Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - MÜLK SÛRE-İ ŞERİF'İNİN TEFSİRİ - Ömer Öngüt
MÜLK SÛRE-İ ŞERİF'İNİN TEFSİRİ
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Şubat 2024

 

"Mutlak Hükümranlık Elinde Olan Allah, Yüceler Yücesidir. Ve O'nun Her Şeye Gücü Yeter. O Hanginizin Daha Güzel Amel İşleyeceğinizi İmtihan Etmek İçin Ölümü ve Hayatı Yaratandır.
(Mülk: 1-2)

"Görmedikleri Halde Rabb'lerinden Korkanlar Var Ya! İşte Onlar İçin Mağfiret ve Büyük Mükâfat Vardır.
(Mülk: 12)

"Gökte Olanın Sizi Yere Batırıvermeyeceğinden Emin mi Oldunuz? O Zaman Yer Sarsıldıkça Sarsılır. Gökte Olanın Üzerinize Taş Yağdırmasından Emin mi Oldunuz?"
(Mülk: 16-17)

"Kur'an'da Bir Sûre Otuz Âyet Olup, Sahibi (Yani Okuyucusu) Bağışlanıncaya Kadar Onun İçin Şefaat Eder. O Sûre 'Tebârekellezî Biyedihil-Mülk'tür.'" (Hadis-i Şerif)

MÜLK SÛRE-İ ŞERİF'İNİN TEFSİRİ

 

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr: 18)

"Bu Âyet-i kerime umuma hitaptır. İki kere aynı Âyet-i kerime içinde; "Allah'tan korkmamız" emredilmektedir. Hakikaten Allah-u Teâlâ'dan çok korkmak lâzım.

Dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın Hakk'ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Kalanla giden arasında bir gün fark vardır. İşte geldik, işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz, yarın alttayız. Bugün yataktayız, yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz. Çünkü her gelecek yakındır.

Orada "Eyvah!" demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin yaratıldığımızı ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek ebedî bir hayat kazanılmış olacak.

Kabir için hazırlanmak lâzımdır." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh)

 

Tamamı Mekke döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; otuz Âyet-i kerime, üç yüz otuz beş kelime ve bin üç yüz on üç harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ'nın mülk ve saltanatından, bütün mülkün O'nun kudret elinde bulunduğundan ve mülkünde mutlak tasarruf sahibi olduğundan bahsetmekte ve böylece "Mülk" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmaktadır.

Bu Sûre-i şerif'e ayrıca "Koruyucu" mânâsına gelen "Vâkiye" ve "Kurtarıcı" mânâsına gelen "Münciye" isimleri de verilmiştir. Çünkü bu Sûre-i şerif, kendisini okuyanı kabir azabından kurtarır.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Bu sûre (kabir azabına veya kabir azabına sebeb olan günahlara karşı) engeldir. Bu sûre kurtuluş sebebidir, kişiyi kabir azabından kurtarır." (Tirmizi: 2892)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"Kur'an'da bir sûre otuz âyet olup, sahibi (yani okuyucusu) bağışlanıncaya kadar onun için şefaat eder. O sûre 'Tebârekellezî biyedihil-mülk'tür.'" (İbn-i Mâce: 3786)

Bu Hadis-i şerif Mülk Sûre-i şerif'inin kabirde veya ahirette, okuyucu için şefaatçı olacağına delâlet eder. Onun içindir ki her gün yatsı namazından sonra veya yatmadan önce okumayı itiyat haline getirmelidir.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde ise:

"Her kim bu sûreyi bir gecede okursa, çok kazanmış ve iyi (bir iş) yapmış olur." buyuruyorlar. (Hâkim)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Secde ve Mülk sûrelerini her gece okurdu. Yolculukta olsun, ikamet halinde olsun bunları okumayı bırakmazdı." (Tirmizî)

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olan Âyet-i kerime'ler çoğunlukla İslâm inancını gönüllere yerleştirme hususlarını ele almaktadır. Mülk Sûre-i şerif'i de Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametine, ulûhiyetine ve vahdâniyetine dâir hüccet ve deliller getirmekte; sonra da öldükten sonra dirilmeyi ve haşri inkâr eden yalanlayıcıların âkıbetlerini açıklamaktadır.

