlığa ısınacak kimseleri uzaklaştırıyorlar.
Onlar bu Âyet-i kerime'ye iman etmiş değiller. Bunu katiyetle bilin. Onlar din-i İslâm'dan çıkalı çok olmuş, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin hükümlerinden ayrılmışlar.
Konuştukları ilk şey maddedir, ilk saldıracakları yer ceptir. Tıpkı bir kurt gibi dalarlar. Halkı soymak için hep ihtiyaçtan bahsederler. Neden böyle yapıyorlar? Onların işi Hakk ile değil ki.
Kim Allah için çalışırsa, Allah-u Teâlâ dilediği kadar ona destek verir. Kim de menfaati için çalışırsa, Allah-u Teâlâ dilediği kadar onun çalışmasının karşılığını verir. Fakat halktan ücret alan Allah-u Teâlâ'dan ücret alacağını ümit etmesin. Çünkü iki ücret bir arada verilmez. Bunu kesinlikle bilin. Ya Hakk'tan ücretini alacak, ya halktan. Seç hangisini seçersen. İşte bunun delili bu Âyet-i kerime'dir." ("Sözler ve Notlar 8", s. 395)
Ücret istemeyen, gizli emelleri olmayan, Allah için vatan için Ümmet-i Muhammed'in selâmeti için çalışan kimseler doğru yoldadırlar.
•
"Yâsin 21. Âyet-i kerime'si göz önünüzde olsun: "Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz, onlar doğru yoldadırlar."
Cep cihadcısının doğru yolda olmadığını O buyuruyor. Cep cihadcılığı bu yolda yok. Bu yolda para, menfaat, istemek yok."
•
"Cep cihadcılığına iş vurulduğu an yol biter, yol aslından çıkar.
Kimseden bir şey istenmiyor, kimse de hayırdan men olunmuyor. Bu yolu size böyle bırakıyorum."
•
"Kim ki bunların toplantısına dahil olursa, bunlara para verirse;
"Fâsıka ikram eden İslâmiyet'in yıkılmasına yardım etmiş olur." (Münâvi)
Hadis-i şerif'i mucibince İslâm dininin yıkılmasına yardım etmiş sayılır.
Hadis-i şerif'te: "Onların dinleri para olacak." buyuruluyor. (Münâvi)
O ise koyun postuna bürünüp dini dünyaya alet ediyorlar. Oysa din-i İslâm ile hiçbir ilgilerinin olmadığını yukarıdaki Âyet-i kerime'ler ile açıkladık.
"Ahir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor: 'Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır." (Tirmizî)" ("Süleymancıların İçyüzü", s. 12-14)
Asr-ı saâdet'te müslümanlar yalnız Kelâmullah'ın yükselmesi, din-i İslâm'ın yayılması için çalışmışlar, ancak en yakınlarından bile hiçbir şey istememişlerdir.
Böylece kıyamete kadar her devirdeki müslümanlara güzel bir numune, şaşmaz bir ölçü bırakılmıştır.
Sahteler ise kendi isimlerinin, kendi cemaat ve tarikatlarının yükselmesi için, ceplerinin dolması için çalışıyorlar.
"Kendi dalâlet yollarını Hakk yolu imiş gibi gösteriyorlar ve sonra da menfaat, mevki ve nam için İslâm dinini alet ediyorlar. Halkı soymak için cep cihadcılığı yapıyorlar." ("Sözler ve Notlar 5", s. 444)
•
"Bütün bölücüler zekâtta bu gaspı yapıyorlar ve fakirin lokmasını ağzından alıyorlar ve bunu rahatça yapıyorlar. Bu İslâm dini ile hiç bağdaşır mı? Bu ancak din kurucularının dinine göre hükümdür." ("Refah Dini'ne Mensup Mahmut Efendi'nin Mollalarına Cevaptır", s. 51)
•
"Bizim yolumuz mânâ üzerine kurulmuş, başka yollar madde üzerine kurulmuş. Mânâ yolunda bereket vardır. O destekler, hiç kimseye muhtaç etmez. Biz, hiç kimseye muhtaç değiliz.
Fakat madde üzerine kurulan yollarda, madde ön plândadır ama yine bir şeyleri yok. Niçin? Bereket yok. O, bereket verirse, küçücük bir şey çok olur, nimeti sonsuz olur. Biz, mânâ üzerinde çalışırız, madde üzerinde çalışmayız. Mânâ üzerinde çalışan Hazret-i Allah'a dayanır ve Hazret-i Allah da onun her ihtiyacını temin eder.
Madde üzerinde çalışanlar ise Hakk'a dayanmayıp halka dayanırlar. Bu sebeple de daima halka muhtaçtırlar. Fakat, Hakk'a dayanan hem halka muhtaç değildir hem de Hakk ile kâimdir. Ama siz bunların iç yüzünün farkında değilsiniz."
•
"Allah-u Teâlâ yolumuzu mânâ ve mahviyet üzerine kurdu. Diğerlerinin yolu maddiyat ve varlık üzerindedir. Allah yolunda gidenlerin ayrım noktası budur. Bunu unutmayın!
Mânâ demek; yalnız Allah-u Teâlâ'ya dayanarak iş görür. Mahviyet demek; O'ndan başkasını görmez."
•
Sahtelerin paraya, menfaate, kısaca dünyaya adeta bir put gibi sarıldıklarını görürsünüz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir." (Bakara: 86)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Onların dinleri para olacak." (Münâvî)
Diğer Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek."
Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları hâlde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam etti;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
"Para, dirhem, ipek ve kadife kulu olan kimseler yüzüstü düşsünler, kahrolsunlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1218)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyuruyorlar:
"Daha evvel de arzetmiştik ki: "Allah'ım! Beni menfaatin kokusundan dahi koru!"
Bu sözümüzü unutmayın!
Bu yoldan sapan ve dünyaya tapanlardan ibret alın. Bu sözlerimi bir nasihat, bir vasiyet olarak beyan ediyorum.
Dünyaya dalmayın, harama kaymayın, şüpheliden dahi sakının ki, yoksa helâkinize vesile olur.
Biz Allah-u Teâlâ'nın lütuf desteği ile yürüyoruz. Bize gelen bize yeter. Helâl olanda bereket var, haram olanda da cehennem var. Nefsini nereye satarsan karşılığını alacaksın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir." (Necm: 39-40)
O topladıkları paralarda çok kişinin âhı var. O âh öyle bir ateştir ki, dünyada da âhirette de vebali çok büyüktür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Mazlumun duâsından sakınınız. Zirâ hızlılıkta şimşek gibi kabul olunma makamına yükselir." (C. Sağîr)
Onlar ise soymayı, yolmayı, kişinin altındaki arabayı zorla almayı, bu gasbı, sanki meslek edinmişlerdi.
İşte bugünkü perişanlığı ve rezaleti görüyorsunuz. Bunun bir de âhireti ve ebediyatı var.
Hakk'tan geldim, Hakk'a gidiyorum. Ne ki aldı isem onu götürüyorum. Bu bir emanetullahtır. Riâyet eden kurtulur. İhanet eden tutulur, felâh bulmaz, dünyada da âhirette de." ("Sözler ve Notlar 10", 1. Baskı: 2000, s. 508-509)
Hakikat ehli varlık, benlik davası gütmez, mahviyet üzeredir. Kendi zannını, kendi benliğini değil, daima Hazret-i Allah'ı ortaya koyarlar.
"Yolumuz; varlık, benlik yolu değildir, makam, mevki, menfaat bu yolda yoktur." ("Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-", s. 15)
"Allah ehli tevazu ve mahviyete değer verir, şeytan ehli, kibir ve varlığa değer verir." beyanı ile bizlere bir anahtar veren Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin diğer bir beyanları da şöyledir:
"İltifattan asla hoşlanmıyorum, her türlü büyüklükten de Sahib'ime sığınırım.
Daire-i saadet ve merkez-i selâmeti; herkesi hoş, kendimi boş bulmak noktasında görüyor ve bu noktada karar kılmakta buluyorum." ("Sözler ve Notlar 1", s. 440)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "Hakikat İle Dalâleti Bilmemiz Lâzım" isimli eserine şu cümlelerle başlamışlardı:
"Varlık için Hazret-i Allah ve Resul'ü yeter...
Ziynet için, Hazret-i Kur'an yeter...
Şeref için, İslâm Dini'nin şerefi yeter..." (sh: 7)
Öz budur.
O yüzdendir ki; "Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım." sözünü adeta bir levha gibi daima dile getirirler, "Bize bu gerek efendim. Varlık varlık satanların olsun. Çünkü onlar o varlık putu ile ayakta duruyor. O varlık putunu indirirlerse zaten bir şeyleri kalmayacak." buyururlardı.
•
Bu Zât-ı muhterem'in "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır." isimli bir eseri var.
Bu kitabın ismini dikkatli okuyun! "Benim" demiyor. Çünkü o kendi varlığını, Var olan Hazret-i Allah'ta ifna etmiş, gerçek mürşidin Hazret-i Allah olduğunu bilmiştir. Onlar, Hakk'ı bilir, görür, Hakk'ı tarif eder. Eserin daha ilk sayfasında; "Özüm Allah, sözüm yine Allah'tır. Bunu duyurmak için içimizdeki duyguyu bu kitapta belirtiyoruz." buyurmuştur. ("Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır", s. 9)
Bu kitabın girişinde de şöyle beyan buyuruyorlar:
"Azâmetini ikrar ederim. Âciz olduğumu, hükümsüz ve değersiz olduğumu itiraf ederim. Sen öyle bir Allah'sın ki, yalnız kendi kendini bilir ve kendi kendini methedersin. İhsan, ikram, lütuf buyurduğun sonsuz nimetlerin bir zerresinin dahi idrakinden âcizim." (s. 19)
Hakk ehli ile şeytan ehlini ölçmek, bilmek için "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" kitabını okumak lâzımdır.
"Var olan Hazret-i Allah ile övünürüm.
Gaye Yaratan'ı bilmektir.
Bir zerreden mükerrem bir insan yaratıyor. O ne güzel yaratıcıdır! Onun için O'nunla övünüyorum. Ama kerih suyun övünülecek hiçbir şeyi yok. O'nu yürüten yöneten hep Allah.
Benim yanlış işlerim hep nefsimdendir. Ondan utanıyorum. Bu nimetleri bahşeden bunca iyilikler veren Allah'ım ile övünüyorum.
İçte O, dışta O... Her zerrede ulûhiyet sırları mevcut... Zâhire gelince; zâhir de ben diyor. Fakat insan O'nu görmüyor da perdeyi görüyor.
Hülâsa; gerçek mürşid O. Çünkü hep O." (Ey Müslüman Kardeş Dikkat Et! Düşmanını Tanı, Dinini ve Vatanını Muhafaza Et!, s. 335)
•
"Bunlar kendilerini helâk etmiştir. Başkalarını da helâke sürüklerler.
"Allah, büyüklük taslayanları asla sevmez." (Nahl: 23)
Hiçbir günahla kıyas edilemeyecek kadar büyük bir günahtır. ...
"Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder." (C. Sağir) ...
Önde görünen bir kişinin kendini beğenmesi çok daha tehlikelidir. Zira kendini beğenmesi demek gizli ilâhlık davası gütmek demektir. Bu gibi kişiler etraflarını Hazret-i Allah'tan ayırıp kendilerine bağlamaya çalışırlar.
Hâlbuki Mürşid-i kâmil sevenlerini daima Hazret-i Allah'a bağlamaya gayret eder. Zira o Fenâfillah makamındadır. Hazret-i Allah'ta fani olmuştur. Ona bağlanan Hazret-i Allah'a bağlanmıştır. O da zaten sevenlerine daima Hazret-i Allah'ı anlatır, Hazret-i Allah'ı sevdirmeye çalışır.
Kendini beğenen kişi ise nefis putuna dayanmıştır. Etrafındakileri kendisine bağlamakla puta bağlamış olur. Nefsini öldürememiş bir kendini beğenmişe bağlanan kişi de puta tapmış olur. Râbıta yapıyorsa, puta râbıta yapmış olur.
Ortalığı bu şekilde başı bozuklar işgal etmiştir." ("Saadete Erenler Felâkete Kayanlar", s. 415-416)
"Her yol, yoldur fakat bu yol mânâya dayanır. Her yolun gösterişi vardır. Bizim yolumuz mahviyet ve rızâ yoludur.
Zahir ehli kendisini ifna edemediği için "Ben!" diyor. İşte o benlik put oluyor ve erimesine engel oluyor. Böylece Var olanı bulamadığı için, varlığı ile cehenneme gidiyor.
Allah-u Teâlâ bu yolu mânâ ve mahviyet üzerine kurmuş, diğer yollar maddiyat ve varlık üzerine kurulmuş dememizin sırrı budur.
Allah yolunda yalnız rızâ vardır. Maksat, menfaat olmadığı gibi rütbe ve makam da yoktur.
Bize mahviyet sevdirilmiş, onlara varlık sevdirilmiş. Biz Var ile övünüyoruz, onlar varlıkları ile övünüyor. Biz hükümsüzüz, O var diyoruz.
Bizim ünvanımız "El fakr-u fahri = Fakirliğimle övünürüm."
Üstümdeki bütün asar O'nun. Ruhum, malım, bedenim hepsi Hazret-i Allah'a âit. Senin neyin var? Hiç.
Ne bulduysam aşağıda buldum, yukarıda hiçbir şey bulamadım.
Cenâb-ı Hakk'ın tecelli ettiği yerde, mahlûkun hükmü olmadığı gibi varlığının eseri olmaz. Değil varlık, varlığın eseri olmaz.
Var ile övünüyorum, varlığımdan utanıyorum. Çünkü varlığım bir damla pislik ve o pisliği de O halketti. Yani sende bir şey yok. Şu hâlde insan Hakk'ı bulmalı, nefsini aramamalı.
Sakın varlık ehline kapılmayın. Var olan Hazret-i Allah'tır, başka varlıklara dalmayın.
Varlık ile Var'ı bulmak mümkün değildir. Ama şimdi herkes varlık içinde yürüyor. Zaten Var'ı arayan yok.
İnsanoğlu bulunduğu yolun hidayet yolu olup olmadığını enine boyuna tahkik etmelidir. Gittiği yolun, Allah yolu olduğunu gösterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden önce bulunduğu yola koyulmuş insanların hedeflerine emniyet içerisinde varabildiklerini müşahade etmiş olmalıdır. Bu tahkik yapılmazsa insan bir dalâlet çukuruna girer; orada bocalarken ömrünü tüketmiş olur. Böylece ahirete gider. Büyük pişmanlık duyar ama faydası yok. ...
İnsan evvelâ aciz olduğunu, mücrim olduğunu, günahkâr olduğunu bilecek, sonra Sahib-i Hakikî'yi tanımaya çalışacak.
İnsan O'nun ihsanıyla O'na tefahüre kalkıyor. "Ben şunu yapıyorum, ben bunu yapıyorum." diyor. İşte bu cehâletin en koyusu. Hâlbuki sen çık aradan kalsın Yaradan.
Aleme makam olsun, rütbe olsun. Bize hiçlik olsun. Biz hiçliğimizi anlamadıkça Yaratan'ı bilemeyiz." ("Rütbe-i Bâlâ", s. 459-460)
"Varlık peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Bir insan hayatının o anına kadar topladığı varlıkları dağıtıp, kendisinin hiç olduğunu öğrenecek ki var edeni bulabilsin.
Bize en çok sevdirilen mahviyettir. En çok kaçtığımız şey de varlıktır.
Herkes yukarıya çıkmaya çalışırken, bir gaye ve bir maksat peşinde koşarken, biz ise fenâ üzerinde iniş yapıyoruz. Pirân-ı izam Efendilerimiz'in bulunduğu ve yürüdüğü yol bu oluyor. Hep bu yoldan yürümüşler ve aynı hedefe varmışlar. Hepsi orada bulunurlar. O nokta varlık yeri, post makamı değildir, kulluk makamıdır. Orada hiçbir dâvâ yoktur, onlarda başka arzu yaşamaz. O hedef yalnız O'nu arzu edenlerin hedefidir.
Bâtınî yönden illâ terakki etmek lâzım ki, nefis kendini beğenmesin." ("Saadete Erenler Felâkete Kayanlar", s. 395)
Dikkat ederseniz bir şeyh öldüğünde ardından hemen post kavgası başlıyor. Bu kavgaların ayyuka çıktığı bir devirdeyiz.
Bazısı ölünce de hemen her şehirde bir halifesi çıkıyor, "Ben şeyhim!" diyor.
Bunlar tasavvuf yolunda, tasavvuf terbiyesinde asla olmayan hâllerdir. Tasavvuf benlikten kurtulma yoludur. Bunlar ise benliklerinin peşinde nefislerinin kulu kölesi olanlardır.
Hâlbuki gerçek mutasavvıflar şöyle söylerler:
"Bize rıza gerek, nam gerekmez, kalabalık gerekmez." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
•
"Onun için diyoruz ki hakiki şeyhler Hakk'ı bilir, Hakk'ı tarif eder. Sahte şeyhler kendisini bilir, kendisini tarif eder. Onun için Hakk'tan seyir, Hakk'a seyir. Hakk'tan gelirse bile bile konuşur. Sen Hakk'a gidersen her sözün, her hareketin yanlış. Bütün öz bu cümlede toplanıyor."
•
"Hayatımda bir defa dahi Hazret-i Allah'a kul oldum diyemedim. Allah'ım ne olur Zât'ına has bir kul, Habib'ine ümmet eyle diyorum. Kul oldum diyemedim siz ise âlim oldunuz, hâlbuki kendinizi bilmezsiniz. Kendini bilmek ne demektir biliyor musunuz? Yaratılışın olan bir zerreyi tefekkür edeceksin ve sonra kabirdeki eriyişini de tefekkür edeceksin ki, o hiçlik arasında O'nu bulacaksın. Bunu kim yapabildi? Arasan tarasan kaç kişi çıkar? Âlim!.. Neyin âlimi? Kendini bilmeyen neyi bilebilir?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." (K. Hafâ)
Bütün sır bu Hadis-i şerif'in içinde saklı...." ("Rütbe-i Bâlâ", s. 387-388)
•
Allah yolunun yolcusunu Hazret-i Allah tayin eder.
Bu mânevî vazifenin verilmesi hususunda Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyururlar:
"Allah-u Teâlâ bir kulunu irşad için ileriye sürmüşse; evvelâ onun tüm varlığını alır, kendi lütuf varlığını koyar, sonra onu vazifedâr yapar, lütfu ile destekler. Ona dilediği kadar ilimler öğretir, onun muallimi Allah-u Teâlâ'dır.
Âyet-i kerime'de:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." buyuruluyor. (Mücâdele: 22)
Allah yolunun yolcusunu Allah-u Teâlâ ezelden tayin eder. Bunlar Hakk'tan emir alırlar. O yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir. Onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Onlar daha doğarken o hâl üzere doğarlar. Bunun içindir ki onlara ezelden verilen nasibe kadar terakki etmeye yolları müsaittir. Hakk'tan geldiler, Hakk ile Hakk'a giderler, Hakk'a vuslat ederler." (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 410)
•
Allah-u Teâlâ tayin ettiği vazifedarların evvelâ tüm varlıklarını alır, kendi lütuf varlığını koyar. Yani Fenâfillah'a çıkarır, o makama erdirir, sonra vazifedar yapar. Ona dilediği kadar ilimler öğretir. Onun muallimi Hazret-i Allah'tır. Annesi, babası, kardeşi tarafından tayin edilenlerin muallimi kimdir?
Bu memurlar Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün lütuf varlığı ve desteği ile iş görürler. Annesi, babası tarafından tayin edilenler kime dayanır, kimden destek alırlar?
Mârifetullah ehlinin ilmi sadır ilmidir. Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'dan gelir. Akılları ise Akl-ı kül'den sonra Ulûl-elbâb'a vardırılmışlardır.
Buradan kesin bir şekilde anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ'nın tayin etmediği kimseler, Allah-u Teâlâ'dan gafildirler. Allah-u Teâlâ'dan gafil olanlar nasıl olur da Allah yolunu işgal ederler? Bunlar yol kesici manevî eşkiyadır.
Allah-u Teâlâ'nın Resul'ünün nûrunu taşıyanlar, kalbi Arşurahman olanlar ifnâ olmuştur, maske olduğunu bilir. Allah-u Teâlâ içindedir, hükmünü yürütür.
Diğerlerinin içerisinde ise ilâhlık dâvâsı güden nefis vardır, şeytanla beraber hükmünü yürütür.
Annesi, babası tarafından tayin edilip şeyh olanlar, bu makamların isimlerini sayarlar, gerçeğe ulaşamazlar.
•
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Onları Allah-u Teâlâ tayin edip ileriye sürmüştür.
O ileriye sürdüğü için Hakk'ı biliyor, Hakk'a götürüyor.
Hakk'tan gelmedikçe halkta hiçbir şey bulunmaz.
Onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. Öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti.
Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur. Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var.
Hiç şüphesiz ki bu lütuf da Hakk'tan gelecek ki Hakk'a götürebilsin.
Bunlar doğrudan doğruya ilhâmât-ı ilâhî ile yürütülen kimselerdir.
Bugün herkes şeyh olmuş ama bu vazifeyi ona kim vermiş? Vazife-i ilâhî Hakk'tan gelir, Cenâb-ı Hakk tayin eder, O'nun emri ve izni ile olur.
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin şu beyanlarını da nazar-ı dikkatlerinize arzediyoruz:
"Günümüzde görülüyor ki şeyhlik babadan oğula kalıyor. Babanın oğluna vermesi, annenin oğluna vermesi, kardeşin kardeşe vermesi gibi bir şey Allah yolunda hiçbir zaman olamaz. Bütün bu yollar halk yoludur, Hakk yolu değildir. Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Katiyetle bunun böyle olduğu bilinsin, kişiler de nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın." (Sözler ve Notlar-10, s. 233)
"Ancak Hazret-i Allah'ın tayin ettiği mürşiddir. Annesinin, babasının, abisinin tayin ettiği ise sahtedir."
