"Ramazan-ı şerif Hazret-i Allah'ın bir misafiridir. Farz-ı muhal ki çok zengin sayılan, çok muteber bir kimse bize misafir olarak gelecek, birçok da kıymetli hediyeler getirecek. Böyle bir misafiri nasıl karşılarız? Bir de bu misafir Hazret-i Allah'ın misafiri olursa, o zaman nasıl karşılamak ve geldiği zaman da nasıl ağırlamak gerekir? Ramazan-ı şerif öyle bir misafir, tasavvura sığmayan bir lütuftur ki Kadir gecesi gibi kıymetli bir hediye ile gelmiştir. O Kadir gecesi ki Hazret-i Allah biricik Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine ihsan ve ikrâm buyurmuştur. Kendisi de kıymetli, hediyesi de kıymetlidir. Nimet içinde nimet...
Ramazanın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olmaktır. Her şeyden evvel Ramazan-ı şerif'i ihyâ edebilmeyi Hazret-i Allah'tan dilemek;
"Allah'ım, bu kıymetli ayda rızâna uygun hareketler yapabilmeyi
ihsan et." diye niyaz etmek lâzımdır."
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti açıklayan, hakkı ve bâtılı birbirinden ayırt eden Kur'an o ayda indirildi." buyuruyor. (Bakara: 185)
Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve bereketini bol bol ihsan ettiği, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Ümmetimin ayıdır." buyurduğu çok feyizli, çok mübarek bir aydır. Bu ayda nafile olarak yapılan namaz, zikir, sadaka gibi her türlü ibâdetler, diğer aylarda edâ edilen farzlar gibidir. Ramazan'da edâ edilen bir farz ise sair zamanlardaki yetmiş farza muadildir.
Hazret-i Allah Ramazan-ı şerif'i oruç ayı kılmış, Kelâm-ı kadim'inde;
"Kim o aya erişirse oruç tutsun." buyurmuştur. (Bakara: 185)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ramazan-ı şerif'in girmesiyle rahmet nüzulü için cennet kapıları açıldığı ve yasaklardan sakınma sebebiyle cehennem kapıları kapandığı gibi şeytanlar da zincir ile bağlı ve hapsolunurlar." (Buhârî)
Ramazan'ın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olmaktır. Bir kimse bu aya lâyık olduğu hürmet ve saygıyı göstererek ihyâ ederse onun bütün senesi iyi olarak geçer.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Eğer insanlar, Ramazan-ı şerif'in ne olduğunu lâyıkıyla bilselerdi, senenin tamamının Ramazan olmasını arzu ederlerdi." (Heysemi)
"Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Allah'tan umarak Ramazan ayını ihyâ ederse geçmiş günahları bağışlanır." (Buhârî - Müslim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'inde Ramazan'da yapılan ibadet-taat, hayır-hasenatın efdaliyetini şöyle haber veriyorlar:
"Ramazan'daki Cuma gününün diğer Cuma'lara olan üstünlüğü, Ramazan'ın diğer aylara üstünlüğü gibidir." (Câmiu's-Sağîr: 5854)
Bu her işte böyledir.
Ramazan-ı şerif Hazret-i Allah'ın bir misafiridir. Farz-ı muhal ki çok zengin sayılan, çok muteber bir kimse bize misafir olarak gelecek, birçok da kıymetli hediyeler getirecek. Böyle bir misafiri nasıl karşılarız? Bir de bu misafir Hazret-i Allah'ın misafiri olursa, o zaman nasıl karşılamak ve geldiği zaman da nasıl ağırlamak gerekir?
Ramazan-ı şerif öyle bir misafir, tasavvura sığmayan bir lütuftur ki Kadir gecesi gibi kıymetli bir hediye ile gelmiştir. O Kadir gecesi ki Hazret-i Allah biricik Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine ihsan ve ikrâm buyurmuştur. Kendisi de kıymetli, hediyesi de kıymetlidir. Nimet içinde nimet...
"Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır." (Kadir: 3)
Onun içindir ki; her şeyden evvel Ramazan-ı şerif'i ihyâ edebilmeyi Hazret-i Allah'tan dilemek; "Allah'ım, bu kıymetli ayda rızâna uygun hareketler yapabilmeyi ihsan et." diye niyaz etmek lâzımdır. Bu ayı ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Bizden hoşnut olursa, belki de ebedî kurtuluşumuza vesile olacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Cennet her sene Ramazan ayının gelişiyle süslenerek ziynetlenir ve şöyle der;
'Allah'ım! Bizim için bu ayda kullarından bizde kalacak insanlar kıl!'" buyurmuştur. (Taberânî)
Diğer taraftan Ramazan-ı şerif gelince hayatımıza nizam ve intizam girer. Gece ibadetlerine kalkmayan bir insan dahi sahura kalktığı zaman hiç olmazsa iki rekat namaz kılar da yatar.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Ayların efdâli Ramazan-ı şerif ve ziyâde muhteremi ise Zilhicce'dir." (Câmiu's-Sağîr)
Ramazan-ı şerif'te tutulan oruç da çok kıymetlidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz günahların affedileceğini müjdelemişlerdir:
"Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Ramazan'da oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ramazan-ı şerif'te çok kimseyi yedirip içiriniz. Zîra bu nafakayı çoğaltıp yedirip içirme işi savaş alanında aç kalan gâzîleri doyurmak kadar ecirli ve sevâbı bol bir iştir." (Câmiu's-Sağîr)
"Ramazan ayının orucu, on ay oruç tutmaya, ondan sonraki altı gün orucu da iki ay oruç tutmaya bedeldir. İşte bu, senelik oruç gibidir." (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif'te Ramazan orucundan sonra tutulması tavsiye edilen altı günlük oruç, Şevval orucudur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ramazan ayında oruç tutup, Şevval ayında da altı gün oruç tutan kimse bütün seneyi oruçla geçirmiş gibidir." buyurmuşlardır. (Müslim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e daha peygamberlik vazifesi verilmeden evvel, dedesi Abdülmuttalib'in Ramazan ayında Hira mağarası'na çekildiği gibi, o da her sene azığını yanına alır, Mekke ile Arafat arasında Kâbe-i muazzama'ya yaklaşık beş km. uzaklıkta bulunan Hira dağında bir mağaraya gider, bütün Ramazan ayını orada geçirirdi.
Mağarada bulunduğu sıralarda büyük bir sessizlik içinde tefekkür ve murakaba ile meşgul olur, kendisine ihsan edilen mârifet nuru ile ibadet eder ve kendisini ruh sükûnetine verirdi. Allah-u Teâlâ onu büyük vazifeyi ifâya hazırlıyordu, Hira'daki yalnızlığı ona iyice sevdirmişti.
Bu inzivâdan dönüşte doğruca Kâbe'yi ziyaret eder, yedi defa tavaf yapar, sonra evine giderdi. Bunu âdet edinmişti.
Nihayet 610 yılının Ramazan ayında daha önce olduğu gibi yine Hira'daki mağarada inzivaya çekilmişti. Kadir gecesinde ve gece yarısından sonra idi. Ridâsına bürünüp murakabaya dalmış olduğu bir sırada kendisine birden bire ilk açık ve bâriz vahiy geldi. Vahiy meleği Cebrâil Aleyhisselâm görünerek: "İkra = Oku!" dedi. Resulullah Aleyhisselâm okuma bilmediği için:
"Ben okumayı bilmem!" diye cevap verdi.
Çünkü o gerçekten ümmî idi. Bunun üzerine melek onu tutup, takati kesilinceye kadar sıktı ve bıraktı. Sonra yine: "İkra = Oku!" dedi, Resulullah Aleyhisselâm aynı cevabı verdi:
"Ben okumayı bilmem." buyurdu. Melek yine tutup baştan ayağa takati kesilinceye kadar sıktı ve: "Oku!" dedi. Aynı şekilde:
"Ben okumayı bilmem!" diye cevap verince yine tuttu, her defasındakinden daha kuvvetli sıktıktan sonra bıraktı ve şu Âyet-i kerime'leri okudu:
"Yaratan Rabb'inin adıyla oku! O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb'in nihayetsiz kerem sahibidir. O ki, kalemle (yazı yazmayı) öğretti, insana bilmediğini O öğretti." (Alâk: 1-5)
Resulullah Aleyhisselâm da vahyolunan bu Âyet-i kerime'leri tekrarladı ve kalbine nakşolunduğunu hissetti. Cebrâil Aleyhisselâm o sırada gözden kayboluverdi. İlk vahiy bu suretle başlamış oldu.
Bu emir ilk inmesinde Resulullah Aleyhisselâm'ı okumazken okur yapmış, ilk vazifesinin "Allah-u Teâlâ'yı tanıtmak ve O'nun ism-i şerif'iyle okumaya başlamak" olduğunu belirtmiş, onu henüz tebliğ ile vazifelendirmemişti.
Bu tecellîler karşısında kalbini muazzam bir haşyet sardı. Uzuvları titreyerek dağdan döndü. Eve geldiğinde Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e:
"Beni örtünüz, beni örtünüz!" buyurdu.
Titremesi gidinceye kadar vücudunu sarıp örttüler. Bir müddet dinlenip sakinleştikten sonra: "Yâ Hatice! Bana ne oldu?" diye sordu ve gördüklerini bir bir anlattı. "Doğrusu kendimden korkmuştum." buyurdu.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz eşini teskin etti:
"Öyle söyleme! Allah'a yemin ederim ki, O seni hiçbir zaman utandırmaz. Zira sen akrabanı gözetirsin, sözü doğru konuşursun, işini görmekten âciz olanların ağırlıklarını yüklenirsin, yoksula kimsenin vermediğini verir kazandırmadığını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, Hakk yolunda halka yardım edersin." (Buhârî, Bed'ül-vahy - Müslim: 160 - Tirmizî: 3636)
•
Medine devrinin ikinci yılında, Bedir savaşından önce, Şaban ayında oruç farz kılınmıştı. Ramazan-ı şerif ayına mahsus olmak üzere Hazret-i Allah bu ayda müslümanlara oruç tutmayı emretti ve o Ramazan ayında oruç tutuldu.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyuruldu:
"Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Tâ ki korunasınız." (Bakara: 183)
Diğer bir Âyet-i kerime ile de orucun vaktinin Ramazan-ı şerif olduğu tayin edildi:
"Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti açıklayan, hakkı ve bâtılı birbirinden ayırt eden Kur'an o ayda indirildi.
Şu halde sizden her kim o aya erişirse oruç tutsun." (Bakara: 185)
İslâmiyet'in ilk zamanlarında müslümanlar oruç tutmakla, oruç karşılığında fidye vermek arasında serbest bırakılmışlardı. İsteyen oruç tutar, isteyen tutmayıp onun yerine fidye verirdi. Daha sonra bu hüküm kaldırıldı ve Ramazan ayına erişen mükelleflerin oruç tutmalarının gerektiği bildirildi.
•
Cebrâil Aleyhisselâm'ın Kur'an-ı kerim'i Resulullah Aleyhisselâm'la mukabele edişi de Ramazan aylarında idi. Ramazan ayında her gece iner, Kur'an-ı kerim'i Resulullah Aleyhisselâm'la başından sonuna kadar mukabele ederdi.
Şöyle ki; her Ramazan ayında, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz o zamana kadar inmiş olan Kur'an-ı kerim'i Cebrâil Aleyhisselâm'a okur, onunla mukabele ederdi. Vefatından önceki Ramazan'da ise bu okuma ve dinletme işi birkaç defa tekrarlandı.
Resulullah Aleyhisselâm bir gün kızı Fâtıma -radiyallahu anhâ-ya gizlice şöyle buyurdu:
"Her sene Cebrâil Kur'an'ı benimle bir kere mukabele ederdi. Bu sene iki defa mukabele etti. Öyle sanıyorum ki ecelim yaklaşmıştır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1767)
Bu gibi beyanlar Resulullah Aleyhisselâm'ın haber verdiği gibi tahakkuk ettiği için nübüvvet alâmeti olmuştur.
•
Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ramazan ayında diğer zamanlardan daha çok ibadet ettiklerini haber vermiştir.
Her yıl Ramazan ayının son on gününde itikafa giren Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in son Ramazan'da ise itikafa yirmi gün girmişti.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Vedâ Haccı'ndan Medine-i münevvere'ye dönerken Ümmü Sinân'a:
"Bizimle Hacc'a niye gelmedin?" buyurdu.
Ümmü Sinan "Devemizin birine kocam binip sizinle Hacc etti, biri de dolap çeviriyordu da ondan." deyince Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Ramazan'da benimle Umre yapmak Hacc gibi olur." (Buhâri. Tecrid-i sarih: 876)
"Medine-i münevvere'de bir Ramazan-ı şerif'i tutmak, diğer beldelerin bin ramazanından, kezâ bir cuma namazını orada edâ etmek diğer beldelerin bin cumasından efdâldir." (Câmiu's-Sağîr)
•
Hazret-i Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ramazan ayı geldiği zaman çok sevinçli, çok neşeli, bu ay daha cömert olurlardı.
Hadis-i şerif'te:
"Allah'ın Resul'ü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir." buyuruluyor. (Müslim: 2308)
O insanların en cömerti idi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e "Hangi sadakanın efdâl olduğu" sorulmuş;
"Ramazan'da verilen sadaka." buyurmuşlardır. (Taberânî)
Selmân-ı Farisi -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Şaban ayının son günü hutbe okumuştu, Ramazan-ı şerif'i iyi değerlendirmeyi teşvik etmişler, bir noktasında; "Ramazan-ı şerif'te yapılan ibadet, itaat ve iyiliklerin daha efdâl olduğunu" beyan buyurmuşlardır:
"Ramazan'da eda edilecek bir farzın diğer zamanlarda eda edilen yetmiş farza denk olduğu, nafile ibadetlere de farz gibi mükâfat verileceği bildirilmiştir." (Hayatu's-Sahabe)
Ramazan ayının gecelerini ibadet, zikir, fikir, duâ ile geçirir, ev halkını da teşvik ederdi.