 

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i şerif; mülk ve saltanatın Allah-u Teâlâ'nın kudret elinde olduğunu ve yarattığı varlıkları ilâhî murakabası, kontrolü altında tuttuğunu açıklayarak başlamaktadır.

Dünyanın bir imtihan sahnesi olduğu, ölümün ve hayatın yaratılmasının sebeb ve hikmetinin imtihandan geçmek olduğu, burada Allah-u Teâlâ'nın beğendiği ve râzı olacağı işler yapıldığı takdirde dünya saâdetine âhiret selâmetine erişileceği bildirilmektedir.

Kâinat düzeninde kusursuz ve muazzam bir dengenin bulunduğuna, gelişigüzel hiçbir şeyin yaratılmadığına dikkat çekilmektedir.

Geniş bir şekilde suçlulardan söz edilmekte, inkâr ve azgınlıklar içinde ömürlerini geçiren kâfirlere hazırlanan korkunç azaplar anlatılmakta ve bu gibi kimseler uyarılmaktadır.

Görmedikleri halde Rabb'lerinden korkan müminler ise müjdelenmektedir.

Allah-u Teâlâ'nın bir vaad-i sübhânîsi olarak yoldan çıkan kavimlerin O'nun cezalandırmasından hiçbir zaman kendilerini emin hissetmemeleri haber verilmekte, âfâkî ve arazî her türlü hadiselerin hakiki müsebbibinin sadece Allah-u Teâlâ olduğuna işaret edilmektedir.

Allah-u Teâlâ'nın sanatındaki mükemmellik ve güzellikler, insanlara verdiği sayısız nimetler hatırlatılmakta, beşeriyet tefekküre dâvet edilmektedir.

Kıyametin kopması ile ilgili bilginin Allah katında olduğu, kimseye bu hususta kesin bir bilgi verilmediği, sonunda insanların kendilerini Hakk'ın huzurunda bulacakları açıklanmaktadır.

Ve bu mübarek Sûre-i şerif Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in dâvetini yalanlayanlara uyarıda bulunarak ve başlarına azabın inmesinden onları sakındırmak suretiyle sona ermektedir.

 

Mâlik-ül Mülk:

Mülkünün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ, kudret ve azametini, bütün mahlûkatın hâkimiyeti altında bulunduğunu bildirmek üzere şöyle buyuruyor:

"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir." (Mülk: 1)

Âyet-i kerime'de geçen "Tebâreke" kelimesi, "Bereket" isminden türemiştir. Yücelik, azamet, bolluk, refah, iyilik ... gibi mânâlara gelir.

Allah-u Teâlâ ebedî kemâlâta sahiptir. İyilik ve faziletleri hudutsuzdur, her yere ulaşır. Bolluk ve bereket kaynağıdır.

O zevâlden münezzehtir. Sınırı olmayan yüce bir saltanata ve güce sahiptir. Bir kimseyi nimetlendirmeyi dilediğinde, dilediğini dilediği zaman hiçbir engel tanımadan yapar.

"Ve O'nun her şeye gücü yeter." (Mülk: 1)

Hiçbir yardımcıya, vezire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir. Dilerse zorla yaptırır, dilerse serbestlik verir. Dilerse sıkar, dilerse açar. Dilerse yıkar, dilerse yapar. Dilerse büyültür, dilerse küçültür. Dilerse başka âlemler de yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğini yapmaya muktedirdir.

O Mâlik-ül mülk'tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür.

"O, doğunun da batının da Rabb'idir." (Müzzemmil: 9)

Gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri, görünen ve görünmeyen bütün varlıkları, güneşi, ayı, gezegenleri, melekleri... Bütün bunların hepsini "Ol!" emri ile yaratan Allah-u Teâlâ için; insanları yaratmak, bütün bu varlıkları yaratmaktan elbette daha güç ve çetin değildir.

"Gerçek hükümdar olan Allah çok yücedir!" (Tâhâ: 114 - Müminun: 116)

Yaratmak, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle mülkünde tasarruf sahibidir. Boşuna bir şey yaratmaktan münezzehtir.