"Günümüzde görülüyor ki Allah yolunu âlet ederek saltanat sürenler bulunmaktadır. Şöyle ki; babaları şeyhmiş, oğluna "Sen şeyhsin!" demiş, o da şeyh olmuş. Babadan oğula geçen padişahlık gibi bu ilâhî yolu saltanata çevirmişler. Ya babası tayin etmiş, ya abisi tayin etmiş, ya annesi tayin etmiş. "Al bu sürüyü sen de güt!"
Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, o makama tayin ederdi. O lâyık görmemiş, annesi babası lâyık görmüş.
Bir Mürşid-i kâmil'e eğer emredilmişse yerine bir veya daha fazla halife bırakabilir ve ilân eder. Herkes nasibini arar. Aksi hâlde birçok mürşidler yerine vekil bırakmadan gitmişlerdir. Allah ehlini Allah-u Teâlâ tayin eder. O bir emanet-i ilâhî'dir, kime dilemişse ona verir, kişinin burada hükmü yoktur. Bu noktada arzu ile hareket edilmesini hoş görmüyoruz, tasvip de etmiyoruz.
Mânevî vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Ancak emirle olur.
Eğer sana bu vazife verilmişse, kimin malını kime veriyorsun! Verilmemişse kime ne vermeye kalkıyorsun? Meselâ her an ahirete intikal etmemiz imkân dahilinde olduğu hâlde biz hiç kimseyi tayin etmiş değiliz. Ben hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum, tayin etmeye sahib-i salâhiyet değilim. Eğer ben tayin edersem Allah-u Teâlâ'nın önüne geçmiş olurum. Gelenlerin eşkiyalığını yapmış ve ebedî hayatlarının katline vesile olmuş olurum.
Allah ve Resul'ünün nâmına iş görüyorum. Diledikleri kadar tutarlar, diledikleri zaman alırlar."
•
"Nefsini ilâh edinen ve halkı da taptıranlara Allah-u Teâlâ: "Bana mı taptın, nefsine mi taptın? Halkı bana mı bağladın, puthaneye mi koydun?" diye soracak, o zaman ne cevap verecekler?
Bunlar gerçekten Allah yolunu âlet ederek saltanat kurmuşlar, babadan oğula, oğuldan kardeşe geçiyor ve bu böyle sürüp gidiyor. Hâlbuki Allah yolunun rehberini ancak O tayin eder. Seni kim tayin etti? Senin babanı kim tayin etti?
Bu tayinler, Mürşid-i kâmil'e ulaşmak isteyen bir kimsenin yolunu kestiği için onun mânevî katline vesile olur. Kendilerini yaktıkları gibi başkalarını da yakarlar.
Bunlar şeyhlik kisvesiyle yol kesicidirler, Allah ehlini arayanların yollarını keserler. "Allah ehli biziz!" derler. Allah yolundan alıkoyarlar. Yollarını kestikleri insanları kendi puthanelerine götürürler ve hayvan mesabesinde olan insanları, o ahıra tıkarlar. "Siz burada tapının durun!" derler. O da onu hakikat zanneder, ibadet ettiğini zanneder, tapınır durur. "Hakikat ehli midir, değil midir?" diye katiyyen aramaz. Çünkü o puthanede olduğu için o saltanat süreni hoş görür, hakikati göremez ve arayamaz.
Maksadı etrafı dağılmasın, servet yıkılmasın, nam, şöhret, menfaat gitmesin.
Onlar o puthaneyi korudukları gibi, o ahıra girmeyenleri küçümser ve ayıplarlar. "Bizim şeyhimiz böyledir, bizim yolumuz böyledir!" diyerek kendi yollarına, kendi şeyhlerine dâvet ederler. Şayet ağlarına düşen olursa onu da puthaneye sokarlar, o da o ahıra girer.
Nefsini ilâh edinenler, halkı da nefis putuna taptırıp puthaneye sokanlar, bu ulvî yolu bu hâle koydular.
Onları puta, dergâh gibi görünen yerleri puthaneye benzetmemize hiç hayret edilmesin. Ben bunun böyle olduğunu biliyorum, onlar ise cehenneme girince öğrenecekler.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar." (K. Hafâ)
Zira onlar kendi nefsine tapıyorlar ve başkalarını da taptırıyorlar. Allah yolunda tahtını kurmuş ve saltanat sürüyorlar.
Nefis putunu ilâh edinip halkı kendilerine taptıranlar bu büyük cürümlerinin hesabını hiçbir zaman veremeyecekler, Allah-u Teâlâ'nın suâlini cevapsız bırakacaklar, cezaları ile başbaşa kalacaklar.
Seni bu âlî ve ulvî makama kim tayin etti? Ey dinini dünyaya âlet eden, koyun postuna bürünen kurtlar!
Gün gelecek, bu şeyhlik saltanatı sona erecek.
Bugün ahıra bağladıklarını, yarın önlerine geçerek cehenneme götürecekler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." buyuruyor. (Mülk: 2)
Sonra ne olacak? Âkıbetini hiç düşündün mü?
Sana soracak:
"Bu iş ve icraatları benim iznimle, emrimle mi yaptın, yoksa nefsini ilâh edindin de şeytan mı bunları sana emretti?
Nefsini ilâh edinmekle bana meydan mı okuyordun?" (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 414-416)
"Cenâb-ı Hakk'a karşı gelmek, şirkleşmek, tayin etmediği hâlde tayin etti demek kadar büyük günah olmaz..."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz." buyurmaktadır. (Tevbe: 119)
Sâdıklar, Allah-u Teâlâ'nın veli kulu olan mürşid-i kâmillerdir.
Bu sâdıklar üç merhaleden geçer. Birincisi dünyaya gelir, fakat inanın ki dünyaya gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, sâdık olarak gelir. İkincisi bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar çıkar, Hakk'a ulaşır. Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar.
Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur. Ona kendini bildirmiş, mahlûka ait hiçbir şey olmadığını, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu ona duyurmuştur. Sonra onu irşad için vazifelendirmiştir. "Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir" diye. Bunların muallimi Hazret-i Allah'tır.
Ancak onlar Hakk'a götürürler. Diğerleri ise kendi yoluna davet eder, kendi dinine çeker, kendi kitabına göre icraat yapar.
Ancak vazifedar ettiği kullar müstesnâdır.
•
"Evliyâullah'ın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhî'dir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imran: 110)
İşte yüz senede bir gelen bunlardır. Bunlar Ümmet-i Muhammed'in öncüleridir.
"Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur." (Nûr: 35)
Allah-u Teâlâ bir kulunu da nuruna kavuşturunca, artık onun bütün iş ve icraatı ona göre olur. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır, başkasına şâmil değil.
"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebut: 49)
Hazret-i Kuran'ın verdiği ilimle, kalplerinde parlayan apaşikâr nur sayesinde Allah-u Teâlâ dilediği kadar bunlara esrar-ı ilâhîyi bildirir ve gösterir. Onun içindir ki bunların bildiğini başkaları bilemez. Zâhir ulemâ bunları bilmez, anlamaz, görmez. Bu çizgiyi ayırdık. Çünkü bu sadır ilmi, zâhir ulemânın ilmi satır ilmidir.
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nur üzerindedir." (Zümer: 22)
İşte Rabb'inden verilen bu nur sayesinde ancak bu esrar-ı ilâhî bilinir. Bildirildiğinden ötürü bu hakikatlere vakıftırlar. Bunun içindir ki:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
Âyet-i kerime'sinin sırrına bu surette mazhar oluyorlar. Hem görüyorlar, hem biliyorlar, hem söylüyorlar. Bütün ilim sahipleri bu Âyet-i kerime'nin karşısında durur. Evet Âyet-i kerime olduğu için itiraz etmiyor amma, içi kabul etmiyor. Fakat hakikat erleri bunu bilir, gözü ile de görür. Allah-u Teâlâ göstermedikçe, ilimle bilinmez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır." (Nahl: 128)
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Hazret-i Allah'tır. Bu hususi bir beraberliğin ifadesidir.
"Allah dilediği kulunu zatına seçer." (Şûrâ: 13)
Dikkat edin, bunları Hazret-i Allah tarif ediyor. İşte bu sevdiği ve seçtiği kullara dilediği şekilde tecelli eder ve onları vazifedar kılar. Her birisi ayrı ayrı vazifelerle gönderilmiştir. İşte bu tarif edilen taife hakiki mutasavvıflardır. (Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır, s. 193-197)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri gerçek Mürşid-i hakiki'yi şöyle tarif etmişlerdir:
"Mürşid-i kâmil Hazret-i Allah ve Resul'üne davet eder. Çünkü o, mürşid-i hakiki olan Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman etmiştir. Kendisinin de hiç olduğunu bilir ve görür. Yine o, Mürşid-i hakiki'nin Hazret-i Allah olduğunu bilir. Ama yalnız o bilir.
Fakat "Ben de mürşidim." diyenlere gelince; onlar şeytan tarafından tayin edilenlerdir, Hazret-i Allah'ı ve Resul'ünü âlet ederek halkı kendilerine bağlamaya çalışırlar.
Bunun içindir ki, hakiki mürşid ile sahte mürşidi ve imanı buradan anlamış olursunuz." (Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır s. 74)
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." (A'râf: 86)
Allah ehlini Hazret-i Allah tayin eder. O bir emânet-i ilâhidir. Kimi murad etmişse ona verir. Bu noktada arzu ile hareket edilmesini tasvip etmiyoruz.
Bunlar ise ya kendi kendisini seçer, ya annesi babası seçer, ya halk seçer. Bunlar mukalliddir, şeyh suretinde şeytandır. Halk onları büyütür. "Şu daha büyüktür, şu daha büyüktür!" diye. Haddi zatında bunlar bir yol kesicidir, birer deccaldir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir." buyururlar. (Münâvî)
Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp, gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.
Çünkü onları Hakk seçmedi. Kendini büyük gören gerçekten küçüktür. Mukallidler zan ile hareket ederler, hiçbir hakikate isnad etmezler, etraflarını da böylece hakikatten uzaklaştırırlar. Gidiş yerleri cehennemdir, etraflarını da cehenneme sürüklemiş olurlar. Onlara tâbi olanlar, dünyada olduğu gibi, ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle olacaktır.
Âyet-i kerime'de:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamları ile beraber çağıracağız." buyuruluyor. (İsrâ: 71)
Onlar şeytan ehli ve mukallidlerdir. Onlar nefsi ile, putu ile övünürler. Halkın vereceği nasip ile, mânevî mirastan kişinin mahrum kalacağı da kesinlikle bilinmelidir. Bütün bu yollar halk yoludur, Hakk yolu değildir. Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer.