Hadis-i şerif'lerde Ramazan ayında Hazret-i Allah'ı zikredenlerin bağışlanacakları ve Hazret-i Allah'tan bir şey niyaz edenlerin duâlarının kabul edileceği, günahların bağışlanacağı haber verilmiştir.
"Ramazan-ı şerif'te sıdk ve yakîn ile oruç tutanlar, namazlarını terk etmeksizin teravih namazını da eda ederlerse küçük günahları af olur." (Buhâri)
Babam Ramazan-ı şerif'te akşam ezanı okununca evvelâ iki-üç lokma ile orucunu açar, küçük iftarı yapar, sonra akşam namazını kılar, büyük iftarı daha sonra yapardı. Bize bu âdet babamızdan kaldı. Çünkü mide o iki-üç lokma ile harekete geçmiş oluyor, sonra yemek yiyince de dokunmuyor. Midenin sıhhati bakımından da faydalıdır.
Annem Yugoslavya'da iken peçe ile gezerdi. Bir zamanlar Medine-i münevvere'den sonra bu memleketi sayarlarmış. Ramazan-ı şerif'te yedi yaşındaki çocuk oruç tutardı, çünkü tutmayan hiç kimse yoktu. Zaten dükkânlar da ancak akşamüstü açılırdı.
Biraderimin mânevî durumu çok yüksekti, onun hâli bambaşka idi. Yaratılıştan dervişti, çok sakindi, sâlimdi. Ahlâkı çok güzel ve çok merhametliydi.
Yola çıkardı, meselâ İstanbul'a giderdi, hep oruç tutardı. Tarif edilemeyecek bir durumu vardı.
•
Yeni intisap etmiştim. Bir Ramazan günü akşam üstü Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde bulunuyordum, hâlen çok gizli bir sırrı ifşâ etti. Bana değil hâlime söyledi, fakat hafsalam almadı, taştı. Yani hafsalamın alamayacağı bir şeydi.
Nasıl ki Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a ağaçtan hitap ettiği gibi, bize de Efendi Hazretleri'nden hitap ediyordu.
Huzur-u saâdetlerinden çıktım, takriben üç yüz metre ayrılmamıştım ki, yolda giderken çarşının bir noktasında dimağımı açtılar, o buyuracakları şeyi kafama koydular. Hem de yolda gidiyorum.
Bazı şeyleri hafsala almaz, çünkü kişinin hafsalası da ona göre yaratılmıştır. Ancak yolda giderken bir noktaya gelince dimağımı açtılar, içeriye koydular da o zaman anladım.
O bakımdan mahlûk olan hafsala her şeyi hemen almaz. Bunlar birer tecelliyat meselesidir, akıl işi değildir.
O sözü başkasına söyleseler küfür gibi gelir. Hayat boyunca o sözden Elhamdülillâh çok istifade ettim. "Yağmur yerine Mürşid-i kâmil yağsa bizim için kıymet ifade etmez." sözü, bundan sonra söylenmişti. Bunların hepsi o sözün içinde gizli idi.
Bunu anlatmak için o kalp, o kafa lâzımdır. Bu ise Hazret-i Allah'ın ihsanı ile olur. Anladım demekle değildir, verdikleri kadar anlaşılır.
•
İhvan kardeşler bir gün toplanmışlar, Hendek'e teravihe gideceklermiş. Hafız Hilmi Hendek'teydi o zaman. Ramazan-ı şerif'in de tahmini on altıncı veya on yedinci gecesi idi.
Bize de teklif ettiler. "Gidelim!" dedik. Fakat aklımıza geldi, Efendi Hazretleri'ne soralım, müsaade buyururlarsa gidelim diye düşündük. Huzur-u saâdetlerine vardık. "Efendim, müsaade ederseniz Hendek'e kadar gidip geleceğiz?" dedik.
"Bu akşam?" buyurdular. İkinci bir şey de ilâve etmediler. Huzur-u saâdetlerinden ayrıldık ve düşündük, izini biz bu akşam için istemiştik. Onların "Bu akşam?" demelerinde hikmet olabilir dedik.
Hemen arkadaşları bulduk. Bazı mazuriyetlerimiz olduğunu, gidemeyeceğimizi söyledik. Onlar gittiler. Biz ise o akşamın Kadir Gecesi olduğu tahminini yürüttük ve bir şüphe üzerine, mümkün mertebe ibadetle meşgul olduk. "Bu akşam?" buyurmaları belki bu mânâyı taşıyabilir dedik.
Sabah dükkâna Hafız Bayram geldi. "Aa!.." dedi, "Sizin ev bu akşam nur içinde parlıyordu." dedi. O anda ne söylediğini bilmiyordu. Fakat o durum, şüphemizin gerçekten doğru olduğunu bildirmek için, Allah'ımızın bir lütfu oldu. Ona mânâda o gizli sırrı âşikâr etmişler ve yine gizli kalması için o kadarını göstermişler.
"Bu akşam sizin ev nur içinde parlıyordu." sözü ile, şüpheli olduğumuz nokta bize aydınlandı. O akşamın şüphe ettiğimiz Kadir Gecesi'nin ta kendisi olduğuna karar verdik. Fakat ona bir şey demedik.
Efendi Hazretleri'nin "Bu akşam?" sözü ile şüpheye dâvet edilip tedbir almamız, Allah'ımızın bu sonsuz nimet ve lütfuna nâil olmamıza vesile oldu.
İşte biz Efendi Hazretleri'nden hep böyle rumuz alırdık. Hiç açık emir aldığımız vâki değildir. Fakat rumuzlara çok dikkat ederdik. En ufak hareketlerine bile çok dikkat ederdik. Çünkü dikkat edersek alırdık, etmezsek kaybederdik.
Bu durum, ihvanın ne kadar dikkatli olmasının lâzım geldiğini gösteren bir hâdisedir.
•
Ramazan ayı gelince daha başında derim ki;
"Allah'ım gönlüme ilâç başıma tâç yap. Rızâna mucip iş ve harekette bulunayım. Çünkü sevmişsin, seçmişsin ve bu ayı bize göndermişsin; onu hoşnut edecek hâl ve hareketi de bizden husule getir."
Ramazân-ı şerif bir deryadır, feyz deryasıdır. Ve o deryayı da görür gibiyim. Kadir gecesi'nde nur yağar. Nasıl ki rahmet yağıyorsa, gökten nur yağar. O nuru bir beşerin havsalası almaz. Altı feyz, üstü nur deryası. Bu yalnız ve yalnız Hazret-i Allah'ın bileceği, ihsan edeceği bir husustur. Mahlûkun burada aklı çalışmıyor.
Bu da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yüzü suyu hürmetine Ümmet-i muhteremesine bahşettiği nimetler, ihsanlar ve ikramlardır.
Bir müslüman mutâd olarak her gece, bilhassa Ramazan gecelerinde Tesbih namazı kılmaya gayret etmeli. Geceleri uyandığı zaman az veya çok teheccüd namazı kılmalı. Okuyabildiği kadar Kur'an-ı kerim okumalı. Az veya çok Salât-ü selâm getirmeli. Amma az, amma çok zikrullahla meşgul olmalıdır.
•
O kabir bir perdedir. Ürkmemek lâzım. Ben kabri birkaç defa rüyâmda gördüm.
İlk görüşümde; kabirdeyim. Sırtımda küçücük bir taş, biz kabirden ne kadar korkuyorduk, kabir ne kadar rahatmış şu taş olmasa. Uyandım o taş yatakmış onu attım. Hayatım boyunca halı üstünde yattım. Çünkü o beni uyutmuyordu. Kış-yaz üç saat uykum vardı. Bir de örtünmezdim. Yorgan beni uyutur korkusuyla örtmezdim. Palto ile örtünürdüm. Dolayısıyla zaten vücudun aşağıya fazla tahammülü yoktu. Amma ayakta durmak zorundayım.
Nasıl olurdu bilmiyorum amma birçok defa vücudum yığılırdı. Yalnız kendimi yerde bulurdum. Kalktığım zaman hemen devam ederdim. Bazı zamanlar üç günde bir oruç bozduğum olurdu. Ömür böyle geçti. Bazı zamanlar secdeye vardığım zaman dinlenirdim. Ey güzel Rabb'im! Bana oradan zevk duyurmuş, hamd-ü senâlar olsun. Binaenaleyh o âlem de başka bir âlem. Şimdi vücudumun takati yok. O zaman beş-altı saat ayakta dururdum, şimdi üç-dört saatte zorlanıyorum ve böyle yattığım zaman pide gibiyim. Bitmiş oluyor, yorulmuş oluyor.
•
Nefis ölmeyi hiç istemez. Ona öleceğini, bilcümle malından, evlâtlarından ve sevdiklerinden ayrılacağını sık sık duyurmalıdır.
Mezar ve hasta ziyaretleri ile cenaze merasimlerine iştirak etmek gönülde ölümü hatırlatmayı tazeler.
Bir de aç bırakmak lâzımdır, nefsin açlığa hiç tahammülü yoktur, hiç sevmez.
Bütün şehvetlerin, arzu ve isteklerin menbaı midedir. Açlık ise nefsin arzularını öldürür.
Bâzı zevât-ı kiram üç gün beş gün oruç açmamışlardır. Size bunu yapın demiyoruz, içinizden bir fert çıksın tecrübe etsin, neticesini sonra görsün.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Ramazan-ı şerif hakkındaki beyan ve duâlarını arz edelim:
"Ramazan-ı şerif'in ulviyetini bilsek gelmesine üzülmeyiz, gitmesine sevinmeyiz, bütün senenin Ramazan olmasını isteriz."
•
"Ramazan-ı şerif gelip geçer, evden bir yere ayrılmayız. Kimse bizi iftara davet etmez. Davet etmekle bizi rahatsız edeceğini bilir."
•
"Allah'ım iyiler zümresine ilhak etsin. Âkıbetimizi hayırlı etsin. Ramazan-ı şerif'iniz mübarek olsun. Ben öyle derim:
'Allah'ım hiçbir ibadetim, iyiliğim yok ama Ramazan var.'
Ramazan-ı şerif çok kıymetli bir aydır. Her şeyden evvel, Ramazan'ı ihya edebilmeyi Hazret-i Allah'tan dilemek; 'Allah'ım! Bu kıymetli ayda rızâna uygun hareketler yapabilmeyi ihsan et!' diye niyaz etmek lâzımdır.
Çünkü başta derim:
'Allah'ım! Ulvî, kudsî, aziz misafirin Ramazan'ı, gönlüme ilâç, başıma tâç yap. Bize şefaat etmesi için delil et. Rızâna mucib iş ve harekette bulunayım. Çünkü sevmişsin, seçmişsin ve bu ayı bize göndermişsin; onu hoşnut edecek hâl ve hareketi de bizden husule getir. Lütuf ve rızânla cennetine girmemizi nasip et!'"
•
"Efendim bugün öğleden sonra ders yapacağız, Ramazan-ı şerif'i yolcu edelim diyoruz." diyen bir kardeşimize şöyle buyurdular:
"Biz aslında kendimiz yolcuyuz da bilmiyoruz, Ramazan-ı şerif'i yolcu etmeye çalışıyoruz. Onun için gayr-i ihtiyari güldük. Çünkü o dönecek, biz ise o dönünceye kadar belki de gitmiş olacağız."
•
"Ramazan-ı şerif bizim için gıda ayı oluyor. Çünkü mukayyed iki yemeğimiz var. Bizim asıl orucumuz Ramazan-ı şerif'ten sonra başlıyor. Yemek yemek bize külfet gibi gelir. Onun için nefis dahi Ramazan-ı şerif'in gelmesini ister yani. Çünkü Ramazan-ı şerif'ten sonra onu bulamayacak ki.
Allah'ımız onun zevkini, onun misafirliğini duyursun bize."
•
"Bakıyorum Bayram-ı şerif'te hiçbir şey yedirmek istemiyorlar. Düşündüm: 'Ramazan-ı şerif gitti, artık kurtuldum.' düşüncesiyle nefis sevinmesin, teessür devam etsin diye yaptıklarını anladım."
•
"İnsan yaptığını Allah için yapmalıdır. Bu Kadir Gecesi'nden de büyüktür. İbadet yalnız Ramazan-ı şerif ayına âit değildir. En büyük ücret rızâdır.
Şu halde Ramazan-ı şerif'te âdet ettiğimiz ibadeti sâir zamanda da devam edersek rızâ için ibadet etmiş olacağız.
Allah için yaptığımızı ispat edeceğiz. Buna Himmet-i vechillâh denir."
İslâm'ın binasını teşkil eden temel esaslarından ve en büyük erkânından birisi de Ramazan orucudur.
Hakk Celle ve Âlâ Hazretleri Kelâm-ı Kadim'inde şöyle buyurmaktadırlar:
"Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Tâ ki korunasınız. (Oruç) sayılı günlerdir. Sizden kim o günlerde hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar." (Bakara: 183-184)
Oruç, niyet ederek, tan yeri ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar, yemek içmek, mukarenet gibi şeylerden uzak durmak demektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yiyin için. Sonra da orucu gece oluncaya kadar tamamlayın." (Bakara: 187)
Bundan maksat, gündüzün beyazlığının gecenin siyahlığından ayırdedilmesidir.
Oruç gizli yapılan ve pek faziletli olan bir ibadettir. Orucun sevabı her türlü ölçülerin üstündedir.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de şöyle buyurur:
"Âdemoğlu'nun işlediği her iş kendisinindir, fakat oruç benimdir, onun mükâfatını ben vereceğim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 903)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Oruç bir kalkandır. Sakın oruçlu iken kötü lâf söylemeyin. Birisi size kötü lâf söylerse veya kavga ederse 'Ben oruçluyum!' deyin." (Buhâri)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, İslâm beş temel üzerine teessüs etmiştir:
"İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resul'ü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yoluna gücün yeterse Beytullah'a haccetmendir." (Müslim)
İşte İslâm'ın temel esaslarından birisi; Oruç'tur. Ramazan'da oruç tutmak o derece faziletlidir ki;
"Kim mazeretsiz olarak Ramazan'dan bir gün oruç yerse, ebediyyen oruç tutsa da onu (hakkıyla) kaza etmiş olmaz." buyurulmuştur. (Tirmizi)
Şurası da açıklanmalıdır ki bu sayılan faziletler oruçlarını İslâmi emirlere uygun olarak tutanlar içindir. Yoksa nefse köle olanlar velev ki şeytanları mahpus olsun yine hayra mazhar olamazlar.
Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Cennette reyyan denilen bir kapı vardır. Kıyamet gününde bu kapıdan cennete yalnız oruçlular girerler, başka hiç kimse giremez. "Oruçlular nerede?" denilir. Hepsi kalkarlar ve içeri girerler, sonra da kapı kapanır, artık kimse giremez." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 898)
Oruçlu bir kimse, mükâfat olarak Allah-u Teâlâ'nın rahmeti ile karşı karşıya gelmekle vâdolunmuştur.
Hadis-i şerif'de şöyle buyurulmaktadır:
"Oruçlunun iki sevinci vardır: İftar ettiği zamanki sevinci, bir de Rabb'ine kavuştuğu zamanki sevinci." (Müslim)
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerde orucun fazilet ve ehemmiyetinin beyan edilmesi, mazeretleri sebebiyle tutamayanların kaza etmesi lüzumu, kasten bozanların misliyle cezalandırılması, ihtiyarlık ve hastalığından dolayı tutamayanların ise fidye vermeleri orucun ibadetler arasındaki değerini göstermektedir.
"Oruç ve Kur'an kıyamet günü şefaat edeceklerdir." (Heysemi)
Oruç, diğer ibadetlerin kabulüne de sebep olur. Oruç bedenin zikri olur, ucbu ve kibri kırar, huşûyu artırır, kalbi ve aklı nurlandırır.
Hadis-i şerif'lere göre her şeyin bir kapısı vardır, ibadetlerin kapısı da oruçtur. Her şeyin bir zekâtı vardır, bedenin zekâtı da oruçtur.
"Oruç tutunuz ki, sıhhat bulasınız!" (Taberânî)
Oruçta sıhhat vardır. Oruç bir kalkandır. Oruç sabrın yarısıdır. Oruçta riyâ tasavvur olunamaz.
Hadis-i şerif'te:
"Oruçta riyâ tasavvur olunmaz." buyurulmuştur. (Münâvî)
Oruçlunun ağız kokusu Allah indinde misk kokusundan daha sevimlidir.
Oruçlunun uykusu ibadet, susması tesbih sayılır. Ameli kat kat, duâsı makbul olur.
"Oruçlu olan kimse bir mümini gıybet veyahut ezâ ve cefâ etmedikçe iftar edinceye kadar ibâdettedir." (Câmiu's-Sağîr)
Faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Ramazan'da oruç tutan kimsenin geçmiş günahları bağışlanır. Orucun sevabı mizanı doldurur.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Allah -celle celâlühû- size Ramazan-ı şerif orucunu farz kılmıştır. Ben de gece namazını, teravihi sünnet kıldım. Bir kimse inanarak ve sevabını umarak orucunu tutar, teravih namazını kılarsa, anadan doğduğu gibi günahlarından temizlenir." (Nesâi)
Oruçluya iftar ettirmenin fazileti de büyüktür.
"Kim bir oruçluya iftar verirse, oruçlunun ecri gibi -oruçlunun sevabından hiçbir şey eksilmeden- ecir alır." (Tirmizi)
"Kim bir oruçluyu bir hurma ile iftar ettirirse veya bir içecek su ile veya tadımlık bir süt ile iftar ettirirse, Allah-u Teâlâ, ona aynı sevabı verir."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zaman zaman da "Savm-ı visâl" tutardı. İftar etmeden birkaç gün peşpeşe tutulan bu oruç sadece kendisine mahsustu.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Alkame bin Kays -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hâdis-i şerif'lerinde orucun hikmetinden bahisle şöyle buyurmuşlardır:
"Ey gençler topluluğu! İçinizden kim evlenmeye muktedirse evlensin. Çünkü evlenme gözü haramdan son derece saklayıcıdır. İffeti en iyi koruyan budur. Kim de evlenmeye gücü yetmezse oruca devam etsin. Zira oruç şehvet için kuvvetli bir kırıcıdır." (İbn-i Mâce: 1845)
Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)
"Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, itaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, sâdık erkekler ve sâdık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşû duyan erkekler ve huşû duyan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar; İşte Allah bunlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (Ahzâb: 35)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz minbere çıkıp "Âmin, âmin, âmin..." buyurdular. "Yâ Resulellah! Bunu neden yaptın?" diye sorulduğunda şöyle cevap verdiler:
"Cibril bana şöyle dedi: 'Anası babası yanında ihtiyarladığı halde onlara yaptığı evlâtlık sayesinde cennete giremeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün!' Ben de âmin dedim.
Sonra Cibrîl 'Ramazan ayına erdiği halde kendisini af ettirmeye muvaffak olamadan bu ayı çıkaran kimsenin burnu yerlerde sürünsün!' dedi. Ben de âmin dedim.
Sonra şöyle dedi: 'Yanında anıldığım halde bana salâvât getirmeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün!' Ben de âmin dedim." (Müslim)
• Günün her saatinde duâ ve niyaz halinde bulunulmakla birlikte, duâ etmek için şerefli vakitler gözetilmelidir.
• Üç aylar diye bilinen Receb, Şaban ve Ramazan ayları Rabb'imizin af ve mağfiretinin, feyiz ve bereketinin bol bol ihsan edildiği mübarek aylardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Receb ayı girince:
"Allah'ım! Receb ve Şâban'ı bize mübarek kıl, bizi Ramazan'a kavuştur." diye duâ ederdi. (Câmiu's-Sağîr)
Ramazan ayında yapılan duâlar çok kıymetlidir.
• Arefe günü duâlar kabul edilir:
"Duâların en hayırlısı Arefe gününde yapılandır." (Tirmizî)
• Mübarek gün ve gecelerde, Bayram gecelerinde yapılan duâlar geri çevrilmez.
"Beş gece vardır ki, o gecelerde yapılan duâlar geri çevrilmez:
1. Receb'in ilk gecesi,
2. Şaban'ın yarısı gecesi,
3. Cuma gecesi,
4. Ramazan bayramı gecesi,
5. Kurban bayramı gecesi." (Beyhakî)
• Oruçlu iken duâlar kabul olur.
"Oruçlunun uykusu ibadet, susması tesbih, ameli kat kat sevaplı, duâsı makbuldür, günahları ise bağışlanır." (Câmiu's-Sağîr: 9293)
• İftar açarken yapılan duâlar makbuldür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "İftar yapan oruçlunun duâsının reddolunmayacağını" haber vermişlerdir. (Buhâri)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Şüphesiz ki oruçlu için iftar vaktinde geri çevrilmeyen bir duâ hakkı vardır." (İbn-i Mâce)
"Üç kimse vardır ki, duâlarını geri çevirmemek Allah'ın üzerine bir hakdır:
Orucunu açıncaya kadar oruçlu, hakkını alıncaya kadar mazlum, evine dönünceye kadar misafir." (Câmiu's-Sağîr: 3452)
"Dört mühim geceyi ihyâ eden kimseye cennet zaruridir. Terviye, Arefe, Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı geceleri." (Câmiu's-Sağîr)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm orucunu açtığı zaman şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım! Senin için oruç tuttum, senin rızkınla orucumu açtım, benden kabul eyle. Şüphesiz ki sen her şeyi işiten ve bilensin." (Câmiu's-Sağîr: 6590)
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm bir iftar dâvetine icabet edip iftar ettiğinde şöyle duâ ederdi:
"Oruçlular sizde oruçlarını açsınlar, yemeklerini iyi insanlar yesin, yanınıza melekler insin." (Dârimî)
Mümin kimse öldüğü zaman;
Kabir tarafından bir dost gibi karşılanır. Kabirde müminin namazı baş ucuna, zekâtı sağ tarafına, orucu sol tarafına, sadaka, akraba ziyareti, iyilik... gibi hayırları da ayak tarafına gelir yerleşir.
Bu sırada Münker ve Nekir adlı sual melekleri gelirler. Başucundan geldiklerinde namazı, sağ tarafından geldiklerinde ise zekâtı, sol tarafından geldiklerinde orucu, ayak tarafından geldiklerinde ise hayırları: "Bizim tarafımızdan yaklaşmak mümkün değildir." derler. Bunun üzerine mümine oturmasını ve suallerine cevap vermesini söylerler. O da "Beni bırakın da namaz kılayım!" der. Melekler "Namazını kılacaksın, fakat şimdi suallerimizi cevaplandır." derler. Mümin de endişesizce "Ne soracaksanız sorun bakalım." der. Onlar sordukça o da cevap verir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir bedevi gelerek "Yâ Resulellah! Bana bir amel göster ki, onu yaptığım zaman cennete gireyim" dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a ibadet eder, ona hiçbir şeyi şerik koşmazsın. Farz olan namazı dosdoğru kılarsın, farz kılınan zekâtı verirsin. Ramazan'ı da tutarsın." buyurdu.
Bedevî:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ebediyen bundan ne fazla bir şey yaparım, ne de eksik bırakırım." dedi.
O dönüp giderken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
"Cennetlik bir adam görmek isteyen şu zâta bakıversin." (Müslim: 14)
"Hazret-i Allah'ın ve Habib'i -sallallahu aleyhi ve sellem-inin emirlerine hassasiyetle itaat etmek lâzımdır.
Meselâ; vaktinde kılınan namaz Hazret-i Allah'ın en sevdiği amellerdendir. Niçin? İkrah girmemesi için, emre itaat maksadıyla vakit gelince hemen kılınması lâzımdır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"İftarda acele, sahûru imsak vaktine doğru geciktiriniz." buyuruyorlar. (Tirmizî)
"Biraz sonra orucumu açarım" veya "Sahur değil mi hemen yaparım!" gibi sözlerin altında ikrah vardır. Bu ise nefisten doğuyor."
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Cenâb-ı Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashabına "Müflis kimdir bilir misiniz?" diye sordu. "Bize göre müflis, parası olmayan ve malı bulunmayan kimsedir." dediler.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla Allah'ın huzuruna gelir. Fakat kimine sövmüş, kimine iftira etmiş, kiminin malını almış, kiminin kanını dökmüş, kimini de dövmüş...
İyilik ve sevaplarından bu hak sahiplerine dağıtılır. Üzerinde olan haklar ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları o kimseye yükletilir. Sonra cehenneme atılır." (Müslim: 2581)
Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, ırzını korur, kocasına itaat ederse cennete girer." (Câmiu's-Sağîr)
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir gün;
"Yâ Resulellah! Dünya kadınları mı, yoksa cennetteki huriler mi daha iyidir?" diye sorduğunda:
"Dünya kadınlarının üstünlüğü, yüzün astara olan üstünlüğü gibidir" diye cevap vermişlerdir.
Bunun sebebini sorduğunda ise şöyle buyurdular:
"Dünyadaki kadınlar namaz kıldıkları, oruç tuttukları ve birçok ibadette bulundukları için." (Taberânî)
Çünkü onlar dünyada iken iman nuru ile münevver olmuşlar, Allah-u Teâlâ'nın hoşnut kalacağı ameller işlemişler, dolayısıyla cennetle müşerref olmuşlardır.
Şeriatın emrettiği zâhiri orucun yanında ayrıca tarikat ve hakikat oruçları da vardır:
Zahiri oruç; gündüzleri yemekten-içmekten ve mukarenetten kesilmektir. Ramazan ayında tutulur.
Tarikat orucu ise, ömür boyu devam eder. Mürid, gece gündüz bütün âzalarını kötü duygulardan muhafaza etmek mecburiyetindedir. Gıybet etmez, hiçbir fenâlık düşünmez, kimseye zulmetmez, dövmez, sövmez, duygularını kötüye kullanmaz. Duygularını kötülüğe kullandığı anda, fiilen yapmasa da orucu bozulmuş olur. İşte asıl oruç budur. Çünkü Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:
"Nice oruçlular vardır ki, oruçlarından onlara sadece bir açlık kalmıştır." (İbn-i Mâce)
"Nice oruç tutanlar vardır ki, kendisine orucundan kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz (teravih ve teheccüd) kılanlar olur ki, namazlarından kendilerine kalan yalnız uykusuzluktur." (Tebarânî)
Bu Hadis-i şerif'ten anlaşılıyor ki, birçok oruçlular iftar ediyorlar; farkında değiller, hem de oruç tuttuklarını zannediyorlar. Görünüşte yemeyip, içmeyip oruç tutuyorlar ama; yaptıkları hareketler hiç de bir oruçlunun hareketine benzemiyor.
Dolayısı ile birçok iftar edenler de vardır ki oruçludurlar, oruçları bozulmamıştır. Niyetleri dâima istikâmet üzerinde bulunur. Kötü duygu ve düşüncelerden kendilerini alıkoymuşlardır, istedikleri gibi hareket edemezler, istediklerini yiyip içemezler.
Hadis-i kudsî'de: "Oruç benim içindir, mükâfatını ben veririm." diye bildirilen oruç bu oruçtur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruluyor:
"Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır."
"(Oruçlu) onu ne ile zedeler?" diye sorulduğu zaman;
"Yalan ve gıybetle." buyurdular. (Nesâi)
Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Zira bazı zan vardır ki günahtır. Birbirinizin kusurlarını, gizli şeylerini araştırmayın. Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirip gıybetini etmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz değil mi? O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edicidir." (Hucurât: 12)
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Bir kimse oruçlu olduğu halde yalanı, dedikoduyu, yalanla iş görmeyi bırakmazsa Allah'ın onun yemesini içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur." (Tirmizi)
"Oruç, sadece yemek, içmek vesaireden kesilmek değildir. Kâmil ve sevaplı oruç, ancak faydasız laftan, boş vakit geçirmekten, kötü söylemekten (dedikodudan) ve nefs-i emmâre'nin bütün temâyüllerinden vazgeçmektir. Şayet biri sana söver; yahut sana karşı cahilce herhangi bir harekette bulunursa kendi kendine; 'Şüphesiz ki ben oruçluyum!' de, sabret!" (Hâkim, Beyaki)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
"Bir ameli yerine getirmek için göstereceğiniz ihtimamdan ziyade amelin kabul edilmesi için ihtimam ediniz."