"Her şeyin melekûtu elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yâsin: 83)

Göklerin ve yerin hükümranlığı yed-i kudretinde bulunan, yaratmak da emretmek de yalnız kendisinin olan, kıyamet gününde kullarının kendisine döneceği, Hayy ve Kayyûm olan Allah-u Teâlâ'yı tenzih ve takdis ederiz.

Mülk Hazret-i Allah'ındır. Mülkünün hem sahibi, hem hükümdarıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." (Âl-i imran: 129 - Nisâ: 132)

Göklerin ve yerin bir yönetici sahibe muhtaç olduğunu hissetmek, Allah-u Teâlâ'nın varlığını duymak demektir.

"Vekil olarak Allah yeter." (Nisâ: 132)

Şu halde herkes O'na tevekkül ve itimat etmeli, işlerinde muvaffak olmak için O'na müracaat edip teslim olmalıdır.

"Göklerde ve yerde olanlar hep O'nundur. Hepsi O'na boyun eğer." (Rum: 26) (Bakınız. Enbiyâ: 19)

Göklerde ve yerde bulunan melekler, insanlar, cinler, ne varsa hepsi O'nun mülküdür, yarattığı ve yönettiği varlıklardır.

"Göklerde ve yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar yalnız O'nundur." (Tâhâ: 6)

Her birisinde yegâne mutasarrıf O'dur. Hepsi O'nun idaresi, gücü ve hâkimiyeti altındadır. Dilediğini var eder, dilediğini yok eder.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur ve din de sadece O'na âittir." (Nahl: 52)

O'nun dininden başka dinler aslında din değildir, birer bâtıldır. Mensuplarını ebedî azaplara kavuşturan çıkmaz yollardan ibarettir.

"Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?" (Nahl: 52)

Menfaat vermek de zarar vermek de O'nun yed-i kudretinde olduğuna göre, O'ndan başkasından nasıl korkarsınız?

"O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." (İbrahim: 2) (Bakınız. Şûrâ: 4)

Yalnız göktekilerin değil, yeryüzündekilerin de Rabb'idir. Ululuğu ile göktekileri yere indirir, inâyet nuru ile yerdekileri göklere çıkarır.

"O çok yüce, çok büyüktür." (Şûrâ: 4)

O'nun zâtı gibi hiçbir zât, sıfatları gibi hiçbir sıfat, ismi gibi hiçbir isim, fiili gibi hiçbir fiil yoktur.

"İyi bilin ki göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır." (Yunus: 55) (Bakınız. Yunus: 66)

Mülkünü yaratan O'dur, sahibi de O'dur.

"De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" (En'am: 12)

Göklere ve yere ibretle bakanlar için bu sual son derece zorunlu ve açık olduğu gibi, bu suale "Allah'ın!" cevabını vermek de o kadar zorunlu ve açıktır.

"De ki: Allah'ındır." (En'am: 12)

"Allah'ın!" demek, bunların sebebi, yaratıcısı, sahibi, hakimi demektir. Allah-u Teâlâ hem mekân ve mekânlılara, hem de zaman ve zamanlılara mâliktir, hepsinin sahibidir.

"O, rahmeti kendi üzerine yazmıştır." (En'am: 12)

Bütün bu varlıkları rahmetiyle yarattı, rahmeti bütün kullarını kuşatmaktadır. Her şey bu rahmet sayesinde ayakta durmaktadır.

Âlemdeki bütün küllî tasarruf, var etme, yok etme ve diğer bilinen bilinmeyen tasarrufların hepsi Allah-u Teâlâ'ya âittir.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." (Zümer: 63)

Her şey O'nun ezelî iradesi altındadır. Dilediği kimselere lütfunun hazinelerini dilediği kadar açar.

"O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabb'idir." (Meryem: 65)

Hepsinin de Hâlik'ı, sahibi ve hâmisidir. O'ndan başka Rab yoktur, O'ndan başka ilâh yoktur.

"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O'nundur." (Hadid: 2 ve 5 - Zümer: 44) (Bakınız. Bürûc: 9)

Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ'nın hâkimiyetinde bulunmaktadırlar.

Bu nihayetsiz mülke ve saltanata bir baksana! Kâinatta her gün, her gece, her saat ve her anda neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar ne imhâlar oluyor? Ne kudretler açığa çıkarılıyor, ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor?

Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah nelere kâdir olmaz?

"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır." (Âl-i imran: 189 - Mâide: 17 - Nur: 42 - Şûrâ: 49 - Câsiye: 27 - Fetih: 14)

O'nun mülkünde ancak O'nun emirleri ve kudreti hüküm sürer. Takdirine ve tedbirine kimse karşı gelemez. Hükümlerinin tersine hareket etmek isteyenler, elbette cezaya müstehak olurlar.

"Diriltir ve öldürür." (Hadid: 2- Bakara: 258- Âl-i imran: 156- A'raf: 158- Tevbe: 116- Yunus: 56- Müminun: 80- Mümin: 68)

Hayat da ölüm de Allah-u Teâlâ'nın göklerde ve yeryüzündeki mutlak hakimiyetinin tezahürlerinden başka bir şey değildir.

Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat verir.

"O her şeye kadirdir." (Hadid: 2 - Mâide: 120) (Bakınız. Âl-i imran: 189 - Mâide: 17)

O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. Dilediğini yapmakta hiç kimse O'na mâni olamaz.

O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O'na kâdir değildir. O'nun kudreti hiçbir şekilde kayıt ve tahdide uymaz. Dilediği şeyi yaratır ve o yarattığı şeyde dilediği kadar kudret ve şeref de yaratır. O'ndan başka her şey, yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinâtıyla âlemin bütün sistemleri âcizdir. Onları her an yaşatmakta ve yok etmekte ve hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır.

"Allah her şeye şâhittir." (Bürûc: 9)

Kullarının yaptıkları işlerinden hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

"Bütün işler ancak Allah'a döndürülür." (Âl-i imran: 109 - Hadid: 5)

Çünkü ilk ve son O'dur, mutlak tasarruf sahibi de O'dur. Dönüş, kıyamet gününde O'nadır. Yarattıkları arasında dilediği gibi hüküm verecektir.

"Sonra O'na döndürüleceksiniz." (Zümer: 44)

O, adaletiyle aranızda hükmedecek ve herkes yaptığının karşılığını görecektir.

"Dönüş de ancak O'nadır." (Nur: 42)

Kıyamet gününde herkes O'na dönecek, huzur-u ilâhî'de toplanacaklardır.

"Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır.

Bu, kötülük edenlere yaptıklarının karşılığını vermesi, güzel davranışta bulunanları da daha güzel ile mükâfatlandırması içindir." (Necm: 31)

En güzel mükâfat olan cennet ile yahut amellerinin daha güzeli olan kat kat sevapla karşılık verecektir.

Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ'nın dünyayı yaratıp bu melekûtu düzenlemesinin sebebi, mükellefler arasında iyilik yapanlara da kötülük yapanlara da yaptıklarının karşılığını vermesidir.

Göklerin ve yerin hak üzere yaratılmış olması, eşsiz bir gücün ifadesidir.

"Allah'ın, gökleri ve yeri hak olarak yarattığını görmedin mi?" (İbrahim: 19)

Gökleri ve yeri, kudretine delil getirilsinler diye yaratan O'dur. Hiçbir şey boş ve mânâsız, maksat ve hikmetsiz yaratılmamıştır.

"Dilediğini yaratır." (Mâide: 17 - Şûrâ: 49)

Dilediğini dilediği şekilde yaratır. Dilerse çok yaratır, dilerse nâdir ve benzersiz yaratır.

"Dilediğini mutlaka yapandır." (Bürûc: 16)

Ne dilerse dilediği gibi yapar. İradesi hiç şaşmaz. Yok etmek istediklerini muhakkak yok eder, kurtuluşa erdirmek istediklerini de kesinlikle kurtuluşa erdirir.

"Dilerse sizi götürür, yepyeni bir halk getirir." (İbrahim: 19)

Gökleri ve yeri yaratmaya gücü yeten Zât, insanları tamamen ortadan kaldırıp yerlerine bir başka cinsi veya milleti getirmeye daha çok muktedirdir.

"Bu Allah'a göre hiç de güç değildir." (İbrahim: 20)

Olmayacak ve imkansız bir şey değildir. Çünkü her şeye kâdir olan bir Yaratıcı'ya hiçbir şey zor gelmez.