Hakk'tan seyr; Hazret-i Allah ile Allah'a seyr: Bunlar Allah ehlidir. Allah-u Teâlâ'nın bir kulunu kendine çekmesi ve yaklaştırması demektir. Hazret-i Allah'ın lütfuyla ezelden tayin ettiği kimselerdir. Onlar daha doğarken o hâl üzere doğarlar. Bir kulunu kendi tarafına çekmezse hiçbir kimse kendi kendine Hakk'a tekarrüb edemez.
Hakk tarafından tayin edilen bir Mürşid-i kâmil'in ahlâkı, Resulullah Aleyhisselâm'ın ahlâkı üzerindedir. Onun ahlâkı Hazret-i Kur'an'dır. Onun içindir ki bir Mürşid-i kâmil'de; istikamet, nasihat, şefkat ve merhametin tecelli etmesi lâzımdır. Zira Allah ehli hıfz-u himayede, tasarruf-u ilâhîde yürür. Onlardan başka sırat-ı müstakim'de kimse yürüyemez. Bunlar Hakk'tan gelen seyr ile, lütuf ile Hakk'a ulaşmaya çalışırlar. ...
Hakk'a seyr; Nefis ile Allah'a seyr: Bunlar şeytan ehlidir. Şeytanın destekleyip öne sürdüğü, annesinin, babasının, kardeşinin tayin ettiği kimselerdir. Nefsinin arzusu, şeytanın desteği ile Hakk yoluna gitmeye çalışanlardır. Nefsini ilâh edinmiş, nefis putunu eline almış ve irşada kalkmış. O Hakk'a doğru gidiyor amma, bu hareketi bir irşad değil bir ifsad'dır. Üç şey için çalışırlar: Menfaat, nam ve makam." (Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır, s. 108-109)
Bir Allah-u Teâlâ'nın halkettiği robotlar vardır. Onlar kendisi için sevdiği, seçtiği has kullardır. Onlar Fenâfillah'a ermiş, insân-ı kâmil olanlardır. Allah-u Teâlâ onların iradelerini ellerinden almıştır, kendisi idare eder. Hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhiyesindedirler.
Allah-u Teâlâ onları Kudsî ruh ile destekler. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu kime taktıysa o onun emanetçisidir. Onun emanetini taşıdığı için; onun emanetçisi demek, onun vekili demektir. Yani o Azîz'in emanetini taşıyan kul, gerçekten bir robottur. Allah-u Teâlâ bir taraftan emanetini ihsan eder, diğer taraftan onu dilediği kadar esrâr-ı ilâhîye vâkıf eder. O kimseyi Allah-u Teâlâ yaratır ve idare eder, bu apayrı bir ihsân-ı ilâhîdir. Onu robot gibi kullanır, dilediği işini onunla döndürür.
Mahlûkun yaptığı robot ayrıdır.
Allah-u Teâlâ'nın Fenâfillah'a erdirdiği kimseler tıpkı robota benzer. Bir Hakk'ın yaptığı robot vardır, bir de halkın yaptığı robot vardır. Hakk'ın yaptığı robotu O kendisi çalıştırır. O robot da kendisinin bir robottan ibaret olduğunu bilir. "Allahüs-samed = Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 2) Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhar olanlar robot olduğunu bilir. Allah-u Teâlâ'ya o nispette muhtaç olduğunu ve O'nun lütfu ile idare edildiğini yalnız onlar bilir, başka kimse bilmez. Çünkü bu Âyet-i kerime'nin sırrına mazhar değil. Bu bilgi yalnız onlara mahsustur.
Allah-u Teâlâ dilediğini robot hâlinde kullanır. O robota tecelli ederse ve o robot da eriyip zerresi kalmazsa, robot gibi görünür, aslında O var. Robot bir perdedir. Yaratıcı yalnız O'dur. Robot da yok oldu, O kaldı. O'nu kimse görmez, herkes robotu görür. Amma aslında O'dur. Bu en gizli bir sırdır, sırrın da sırrıdır.
Halkın yaptığı robot çalıştırıldığı zaman çalışır, durdurulduğu zaman durur. Allah-u Teâlâ'nın robotu da böyledir. Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman onu çalıştırır, durdurduğu zaman durur. Onun kendisi ile ilgisi yok o zaman. Eğer hareketi varsa nefsanîdir.
Rahman'ın idare ettiği robotlar bunlar olup, bunlara yapışan kimseler Hakk'a yapışmış olduğu gibi; Hakk'ın öne sürmediği robotları da şeytan idare eder ve onlara yapışan şeytana yapışmış olur.
Bu gibi kimseleri Rahman seçmediği ve ileriye sürmediği için; annesi, babası, kardeşi seçtiği için, halk ileriye sürdüğü için, onlar şeytanın robotlarıdırlar.
"Râbıta Kime Yapılır?
1. Hazret-i Allah ile iftihar edenlere yapılır. Zira onlar Hakk'ta fânî olmuştur. Varlığından bir eser kalmamıştır.
Nefsi ile iftihar edenlere gelince; o doğrudan doğruya kendini putlaştırmıştır, râbıta edenler nefis putuna râbıta eder. Bu, bu kadar hassas ve ince bir mevzudur ve fakat bilinmiyor.
Âyet-i kerime'de:
"Sâdıklarla beraber olunuz." buyuruluyor. (Tevbe: 119)
Bu sâdıklar kimdir?
"Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olanlar sıddıkiyet makamına alınırlar.
Râbıta yalnız bunlara yapılır, başkasına değil. Onlar dünyada nâdirdir.
2. Yalnız ve yalnız kendisini bir maskeden ibaret olduğunu bilene ve görene râbıta yapılır.
Onlar kendilerini bir maskeden ibaret görürler. İçinde Hazret-i Allah'ı görürler. Var ile övünürler, kendi varlıklarından utanırlar. Onları yoktan var edeni, nimetlere gark edeni bilirler ve O'nun namına iş görürler. Onlar "El-fakru fahrî = Fakirliğimle övünürüm." (Münâvi) Hadis-i şerif'inin sırrına erenlerdir. Hiçbir şey olmadıklarını bilirler. Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleri onlardır, fakirlikleri ile övünürler. Çünkü Resulullah Aleyhisselâm da bununla övündü.
3. Vücudu da bir elbiseden ibaret olduğunu bilen ve görene râbıta yapılır. Bunlar Hazret-i Allah ile bakar ve bunları görür.
Hani Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyurmuyor mu?
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
İşte Hazret-i Allah'ın içte olduğunu gören ve bilen yalnız bunlardır. Bu sırra yalnız bunlar mazhardır. Râbıta ancak bunlara yapılır, başkasına şâmil değildir. Bu surette Hazret-i Allah'a ulaşmak için köprü mesabesindedir, bir vasıtadır, hem de en mühim." (Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır, s. 254)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." buyurmuşlardır. (K. Hafâ)
Allah yolunun memurlarını Allah-u Teâlâ kendisi tayin eder. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın arşıdır.
Allah-u Teâlâ o Arş'a kimin ne kadar nasibini indirdiyse, nasibini o Arş'tan alır ve terbiyesini görür. Kişinin o Arş'ta nasibi varsa, bu nasip Hakk'ın mirasıdır, nasibini oradan alır.
Amma halkın vereceği nasip ile, mânevî mirastan kişinin mahrum kalacağını da kesinlikle bilin.
Allah-u Teâlâ nasiplerini daha cenin hâlindeyken ayırmıştır ve dehalet edecekleri yere koymuştur. Oraya girdiği zaman, çocuk annesinden süt emdiği gibi, ilâhî feyzi eme eme tekâmül eder.
Daha sonra Fenâfişşeyh'ten Fenâfirresul'e geçer ve murakabaya başlar.
Hiç şüphesiz ki Fenâfişşeyh'e kadar birçok yol kesiciler bulunur.
Ha puta tapmışsın ha serapa nefis hâline gelmiş bu gibi kimselere râbıta yapmışsın, bir farkı yoktur.
Bunlar Cenâb-ı Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, mâsiyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselerdir. Râbıta yapan onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbudiyetini kurar. Bu böyledir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 18-19)
Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil!
Bunlar ancak sun'î mutasavvıflardır. Gerçekten, hakikatten mahrumdurlar. Bütün işleri zandan ibarettir.
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği ve kendisine çektiği kullar ancak halka rehberlik yaparlar, mahlûkun tayini ile posta oturmuş olanlar, puta tapınmış ve başkalarını da taptırmış oluyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" buyuruyor. (Furkân: 43)
Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittibâ edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.
"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiu's-sağîr: 6240)
Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.
Bunlara bakarsın güya ibadet de ederler, müslüman gibi de görünürler. Fakat Allah-u Teâlâ kalbe ve niyete bakar.
Annesi, babası, kardeşi tarafından tayin edilenlerin, nefsini ilâh edinenlerin, Allah-u Teâlâ'nın yolunu kesenlerin durumu budur. Onların cezalarını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Allah'ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?" (İbrahim: 28)
Ehl-i hakikatin yolunda oturdular, "Ehl-i hakikat biziz!" dediler, yol kesici oldular.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imran: 19)
Âdem Aleyhisselâm'dan beri bütün peygamber Efendilerimiz'in dini "İslâm"dır. İsimleri "Müslüman"dır.
Nitekim Kur'an-ı kerim'de buyurulduğu üzere;
Yakup Aleyhisselâm şöyle vasiyette bulunmuştu:
"Oğullarım! Allah bu dini sizin için beğenip seçmiştir. Siz de ancak müslüman olarak can verin." (Bakara: 132)
Yusuf Aleyhisselâm Rabb'ine şöyle yakarmıştı:
"Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve "Doğrusu ben müslümanlardanım!" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bizlere daima bu hakikatleri, bu Âyet-i kerime'leri hatırlatmışlar; her biri bir isimle bir din kuran bölücülerle mücadele ettikleri gibi talebelerine de "Sakın siz de bir isimle ortaya çıkmayın" diye nasihat ve vasiyette bulunmuşlardır.
Kurmuş oldukları vakıf hakkındaki vasiyetleri şöyledir:
"'Hakikat Vakfı' bu vakfın ismidir. Sakın ha, bunu yolumuza atfederek bölücülüğe sapmayın, Sakın siz de bir isimle bir bölücü daha türemesin.
Gayemiz 'İSLÂM'dır, isim değil.
Muradımız 'Hazret-i Allah ve Resul'ü'dür, bölücülerden herhangi biri değil." ("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 132)
Bu vasiyet onun bize düsturudur.
"Grubunuzun adı nedir?" diye soranlara ise şu cevabı vermişlerdir:
"Elhamdülillâhî Rabb'il-âlemin. Dinimiz İslâm, kitabımız Hazret-i Kur'an, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'dır." ("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 130)
"Şeytan Fırkasına Uymamanız İçin Vasiyetimdir." isimli eserinde ise:
"Sakın sizde bir isimle bir türeme daha çıkmasın. İyi bilin ki bu bizden değildir. Çünkü her türeme çıkışta bir din kuruyor. Bu, din-i İslâm'ı parçalamak demektir. Bizim ise gayemiz ilâhi hükümleri tatbik etmektir. Bu gibi bozguncuları İslâm dinine dâvet etmektir. Birliği, beraberliği, kardeşlik bağlarını kurmakla tesanüdü husule getirmektir. Gayemiz budur." buyurmuşlardı. (s. 26)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin silsilesi "Tarikât-ı Aliye-i Nakşibendiyye"den gelir. Amma asla bir isimle öne çıkmamıştır.