Hakikat orucuna gelince; o da Hazret-i Allah'ın muhabbetini sırda muhafaza etmektir. Cenâb-ı Hakk'ı görmek sır gözü iledir, yoksa baş gözü ile görülmez. O muhabbeti duyacak ki, orucu devam edebilsin. Çünkü o insanları Hazret-i Allah kendisi için halketmiştir. Hadis-i kudsî'de "İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım." buyuruyor. Onlar dâima Hakk iledir. Dolayısı ile Hazret-i Allah o kullarının başka bir şeyle meşgul olmasını da istemez. İşte âhirette O'nunla olacak yakın kullar bunlar olmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ dilediğini seçer, dilediğini zâtına çeker, Kudsî ruh ile destekler. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu da ona takar ve ihsan eder, dilediğini dilediğine vâris eder.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde:
"Ben seni seçtim." buyuruyor. (Tâhâ: 13)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın sırf kendi zâtı için yarattığı has kullardır. Onları ne dünya için ne ahiret için yaratmamıştır. Onlarda varlığın zerresi bulunmaz, var olan Allah-u Teâlâ'dan başkası aranmaz.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Şüphesiz ki insanlardan Allah'a yakın olanlar vardır." buyurmuştu.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar kimlerdir?" diye sordu.
Buyurdular ki:
"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (İbn-i Mâce: 215)
Onlar, Kur'an ehli olmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ'nın ilâhî hükmü mucibince hareket ederler.
Onlar Hakk ehlidir, halk ehli değil. Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhîdedirler. İrade ve arzuları olmaz, çıkacak hükm-ü ilâhîye tâbidirler.
Kendisi için yarattığı bu has kullar Hakk'tan gayrısını düşünmezler, Cenâb-ı Hakk da onların başka şeyle meşgul olmalarını istemez.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûrâ: 13)
Bütün bu lütuflar hep O'nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki;
"Seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin ameline denktir." (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ kimi sevdiyse, kimi kendisine çektiyse bu ilâhî lütfa nâil olur. O seni bir anda çekiverir. Milyarlarca sene yürüsen bu lütfa nâil olamazsın.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır, Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleridir. Allah-u Teâlâ bunları Kudsî ruh'la desteklemiş, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu takmış ve bu vazife ile vazifeli kılmıştır.
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imran: 104)
Hakk'ı bilenler ve hakikati söyleyenler bunlardır.
"Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." (Bakara: 269)
O'nun duyurduğundan başka kimse bunu bilmez.
Sen ise bilmiyorsun, çünkü görmüyorsun. Biliyor gibi hareket ediyorsun. Yanlış bir söz söylersin, çukura düşersin, batarsın gidersin, seni kimse kurtaramaz.
Görülüyor ki her şey ihsan-ı ilâhî iledir, mahlûka âit hiçbir şey yoktur.
Dilediği bilgileri dilediğine lütfediyor, dilediğine nurunu akıtıyor. Bu lütufların hepsi kendisi için seçtiği ve kendisine çektiği kullarına mahsustur.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Onlarla O meşgul.
Hiç şüphe yok ki bu ilim beşer ilmi değildir, mahlûka âit değildir. O'nun akıtması, O'nun bildirmesi, O'nun göstermesi ile kâimdir.
"Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur." (Nur: 35)
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri bir gün Ebu Derdâ -radiyallahu anh- Hazretleri'ni ziyarete geldiğinde onu evde bulamadı. Kapıyı açan eşinin eski püskü bir elbise içinde olduğunu gördü, durumunu sorunca; "Kardeşin Ebu Derdâ dünya ile ilişkisini kesti. Gündüzleri nafile oruç, geceleri de nafile namaz kılmaktan ne kendisine, ne de eve ve ailesine bakmaya vakti yok." dedi.
Bu sırada Ebu Derdâ -radiyallahu anh- geldi, selâm verdi ve kardeşini eve buyur etti ve eşine yemek hazırlamasını söyledi.
Yemek hazırlandı ve ortaya bir sofra konuldu. Ebu Derdâ -radiyallahu anh- kardeşi Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-i yemeğe buyur etti. Beraberce oturdular.
Ebu Derdâ -radiyallahu anh- "Ben oruçluyum, sen buyur ye!" deyince, Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- de "Sen yemedikçe ben de yemeyeceğim!" dedi.
Bu sözden sonra Ebu Derdâ -radiyallahu anh- nafile orucunu bozdu ve beraberce yemeklerini yediler.
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- o gece orada misafir kaldı.
Gecenin bir kısmı geçince Ebu Derdâ -radiyallahu anh- geceyi ibadetle geçirmek için kalktı, Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- ona engel oldu.
Yatağa uzanıp gözlerini yumdu ve uyur gibi yaptı. Ebu Derdâ -radiyallahu anh- hemen yatağından fırladı ve namaz için hazırlığa başladığı sırada Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- cübbesinin eteklerini kavradı ve "Uyu ey kardeş!" diyerek, tekrar yatmasını söyledi.
Gece boyunca bu hâl üç defa tekrarlandı. Seher vaktine doğru Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- kardeşi Ebu Derdâ -radiyallahu anh-i kaldırdı ve "Ey kardeşim kalk, şimdi istediğin kadar namaz kıl, gönlün doyuncaya kadar Rabb'ini zikret" dedi.
Beraberce gece namazlarını kıldıktan sonra Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- şöyle buyurdular:
"Ey Ebu Derdâ; Rabb'inin sende hakkı var, âilenin sende hakkı var, bedeninin sende hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver. Devamlı oruç tutma; bazen oruç tut, bazen ye. Gecenin bir kısmını uyu, bir kısmında kalk ibadet et. Hanımınla da ilgilen."
Sabah namazı vakti gelince birlikte mescide gittiler. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz namazı kıldırdı. Ebu Derdâ -radiyallahu anh- kalkıp Efendimiz'in huzuruna gitti ve Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-in söylediklerini haber verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tatlı bir tebessümle şöyle buyurdular:
"Selmân doğru söylüyor!" (Buhârî)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Her kim Allah'a ve O'nun Resul'üne iman eder, beş vakit namazı kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Allah onu cennete koymayı vadetmiştir. O kimse ister Allah yolunda cihad etsin, isterse doğduğu yerde (evinde) otursun."
Bunun üzerine Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bu haberi halka müjdeleyebilir miyiz?" dediler.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Cennette yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır.
İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1179)
Berat gecesinde, Levh-i mahfuz'dan topluca dünya semâsına indirilen Kur'an-ı kerim, bu gece âyetler hâlinde yeryüzüne indirilmeye başlanmıştır.
Öyle bir muazzam ve mübarek gecedir ki, hakikatini anlamak beşer idrâkinin çok üstündedir.
Hazret-i Allah bu geceye çok değer vermiş ve Kadir sûre-i şerif'inde şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Resul'üm! Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrâil) o gecede Rabb'lerinin izniyle her bir iş için inerler. O gece, tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır, esenliktir." (Kadir: 1-2-3-4-5)
Buradaki sayı, tahdit mânasına değildir. Kur'an-ı kerim'deki bu gibi ifadeler çokluğa delâlet etmektedir. Bir gece, beşer hayatındaki binlerce yıldan hayırlıdır.
Bu gecenin bu kadar kıymetli olması ise, Sebeb-i mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, ümmeti hakkındaki merhametinden ileri gelmektedir.
Şöyle ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz geçmiş ümmetlerin ömürlerinin çok uzun olduğunu, o uzun ömür içinde çok ibâdet yaptıklarını, kendi ümmetinin ise az ömürlü olduğunu düşünür ve çok üzülürdü. Cenâb-ı Hakk, Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- mükedder olmasına râzı olmadı. Gönlüne ferahlık vermek için Cebrâil Aleyhisselâm'ı göndererek Kadir sûresini inzal buyurdu ve bu bir gecenin bin aydan daha hayırlı olduğunu müjdeledi.
Bu sûre-i celîlede Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Cebrâil Aleyhisselâm ile birlikte bütün melâike-i kirâm'ın yeryüzüne inerek tanyeri ağarıncaya kadar kaldıklarını, o gecenin selâm ve selâmet gecesi olduğunu beyan buyuruyor. Melâike-i kiram, gökyüzü dar gelecek şekilde birbirini sıkıştırırlar. Onun için bu geceye "Tazyik gecesi" de denilmiştir. Müminleri ziyâret ederler, ibâdetlerini temâşâ ederler. Rastladıkları her mümine selâm verirler. Ümmet-i Muhammed için sabaha kadar mağfiret dilerler.
Bir Hadîs-i şerif'lerinde:
"Mümin için kış gecelerinin uzunluğu, gündüzlerin kısalığı birer ganimettir. Gecelerinde namaz kılmak, gündüzlerinde oruçlu olmak kolay olur." buyuruyorlar.
Âyet-i kerîme'de:
"Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et." buyuruluyor. (Hicr: 99)
Meselâ bir ahbâbımız var. Bize bir haber gönderse ve "Ben filân filân günler arasında filân yerden geçeceğim, o mıntıkada size rastlarsam birkaç milyon lira yardım edebileceğim." dese, acaba o tarif ettiği yerden beş dakika olsun ayrılır mıyız? Belki bu beş dakika zarfında geçiverir diye, elimizden gelse yatağımızı da oraya getiririz değil mi? Halbuki o nâil olacağımız şey, değersiz ve geçici bir dünyalıktır. Hayat-ı ebediyeyi kazanmak, Mevlâ'mızın sonsuz lütuf rahmetine nâil olmak için kapısında beklememiz, O'na gönülden boyun büküp yalvarmamız, el açıp duâ etmemiz gerekmez mi?
Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz "Yâ Resulellah! Kadir gecesine rastlarsam nasıl duâ edeyim?" diye sorduğu zaman, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'ım! Şüphesiz ki sen çok affedicisin, affı seversin, beni affet." diye duâ etmesini tavsiye buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de buyuruyorlar ki:
"Kim ki fâziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Kadir gecesini ihyâ ederse, geçmiş günahları bağışlanır." (Buhârî)
O Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ki, bizim için bu kadar yıpranmış ve kadir gecesi gibi bir geceyi bize temin edivermiş. Biz ise O'nun yolunda yürümez, Sünnet-i seniyye'sine ittibâ etmezsek, canımızı malımızı yolunda fedâ etmeye hazır olmazsak, ümmeti olduğumuzu iddiâ edebilir miyiz? Bunlar gönülle olur, icraatla olur, lâfla hiç olmaz...
Değerli insanlar Hazret-i Allah'ın değer verdiği şeylere değer verdikleri için değer bulmuşlardır. Değerli olana değer vermeyenler değerden mahrum olurlar.
Beyt:
Ey hoca! Kadir gecesinin bize niçin bir takım alâmetlerinden bahsediyorsun?
Eğer sen zamanın kadir ve kıymetini bilirsen her gece kadir gecesidir.
Kadir Gecesini Senede Arayan Aldanmaz:
Çünkü İlâhi tecelliyatın ne zaman olacağı belli değildir. Kadir gecesi gelir amma tecelliyatın ne zaman olacağı belli olmaz. Tecelliyat demek O'nun sana vermesi demek. Yeter ki sen yolunda bulun. Kimi Zevât-ı kiram'a böyle tecelli etmiş, başka gece de tecelli edebilir. O nasıl murad ederse odur. Diğer mübarek gecelerin günü belli olduğu halde Kadir gecesini Hazret-i Allah senenin bütün günlerinde gizlemiştir. Tâ ki; bu kadar kıymetli bir gecenin ulviyetinden mahrum olmamak için, müslümanlar her geceyi ganimet bilip ibâdetle ihyâ etmeye çalışsınlar...
Fakir der ki; zahirî ehli bu geceyi bir gecede arar. Tarikat ehli bir ayda, Hakikat ehli ise senede arar. Hakikat ehlinin işi zaten Hakk iledir. Lütf-u ilâhî ne zaman tecelli ederse Kadir gecesi o olmuş olur. Bunu bilmediği için senede arar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, "Şu gecede arayalım mı?" diye soranlara "O gecede de arayın." buyurmuş, bu suretle gecelerin ihyâ edilmesini teşvik etmiştir.
İbn-i Mes'ud -radiyallahu anh- Hazretleri:
"Kim bütün seneyi ihyâ ederse Kadir gecesi'ne de erer." buyurmuşlardır. (Müslim: 762)
Biz hayatta Kadir gecesi'ni aradığımızı bilmeyiz. Çünkü arasak da, bulsak da; mutâdımızdan fazlasını yapmayız ki... Her zamanki mutâdımız ne ise onu yaparız.
Bir müslüman mutâd olarak her gece, bilhassa Ramazan gecelerinde Tesbih namazı kılmaya gayret etmeli. Geceleri uyandığı zaman az veya çok teheccüd namazı kılmalı. Okuyabildiği kadar Kur'an-ı kerim okumalı. Az veya çok Salât-ü selâm getirmeli. Amma az, amma çok zikrullahla meşgul olmalı. Kişi bunları âdet hâline getirdiği zaman, şu veya bu gece diye bir gece aramasına lüzum kalmıyor. Allah için hareket ettiğinden, tâkati nispetinde kulluğunu göstermeye çalışıyor.
Sen O'nun rızâ kapısında dur, rızâsı için çalış. O murad ederse umulmayan bir gecede sana lütfu ile tecelli eder, lütuf kapısını aralar, o geceye tesâdüf ettirir. Senin vazifen O'nun kapısını gözlemek.
Hülasâ; Hazret-i Allah ne zaman tecelli ederse Kadir gecesi odur.
• Erkek ve kadın her müslümanın teravih namazı kılması sünnet-i müekkededir.
• Ramazan gecelerinde yatsının son sünnetinden sonra yirmi rekât olarak kılınır. Vitir namazı ise teravihten sonra kılınır.
• Teravih namazını on selâm ile ikişer rekât kılmak sevaplıdır. Dörder rekât da kılınır. Dörtten fazla rekâtta selâm vermek mekruhtur.