"O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır." (Şûrâ: 11)

Modelsiz ve numunesiz ilk yaratma kudreti Allah-u Teâlâ'ya mahsustur.

"Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin hükümranlığı kendisine âit olan Allah ne yücedir!" (Zuhruf: 85)

Allah-u Teâlâ canlı ve cansız her çeşit putlara tapanların gerçeği idrakten, hidayete ermekten uzak bulunduklarını Âyet-i kerime'lerinde ihtar buyurmakta, yaratma hususunda beşerin ve ilâhlaştırılan her şeyin acziyetini açıklamaktadır.

"De ki: Allah'a eş tuttuğunuz ortaklarınız içinde, ilk defa yaratacak, sonra da bu yaratmayı tekrar iâde edecek olan var mı?" (Yunus: 34)

Gündüzün ardından geceyi, gecenin ardından gündüzü peşpeşe getiren, nesilleri ardarda var eden... O'dur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize, bu sorulara cevap vermesi emredilmiş, Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmuştur:

"De ki: Allah önceyaratır, sonra bu yaratmayı tekrar iâde eder." (Yunus: 34)

Allah-u Teâlâ daha önce bir yaratma olmadan ilk olarak yaratır. Yaratmaya ancak O başlayabilir. Olmayanı ancak O meydana getirir. Yaratma işini bütün yönleriyle O ortaya koyabilir.

"Bilin ki O, ilk olarak yaratır ve tekrar eder." (Bürûc: 13)

Yaratılışı bir noktadan başlatır ve bir sonuca ulaştırır. Sonra yeni baştan yaratmayla, başka bir âlemde onu yeniden diriltip iâde eder. Bu durum netice olarak şu gerçeği ortaya koyar:

"Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur." (Muhammed: 19)

Ancak O var. O yaratıyor, O yaşatıyor, O yönetiyor.

Yaratılmışlar silsilesinin durumu karşısında gerçek bu iken;

"Nasıl da döndürülüyorsunuz?" (Yunus: 34)

Nasıl bir çıkmaza girdiğinizin nasıl bir batağa saplandığınızın farkında mısınız?

İstediği olur, istemediği olmaz. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilediğini izzet sahibi yapar, dilediğini zillet sahibi yapar.

"De ki: 'Ey mülkün sahibi Allah!

Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.'

'Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini hesapsız rızıklandırırsın.'" (Âl-i imrân: 26-27)

 

İmtihan Sahnesi:

Allah-u Teâlâ insanları yarattı ve imtihan sahnesi olan bu dünyaya denemek için gönderdi.

"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime'nin tefsiri mahiyetinde Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Sizi imtihana çekmek için ki, hanginiz akılca en güzel, Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O'nun taatine koşmakta en hızlı olacak." (Suyûtî)

İnsan bir imtihan gayesi ile dünyada bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ insanı başıboş bırakıvermek için değil, birtakım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için yaratmıştır.

Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilân edilecektir. Dünya deneme ve mükellefiyet yeridir, ahiret ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.

Halbuki ezelî ilminde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye dünya sahnesine göndermiştir. Bu imtihandaki hikmet, kullarının hallerini kendilerine bildirmek ve hiç kimsenin bir mazeret ileri sürmesine salâhiyeti kalmaması içindir.

Biz insanlar muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacağız. Birçok çilelere maruz kalacağız. Göstereceğimiz sadâkat nispetinde Cenâb-ı Hakk derecemizi ölçmüş ve bize vermiş olacak. Yoksa bizim ne yapacağımızı ezelî ilmi ile biliyordu.

Şehirlerin girişlerinde "Filân şehirdir." diye levhalar bulunur. Çıkışta da aynı levha vardır, çıkış olduğunu bildirmek için kırmızı bir çizgi çizilmiştir. Halbuki o levhalar aynı zamanda yazıldı. Girerken şehrin ismini, çıkarken bitimini görüyoruz. Bunun gibi, Hazret-i Allah daha biz dünyaya gelmezden evvel girişimizi de çıkışımızı da takdir etmiştir. Biz bir mahlûkken o tabelâları yazıyoruz, oraya oraya dikiyoruz. O Hâlik'tir, ilmi her şeyi kuşatmıştır.