Tevâzu ve mahviyet hâlleri o kadar ileri idi ki: "Elimizden gelse, ismimizi kitaplardan kazımak isteriz." buyurmuşlardı.
Kitaplar ilk çıktığı zaman kendi isimlerinin kitaplara konulmamasını istemişlerdi. Bunun bir zorunluluk olduğu, karışma ihtimali arzedilince ancak "Peki" demişlerdi.
Bu husustaki diğer bir beyanları da şöyledir:
"Efendilerimiz bu yolu Allah yolu diye tertemiz bırakmışlar. Şahsın ismi geçmemeli, bunu şahsa maletmemeli.
Cenâb-ı Hakk bir mahlûkunu kölelik şerefine nail ederse, ondan daha büyük fazilet yoktur. İkinci bir isim takmak bize çok acaip geliyor.
Bunun içindir ki sırası geldikçe size arzediyoruz. "Elimden gelse ismimi değil cismimi de kazıyacağım." diye.
Ad yapıp çığır açmayın. Yol Allah'ındır, dilediğine verir. Bölücülükten tefrikadan çok çekinin. Birçok insanların böyle helâk olduğunu gördüm ve görüyorum." ("Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -k.s-", s. 382)
Bu Zât-ı âli böyle buyuruyor, "Bir isimle türemeyin. Her isim bir dindir, İslâm'dan çıkmaktır." diye ikaz ve irşad ediyor, vasiyet ediyor, nasihat ediyor.
Sahteler ise bir isimle ortaya çıkmışlar, hepsinin adı var, sanı var. Amma her isim yapan kim olursa olsun din kurucusudur. Binaenaleyh kendine has isim verenlerin hepsinin dini ayrıdır.
"Berzah Âyet-i Kerime'ler:
Müminun sûresi'nin 52. ve 56. Âyet-i kerime'lerine iyice dikkat ve tedkik edin. Onların dinlerinin ayrı olduğunu, kitaplarının ayrı olduğunu, dinin emirlerinden sapmış olduklarını ve birçok gerçekleri bu Âyet-i kerime'lerde bulacaksınız." ("Refah Dini'ne Mensup Mahmut Efendi'nin Mollalarına Cevaptır", s. 57)
""Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Mü'minun: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
Bu Âyet-i kerime her sapana ve sapıtıcıya hitap eder, yaptığı icraat ahkâm-ı ilâhi'ye ters düşüyorsa bu Âyet-i kerime'ye bakarak hükmedin ki, ilâhi hükme ve din-i İslâm'a ters düştüğü için küfre kaymıştır. Bu böyledir. Çünkü bu gibi hareketler küfür kapsamına girer.
Allah-u Teâlâ bölücülerin hepsi için "Tuttuğu yoldan memnundur." diyor. Dikkat edin! Hepsi memnun değil mi? Memnun oldukları için bu Âyet-i kerime'nin kapsamı içine giriyorlar. Binaenaleyh Mü'minun sûre-i şerif'inin 53. Âyet-i kerime'si bir berzahtır." ("Küfrü Hoş Gören Narcılar'ın İçyüzü", s. 9-10)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bunların iç durumlarını ve nasıl dinden ayrıldıklarını eserlerinde bizlere duyurmuş ve müslümanları uyandırmaya çalışmıştır.
•
"Her birinin ayrı bir isimle ortaya çıkmaları, ayrı bir din kurduklarını göstermektedir.
En'am Sûre-i şerif'inin 159. Âyet-i kerime'si de bunları tarif eder:
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir."
Bu Âyet-i kerime bütün bölücülerin İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir.
Allah-u Teâlâ onları kulluğundan tardetmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de tardetmesi için emir buyurmuştur. "Benim onlarla ilgim yok, senin de olmasın."
Bu emr-i ilâhî kıyamete kadar şâmildir. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vekilleri kıyamete kadar devam edecek.
Bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." buyuruyorlar. (Ebu Dâvud)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onları:
"Ayrılık yapan bizden değildir." (Münavî)
Hadis-i şerif'i ile ümmetliğe kabul etmiyor.
Bu şuna benzer; bir baba çocuğunu evlâtlıktan reddetmiş, nüfusundan da sildirmiş. Artık o evlât her ne kadar "Ben filân kişinin oğluyum." dese bile mirastan mahrum edilmiştir. Bunlar da imandan ve İslâm'dan mahrum edilmişlerdir.
Allah-u Teâlâ rahmet kapılarını onların üzerine kapamış, bölücüler hakkında hükmünü vermiş, âkıbetlerini açık olarak beyan etmiştir. ...
Bu bölücüler İslâm için değil, isim için çalıştıklarından, Allah-u Teâlâ onları reddetmiştir. Biz İslâm için çalışırız, onlar isim için çalışırlar.
İyi bilin ki bizim onlarla hiçbir ilgimiz yoktur. Onlarla muhatap değiliz, onları Hazret-i Allah ile muhatap bırakıyoruz.
Ya inanacak iman edecek, saâdet-i ebediyeye kavuşacak ve sonra da bize teşekkür edecek. Veyahut inanmayıp küfür batağına batacak. Bu vebal kendisine aittir.
Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerini yerleştirmek istiyorum ve Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'lerine iman etmeye davet ediyorum. Eden eder, kalan kalır. Sadece tebliğe memurum." ("İlâhi Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 45-48)
Bir isimle türemek, bir isimle ortaya çıkmak, uhuvvet, birlik ve beraberliğin dışına çıkıp tefrika çıkarmak dini parça parça etmek o kadar büyük bir suçtur ki, bunların âkıbetleri cehennemdir, azapları da kat kattır.
Sahtelerin durumu budur.
"Bir şeyh şeytanı, bir sahte şeyh nefsini ilâh edinmiştir, ona tapınır. Gelenler de onun putuna taptığı için puthane oluyor, onları puthaneye sokmuş oluyor.
Hep onu överler, hep onu methederler. Hiçbir hakikati görmezler ve görmek de istemezler. Yalnız ve yalnız kendilerinin hakikat ehli olduğunu zannederler.
Onlar niçin bu hataya düştüler?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz!" diye emir buyuruyor. (Tevbe: 119)
Mürşid-i kâmil'i bulmayanlar gerçek mürid olamazlar. Her ne kadar çalışsa da, bir gayret içinde bulunsa da faydası pek azdır, niyetine göre, ihlâsına göre istifade eder. Çünkü onlar bu emr-i ilâhî'yi dinlemediler, hakikati aramadılar ve hakikati bulamadılar.
Mürşid-i kâmil hükümsüz ve değersiz olduğunu bilir, hüküm ve değerin yalnız Allah-u Teâlâ ve Resul'de olduğunu görür. Kendisinin bir resimden, bir maskeden ibaret olduğunu, bir paçavradan ibaret olduğunu hem bilir, hem görür.
Fakat nefsine tapınanlar bunu görmek şöyle dursun; ilâhlık dâvâsına halel getirir diye, işitmek bile istemez.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)
Ve dolayısıyle hiçbir söze ve hiçbir hakikate de yanaşmazlar.
Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Hakikati aramadıkları için zandan kurtulamazlar." (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 410)
•
"Bir de yalancı şeyhler vardır. Bu sahte mürşidler Hakk'tan almamış ki kişiye ne versin? Kendisi muhtaç, âleme vermeye çalışıyor.
Sıfat-ı hayvaniyede yaşıyor ve tuttuğunu ahırına bağlıyor. Ahıra kapattığı için o kimse hakikati göremiyor ve arayamıyor.
Ebedî hayatı katleden işte bu yol kesici şeyh şeytanlarıdır.
Mukallid mürşid ile mutasarrıf bir Mürşid-i kâmil arasındaki fark, ölü ile diri arasındaki fark gibidir. Tasarruf sahibi bir Mürşid-i kâmil muallim gibidir. Öğretir, bildirir, tehlikeleri haber verir, yürütür, indirir, çıkarır, müride istediği şekilde biiznillâh-i Teâlâ tasarruf eder. O merdivene dayanır çıkarsın. Mukallid ise kendisi ölü olduğu için bunu yapamaz." (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 90)
"İşte bu sahte şeyh şeytanları, bu kadar ulvî bir yolu bu duruma getirdiler. Nefsini ilâh edinip Allah yolunu âlet ederek saltanat kuranlar, halkı puthanelere dâvet ettiler. Allah yolunu ve Allah ehlini arayanların yollarını kestiler. Hem kendileri kesildiler, hem de yol kestiler. Ruhlarını öldürdüler, ebedi hayatlarını katlettiler." (Nûrî Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-, s. 327)
Tasavvuf, zühd ve takva yoludur. Bu yolun pirleri Evliyâullah Hazerâtı birçok talebe yetiştirdiler. Ve fakat hayatlarını okuduğunuzda çok zaman "Senin nasibin bizde değil, filân zattadır." diye bazı talipleri diğer bazı zâtlara gönderdiklerini, bazı kimselere ders vermediklerini veyahut bazılarını yetiştirdikten sonra kendilerini daha ehil kimselere gönderdiklerini görürsünüz.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu tasavvuf yolunu şöyle tarif ediyorlar:
"Bizim bütün gaye ve gayretimiz iman kurtarma çabasıdır. Mürid toplamak değil, çoğaltmak hiç değil...
Nasibi olan içeriye girer, fakat biz bu çaba içinde olacağız." ("Sözler ve Notlar 2", s. 288)
"Bugün herkes "Benim yolum" diyor. Hatta o kadar ileriye gidiyor ki, sadece kendi yolunu hakikatta görüyor.
Bu husus çok incedir, hiçbir ehl-i kemâl gayriye tecavüz etmez. Bunun iç sırrı şudur: Allah-u Teâlâ bir kulunu vazifelendirmeyi murad etmişse, ona tâbi olacak olanları Levh-i mahfuz'da beyan eder. Hılkiyetini de ona göre yaratmıştır. Meselâ bir vasıtada yüz beygir gücünde motor bulunur, birinde on bin beygir, birinde yüz bin beygir gücünde motor bulunur. Her biri gücüne göre yük çeker. Allah-u Teâlâ bir Mürşid-i kâmil'e ezelde kaç kişiyi ihsan etmişse, ona göre güç de vermiştir.
Onun için dikkat edilirse, mürşidi olmuş ve ölmüş hiç kimseye katiyyen gel denilmiyor. "Gel!" deyicilerin durumunu buradan anlayın.
Zira biz şuna bakarız; Hazret-i Allah bir kimseye nasip etmişse, nasibini de ancak bu abd-i âciz vasıtası ile vermeyi takdir etmişse, onu bir sebeple havale eder. Biz de bakarız, nasibi buradansa, Hakk'ın nasibini vermeye çalışırız. Havale ettiğini her hususta itina ile dikkatle yürütmek mecburiyetindeyiz. Onda da edep varsa!.. Eğer edep yoksa nasibi kadar alır ve orada kalır.