• Teravih namazını evde cemaatle kılmak bir fazilet olmasına rağmen, mescitte cematle kılmak daha üstün bir fazilettir.
• Teravih namazı orucun değil, Ramazan ayının sünnetidir. Bunun içindir ki oruç tutamayan hasta ve yolcu gibi özür sahiplerinin de bu namazı kılmaları sünnettir.
• Vakti geçirilmiş olan teravih namazının kazası yapılmaz.
• Yatsının farzı kılındıktan sonra camiye gelen bir kişi, önce yatsının farzını kılar, sonra teravih kılmak için imama uyar. Daha sonra kılamadığı rekâtları kendi başına kılar.
• İtikaf bir mescidde veya o hükümdeki bir yerde itikaf niyetiyle bir süre durmak demektir.
• Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve zevceleri buna hayatları boyunca devam etmişler, her Ramazan-ı şerif ayının son on gününü itikafla geçirmişlerdir.
• Üç türlü itikaf vardır: Müekked sünnet olan itikaf, müstehap olan itikaf, vacib olan itikaf.
a. Ramazan-ı şerif'in son on gününde yapılan itikaf, kifaye suretiyle tekidli sünnettir. Yani bir yerleşim biriminde bunu bir kişinin yapması diğer müslümanları sorumluluktan kurtarır.
b. Müstehap olan itikaf, Ramazan-ı şerif'in son on günü dışında her zaman yapılabilir ve istenildiği kadar durulabilir. Bunun belirli bir zamanı ve süresi yoktur. Hatta mescide giren kimse, çıkıncaya kadar itikafa niyet etse, orada kaldığı sürece itikafta sayılır. Bu itikafta oruç şart değildir.
c. İtikaf ister herhangi bir dileğinin olmasını şart koşarak olsun, ister şartsız olsun adanınca vâcip olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mescid-i haram'da bir gece itikafa girmeyi adadığını söyleyen Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-a "Adağını yerine getir." buyurmuştur. (Buhârî)
Adak itikafının da müstehap olan itikaf gibi belirli bir zamanı ve bir günden az olmamak üzere belli bir süresi yoktur. Adak olan itikafta oruçlu bulunmak şarttır, niyetin de dil ile ifade edilmesi lâzımdır.
• İtikafa girecek olan kimse müslüman ve akıllı olmalıdır. İtikafta erginlik çağına gelmiş olmak şart değildir, iyiyi kötüden ayırabilen mümeyyiz bir çocuk da itikafa girebilir.
• İtikafa niyet edilmiş olmalıdır. Niyetsiz hiçbir itikaf olmaz.
• Cemaatle namaz kılınan herhangi bir câmide itikaf yapılabilir. Kadınlar ise kendi evlerinde mescid edinecekleri bir odada itikafa girerler.
Kadınların itikafa girebilmeleri kocalarının iznine bağlıdır. Kadın izin aldıktan sonra itikaftan alıkonulamaz.
• İtikafa giren kimse, itikafa girdiği yerden çıkamaz, özürsüz olarak çıkması itikafını bozar. Delirmek, bayılmak, mukarenette bulunmak veya mukarenete yol açan hareketlerde bulunmak itikafı bozar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Mescidlerde itikafta iken hanımlar(ınız)a yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın bu sınırlara yaklaşmayın. Allah insanlara âyetlerini böyle açıklar ki, korunup sakınsınlar." (Bakara: 187)
• İtikafta olan bir kimse; itikafa girdiği mescidde Cuma namazı kılınmıyorsa başka bir camiye gidebilir, tuvalet ihtiyacını gidermek, abdest tazelemek, ihtilam olmuşsa gusletmek üzere mescidden dışarı çıkabilir.
• İtikaf sırasında Kur'an-ı kerim okumalı, zikrullah ve ibadetle meşgul olmalı, yalnız hayır söz söylenmeli, boş laf konuşulmamalıdır.
• İtikaf sırasında temiz elbise giymeli ve güzel kokular sürünmelidir.
Halkı bırakıp Hakk'a varmak hiç şüphe yok ki akıl, ilim ve nefis dereceleri nispetindedir. Allah-u Teâlâ herkeste ayrı ayrı tecelli eder, terakki nispetinde de ilgisi ve bilgisi olur. Bunun içindir ki dinimizde itikaf lüzumlu görülmüştür, Sünnet-i seniyye'dir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu mevzuyu da "Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri" isimli kitabının 625-628 sayfalarında şöyle izah ediyorlar:
Zâhirî itikaf yapılırken kişi Hakk'a yakın olmak için halktan uzaklaşır, yalnız kalır. Siz bu itikafı biliyorsunuz. Fakat asıl gayemiz bilinmeyen bu batınî itikafı size duyurabilmektir.
Bâtınî itikaf Hakk ile olmak, Hakk'tan gayrısını görmemek, mâsivâdan uzaklaşmak demektir. Hakk'a yaklaştığı zaman kendisinden uzaklaşır.
"De ki: O Allah bir tektir." (İhlâs: 1)
Âyet-i kerime'sinin bizzat kendisine mazhar olur.
Nitekim Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:
"Ben Allah'ı gördüm, başka bir şey görmedim." buyurmuştur. O Ehad'ı görmüş, başka bir şey görmemiş.
Ne kendini görür, ne de yaratılmışları görür. Kendisi çıktı aradan. Yoksa kendisi var iken görebilir mi? Göremez. Zira aslı zaten bir damla kerih su. O kerih suyu Allah-u Teâlâ bir maske haline getirmiş. O'nu görür, O'ndan görür, başka bir şey görmez. Kendisini bir maskeden ibaret olarak gördüğü gibi, kâinatın da bir maskeden ibaret olduğunu o zaman görür. En mühimi ise o zaman Yaratan ile yaratılmış olanların ayrı olduğu görülür. Çünkü yaratılanlar bir "Kün feyekün"den ibarettir. "Ol!" der, hemen oluverir.
İhlâs Sûre-i şerif'inin mazharı olan bir kimse; Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı görür, Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı bilir. Çünkü kendisi bir maske olduğu için Hazret-i Allah'ı bilemez. Maske de hükümsüz. Çünkü Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı görüyor, Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı biliyor, Hazret-i Allah ile söylüyor. Hazret-i Allah ile hemhâl oluyor, O'nunla görüşüyor, O'nun ile nefes alıyor. Kendisinin de kâinatın da maske olduğunu görüyor.
Siz bu hâle şaşmayın, bu böyledir. Fakat bu bir tecelliyât-ı ilâhidir.
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum'dur." (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)
Âyet-i kerime'sinde geçen "Hû" maskedir, yarattığı bütün mevcûdat da bir maskeden ibarettir. O yaratıyor, yarattıkları O'nunla kaimdir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Hiçbir göz O'na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O bütün gözleri ihata eder." (En'am: 103)
Kâinatın bir maske olduğunu bu Âyet-i kerime ile izah ve ispat ediyorum. Bilen ve anlayan için bu ilâhî beyan kâfidir.
O'ndan başka bir şey yok zaten, ötesi hep maske. İnsan bir maske olduğu için, bir elbise olduğu için O'nu idrak edemez. Yüz tane bin tane elbisen olsa seni bilebilir mi? Bilemez, çünkü elbisedir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir. Bu maske bütün mevcudâtı içine alıyor. Var olan O'dur. Herkes maskeyi görüyor, O'nu görmüyor. Allah-u Teâlâ kendi zâtı ile hayattadır, yarattıkları ise O'nun hayat vermesi ile yaşamaktadırlar.
Şimdi "Hû"nun maske olduğunu kavrayabildiniz mi? Şu kadar var ki maske olduğunu yüz defa da kavrasanız sözle kavrarsınız, Allah-u Teâlâ göstermedikçe hakikatini bilemezsiniz.
Maske Hazret-i Allah'ı bilemez, fakat Allah-u Teâlâ'nın maskeden daha yakın olduğunu görür.
Bir temsil verelim: Bir insanla giydiği elbisenin arası ne ise, Hazret-i Allah ile vücud elbisesinin arası öyledir.
Bir elbisenin giyindiği kişiyi tanıyamadığı gibi, bir bedenin de yaratanını tanıması mümkün değildir. Çünkü elbisedir. Kişinin düşüncesini elbise ne bilir? Allah-u Teâlâ'nın o kişi hakkındaki hükmünü de maske hiç bilmez! Maske çünkü. Fakat insanoğlu vücudunu bir şey zannediyor, Hakk'ı bilmediği için kendisini görüyor.
Bu hakikatler kemiğin iliği mesabesindedir. Hakikatin özüdür, sözü değildir. Kemiğe kadar herkes iner, iliğe inemez. Kemik ayrı şey, ilik ayrı şey.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektubat" adlı eserinde buyurur ki:
"Bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi o kabuğun özüdür." (317. Mektup)
Allah-u Teâlâ'nın göstermesi ile fakir bunu gözü ile görür, görür de öyle söyler. Hiçbir ilmim olmadığına göre, eğer Allah-u Teâlâ öğretmese bunu bilmek mümkün değildir. O bana bu ilimleri satır satır, nokta nokta öğretir ve gösterir. Evliyâullah'ın "Has ilmullah" diye tarif buyurduğu ilim işte budur. Zâtına mahsus bir ilimdir. Bu ilim bugün indi. Hakk'al-yakîn ilmin özü de budur. Görünen ve bilinen bir ilim değildir. Diğer ilimler bunun yanında sözüdür. Oraya inemediği için sözde kalmış. Yani kemikte kalmış, iliğe inememiş.
Buradan da anlaşılıyor ki ilmin özü Hâtem-i veliye verilmiş. Öz nedir? Hazret-i Allah. O özü biliyor, diğeri kabuğu biliyor. Öz ayrı, kabuk ayrıdır.
"Biz ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulan ilim işte budur, Allah-u Teâlâ ancak dilediği kadar duyuruyor.
Nitekim Şeyh'ül-Ekber Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûs'ül-Hikem" adlı eserinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir." (Sh: 43)
• Farz olan oruçlar: Ramazan ayı orucu, Ramazan ayı orucunun kazası, kefaret oruçları.
• Vacib olan oruçlar: Adak orucu, itikaf adağının orucu, bozulmuş olan nafile orucun kazası.
• Sünnet olan oruçlar: Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tuttuğu ve ümmetine de tutmasını emrettiği nafile oruçlar: Muharrem ayının dokuz ve onuncu veya on ve on birinci günü oruç tutmak.
• Müstehap olan oruçlar: Kameri ayların on üç, on dört, on beşinci günleri, pazartesi ve perşembe günleri, şevval ayında altı gün oruç tutmak...
• Mekruh olan oruçlar: Muharrem'in yalnız onuncu günü, yalnız cuma günü oruç tutmak, kocasının izni olmadan bir kadının nafile oruç tutması mekruhtur.
• Haram olan oruçlar: Ramazan bayramı'nın birinci günü ile Kurban bayramı'nın dört gününde oruç tutmak.
• Vücubunun Şartları: Müslüman olmak, akıllı olmak, büluğ çağına ermek.
• Edasının Şartları: Sağlıklı olmak, mukim olmak.
• Sıhhatinin Şartları: Hayız ve nifastan temizlik, niyet.
•
• Hiçbir özürü yok iken Ramazan orucunu tutmamak veya tutulan orucu bozmak haramdır.
• Oruçta niyet şarttır. Asıl niyet, insanın kalben oruç tutacağını bilmesidir. Gece sahura kalkmak da niyet sayılır. Dil ile de söylemek sünnettir.
• Ramazan orucu, zamanı belirlenmiş adak orucu ve nafile oruçların niyet zamanı, güneşin batışından başlayarak oruç günü istivâ vaktine yani güneşin tepe noktasına gelmesinden öncesine kadardır.
Ramazan orucunun kazası ile nafile oruçların kazası, kefaret oruçları ve mutlak adak oruçlarının niyetini tan yeri ağarıncaya kadar yani geceden yapmak gerekir. Ayrıca bu oruçları niyette belirtmek lâzımdır.
• Ramazanda her gün için ayrı ayrı niyet etmek gerekir.
Hastalık, yolculuk, hâmile ve emzikli kadınların oruçtan zarar görme korkusu, hayız ve nifas hâli, şiddetli açlık ve susuzluk, düşkünlük ve ihtiyarlık.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"(Oruç) sayılı günlerdir. Sizden kim o günlerde hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar." (Bakara: 184)
• Oruç tutmamayı mubah kılan özürlerin gündüz ortadan kalkması hâlinde, Ramazan ayına hürmet için, günün kalan kısmında yenilip içilmemesi gerekir.
• Şaban-ı şerif ve Ramazan-ı şerif aylarının yirmi dokuzuncu günleri hilâli gözetlemek farz-ı kifâyedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Şu halde sizden her kim o aya erişirse oruç tutsun." buyuruyor. (Bakara: 185)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Ramazan hilâlini gördüğünüz zaman oruç tutunuz, Şevval hilâlini gördüğünüz zaman iftar ediniz. Hava bulutlu olursa Şaban'ın sayısını otuza tamamlayınız." (Buhârî)
• Şaban-ı şerif'in yirmi dokuzuncu günü güneşin batışından sonra hilâl görülürse, ertesi günü Ramazan orucuna başlanır. Hava bulutlu veya dumanlı olup hilâl görülmüzse Şaban ayı otuz güne tamamlanır, diğer gün oruca başlanır.
• Şaban-ı şerif'in yirmi dokuzuncu gününden sonraki günün otuzu mu Ramazan-ı şerif'in biri mi olduğunda şüphe varsa bugüne yevm-i şek (şüpheli gün) denir. Bugün Ramazan orucu tutulmaz, Ramazan orucuna niyetlenmek mekruhtur, çünkü kesinlik kazanmamıştır. Nafile niyetiyle oruç tutulabilir.
• Şevval ayının hilâli Ramazan-ı şerif'in yirmi dokuzuncu günü güneşin batışından sonra araştırılır. Hilâl görülürse ertesi günü bayram yapılır. Görülmezse Ramazan-ı şerif otuza tamamlanır, diğer günü bayram yapılır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim de hasta olur veya yolculukta bulunursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez. Bu kolaylığı dilemesi, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı yüceltmeniz içindir. Umulur ki şükredersiniz!" (Bakara: 185)
• Ramazan orucuna niyet etmeyerek gündüz yemek-içmek.