Eğer Cenâb-ı Hakk bizi bu dünyaya göndermeseydi gayet haklı olarak iddialarda ve itirazlarda bulunacaktık. "Aman Allah'ım, senin bir kulun olarak hiç bu işleri yapar mıydım?" diyecektik. Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri "Ey kulum! Ben senin bunları yapacağını biliyordum, sen de gör yaptıklarını" diye bize göstermek için bizi gönderdi. Yoksa ne yapacağımızı bilmediğinden değil.

"Amelin en güzel" olması; liveçhillâh, yalnızca Allah için olması, doğru olması, Rızâ-i ilâhîye uygun olması demektir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?" (Ankebût: 2)

Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur. Hep imtihandayız, Allah-u Teâlâ'nın bizi ne ile imtihan edeceğini biz bilemeyiz. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Hakk bilir.

Geceler gebedir, neler doğuracağını bilmiyoruz. Bütün bu kâinat bir kâğıt mesabesindedir. İnsan da kâğıttan farksızdır. Hazret-i Allah kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli edecek. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Hayır. Kâinat da kâğıttır, insan da kâğıttır, üzerlerindeki yazıyı silemezler.

"Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan evvel, bir Kitap'ta yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır.

Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah'ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir." (Hadid: 22-23)

Oysa ölüm ve hayat, bunların hepsi imtihan için yaratılmıştır.

Ölümü daima gözönünde bulunduran bir kimse, hazırlığını ona göre yapar. Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerine hakkıyla riâyet ederek ubudiyet vazifelerini yerine getirmeye çalışır. Yapacağı amellerin en güzelini yapmaya gayret eder. Çünkü kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü ve her kelimesi zaptediliyor.

"O Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)

Kendisine isyan edenlerden intikam alacak üstünlüğe sahiptir, hiçbir isyankâr O'nun pençe-i kahrından kendisini kurtaramaz. Buna rağmen kusurlarını itiraf eden, kötülüklerden vazgeçip tevbekâr olan, Zât-ı akdes'ine yönelen kullarının günahlarını affeder, siler.

Mülkün mutlak sahibi Allah-u Teâlâ insanları dünya sahnesine denemek için göndermiştir.

Şunu çok iyi bilelim ki hepimiz imtihan oluyoruz.

Hepimiz şunu hiç unutmayalım ki her kelimemiz zaptediliyor, her hareketimizin fotoğrafı çekiliyor. Son nefeste bütün yaptıklarımızın hepsi bir anda bize gösterilecek. Gideceğimiz yere ondan sonra gideceğiz. Hakk'tan geldik yine Hakk'a döneceğiz.

Hayat, her kemalin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan âhirete intikal vasıtası olduğu için, insanlar için hayat gibi bir nimettir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Bu dünyada güzel işler yapanlara güzellik vardır, âhiret yurdu ise onlar için daha hayırlıdır.

Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir!" (Nahl: 30)

Dünya hayatında amellerini güzelleştirenlere Allah-u Teâlâ hem dünyada hem de ahirette iyilik verir. Onları istikamete yöneltir, hayat ile ölüm arasında ecel gelinceye kadar sırat-ı müstakimden ayırmaz.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında yer üzerine değnekle bir kare çizdi. Onun ortasından yana doğru bir çizgi çekti. Bu çizgiden de yukarıya, aşağıya bir kaç hat çekti ve buyurdu ki:

"Şu insandır. Şu da insanın ecelidir ki, insanı tamamen kaplamıştır. Şu ecel çizgisinden dışarıda kalan hat ise insanın gayesidir.

Dışarıya uzanan hattan aşağı ve yukarı çıkan hatlar ise insanın başına gelecek âfetler ve musibetlerdir. İnsan bunun birini geçerse bir başkası gelir. Onu da geçerse bir başkası.

Onu da geçerse ecel gelip çatar." (Buhari. Tecrid-i sarih: 2164)

İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sıhhatla imtihandan geçmektedirler.

Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ile Evliyâullah Hazerâtının ibtilâları çok şiddetli olur. Fakat hiç şüphe yok ki müslümanlardan her biri de derecesine göre ibtilâdan ve imtihandan geçer.

Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş, insanları bunlarla imtihan etmektedir. Bu imtihan ecel gelinceye kadar devam eder.

İmtihan ve deneme çoğu zaman zor ve ağır olan şeylerde olur.

"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz." (Bakara: 155)

İbtilâlara sabredip ilâhî hükme teslim mi olacaksınız, yoksa olmayıp isyan mı edeceksiniz? Böylece bu durum ortaya çıkmış olacak.

Çünkü imtihan bir mihenk taşı gibidir, kişinin iç durumu imtihan neticesinde anlaşılır.

Bu sıkıntıların her birini çekmekle mükellef bulunmak, hiç şüphesiz ki mümini ahirette çok büyük nimetlere ulaştıracaktır.

"Resul'üm! Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)

Sabredenler bu ibtilâlar başlarına geldiğinde tahammül edip Allah-u Teâlâ'ya sığınan ve yönelenlerdir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz.' derler." (Bakara: 156)

Bu bir teslimiyettir ve Hakk'a boyun eğmektir. Bunu yalnız dil ile değil bütün kalıbı ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise bundan daha üstündür.

Böylece O'ndan çıkacak hükm-ü ilâhiyi peşin olarak kabul ettikleri gibi, vakti gelirse O'na döneceklerini de belirtmiş oluyorlar.

Onların bu samimi itirafları ve ihlâsla yönelmeleri neticesinde Allah-u Teâlâ onlara iltifatta bulunmaktadır:

"İşte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır." (Bakara: 157)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:

"İki şeye (sabır ve sığınmaya) karşı verilen iki şey (mağfiret ve rahmet) ve ayrıca yapılan ilave (hidayete erdirilmek) ne kadar güzeldir!"

Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehadet etmektedir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

"Mümin iki korku arasındadır. Birisi geçmiş ömrü hakkındadır, ki Allah-u Teâlâ'nın geçmişine dair kendisine ne gibi bir muamele edeceğini bilmez. Diğeri ise geri kalan ömrüne dairdir ki, burada da Allah-u Teâlâ'nın kendisi hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmez.

Binaenaleyh kul kendisinden kendisi için, dünyasından ahireti için, hayatından ölümü için ve gençliğinden ihtiyarlığı için azık alsın. Çünkü dünya sizin için, siz ahiret için yaratılmışsınız.

Hayatım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; öldükten sonra affı mucip bir amel yapılamayacağı gibi, dünyadan sonra da cennet veya cehennem olmak üzere iki yer vardır." (Beyhaki)

Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ımız Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri kullarına en büyük öğütlerinden birisini vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lazımsa O'na yaraşır şekilde öylece korkun.

Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imran: 102)

Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. O'nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek." (Nahl: 70)

Bu durumda en genciniz onu ertelemeye güç yetiremediği gibi, yaşlınız da bunu öne alamaz.

Hülasa O bizi sahneye gönderdi, denemek için ve şöyle buyurdu:

"Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir." (Hadîd: 4)

Her yerde hazır, insanın her haline nazırdır. Biz şimdi denenmedeyiz.

 

İmtihan Çeşitleri:

İmtihan bir mihenk taşı gibidir. Kişinin iç durumu imtihan neticesinde anlaşılır.

İmtihandan maksat, mânevî derecelere ulaşmak ve hakikat sırlarına ermektir. Bu ise Allah-u Teâlâ'ya yakınlığı artıran en büyük değerlerden sayılır.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Ey iman edenler! Şüphesiz ki Allah sizi, gıyabında kendisinden kimin korktuğunu ortaya çıkarmak için, ellerinizle ve mızraklarınızla avlayabildiğiniz az bir avla sizi imtihan eder. Kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için acıklı bir azap vardır." (Mâide: 94)

Yani o av hayvanları o kadar çok olacak ve yanınıza o kadar yakın sokulacak ki ellerinizle tutsanız tutabilecek ve mızraklarınızla dürtseniz erişebilecek bir durumda bulunacak, bu hâl içinde iken siz ihramda ve avdan yasaklanmış olacaksınız. Bu da sizin nimetler karşısında Allah-u Teâlâ'yı ne kadar saydığınızı, emir ve yasaklarını ne kadar tanıdığınızı, O'ndan ne kadar korktuğunuzu ispat edecek bir imtihan olacaktır.