Bu bakımdan hiç aramayız bile, hiç aramayız. Niçin onun peşine koşayım, niçin nefsine değer verdireyim?
Hâl böyle iken "Benim müridim çok olsun." diye hareket etmek çok yanlış bir şeydir. Yanlışlığı şuradan gelir ki, ya bir varlık kokusu vardır, ya menfaat arzusu vardır veya "Olayım" gayesi vardır. Evvelâ benlik giriyor.
İkincisi, Allah-u Teâlâ aldıkları o kişiye ezelde nasip ayırmamışsa, ona kim ne verebilir? Aldıkları kimselerin eğer başka yerden nasipleri varsa, nasiplerinden mahrum etmiş oluyorlar. Bir de: "Ben daha iyiyim." diye ehil bir yerden koparırlarsa, mânevî hayatlarını katletmiş olurlar. Bu bir mânevî hayat katli olduğu için, katlettikleri kimselerin başları bu "Gel!" deyicilerin torbalarından çıkacak. Katlolunan da gider, katleden de katlettiği kimselerin mesuliyetini çeker. Niçin bu büyük mesuliyet altına gireyim? Ne menfaatim var? Ben de âciz bir mahlûkum, hidayet veremem. Beni Rabb'im tutmazsa ben de yıkılmaya mahkûmum. Daha kendimi tutmaya kadir değilim, kimi tutabilirim?
Bunun içindir ki, Hakk'a dayanan; Hakk'ın ezelî taksimine göre hareket edip, icraatını tanzim eder, gayriye tecavüz etmez. İntisablı olsun olmasın, "Nasibi burada mı?" diye daima istihareye başvurur.
Derler ki: "Efendim o mürid beni bulamaz!" Dikkat buyurun, aşılayıcı rüzgar halkediyor, tozları çiftleştiriyor, meyve oluyor. Senin mi rolün var o çiftleşmede? Bütün mahlûkata Rezzâk-ı âlem rızık veriyor, sen mi yardım ettin O'na? Sen çık aradan! Sahib-i hakiki nasıl dilerse öyle yapar." ("Sözler ve Notlar 1", s. 343-344)
"İyi bilin ki bu yol adama muhtaç değildir. Çünkü Hazret-i Allah kimseye muhtaç değildir, bu yol Allah yoludur.
Kimi almışlarsa, lütfuyla doldurmuş ve tekâmül ettirmişlerse; varlığını almışlarsa, yolun Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a ait olduğunu bilir, işte bunlar içeridedir. Ötekisi uydum kalabalığadır. Allah yolu edepten ibarettir.
Bu yol, Allah yolu... Varlığın, benliğin ne işi var burada...
İhvanın içindeki durumu size anlatsam herkes der ki: "İhvan olmak ne güçmüş, ne güçmüş." Bu yola yüz kişi, bin kişi, milyonlarca kişi girer, ama sülûk esnasında döküle döküle fertler kalır. Acaba Rabb'im kaç kişiyi kabul eder, kaç kişiyi erdirir?
Nasibi olan nasibini alacak. Fakir der ki:
"Ben çobanım. İstediğini koyar ben gütmek mecburiyetindeyim. Ama hidayet verecek O'dur. Ben de muhtacım." ("Rütbe-i Bâlâ", s. 498-499)
Demek ki gaye adam toplamak değil, insan yetiştirmekmiş. İnsandan gaye, Hazret-i Allah'ı bilsin, Resulullah'a teslim olsun. Nefsine, şeytana, şeytanlaşmış insanlara değil.
Bir beyanları da şöyledir:
"Bizim gayemiz insan toplamak değil, iman kurtarmak. Allah'ıma yemin ederim ki ben kendimi dervişliğe lâyık görmüyorum.
Bir çobanın çok koyunu olmuş, yok koyunu olmuş, çobana ne? Çoban çobandır, koyun sahibinindir. İsterse; "Al şu koyunları güt!" der, isterse çobanı da atar.
Hüküm Allah'ındır, başka hiçbir şeyin hükmü yok. Şu hâlde ne diye mürid topluyorsun? Gaye Allah... İşin özü bu..." ("Rütbe-i Bâlâ", s. 568)
"Bu yolda O'nun rızâsından başka bir şey arayan kendisine yazık etmiş olur. Bu sebeple bu yolda herkes tutunamaz. Bu yolda, gaye, makam, yeme-içme yok.
Hakk'a karşı gözünü aç, yalnız O'na rağbet et. O sana ışık tutarsa, karanlığı o ışıkla boğarsın, o ışıkla önünü görürsün. ...
Hakikat az da olsa, kıyamete kadar mevcuttur. Sen de o azı bul da tanış. İmansız imamlarla tanışacağına, hakikat ehli ile tanış." ("Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-", s. 382-383)
Bu beyanlar hakikat yolunu arayanlar için bir ölçüdür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bugünkü tarikatların durumunu izah eden bir beyanları şöyledir:
"Şimdiki tarikatların şeyhi var, piri yok. Çoğunun ismi var, cismi yok." (Sözler ve Notlar 1, s. 411)
Ne kadar manidar bir söz. Yani ehil mi? Hazret-i Allah mı tayin etti? Şeytan mı oraya çıkardı? Bunlar çok mühim, hayati meseleler.
Dikkat ederseniz bugün ortaya çıkanların hemen hepsi menfaat, saltanat başkasına kalmasın diye çocuğuna, akrabasına bırakıyor. 1400 yıldır bu kadar evliyâullah gelmiş, hangisi çoluğuna çocuğuna saltanat gibi devretti? Ki bu Allah yoludur, vekilini Allah tayin eder.
Kendi kendini tayin edenler şeyhlik maskesi altında şeytanın yapamadığın yaparlar. Neden? Çünkü sahtedir. Sahteden hakikisinin icraatı çıkar mı? Çıkmaz.
Bu hususta Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bir de şeyh şeytanları vardır, şeytanın yapamayacağını bu maske altında yaparlar. Bunlar şeytandan daha tehlikelidirler.
Bunlar kısımlara ayrılmışlardır:
Birinci kısım; Hakk tayin etmemiştir, annesi, babası, ağabeyi tayin etmiş. "Sen şeyhsin!" demiş, o da "Ben şeyhim!" diyor.
Bunlar sahtedir. Nefisle beraber Hakk'a varmaya çalışıyorlar. Gayeleri nam, makam, şöhret, menfaat. Ve fakat bunlar görünüşte Allah yolundadırlar. Zikirle-fikirle meşgul olurlar. Bunlar bu sahtelerin en iyisidir.
İkinci kısım; cep cihatçısı, kadın avcısıdırlar. O kisve altında her türlü kadınları elde etmeye, ellerindekini de almaya çalışırlar. Bunların en kötüsü bu perde altında lûtîlik yaparlar.
İşte hakikati bilmeyen, hakikati görmeyen kimseler bunları görünce ikrah ediyor.
Onlar her kötülüğe bir isim takıyorlar, bu isim altında icraatlarını yapıyorlar. ...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kendilerine: 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.' denildiği zaman: 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
"Hem ahkâma aykırı hareket ederler, hem de bunu kendi büyüklüğüne verirler. Müridleri de öyle düşünür. "Efendim o zat çok büyük olduğu için şeriata aykırı işler işleyebilir." der. Ahkâm haricindeki bir hareketi kişinin büyüklüğüne değil, zındıklığına vermek lâzımdır.
Hakiki bir mürid atılırım korkusundadır. Sahte mürşid ise müridim kaçar korkusundadır. Çünkü onun şeyhliği müridlerinedir. Müridleri ona şeyh diyor, o da "Ben şeyhim" diyor.
Allah-u Teâlâ bu hâle erdirmediği hâlde, kendisini onlar gibi göstermeye çalışan kimse hem yalancıdır, hem riyâkârdır. Yalan ile iman bir arada durmaz, riyâ ise zaten imanı giderir. ...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar yaratıkların en şerlileridirler." buyuruyor. (Beyyine: 6)
Bunlar en aşağılık olanlardır.
Şeyh kisvesi altındaki bu şeytanlar, İslâm dininin yüzkarasıdırlar. Tasavvura sığmayan her türlü melâneti yaparlar. Şeytanın yapamayacağı çirkin işleri şeyhlik kisvesi altında sergilerler.
Bu sahtekârların bu hareketleri ne İslâm dininde, ne de Tarikat-ı aliye'de vardır. Aslâ tarikatla ilgileri yoktur, icraatları tamamen kendi zanlarına dayanır. Halkın İslâm'dan soğumalarının ve Tarikat-ı aliye'den ikrah etmelerinin sebebi de bu şuursuzlardır. Ortalığı karartan, bunaltan ve istilâ edenler, İslâm'a en büyük darbeyi vuranlar da yine bu sahtelerdir. Kimisi kadınlarla, kimisi çocuklarla, kimisi de dünya menfaatlerini temin için çeşitli entrikalarla meşguldürler, dini dünyaya âlet ederler.
Önder olduğu zannediliyor, fakat İslâm dininde bir bozguncu olduğu bilinmiyor.
Bunun içindir ki mürşid aramak çok mühimdir. Bir Mürşid-i kâmil vardır irşad eder, bir mürşid vardır ifsad eder.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz!" buyuruyor. (Tevbe: 119)
Şeytanla, şeytanlaşmış şeyhlerle değil.
Âyet-i kerime'de geçen sâdıklardan murad, Fenâfillah'a ermiş Mürşid-i kâmil'lerdir. Gerçek vâris-i enbiya onlardır.
Allah-u Teâlâ ehl-i imanı bu Âyet-i kerime ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiyâ olan bir Mürşid-i kâmil'in maiyyetinde bulunmalarını emretmiştir.
Bunun içindir ki Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Dünyaya gelmekten murad Mürşid'i kâmil'i bulmaktan ibarettir." buyurmuşlardır.
Mürşid-i kâmil'i buldun Hakk'ı buldun, bulamazsan Hakk'ı nasıl bulacaksın?
Ancak Fenâfillâh'a ermiş Mürşid-i kâmil'in taht-ı terbiyesinde olan bir mürid terakki edebilir." ("Kıyamet ve Alâmetleri", s. 233-236)
"Her şeyden evvel ahkâmı bilmek lâzım. Ahkâm mucibince iş ve harekette bulunmak lâzım.
