O'nun yedirip-içirdiği, sorumlu tuttuğu nimetlerini gördüğü halde idrak etmemek, ondan bir zevk almamak ve karşılığında iyilik yapmamak ne utanılacak şeydir!
Tâ ki O'nu bilinceye kadar, amelinle ilgili olarak kendine karşı ne kadar hile yapabilirsin ki?
Sen kalbini O'nun fâni kıldıklarına bağladığın sürece sende bu ilâhi ilim mevcut olamaz; kalbin bunlarla hiçbir alâka ve bağlantı kuramaz, hiçbir şekilde sebat edemez ve karar kılamaz.
Buyurdu ki: Hile ve ona götüren yol, O'nun ilâhi sıfatlarından sıyrılıp çıkmaya neden olur; tâ ki bu ilâhi sıfatlar tekrar onların gözlerine gösterilinceye kadar… Zira gözler, bu ilâhi sıfatları idrakten bile âcizdir!
İlâhi sıfatlarla ilgili olarak, senin için bu ilâhi sıfatları dil ile tabir edebilmeni sağlayacak birer de ilâhi isim ortaya çıkarılmış; daha sonra ilâhi sıfatlara delâlet edecek şekilde, bu ilâhi sıfatların işlerlik kazanacağı şeylerle bu ilâhi sıfatların birleştirilmesi sağlanmıştır. Nitekim bu ilâhi isimlerden bir ara sana söz etmiştim.
Konuşan dedi ki: İlâhi isimler nelerdir?
Buyurdu ki: İlâhi sıfatlardan herhangi birinin içerisinde gizlediği şeye delâlet ederek, onlarla sıkı bir ilişki içinde bulunan birtakım harflerdir.
Konuşan yine dedi ki: Peki bunun misâli nedir?
Buyurdu ki: İsmi mübârek olan Rabb'imiz; ne hisle, ne dokunmakla, ne tatmakla, ne daha azıyla, ne de görülerek idrâk edilemez.
O halkı yaratmadan önce, kullarıyla ilgili de birtakım sıfatlar meydana çıkarmıştır. Her sıfat; meydana gelecek olan şey, fiil ve dayanak türündendir. Daha sonra her bir sıfatı harflerle irtibatlandırarak birbiriyle telif etmiş; onun her bir harfinin içinde de yapacağı şeylerin yerleşik bulunmasını temin etmiştir. Ardından onunla iç içe kılarak, bunları birbirleriyle bütünleştirmiş; böylece bu sıfatın her biri için isimler meydana getirilmiştir.
İsim, sıfata rücû ettirilip dönüştürülmüş; kendisini ondan uzaklaştırdığı için sıfat da tavsif edilene dönüştürülmüştür. Zira vasfedilenin yanında mevcud olan da yine onun bu sıfatıdır.
Sıfatlara bir an bakıp nazar edersen, onlar zâhiren safileşmiş olan kalplerin gözlerine göre tertip edilmişlerdir.
Her sıfat, kendisiyle kaynaştırılıp iç içe kılındığı harflerden meydana getirilmiş olan kendi ismi ile sınırlandırılmıştır.
Her harf de, ancak içine yerleştirilmiş olan şeyle bilinip tanınır. Ona baktığın zaman sıfatlar senin kalbinin gözünden kaybolur. Çünkü sen öyle bir denizin içinde bulunuyorsun ki; sendeki nehirler ondan çıkarılmıştır.
Sen akıp giden nehre bir an dönüp baktığın zaman birtakım küçük cedvellere ulaşır; cedvellerin içinde yetişen her ağacın ve her bitkinin kendisiyle sulandığı şeyi görürsün. Böylece ağaçların ve bitkilerin içinde kendilerini sulandıran şeyin ne olduğuna nazar edebilirsin.
Denize bir an dönüp bakarsan da, yanındaki nehirlerin gözden kaybolduğunu görürsün.
Nehirlere bir an baktığında ise içinde birtakım cedvellerin doğduğunu görürsün.
Cedvellere bakıp nazar ettiğinde ise misvâkların, bitkilerin, ağaçların ve meyvelerin onun içinden ne şekilde doğduğunu görürsün.
Nehirler; misvâklar, bitkiler ve ağaçlar için yayılıp genişlediğinde, cedvellere göre yayılıp genişler. Yayılıp genişlemediği taktirde onun hiçbir lezzeti ve bereketi olmaz; dağınık bir şeyin birleştirilip elde tutulması gibi bir şey dışında, bu işte onun lezzet ve haz verecek hiçbir şeyi bulunmaz.
Şu halde o, ne zaman durduğu kuyunun içinden veya yüksek dağın gözesinden, veya yarıktan ya da duvardan sert bir darbe isabet edip de boşaltılacaktır?
Kuşkusuz bu, sonsuza dek devam eden bir cerâhat ve kan gibidir.
İşte Tevhid inançları üzere Allah korkusu ve takvâ da, Tevhid ehli muvahhidler için, bozulup ayrılma ve ateşe atılmaya karşı göğüslerinin içine yerleştirilmiş ilâhi bir emniyetten ibarettir. Çünkü "iki göz" aslında "Fuâd"; yani "Kalp gözü" hakkındadır ve onun kalbinin içindeki ilâhi nurla "Fuâd" (Kalp gözü)nün bâtını harekete geçip dışa doğru uzanır. Kalp kapısının eşiğine gelip parıldadığı zaman ise sadra (göğüse) kadar ulaşır ve bu parıldayış için "Fuâd"ın her iki gözü birden açılır.
"Fuâd" (kalp gözü) ilâhi sıfatlardan bir sıfata nazar ederek, Rabb'inin azamet-i İlâhi'sini tanıyıp öğrenir; diğer sıfatlar da takdîr-i İlâhi'den zuhur ederek kendini gösterir.
İşte o, ilâhi denizin onu kabul edip yöneldiği menzildir ki, O'nun nehirlerinin her bir parçasına bedeldir.
O bir kere burada durup nazar etse, hemen ilâhi denize ulaşır ve bir kere de nehirlere nazar eder.
İşte bu kul da bir kere olsun nazar etse, hemen O'nun ilâhi sıfatlatına ve oradan ise ilâhi hürriyete, Cemâl'e, azamet-i İlâhi'ye; ilâhi bahâ (Güzellik ve değer)'e, ilâhi hâkimiyet'e, ilâhi rahmet'e ve Behcet'e kadar ulaşır.
Bu ilâhi sıfatlardan herhangi bir sıfata nazar edince de, sonra tekrar eşyaya dönüp yönelir. Yeryüzünde olsun, kendi nefsinin içinde olsun, bu eşyanın içinde bulunan, halkın ve yaratılanların ortaya çıkarıldığı "ayn" (öz)leri bu sıfatlardan bulup getirir. Artık O'nun Rubûbiyyet'inin kendine ayân olduğunu görür ve O'na hamd ve şükür ile geriye dönüp, O'nun yarattıklarına ve yalnız kendisine tahsis edilen ilâhi ihsanlara ulaşır.
O, Mülk'ün Meliki'ne, yani kudret ve kuvvetin yegâne Sâhibi'ne nazar edince de artık "Ferdiyyet"in içine kadar girmiş olur.