• Ramazan orucundan başka bir orucu bozmak.
• Yenilip-içilmesi adet olmayan şeyleri bilerek yeyip-içmek. (çiğ pirinç, toprak, çakıl taşı, kâğıt, pamuk gibi)
• Makata fitil koymak, ilâç akıtmak.
• Buruna ilâç çekmek.
• Kulağa yağ, ilâç damlatmak.
• Bile bile genize duman çekmek. (Sigara gibi lezzet alınacak dumanlardan ise kefaret de gerekir.)
• Sahur vakti geçtiği halde, geçmedi sanarak yemek yemek, mukarenette bulunmak.
• İftar vakti gelmediği halde, geldi sanarak yemek yemek, mukarenette bulunmak.
• Bir defada çok miktarda tuz yemek.
• Dokunmakla veya elle oynamakla meni gelmesi.
• Boğaza kaçan kar tanesini istemeyerek yutmak. (İsteğiyle yutarsa kefaret gerekir)
• Şer'i bir şüphe üzerine orucu bozmak.
• Unutarak yedikten sonra, oruç bozuldu zannıyla bile bile yemek.
• Abdest alırken ağıza ve buruna alınan suyun hata ile boğaza kaçması.
• Zorla oruç bozmak.
• Mukim iken geceden niyet ettiği orucu, sefere çıkınca bozmak.
• Kadınlar tenasül uzuvlarının içine bir şey damlatmak, parmakları ile yaşlık salmak veya bez tıkamak.
• Büyük abdestten sonra temizlenirken makadın içine su kaçması.
• Makadın içine çubuk gibi, şırınga ucu gibi bir şey sokmak. Bu şey tamamen makadın içine girerse kaza gerekir, bir kısmı dışında kalırsa oruç bozulmaz.
• Mukarenette bulunmak. İki tarafı da gerektirir.
• Yenilip içilebilecek bir şeyi bile bile yemek ve içmek.
• Ağzına giren yağmur, kar ve doluyu yutmak. Çünkü ağzı biraz yummakla bunlardan korunabilir.
• Sigara içmek, enfiye çekmek.
• Azıcık tuz yemek, çünkü azında lezzet vardır.
• Karının, kocanın veya sevdiği bir kimsenin tükürüğünü yutmak.
• Son derece istekle zevcesine dokunmakla veya öpmekle inzal vaki olmadığı halde oruç bozuldu sanarak iftar etmek.
• Oruçlu olduğunu unutarak yemek, içmek, mukarenette bulunmak.
• Bakmak ve düşünmek suretiyle meni gelmesi.
• İhtilâm olmak.
• Cünüp olan kimsenin gusletmeyi sabah namazı vaktine kadar geciktirmesi. (Cünüp olarak üzerine güneş doğarsa günah olur.)
• Boğaza toz veya sinek kaçması.
• Dişleri arasında sahurdan kalan nohut tanesinden küçük bir şeyi yutmak.
• Boğazına gelen balgamı yutmak.
• Kulağa su kaçması.
• Elde olmayarak boğaza duman gitmesi.
• Ağıza alınan ilâcın tadının boğaza kaçması.
• Mideden gelen kusuntuyu geri almak.
• Göze ilâç akıtmak.
• İdrar yoluna ilâç veya su akıtmak.
• Çok az bile olsa kendi iradesi olmadan kusmak. Kendi isteği ile parmağını boğazına sokup ağız dolusu kusarsa bozulur.
• Orucu bozmaya sadece niyetlenmek.
• Ağız çalkalandıktan sonra ağızda kalan yaşlığı tükürükle birlikte yutmak.
• Diş çektirmek.
• Kan aldırmak veya Hacamat yaptırmak.
• Sahura kalkmak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sahur yemeğini tavsiye buyurmuşlar ve onda bereket olduğunu söylemişlerdir.
• Sahura kalkmak; teheccüd namazı kılmaya, zikrullahla, istiğfarla meşgul olmaya vesile olur. Sahuru geciktirmek de faziletlidir.
• Güneş batar batmaz namazdan önce acele olarak orucu bozmak.
İftarı açtıktan sonra namaz kılınabilir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"İftarda acele, sahûru imsak vaktine doğru geciktiriniz." (Tirmizî)
• Orucu hurma ile, bulunmadığında su ile açmak.
• İftar esnasında me'sur duâlardan okumak.
"Allahümme leke sumtu ve alâ rızkıke eftartü, ve aleyke tevekkeltü ve bike âmentü = Allah'ım! Senin için oruç tuttum, Senin rızkınla iftar ettim, Sana tevekkül ettim, Sana iman ettim."
• Lüzumsuz fazla lâf konuşmaktan sakınmak.
• Akrabalara, fakirlere yardımı ve sadakayı her zamankinden çok yapmak,
• İbadetleri arttırmak, Kur'an-ı kerim okumak, zikrullahla, Salât-ü selâm'la meşgul olmak.
• İtikafa girmek.
"Oruçlu olan kimse hurma ile iftar etsin, bulamadığı halde su ile iftar eylesin ki su temizdir." (Tirmizî)
• Mideye inmeyecek şekilde birşey tatmak.
• Özürsüz ve gereksiz yere birşey çiğnemek.
• Tükürüğü ağızda biriktirip yutmak.
• Nefsinden emin olamayan bir oruçlunun zevcesini öpmesi, okşaması.
• Nefsinden emin olsun olmasın, çıplak olarak sarılmaları, mekruhtur, buna fahiş mubaşeret denir. Dudaklarını emmesi de mekruhtur ki, buna da fahiş kuble denir.
• Oruçlunun kendisini oruç tutamayacak kadar güçsüz duruma düşürecek kadar ağır iş yapması.
Bu sayılanlar harama yakın mekruhtur.
• Gül ve misk gibi birşey koklamak.
• Kendisini zayıf düşürmeyecekse kan aldırmak.
• Misvak kullanmak.
• Su ile ağzını çalkalamak.
• Göze sürme çekmek.
• Nefsinden emin olmak şartıyla oruçlunun zevcesini öpmesi, okşaması.
Müslümanlara Allah-u Teâlâ'nın bir ikramı olarak Ramazan gecelerinde mukarenette bulunmak helâl kılınmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde hanımlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz. Allah sizin nefislerinize hiyanet etmekte olduğunuzu bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı." (Bakara: 187)
• Düşkünlükleri sebebiyle ölünceye kadar oruç tutamayacak kadar yaşlanmış olan veya iyileşmesi umulmayan sürekli hasta olan kimseler, tutamadıkları her orucun bedeli olarak bir fidye verirler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Oruç tutmaya gücü yetmeyenler ise, bir yoksul doyumu fidye verir. Kim kendi isteğiyle nafile olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." (Bakara: 184)
• Bir fidye bir fıtır sadakası karşılığıdır. Yani bir fakiri iki öğün doyurmaktır. Bunun karşılığı para olarak da verilebilir.
• Fidye veremeyecek kadar fakir olan kimseler ise Allah-u Teâlâ'dan mağfiret dilerler.
Ramazan ayının 28. günü Fıtır sadakası vâcip oldu. Resulullah Aleyhisselâm dellâl çıkararak ilân ettirdi.
Kays bin Sa'd -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zekât emri gelmezden önce bize fıtır sadakasını emretmişti." (Nesâî)
Nasıl ve ne kadar verileceğini de tayin etti.
Fakirlerin daha iyi şartlarla bayrama girmelerine vesile olması sebebiyle sosyal yönü de bulunan Fıtır sadakası; nisab miktarı malı bulunan, büyük küçük, kadın erkek, yaşlı genç, âilenin her ferdi için vâciptir.
Aslî ihtiyaçlardan başka en az nisab miktarı bir mala sahip olan her müslümanın vermesi vâcip olan ve yiyeceklerle takdir edilen bir sadakadır.
Fıtır sadakasının vâcipliği Ramazan Bayramı sabahı, sabah vaktinin girmesi ile başlar. Ancak bayramdan önce vermek câizdir. Böylece yoksullar bununla, bayram namazından çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bayramdan sonraya bırakılması ile bu sadaka düşmez, kaza edilmesi gerekir.
Nisabdan murad, 200 dirhem (561.2 gram) gümüş veya 20 miskal (80.18 gram) altın veyahut bunların kıymetlerine muâdil bir maldır.
Bunda nisabın büyüyücü, artıcı olması ve üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir.
Her zekât veren mükellefe fıtır sadakası vermek vâcip olduğu gibi, zekâtta nisaba girmeyen bazı mallara sahip olan kimselere de fıtır sadakası vâcip olur.
Meselâ bir kimsenin aslî ihtiyaçları dışında nisab miktarı değerinde fazla eşyası, ihtiyaç dışı ev ve arazisi olursa, bunların üzerinden bir yıl geçmese bile zengin sayılır. Fıtır sadakası vermesi gerekir. Çünkü bu sadakada nisab için ticaret niyeti aranmaz.
Fitre, verileceği yerler bakımından her durumda zekâtın benzeridir. Bir kimse eşine, anne-babasına, çocuk ve torunlarına fitresini veremez.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bayramın hikmet ve inceliklerini şöyle tarif ediyorlar:
"Bayramlar öyle bir sürûr, öyle bir sevinçtir ki, biz o bayramların kıymetini idrak edemiyoruz.
Çocuğun bayramı ayrı, annenin bayramı ayrı, babanın bayramı ayrı ayrıdır.
Çocuğun bayramı; giyecek, koşacak, tabanca atacak, para toplayacak, şeker alacak...
Hanımın bayramı; giyinecek, akrabasına gidecek, akrabası gelecek, sevinecek...
Babanın bayramı; çoluk çocuğunu giydirecek, yedirecek, gezdirecek, dost ve akrabaları ile görüşecek... Herkesin anlayışı ayrı ayrıdır.
Bir de mânen tekâmül etmişlerin bayramı vardır. Bu mevzuyu açmıyoruz, derindir. Şu kadar var ki; o gün bir sevinç günü olmasına rağmen, çok kıymetli Ramazan-ı şerif'in bitmesi, ona büyük üzüntü vermiştir.
Bayram gelmiştir, fakat af olup olmadığını bilmediği için sevinemez.
Bayramda çok incelikler vardır. İnsanın dostu ile, ahbabı ile görüşmesi, kaynaşması, sevişmesi, herkesin hatırını hoş tutması lâzımdır. O güne icabeden ne ki varsa yerine getirilmelidir."
• Müslümanlar için senede iki bayram vardır. Ramazan ve Kurban bayramları.
• Bu iki bayramın birinci günlerinde işrak vaktinde cemaatle bayram namazı kılınır.
İki rekâtlık bir namazdır. Diğer namazlardan farkı; birinci rekâtta "Sübhaneke"den sonra üç tekbir alınır. İlk iki tekbirde eller yanlara salınır, üçüncüde bağlanır. İkinci rekâtta rükûdan önce yine üç tekbir alınır, üçüncüde de eller yana bırakılır.
• Bayram günlerinde erken kalkmak, gusül abdesti almak, güzel koku sürünmek, en güzel elbise giymek, rastladığı din kardeşlerine karşı güler yüzlü ve sevinç içinde bulunmak, bol sadaka vermek, bayram gecelerini ibadetle ihyâ etmek müstehaptır.
• Ramazan bayramında namazdan önce hurma gibi tatlı bir şey yenilmesi, Kurban bayramında ise namaz kılınmadıkça bir şey yenilmemesi müstehaptır.
• Ramazan bayramında sessizce, Kurban bayramında ise açıkça tekbir getirilerek evden çıkılır, namazdan sonra mümkünse başka yoldan dönülür.
• Kurban bayramının Arefe günü sabah namazından itibaren, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar farz namazların sonunda teşrik tekbiri almak vâciptir.
Âlemlere rahmet olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çok şefkâtli, çok merhametli idiler. Bilhassa yetim, öksüz ve gariplere hiç dayanamazdı. Bir bayram sabahı Hane-i saadetleri'nden çıktılar.
Yol üzerinde bayramlıklarını giymiş neşe ile oynayan çocuklar gördü. Bu esnada bir çocuk daha gördü ki kenarda mahzun şekilde ayakta duruyor ve ağlıyordu.
Onun yanına gitti. Mübarek elleriyle başını okşayarak;
"Yavrum, seni böyle ağlatan nedir" diye sordu.
Çocuk;
"Benim babam Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile gittiği bir gazada şehit oldu. Annem başka biriyle evlendi. O da hayırsız çıktı evimi aldı, malımı yedi. İşte gördüğünüz gibi çıplağım, açım, hüzünlü ve muhtaç duruma düştüm. Bayram günü çocukların böyle gülüp oynadığını görünce üzüntüm tazelendi, ağladım!" dedi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çocuğa şöyle buyurdular:
"Yavrum! İster misin baban ben olayım? Âişe annen olsun, Fatıma ablan, Ali amcan, Hasan ve Hüseyin kardeşlerin olsun ister misin?"
Çocuk; "Aman yâ Resulullah! Nasıl istemem, çok isterim." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz o şehit çocuğunu Hane-i saadetleri'ne götürdüler.
Yemek yedirdi, bayramlık elbiseler giydirdi. Daha sonra Hane-i saadetleri'nden çıkan çocuk koşarak arkadaşlarının yanına geldi.
Arkadaşları; "Az evvel ağlıyordun, şimdi neden sevinçlisin?" dediler.
Çocuk onlara şöyle dedi:
"Demin çıplaktım; şimdi giydirildim. Demin babasızdım; şimdi Resulullah babam oldu. Âişe annem oldu, Fatıma ablam, Ali amcam, Hasan ve Hüseyin kardeşlerim oldu. Ben sevinmeyim de kim sevinsin?"
Bunun üzerine diğer çocuklar gıpta ederek; "Keşke bizim babalarımızda şehit olsalardı!" dediler.