Ahkâma uygun olmayan harekette bulunanların havada uçtuğunu görseniz istidraç diyeceksiniz. Nerede kaldı ki râbıta yapmak. O kendisini ilâh ediniyor, siz de ona tapınıyorsunuz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." buyuruyor. (Yusuf: 106)
İşte onlar, dost edindikleri şeytan ile cehenneme girdikleri zaman diyecekler ki "Ah ne olaydı ahkâm mucibince gitseydik, hakikati dinleseydik, şimdi bu azabı çekmezdik." ("Şeytan Fırkasına Uymamanız İçin Vasiyetimdir", s. 15)
"Bir insan hâlen, kâlen, fiilen Allah ve Resul'ünün izinden zerre kadar ayrıldığı anda helâk olmuştur. Ahkâm haricindeki bir hareketi şeyhin büyüklüğüne değil, şeyhin zındıklığına vermek lâzımdır. Asıl olan ahkâm ve Sünnet-i seniyye'dir. O noktada mürşidin hükmü yoktur. Ahkâma ters düşen hâller zuhur ediyorsa o mürşid mukalliddir. Bugün piyasayı onlar istilâ etmişlerdir." ("Şeytan Fırkasına Uymamanız İçin Vasiyetimdir." s. 42)
•
"Bu gibi kimseler her ne kadar Hakk yolunda bulunduklarını iddiâ ediyorlarsa da, yol kesicidirler. Hakk ehli gibi görünseler de aslâ hakikatle ilgileri olmaz. Hakk yolunun yolcusunu Hazret-i Allah tayin eder. Binaenaleyh bu tayinler hakiki Mürşid-i kâmil'e ulaşmak isteyen birisinin yolunu kestiği için onun mânevî katline vesile olur. Kendilerini yaktıkları gibi etraflarını da yakarlar. ...
Şeyh kisvesi altındaki şeytanlar ortalığı istilâya çalışıyorlar, kasıp kavuruyorlar. Kimi nam, makam, şöhret, para, kadın peşinde koşuyor, kimi tarikatçıyız diye ortalığı bulandırıyor.
Bu sahtekârlar müslüman zannediliyor, tarikatçı zannı ile İslâm'a en büyük tahribatta bulunuyorlar. Oysa bunlar İslâm dininin yüz karasıdırlar.
Bu sahte şeytan şeyhlerinin yüzünden halk tarikattan tasavvuftan soğumakta, İslâm'dan uzaklaşmaktadır. Hakikati bilmeyenler İslâm budur, tarikat budur zannediyorlar. Hâlbuki bunların İslâm'la hiçbir alâkası olmadığını bilmiyorlar.
Halk bunları görüyor ve irkiliyor, nefret edip tiksiniyor. "Tarikat bu mudur?" diyor. Tarikât-ı âliye'nin nezafetini kaybettirenler işte bu şeytan şeyhleridir. Zanlarıyla hareket ederler, zanla konuşurlar.
Bunlar Allah yolunun eşkiyalarıdır. Ağına düşürdüklerini çalıştırıyor, soyuyor ve kendileri yiyorlar. Bütün dünyevî ihtiyaçlarını, geçimlerini bu şekilde temin ediyorlar. Her türlü nam, menfaat, şan, şöhret ve şehvetlerini bu yolla tatmin ediyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Direk olmuş keresteler." (Münâfikun: 4)
Mevkileri güzel, saltanatları yerinde, kisveleri herkesi imrendirir, fakat cehennem direğidirler." ("Sözler ve Notlar 10", s. 233-234)
Allah yolunda nam, makam, menfaat olmadığı için taliplisi azdır. Hususiyetle bu ahir zamanda bu sebeple ortalığı sahteler işgal etmiştir.
Dikkat ederseniz bütün bu sahte cemaat ve tarikatlar nam, makam, mevki, menfaat için çalışırlar. Abi, imam, molla vb. ad ve namlar verip makam-mevki dağıtırlar. Makamına göre menfaatlendirirler. Gayeleri budur. Nefsani heva ve arzular peşinde koştuklarından, Din-i mübin-i İslâm'ı maksat ve menfaatlerine alet etmeye çalışırlar, böylece dinden çıkmış olurlar. Din-i İslâm'ın asliyetinden çıktıklarından, dinlerini değiştirdiklerinden, yaptıkları hiçbir işin din-i İslâm'la ilgisi de alakası da yoktur.
"Hazret-i Allah'ın Din-i mübin'i olan İslâm'ı; menfaatlerine, gaye ve maksatlarına âlet ederek, İslâm'ın ulvî hükümlerini kendi çıkarları doğrultusunda bozmaya, değiştirmeye, yozlaştırmaya çalışarak Hazret-i Allah'a hasım kesildiler." ("Süleymancıların İçyüzü", s. 51)
"Hazret-i Allah'ın dini ise nefsanî arzulardan, heva ve heveslerden uzaktır. Allah-u Teâlâ'nın hükmüne ram olmaktır. Cenâb-ı Allah'ın hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur. O, her şeyden münezzehtir.
Hâlbuki sırf rızâ için çalışanlar hiçbir ücret beklemezler, onların ücretleri Allah'ın katındadır. Boyunları bükük olarak ve Hazret-i Allah müsaade ettiği müddetçe çalışırlar, hududu aşmazlar. Bina yapıyorum diye zinâ yapmazlar. Fâiz parasıyla yapılan binaların zinâdan hiçbir farkı yoktur. Çünkü fâiz alan zinâdan daha kötü suç işlemiştir." ("Hakiki Müslümanlar ve Sahteleri", s. 174-175)
"Âlim olduğunu sandılar, ulemâ sıfatı altında cehâletlerini ve küfürlerini yaydılar. Zan, nam, şöhret, madde ve menfaat uğruna dinden çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar." ("Kıyamet ve Alâmetleri", s. 233)
"Sapıtıcı imansız imamlarla, sahte şeyhlerle, sahte Mehdi, sahte İsa, sahte Debbe'tül-arz'larla, bu sahtekâr ve münâfıklarla mücadele edebilmem için Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi.
Bu iman hırsızları bir taraftan milleti imandan ettiler, diğer taraftan dini ve vatanımızı böldüler, paramparça ettiler.
Bir nam, menfaat, liderlik, önderlik gayesi uğruna, gerek dinimizi gerek vatanımızı bu duruma düşürdüler." ("Sözler ve Notlar 10", s. 80)
Bu sahte yollardan parayı, menfaati kaldırın geriye hiçbir şey kalmaz.
Oysa Allah yolunda ise para, menfaat girdiği takdirde o yol Allah yolu olmaz.
Onlar nam, makam, menfaat için çalışıyorlar. Allah yolunda nam, makam, menfaat olmaz.
•
"Şöhretin, maddenin olduğu yerde iman olmaz.
Gaye, maksat, makam, rütbe, nam hepsi birer hedeftir. Hedef tutan hedefe varamaz. Gaye Hazret-i Allah'tır." ("Saadete Erenler Felâkete Kayanlar", s. 429-430)
•
"Önderlik istemek, liderlik istemek, kendini beğenmek; bunlar hakikat yolunun haricine çıkanlar, kuruyanlar, ruhu ölenlerdir. Yoksa hakikat ehli mahviyeti, kulluğu, ubudiyeti ister. Ama hiçbir dava istemez.
Herkes bir dolap çeviriyor ama o dolap seni nereye atacak? Dünya da bir dolap. Dünya dolabı seni nereye atacak?
Hazret-i Allah sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiye'sinde bulundurur. Korur ve muhafaza eder. Diğerleri ise hıfz-u himayeden çıktığı için şeytan yuları takar, alır götürür.
Müslümanken, paraya, dünyaya, saltanat sevdasına kapılır. Bir de bakmışsın dünyevî ihtirasları için, "Ben olayım" sevdası için imanını kenara bırakmıştır. Kaymıştır. Dökülmüştür..." (Saadete Erenler, Felâkete Kayanlar, s. 431)
Nefsin sıfatları vardır. Kin, kibir, gadap, şehvet, yalan, hased, riya gibi sıfat-ı hayvaniyeler izale edilmediği müddetçe kişi insan olamaz. Bu da ancak tekâmüliyetle, ihlâsla mümkündür. İhlâs ise helâl lokma ile başlar. Oysa bugün ortaya çıkan sahte yolların hepsi faiz gibi en büyük haramı, pisliği yemekten çekinmezler. Haramın olduğu yerde ihlâs da olmaz, tekâmüliyet de olmaz, insan ve insan-ı kâmil olunmaz.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin şu vasiyetleri ne kadar mühimdir:
"'Çalışırken takvâ yolunu seçin.'
Bütün iş ve hareketler, icraatlar Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerine göre olmalı. Takvâyı bıraktığın zaman Hazret-i Allah seni bırakmıştır, artık senin işin halk iledir. Para alacaksın, vereceksin, yapacaksın, gideceksin. Fakat yüzün Hakk'a dönük değil. Hakk'a dönük olanlarla, halka dönük olanların durumlarını bu iki kelime ile çözeceksiniz.
'Talebe az olsun, öz olsun.'
Çünkü çok talebenin ihlâs üzerine yetişmesine imkân yok. Az numunedir. Beşeriyete numune insan lâzım." ("Vuslat Sohbetleri", s. 466)
Bunlar ne kadar manidar sözler. Şimdi sahtelerini buradan kıyas edin. Talebe çok olsun ki onları kullanarak dilenelim, onlarla taraftarımızı çoğaltalım diyorlar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin diğer beyanları da şöyledir:
"Adam çok insan az, bulursan ismini yaz.
Adam olmak kolay, ama adamı insan yapmak zor. Bugün adam çok insan az, bulursan ismini yaz."
"Allah'ım bizi insanlaştırsın. İnsanlık da nasıl olur? Mânevi tekâmüliyetle mümkün olur. Bu mânevi tekâmüliyet nefsini tezkiye, ruhunu talim-terbiye suretiyle; kalp, ruh, sır, hâfâ ve ahvâ temizlenmiş olacak, murakabaya geçmiş olacak, insan sınıfını geçmeye namzet olacak. Kaç kişi var?
Allah'ım bizi insan ve insan-ı kâmil etsin. Binaenaleyh bu yol, bu yol olduğu için, insanlık üzerinde çalıştığı için, zamanla kâmil olabileceği için, ruh hayat bulacağı için, hayattadır." ("Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-", s. 399-401)
•
"Bu hayvanî sıfatlar insanda mevcut olduğu zaman o insan hiçbir zaman insan olamaz. İnsan-ı kâmil hiç olamaz.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, tanımamak ister, "Benim!" diyor çünkü. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne karşı gelen bir mahlûk. Düşmanların en büyüğü.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Bundan ötürü zaten insanda hayvani sıfat doğuyor. Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış oluyor.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Ne hükmedecek? Hayvani sıfatı hangi icraat üzerindeyse o icraat üzerinde yapmak ister. O kişiyi o icraat ile hemhâl etmek ister. Tabi Hazret-i Allah'a uygun değildir. Emirlerine uygun değildir. Fakat o dinlemez "Benim dediğim olsun!" der ve hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar.
İnsan; hayvanî sıfatlardan kurtulup insanî sıfatı takınması, Yaratan'ını bilmesi, bulması için gönderilmiştir. Kim ki bunları yaparsa Hakk'ın kulu olur. Kim ki bunları inkâr ederse şeytanın kulu olur ve şeytanla beraber cehennemde olur." ("Rütbe-i Bâlâ", s. 324-325)
"Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur; lâfla değil...