İslâm'ın beş temelinden birisi olan Zekât, hicretin ikinci yılında Ramazan'dan ve Fıtır sadakası'nın vacip kılınışından sonra farz kılınmıştır. Zekât'ın toplanması hakkındaki hükümlerin düzene konması ise zamanla olmuştur.
Zekât, zengin müslümanların yıldan yıla belli ölçüsüne göre mallarının bir kısmını Zekât niyetiyle ayırıp lâyık olanlara vermelerinden ibaret mâli bir ibadettir. Kur'an-ı kerim'de otuz iki yerde namazla birlikte anılmıştır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O halde Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin." (Müzzemmil: 20)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde namaz kılmayı emrettiği her Âyet-i kerime'de zekât vermeyi de emir buyurmuştur:
"Namazı kılın, zekâtı verin. Allah'a sarılın." (Hacc: 78)
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde müslümanların din kardeşliğinin zekât vermekle mümkün olacağını beyan buyurmaktadır:
"Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir." (Tevbe: 11)
Allah-u Teâlâ farz kıldığı sadakaya, kalbi temizlediği için, temizlik mânâsına gelen zekât ismini vermiştir.
Eğer meşru surette bir servete sahip olursa, bunun kıymetini bilmeli, zekâtını ve sadakasını vererek Allah'u Teâlâ'ya fiilî şükürde bulunmalıdır.
Zekât günü gelince kuruşuna kadar verilmeli, fakirin hakkı geciktirilmemelidir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Onların mallarından sadaka (zekât) al ki, bununla kendilerini temizlemiş, bereketlendirmiş olasın." (Tevbe: 103)
Zira zekât ve sadaka, kişilerin kalbini cimrilik, hırs, tamah... gibi kötülüklerden korur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Zekâtı vermek suretiyle malınızı muhafaza ediniz. Fakirlere sadaka vererek hastaları tedavi ediniz. Duâ ve tazarru ile belâ ve musibetleri reddediniz." (Münavi)
Hazret-i Allah bize vermiş, bizim de vermemiz gerekir. Verilen şeylerle insanın malı eksilmez. Biz cahil insanlarız, vermekle azalacağını zannederiz.
Zekât veren bir insan; "Allah'ım! Bana verdiriyorsun, dileseydin aldırırdın, sana şükürler olsun." diye de şükretmelidir.
Zekât dinde zengin sayılan erkek ve kadın her müslümanın, zekâtı hak eden bir kısım müslümanlara sırf Allah rızası için senede bir kere malının muayyen bir miktarını vermesidir.
"Cenâb-ı Allah zekât vermeyenlerin imanını da namazını da kabule şâyân buyurmaz." (Münâvî)
"Malının zekâtını vermeyen kıyâmet gününde cehennem ateşindedir." (Câmiu's-Sağîr)
"Fâiz yiyenlerle zekât vermeyenleri cehennem ateşi ile müjdele." (Münavî)
Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki; zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu hakkı sahibine veren kimse, Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasbetmiş olur.
İslâm'da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise zekâttır.
Zekât ibadeti birçok Âyet-i kerime'lerde namazla birlikte emredilmiştir:
"Namazı kılınız, zekâtı veriniz." (Bakara: 110)
Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. "Namaz İslâm'ın direğidir" Namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise: "İslâm'ın köprüsüdür" Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar emirlerden sonra yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ'nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde, zekâtı İslâm'ın beş temel esasından birisi saymıştır.
Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, âhirette ise azaptan kurtulmuş olunur.
Zekât, malı temizlediği için bu ismi almıştır. Kuyudan su çektikçe yerine su geldiği, budanan bağların daha çok üzüm verdiği gibi, zekât da malı hem temizler hem de bereketlendirir. En mühimi ise, emr-i şerif yerine gelmiş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz." (Rûm: 39)
Allah-u Teâlâ o kazanca bereket vermediği için artar gibi görünür, fakat yerinde kalmadığı gibi gün gelir sermayenin altına düşer veya tamamen elden çıkar.
"Fakat Allah'ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, o böyle değildir." (Rûm: 39)
Zekât İslâm'ın köprüsü olduğu içindir ki, o köprüden geçenler Allah-u Teâlâ'nın lütuf rızâsına nâil ve dahil olurlar.
"O zekâtı veren kimseler (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır." (Rûm: 39)
Bu artışın herhangi bir sınırı düşünülemez. İyiliklerinin karşılığı kat kat verilecek kimseler bunlardır.
Zekât fakirlerden önce zenginlerin menfaatinedir. Çünkü hem kat kat sevap kazanıyorlar, hem malları bereketleniyor, hem de malları zekâtla korunmuş oluyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Zekâtı vermek suretiyle malınızı muhafaza ediniz." (Münâvî)
Buyurarak, malın korunmasını zekâta bağlamışlardır. Zekât malın sigortasıdır.
Zekât farz olan bir vergi, sadaka ise gönülden kopan bir yardımdır. Zekât farizasını yerine getirmekle sadakadan kurtuluş olmayacağı gibi, sadaka vermekle de zekât emri yerine getirilmiş olmaz.
Zekât verenler Kur'an-ı kerim'de övülmektedir:
"Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler." (Bakara: 3)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"O müşrikler ki, zekâtlarını vermezler ve ahireti de inkâr ederler." (Fussilet: 7)
Buyurularak, zekât vermemenin ahireti inkâra alâmet olduğu anlaşılmaktadır.
İnsanın kazandığı malı zekât nisabına ulaşırsa, zekât farz olduğu gibi topraktan alınan her türlü mahsülden, ağaçlardan alınan her türlü meyveden zekât vermek de farzdır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Her biri mahsül verdiği zaman ürününden yiyin. Hasat zamanı devşirildiği gün ve toplandığı gün de hakkını verin." buyuruluyor. (En'âm: 141)
İlâhî bir emir ve hüküm olan öşür bugün bilinmiyor, bilinse de verilmesi ihmal ediliyor. Halbuki vermeyenler haram yemiş ve dolayısıyla günahkâr olmuş oluyorlar.
Bütün bölücüler hep kendileri için çalıştılar, çalışıyorlar. Din-i İslâm için değil, isim için çalışıyorlar. Bu din ve vatan bölücüleri Allah-u Teâlâ'nın emri olan zekâtı, öşürü, infâkı hem zorla topluyorlar, fakirin hakkını gasp ediyorlar, hem de aldıklarını da gerekli yerlere kullanmıyor, fakire ulaştırmıyorlar. Bu bölücüler, Cenâb-ı Hakk'ın muradı olan sosyal adalete mani oluyorlar, emanetleri kendi menfaatleri icabı kullanarak fakirin, ihtiyaç sahibi olanların hakkına el koymuş oluyorlar.
"Yâsin Sûre-i şerif'inin 21. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruluyor:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime mucibince para toplayanların doğru yolda olmadığını Cenâb-ı Hakk bildirdiği halde, ya doğru yolda imiş gibi göstermek isteyenlerin durumu ne olacak?
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Binaenaleyh kim ki para topluyorsa doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder.
Bu para toplayanlar, bu Âyet-i kerime'ye iman etmiş değillerdir. İman edenlere ise bu Âyet-i kerime kâfidir. Çünkü hepsi eğri yoldalar, hepsi soyuyor, yoluyorlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Onlara de ki: 'Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim Allah'a âittir. O her şeye şâhiddir." (Sebe: 47)
Ve fakat, dini dünyaya âlet edenler, sofrada yemek için dâvet ederler ve orada halkı kaz gibi yolarlar, soyarlar. Bunu, her bölücü yapıyor.
Cemiyet içinde utandırarak evini, arabasını, parasını, elindeki avucundakini alırlar. Senet imza ettirirler. Oturduğu evi, bindiği arabasını, icra yolu ile alırlar. Hepsi faizle iştigal ederler.
Kimisi banka kurar, küfrünü açık ilân eder. Kimisi vaaz vereceğiz diye, gelenleri soyarlar.
Allah-u Teâlâ para istemeyi yasakladığı gibi, aynı zamanda bu paralar nereye harcanıyor? Hem istiyorlar, hem de zekât ve fitre diye toplanan paralar fakire ulaştırılmıyor. Oysa talebelerden de para alınıyor. Hem de kendilerini müslüman imiş gibi göstermek isterler.
Kim ki bunların toplantısına dahil olursa, bunlara para verirse;
"Fasığa ikram eden İslâmiyet'in yıkılmasına yardım etmiş olur." (Münâvi)
Hadis-i şerif'i mucibince İslâm dininin yıkılmasına yardım etmiş sayılır.
Hadis-i şerif'te:
"Onların dinleri para olacak." buyuruluyor. (Münâvi)
Bu perdenin altında her türlü soygunu ve dilenciliği yapıyorlar. Hem talebelere yardım adı altında, onları âlet ederek zekât, öşür, fitre, kurban derisi... topluyorlar, hem de ayrıca talebelerden para alıyorlar. Halk da hâlâ onları müslüman zannediyor.
...
Çocukları alet edip hem dilencilik yaptırıyorsunuz menfaatiniz için, aynı zamanda çocuklardan da para alıyorsunuz.
İslâm'mış gibi görünerek soygun, gasp ve dilencilik yapıyorsunuz. Saf ve temiz insanların kanını emiyorsunuz.
Bunların hangisi İslâm dini ile bağdaşır? Bütün bu icraatlarınızı İslâm dini yasak etmiştir."
İşte görüyorsunuz bunlar fakirin hakkını gasp ediyorlar. Bu gerçekten büyük zulümdür. Böylece hem emanete hıyanet ediyorlar, hem de gadâb-ı ilâhiye düçar oluyorlar.
Din ve vatan bölücülerine yardım eden dinin, vatanın yıkılmasına yardım etmiş sayılır. Bunlara zekât veren, vermiş sayılmaz. Zekâtı verilmiş sayılmayacağından tekrar vermesi icab eder.
Bir de tarikat zekâtı vardır. O ise ahiret fakirlerine, ahiret geçitlerinde lâzım olacak uhrevî bilgilerini vermektir. O onun hakkıdır.
Hakikat ehli, sevabını da onlara bağışlar. Onlar müflistir. Ne iyilikleri ne de sevapları vardır. Onlarda hiç sermaye bulunmaz. Yok ki olsun...
Hâlin güzel olacak, kâlin güzel olacak, fiilin güzel olacak, giyinişin güzel olacak, bilhassa istikametin güzel olacak. Hiçbir söz söylemesen bile, karşıdaki baktığı zaman ibret alacak, yolunu düzeltecek.
Sonra helâl lokma ile hikmet husule gelir, hikmetle konuşur, karşıdakine tesir eder. Yapmadığın bir işi söylemek yersiz, çünkü sen yapmıyorsun ki karşıdaki yapsın. Bir insan yaşayacak, yaşadığını tebliğ edecek, Allah-u Teâlâ murad ederse ona hidayet lütfedecek, aşı tutacak. Aşı tuttuğu zaman nasibini alır.
Sonra mülâyim, tatlı, güzel sözlerle söz söylemek. Ne söyleyecek? Ya Âyet-i kerime'den, Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; ya Hadis-i şerif'ten, Resulullah Aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yahut ki filân zât şöyle buyuruyor. Oradan konuşacak, kendinden konuşmayacak. Ki nasihat yerine gelsin. O kelâmı işitsin, işitsin ki Cenâb-ı Hakk iman tohumunu kalbe ekerse yavaş yavaş kök salar, neşv-ü nemâ bulur, imanlı bir ağaç olur. Bu sefer meyve de verirse, beşeriyet istifade eder. Kuru sözle olmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır!"
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri de buyururlar ki:
"Bizim yolumuz sohbet yoludur."
Ağaç sulama ile, insan sohbet ile yetişir. Bunun için sohbetten ayrıldığı anda şeytan kapar ve götürür. Onu bir süre basit bir şeyle oyalar ve böylece onun bütün ebediyetini götürür. Ona çeşitli vaatlerde bulunur, dünyayı süslü gösterir, öleceğini hatırlatmaz ve bu yüzden onu bulunduğu yerden alır, oyalar, oyalar sonra çukura atar. Çukurdan sonra cehenneme gider.
Allah'ım korusun. Onun için iyi arkadaş insanı çeker, kaldırır, götürür, selâmete erdirir. Bunun için sâlih arkadaşa ihtiyaç var.
Onların gayesi Hakk'tır, Hakk'la olmaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Her asırda benim ümmetimden sâbikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inâyet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla def ve ref olur." (Nevâdirül-usûl)
Bunlar yüz senede bir gönderilirler. Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, ehl-i arza vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vazgeçer.
Dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da böyledir.
Bunlara cennette melekler "Bize mizan'ı, sıratı anlatır mısınız?" diye sorduklarında onlar da "Hayır biz böyle bir şey görmedik." derler.
Hazret-i Musâ Aleyhisselâm'a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kullarına da cehennemin üstüne yol yapar.
Demirci Hazretleri'nin münâcâtını bir düşünün. "Benim vücudumu o kadar büyült ki, cehenneme yalnız ben gireyim, başka ümmet-i Muhammed'den kimse girmesin." diye niyâz ediyor.
Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sirruh- Hazretleri kutbiyetin kime verildiğini merâk ettiğinde Allah-u Teâlâ onu Demirci Hazretleri'ne göndermişti. Bu sözü kendisinden işitince "O zaman anladım ki bunlar ümmetim ümmetim diyen âşıklardanmış, nefsim nefsim diyenlerden değilmiş." buyurdular.
Bu âşıklar kıyamete kadar devam eder, sadece Demirci Hazretleri'ne mahsus değildir.
Bu bir esrâr-ı İlâhi'dir. Bu gibi kimseler yarın mahşerde ümmet-i Muhammed'e köprü olur. Onların yüzü suyu hürmetine yer içersiniz de bilmezsiniz. Allah-u Teâlâ onların sebebi ile belâ ve musîbetleri kaldırır bilmezsiniz, cehennemi görmeden sırat köprüsünü geçersiniz de bilmezsiniz.
Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri de insanları son derece sever, onlara karşı engin merhamet ve şefkat taşırdı. Bir defasında bu duygusunu "Allah'ım! Beni cehenneme at, vücudumu o kadar büyüt ki, cehennemde başka birini koyacak yer kalmasın!" sözü ile açığa vurmuştu.