İşte icraatı yapan o nefistir, sıfat-ı hayvanî ile yürüyor, Allah'ım şerrinden korusun." ("Rütbe-i Bâlâ", s. 330)
Şu bölücü grupları tetkik edin. Hangisinde süs, lüks, israf yok. Hangisi; "Sade hayat imandandır." Hadis-i şerif'ine uyuyor. Hem tefrika çıkarıp bölücülük yapıyorlar, hem "talebe okutuyoruz" diye para topluyorlar, hem yurtlarındaki, pansiyonlarındaki bu talebeleri kendi kurdukları dine devşirmeye çalışıyorlar, hem de o talebeleri halkı soymak için dilenci gibi kullanıyorlar. Haksız yere insanlardan topladıkları, gasbettikleri mallarla kurdukları yurtların, okulların, pansiyonların en güzel köşelerinde süs ve lüks içinde yaşıyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Muaz İbn-i Cebel -radiyallahu anh-i Yemen'e gönderirken ona şöyle buyurdu
"Lüksten refahtan sakın! Çünkü Allah'ın kulları nimetler içerisinde yüzmezler." (Ahmed bin Hanbel)
Bunu bütün bölücüler yapıyor. Halkın bir taraftan imanlarını bir taraftan maddesini alarak kanlarını emiyorlar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ise vasiyetlerinde şöyle buyuruyorlar:
"'Aç duralım, avuç açmayalım.'
Çünkü aç durmak haram lokma yememeye vesile olur. Avuç açtığın zaman, istemeyerek birisi verirse, verdiği sana resmen haramdır. Zekât helâldir, istemeyerek verirse haramdır. Çünkü utanmıştır, sıkılmıştır, mahçup olmamak için vermiştir, gönlünden vermemiştir; yediğin sana haramdır, takvâ yolunda haramdır. Bizim yolumuzun tutumu budur.
'Süsü lüksü içimize sokmayalım.'
"Çünkü süs, lüks girdiği zaman mânâ kalkar. İçini nurlandırmak isteyen dışına ehemmiyet vermez. Dışına ehemmiyet veren içini unutur." ("Vuslat Sohbetleri", s. 466)
Diğer bazı beyanları da şöyledir:
"Huzur olması için; lokmaya dikkat edin, gece ibadetini arttırın, cihada devam edin.
Lüks olan yerde huzur bulunmaz. Hayatta sakın lükse kaçmayın." ("Vuslat Sohbetleri", s. 287)
Kendi beyanları ile:
"Biz rahatı ve istirahati, süsü ve lüksü terkettik. Hayatımızı İslâm dini'nin selâmetine adadık. Bu bölücüler gibi para toplamadık, banka kurmadık. İslâm dininin hükümlerini arkamıza atmadık. Adam toplamak, taraftar kazanmak için İslâm dininin hükümlerini değiştirmeye kalkışmadık. Allah'ıma sığınırım." ("Hâin Tezgâh", s. 7)
Bütün sahteleri ayrı ayrı bize tarif etmişler, haklarında hususi kitaplar yazmışlardı.
"İcraatlarına dikkat edin, hiç çalışmadıkları hâlde nasıl israf içinde yaşıyorlar.
Hangi parti iktidara gelirse ona sırtını dayıyorlar. Yaptıkları gasblardan ötürü, herhangi bir durumda sıkıştıkları zaman, hemen dayılarına müracaat ediyorlar, takibat olduğu yerde kalıyor." ("Sözler ve Notlar 5", s. 362)
"Halkı kaz yerine koyarlar, durmadan yolarlar.
Yaşayışlarına bir bak lüks içinde yaşarlar.
Dilendiklerini hep israf yolunda harcarlar." ("Süleymancıların İçyüzü", s. 230)
Bugün tarikat ehliyim diyen birçok grubun keramet hikâyeleri ile taraftar toplamaya çalıştıklarını görürsünüz. Hâlbuki hakikat ehli "En büyük keramet istikamettir." buyurmuşlardır. Hususiyetle bu ahir zamanda, bu fitne zamanında istikamet üzere olmaktan, "Sırat-ı müstakim" yolu üzerinde bulunmaktan büyük bir keramet yoktur. Helâl ve harama dikkat etmeyen, kimden nereden geldiğine bakmadan para ve menfaat toplayan kişilerden zuhur eden her şey keramet değil bir istidractır, göz boyamadır. Zira onun destekçisi Hazret-i Allah değil, şeytandır.
Binaenaleyh rüyacılara, kerametçilere itibar etmeyin. İstikametine bakın! Allah ve Resul'ünün yolundan gidiyor mu? Ona bakın! Aksi hâlde kesinlikle iltifat etmeyin, peşinden gitmeyin. Mesul olursunuz.
"Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyuruyor. (Hûd: 112)
Bu Âyet-i kerime mucibince emr-i ilâhi doğrultusunda istikamette yürümek şarttır.
Her işte iki rehber olacak: Kelâmullah ve Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça biz istikametteyiz.
Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş bizi dalâlete götürür.
Yol çok güzel amma güzel yürümek lâzım. Bu güzel yürümek ne demek? Ahkâm mucibince, Hazret-i Kur'an'ın tarifi üzerinde yürümek. Hazret-i Kur'an'la, Sünnet-i seniyye rayları üzerine bir kere oturttun mu o raylar seni öyle götürür, mal-i maksuda ulaştırır. Ama o iki rayın üzerine oturmak lâzım. O hayatı yaşamak lâzım.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İbn-i Ömer -radiyallahu anh-e şöyle emretmişti:
"Ey İbn-i Ömer!
Dinine sahip ol. Dinine sahip ol! Bil ki o, (seni ayakta tutan) bedenin, damarlarında akan kanındır. Dinini kimden aldığına iyi dikkat et. İstikameti doğru olanlardan al, eğrilerden alma!" (Kütüb-i Sitte cilt: 1 s: 500)
Yine bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bu yol Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a aittir. Mahlûka ait değildir. Bunu görün, yola devam edin, ilâhi emirlere dikkat edin, ahkâm mucibince yaşamak için. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'lerine riayet edin, ona uymak için. Bu şekilde hareket ederseniz muhabbetinizle ulaşmaya vesile olur. Ama muhabbet olması için istikamet ve mahviyet şart. ...
Hazret-i Kur'an'ı ve Sünnet-i seniyye'yi yaşamak lâzımdır. Şeriat-ı Ahmediyye üzerinde Sünnet-i Resulullah'a tabi olmak, bidatlerden sakınmak şarttır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında, Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur'an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur'an'dır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Hazret-i Allah'ın kelâmına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanına riayet şarttır. Şeriat-ı mutahhara esastır.
Bir kul rızâ-i ilâhi'yi kazanmak için Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeli ve Hazret-i Allah'a kendini sevdirmelidir." ("Sırru'l-Esrâr, Rütbe-i Bâlâ", s. 444-446)
"Bu yol mahviyetle kaimdir. Varlık, benlik peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Tutulmak ve kurtulmak için mahviyet şarttır.
Allah ehli tevazu ve mahviyete değer verir. Şeytan ehli kibir ve varlığa değer verir. Bu anahtar elinde oldukça herkesi ölçersin.
Tutunma yeri tevazu ve mahviyettir, kayma yeri kibir ve kendini beğenmektir.
İhvan daima mütevazi olmalı, yoluna bakmalı, aleme bakmamalı. Sana ihsan ettiği nimetin şükrünü eda et ve yoluna bak.
İnsan mânevi yolda taht-ı terbiye gördükçe varlığı yavaş yavaş alınır. Aşağıya iner iner ve hükümsüz kalır. Hüküm O'dur, O'nundur der."
•
"Yolumuzun büyüğü Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz; "Bizi fazilet kapısından iki şeyle aldılar; mahviyet ve niyaz..." buyururlar.
Mahviyet buradan doğuyor. Hiç olan bir şeyin varlık taslaması çok yersizdir. Her şeyin O'nun olduğunu bilmek, her şeyi O'ndan istemek, O'na yalvarmak. Muhtaçlığını hâlen izhar etmek ise niyazdır.
Bunun içindir ki kardeşlerimizin bu noktalar üzerine eğilmelerine gayret ediyoruz. Herkes makam-rütbe üzerine çok duruyorsa da biz fenâ üzerine çok eğilmeye çalışıyoruz. Çünkü ne varsa orada var. En güzel şey, en parlak makam, en yüksek rütbe Efendilerimiz'in yürüdüğü yolda yürümek ve Fenâfillâh'a ermektir." ("Sırru'l-Esrâr, Rütbe-i Bâlâ", s. 457)
•
"Allah-u Teâlâ bu kölesine mahviyeti sevdirdiği için, bütün kardeşlere mahviyet basamağından yol vermeye çalışıyoruz. Başkalarında bu basamak olmadığından, bu işlerle alâkası da olmuyor. Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği kullara âittir. Verilme iledir, öğrenmekle değildir.
İnsan kendisini boş bir kutudan farksız olarak görmedikçe hiçbir zaman hakikata ulaşamaz.
Mevlâ ne ki sermaye koyarsa kişide o vardır. O'nun koyduğu sermaye cevherdir, o cevherle çok şeyler satın alınır, sermaye kadar icraat yapılır. Biz koyarsak mangırdır, mangırla hiçbir şey satın alınmaz.
"Mahviyet, mahviyet..." demenin asıl sırrı şudur ki; Allah-u Teâlâ bir kulunu sevip, kendisine yaklaştırmışsa, o kul Allah-u Teâlâ'dan çok korkar. O kadar korkar ki, mahlûkatın en aşağı derecesine inmek ister. Orada mahvolmuştur. Mahviyetin ismi oradan geliyor.
O korkunun tarifine imkân yoktur. Hadd-i zâtında o da O'nun, oraya indiren de O.
Bir insanın Allah-u Teâlâ'ya çok sığınması ve nefsinden de çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir. Kişiyi uçurumun kenarına getiren kendi varlığıdır.
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Ben değersiz bir mahlûkum." buyururlar.
Bu öyle ince bir sırdır ki, iniş hâllerine göre beyan etmişlerdir. Bunlar hep Hazret-i Allah'ın azametine karşı iniş hâllerinin icraatıdır." (Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 372)
•
"Siz en çok inseniz, en çok inseniz, kerih suya inersiniz. O da sizin için en son makamdır. Bu hangi makamdır? "Koca bir adam olarak girdim, zerre hakir olduğumu bildim." Bu mürid için en son makamdır. Fakat bunun daha ötesinde de şu var: O bir zerre de kurursa, toz hâline gelip Allah-u Teâlâ o tozu da üflerse artık senin zerren kalmaz. Ne kaldı? O kaldı. Sen çık aradan kalsın Yaradan. Sizin buraya aklınız yetmez. Sizin en son varacağınız orası. Yani koca bir adam olarak girdim, zerre hakir olduğumu bildim. Yani bütün varlık ifna olacak, aslına döneceksin. Süzülenler gidiyor. Çok kişinin buraya girmesi mümkün değildir.
Allah'ım bizi korusun, bize acısın, bize rahmet etsin, bize mağfiret etsin." ("Sırru'l-Esrâr, Rütbe-i Bâlâ", s. 459)