Çünkü onlar Cenâb-ı Hakk'ı tercih etmişlerdir.
"Zekât verilecek sekiz sınıf Kur'an-ı kerim'de belirlenmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Tevbe: 60)
Allah-u Teâlâ her şeyi ve herkesin durumunu, derecesini, neye hakkı olup neye olmadığını bilir. Her şeyi yerli yerine koyar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Yemen halkına vali olarak gönderdiği Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-e şu talimatı vermiştir:
"Onları, Allah'tan başka tapacak ilâh olmadığına ve benim Allah'ın elçisi olduğumu tasdik etmeye çağır. Bunu yaparlarsa, Allah'ın her gün beş vakit namazı farz kıldığını onlara bildir. Bunu da yerine getirirlerse, Allah'ın onlara zenginlerinin mallarından alınacak ve yoksullara dağıtılacak zekâtı farz kıldığını bildir." (Buhari. Tecrid-i sârih: 686)
Zekât verilmeye hak kazanan sekiz sınıf:
Sahip olduğu malı ve elindeki parası nisap miktarını doldurmayan muhtaç kimselerdir. Bu gibi kimselere, meskenleri de olsa iş ve güçleri de olsa zekât verilebilir.
Nice fakirler vardır ki zengin görünümündedirler, muhtaç durumda olduklarını gizlerler.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları simâlarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara: 273)
Bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır.
Günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı derecede düşkün kimseler.
Bir Âyet-i kerime'de onlar için:
"Yere serilmiş miskin." (Beled: 16)
İfadesinin kullanılması, bu gibi kimselerin son derece yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunduklarına işaret etmektedir.
Miskinlik, fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak mânâsına gelir. Dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir.
Hasılı, zekât herşeyden önce fakirler ve düşkünler içindir.
Bunlar zekâtları toplamak için görevlendirilen memurlardır. Tahsildarların, kâtiplerin, koruyucuların, hâsılı bütün bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu zekâtlardan ücretleri verilir. Onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin ihtiyaçları yönünde yapılmaktadır.
Günümüzde ise zekât memuru yoktur.
Bunların yerini şimdi cep cihatçıları almıştır. Müslümanın yolunu kesiyorlar, fakirin lokmasını ağzından alıyorlar. Bu haramdır. Bunu bilin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke'nin fethinde yeni İslâm'a girmiş bazı kimselere zekâttan pay vermiştir. Bunların içinde henüz İslâm'a girmeyenler de vardı.
Bunlardan bazıları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında yine zekâttan hisse almak için geldiklerinde Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Bu, Resulullah Aleyhisselâm'ın sizi İslâm'a ısındırmak için verdiği bir şeydi. Bugün ise Allah dini, size ihtiyaç olmayacak derecede yükseltti." buyurdu. Başta Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmak üzere bütün Ashab-ı kiram bunu muvafakat ettiler.
Gerek kölenin bizzat kendisine, gerekse köleyi satın alıp azad edecek kimseye verilebilir.
Fakat günümüzde bu sınıf fiilen bulunmamaktadır.
Borcu yüzünden darda bulunan kimseye zekât vermek, borçsuz fakire vermekten daha faziletlidir.
Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği fâiz, içki, kumar gibi haramları işleyerek borçlu düşenlere asla zekât verilmez.
Bir insan var işi bozulmuş, borçlu düşmüş, hanesi kalabalık borçlu düşmüş... Bu gibi kimselere zekat vermek çok faydalıdır. Borçtan, esaretten kurtulmuş olur.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; borcun zillet olduğunu, gündüz rahatlık vermeyeceğini, gece de uyku uyutmayacağını beyan buyurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'ya itaat ve hayır yolunda bulunan herkes, ihtiyaç sahibi ise bu sınıfa girer. Böylece Allah yolunda cihad eden ve hayır işlerine koşturan kimseler desteklenmiş olur.
Allah için ilim öğrenen kimseler de bu sınıfa girerler.
Bunu da cepçiler öyle istismar ediyorlar ki!.. Sanki kendileri Allah yolunda imişler gibi topluyorlar.
Kendi memleketlerinde zengin de olsalar, yolculuk sırasında muhtaç duruma düşenlere, gideceği yere ulaştıracak kadar zekât verilebilir. Ancak böyle bir yolcunun, mümkünse zekât yerine borç alması daha hayırlıdır.
• Bir kimse zekâtını bu belirtilen sınıflardan herhangi birine verebileceği gibi, ikisine üçüne veya hepsine dağıtabilir.
Zekât yakınlık sırasıyla önce yakın akrabaya, erkek kardeşlere, kız kardeşlere ve bunların çocuklarına, amca-hala ve bunların çocuklarına, dayı ile teyzeye ve bunların çocuklarına, sonra diğer yakın akrabalara, komşulara, meslektaşlara, bulunduğu mahalle, kasaba ve şehir fukarasına, sonra diğer şehirlerdeki müslümanlara verilmesi daha sevablıdır.
Aynı zamanda aldığı parayı isyân ve israf yolunda sarfedecek olan kimselere vermemek, fukaranın işine yarayacak surette vermek, borçlu olanları borçlu olmayanlara tercih etmek efdâldir.
Allah-u Teâlâ'nın emri budur, nizam-ı İlâhî budur. Bu nizam-ı İlâhî'yi bozmak isteyenler ise, Allah-u Teâlâ'nın kitabına göre değil de kendi kitaplarına göre hüküm veriyorlar.
Fakirin lokması ağzından alınıp binaya zinâya verilmez. Niçin ikisini eşit tuttuk? Binaya zekât alan, zinâya da harcar.
Partiye-pırtıya verilmez. Partiye alan adam, kendisine de, zevk ve safâsına da harcar. Çünkü o da haram, o da haram.
Bunu yapanlar iyi bilsinler ki Hazret-i Allah'ın hükmünü bozmaya ve değiştirmeye çalışıyorlar. Böylece Hazret-i Allah ve Resul'ünün hükümlerine karşı geliyorlar, Hazret-i Allah'ın hükmünü beğenmiyorlar. Bunların Hazret-i Allah ile ne irtibatı olur?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan birçok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır." (Buhârî. Tecrid-i sarih: 1294)
Hazret-i Allah'ın nehyettiği işleri yaparken borçlu düşen kimseye de, aldığı parayı isyan ve israf yolunda sarfedecek olan kimselere de zekât verilmez.
Bankaya girmiş, fâize dalmış, içki içmiş, kumar oynamış, bu menhiyatlardan ötürü borçlu düşmüş kimselere de zekât verilmez.
Beytül-mal ismi altında topladıkları, sahte imamlara da zekât verilmez.
Veren bir daha vermek zorundadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Malının zekâtını zekât düşmeyen kimseye veren, zekât vermemiş gibi olur." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Çok iyi bilinsin ki bu gibi kimselere zekât verenler soyulmuşlardır. Hazret-i Allah'ın indinde makbul değildir.
"Efendim verdim!" Hayır vermedin. Sen vermiş sayılmıyorsun, tekrar vereceksin!
Binaenaleyh; zekât verecek kimseler, yerini arayıp bulmaları gerekir.
Ensâr'dan Sâlebe bin Hâtıb adında bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek: "Yâ Resulellah! Bana mal vermesi için Allah'a duâ et!" dedi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Yâ Sâlebe! Yazık sana! Şükrünü yerine getireceğin az bir mal, şükrüne güç yetiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurdu.
Bir başka seferinde yine söyleyince şöyle buyurdu:
"Yâ Sâlebe! Peygamber'in gibi olmaya râzı değil misin? Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şayet ben dağların altın ve gümüş akıtmasını isteseydim, mutlaka akıtırlardı."
Sâlebe ise isteğinde ısrar ederek şöyle dedi:
"Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer bana mal vermesi için Allah'a duâ edersen, O da bana mal verirse, her hak sahibine mutlaka hakkını vereceğim."
Nitekim onun hakkında inen Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlardan kimi de: 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız.' diye O'na kesin söz verdiler." (Tevbe: 75)
Sâlebe sürekli olarak Resulullah Aleyhisselâm'a bu husus için başvurmaktan geri durmuyordu.
Sonunda Resulullah Aleyhisselâm:
"Allah'ım! Sâlebe'ye mal ver!" diye duâ etti.
Sâlebe önce bir koyun edindi. Koyundan kurtçuklar gibi çok sayıda kuzular türedi. Kısa sürede sürüsü o kadar çoğaldı ki, Medine-i münevvere dar gelmeye başladı. Oradan dışarı çıkıp, Medine vâdilerinden bir vadiye çekildi. Artık mallarıyla uğraşıyordu. Nihayet öğle ve ikindi namazlarını cemaatle kılmaya, diğerlerini terketmeye başladı. Sürüleri daha da çoğalınca Cuma namazını ve cemaati terketti.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün: "Sâlebe ne yapıyor?" diye sormuş, Ashâb-ı kiram durumunu haber verdiklerinde üç defa: "Yazık oldu Sâlebe'ye!" buyurmuştu.
Sonra Allah-u Teâlâ:
"Onların mallarından sadaka al!" (Tevbe: 103)
Âyet-i kerime'sini indirdi, ayrıca zekâta âit farizalar nâzil oldu.
Resulullah Aleyhisselâm birisi Cüheyne kabilesi'nden, diğeri Süleym kabilesi'nden olmak üzere iki kişiyi müslümanlardan zekât almaları için memur olarak gönderdi. Nasıl zekât alacaklarına dair de ellerine yazı verdi. Onlar da gittiler, nihayet Sâlebe'nin yanına geldiler, ona Resulullah Aleyhisselâm'ın yazısını okudular. Emr-i nebevî'yi işiten Sâlebe:
"Bu istediğiniz cizyeden, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir, bilmiyorum bu nedir?" dedi.
Onlar da ayrılıp gittiler, Süleym oğulları'ndan olan kişiye vardılar, durumu bildirdiler. O da develerinin en iyisini zekât olarak ayırdı. Deveyi aldılar, sonra diğerlerine uğrayıp zekâtlarını almaya devam ettiler, tekrar Sâlebe'ye geldiler. O ise yine aynı şeyleri söyledi, vermekten imtina etti.
Memurlar Huzur-u nebevî'ye geldiklerinde, daha onlar bir şey söylemeden "Yazık Sâlebe'ye!" buyurdu, Süleym oğulları'ndan zekâtını veren zâtın malına bereket girmesi için duâ yaptı.
Bu arada mezkur Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Allah onlara lütfundan verince, onda cimrilik edip yüz çevirdiler, sözlerinden döndüler." (Tevbe: 76)
Sâlebe'nin akrabasından biri Resulullah Aleyhisselâm'ın yanında bu Âyet-i celile'yi işitince, gidip Sâlebe'ye haber verdi. "Yazık sana ey Sâlebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle âyet indirdi." dedi.
Durumu öğrenen Sâlebe, vermesi gereken zekâtını yanına alarak Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna geldi, zekâtının kabul buyurulmasını istedi. Resulullah Aleyhisselâm:
"Allah senin zekâtını almamı yasakladı." buyurdu.
Sâlebe'nin başına toprak saçmaya başlaması üzerine Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Ben sana vaktiyle emretmedim mi? Sen ise bana itaat etmedin."
Zekâtını vermekte ısrar etmesine rağmen kabul edilmeyince evine çekildi. Halife olduğunda zekâtını Hazret-i Ebubekir -radiyallahu anh-e götürmüşse de kabul etmemiş:
"Onu senden Resulullah Aleyhisselâm kabul etmedi." buyurmuş, vefatına kadar da almamıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de aynı yolu izlemiş, onun zekâtını kabul etmemişti. Ve Sâlebe, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında ölmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'a verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için, Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak sokmuştur." (Tevbe: 77)
Bu durumda Sâlebe mürted kabul edilerek irtidat hükmü uygulanmamış, fakat müslüman olduğu da tasrih edilmemiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kim ki Allah kendisine mal verir, o da malın zekâtını vermezse, zekât verilmeyen mal kıyamet gününde mat zehirli, iki boynuzlu, gözleri kuru üzüm tanesi gibi bir ejderha olup, sahibinin boynuna dolanır, avurtlarını ağzı ile tutar, sonra ben senin malınım, ben senin hazinenim der." buyurdu ve şu Âyet-i kerime'yi okudu:
"Allah'ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler, hiçbir zaman onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (Âl-i imrân: 180)
Kulların mülkiyetinde olan her şey gerçekte Allah-u Teâlâ'nındır, müstakilen O'nun mülküdür. Bunlara sahip olanların hakiki mülkleri yoktur, kısa bir müddet için verilmiş birer emanettir. Herkes şu kısa ömür içinde kendisinin olduğunu zannettiği serveti, gün gelecek bırakmak zorunda kalacaktır. Sonra hepsi O'na dönecektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Deve (kıyamet) gününde bugünkü şeklinden daha güçlü ve kuvvetli bir halde sahibine gelir. Zekâtı verilmedi ise sahibine musallat olup tabanlarıyla onu çiğner.
Zekât verilmeyen koyun da gayet semiz ve kuvvetli hâli ile gelerek sahibine musallat olup tırnaklarıyla onu çiğner, boynuzlarıyla da süser.
Sakın sizden biriniz, kıyamet gününde omuzuna zekâtını vermediği koyununu yüklenip avaz avaz bağırarak ve: 'Yâ Muhammed!' diye imdat isteyerek bana gelmesin. Ben ona: 'Bugün seni kurtarmak için hiçbir yetkiye sahip değilim, dünyada ben sana hükm-ü ilâhî'yi ulaştırdım.' diye cevap veririm.
Deveyi yüklenerek gelip de: 'Yâ Muhammed' diye feryad etmesin. 'Bugün seni kurtaramam, ben sana hükm-ü ilâhî'yi ulaştırmıştım.' diye cevap veririm." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 690)
(Bu konuda geniş bilgi için muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Kalblerin Anahtarı" külliyatından "İslâm İlmihali" isimli kitabının 224-246 sayfaları arasına bakabilirsiniz.)