İmtihanlar üç çeşittir:

Birincisi; kulun işlediği günahlarının cezasını dünyada vermek için.

Allah-u Teâlâ âdil-i mutlaktır, ahirette azap etmemek için muhakkak ki sevdiği kulunun cezasını dünyada verir, ahirette vermez.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Allah iyiliğini dilediği kulunun cezâsını dünyada verir." (Tirmizi)

Onları ibtilâ ve musibetlere uğratır, böylece ahirete günahlarından arınmış olarak gider.

Diğer bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Vallâhi Allah kendi sevgilisini cehennem ateşine atmaz." (Ahmed bin Hanbel)

Diğerlerine dünyada da tattırır, ahirette ise daha büyük bir azapla azap eder.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Andolsun ki biz onlara, en büyük azaptan önce mutlaka yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler." (Secde: 21)

Başlarına gelen felâketlerden ders alarak tevbe ederler, yola koyulurlar.

İkincisi; kulun içindekini dışarıya çıkarıp Rabb'i katındaki durumunu insanlara göstermek için.

Bu husus iki türlü olur:

İhlâslı olanlar mahviyet ve gizlilik içinde örtülüdürler, fakat Allah-u Teâlâ onları halka sevdirir.

Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Allah-u Teâlâ bir kulu severse Cibril'e: 'Ben falanı seviyorum, onu sen de sev.' diye emreder. Cibril de onu sever ve sonra semaya seslenip 'Allah falanı seviyor, siz de onu seviniz.' der. Bunun üzerine gökte bulunanlar da onu severler, sonra da onun sevgisi yeryüzündekilerin kalplerine konulur." (Müslim)

Bir de riyâkârlar vardır. Onlar her ne kadar kendilerinin riyâkâr olduğunu gizleseler bile, Allah-u Teâlâ âdil-i mutlak olduğu için onların bu riyâkârlıklarını meydana çıkarır ve halka gösterir.

Hadis-i şerif'in devamında şöyle buyurulmaktadır:

"Allah-u Teâlâ bir kula da buğzederse de Cibril'e: 'Ben falana buğzediyorum. Sen de ona buğzet.' diye hitap eder. Cibril de ona buğzeder. Sonra göktekilere: 'Allah falana buğzediyor, siz de ona buğzediniz.' diye seslenir. Onlar da kendisine buğzederler. Sonra da yeryüzünde o kimseye karşı kin ve nefret uyanır." (Müslim)

Üçüncü çeşit imtihan ise; kulun değer ve yakınlığını kendi katında artırmak için olur. Bu da hiç şüphesiz ki, aslında ilâhî bir lütuf, ikram ve ihsandır.

Allah-u Teâlâ kulunun sadâkatını bildiği halde onu imtihana çekiyor, ibtilâya uğratıyor. Onu kendisine yaklaştırmak için o ibtilâyı ona verir. O kul ise O'na teslim olur, O'nun ezelî takdirine zaten râzıdır. Yaklaşma böyle olur, lâfla olmaz. Ölünceye kadar bu ibtilâ ve imtihan devam eder. Kişi attığı her adımında, aklına hayâline gelmeyecek yerde imtihan edilir. Allah-u Teâlâ Seyr-ü sülûk yolu üzerinde murad ettiği engeli koymuştur, imtihanını vermedikçe kişi o engeli aşamıyor.

İmtihan doğru sözlüyü yalancıdan ayıran yegâne ölçüdür. Sâdıkların doğruluğunu, yalancıların yalanını ortaya çıkarır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Andolsun ki biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." (Ankebut: 3)

İnsanoğlunun ömrü imtihanlarla ibtilâlarla doludur. İbtilâ bir şefkat tokadıdır, bu sayede bir mümin dünyaya dalmaktan, kalben onunla meşgul olmaktan kurtulur, kulun Hakk'a dönmesini sağlar.

İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp, hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.

Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olunacaksınız." (Âl-i imrân: 186)

Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı artırılır. Derecesine göre; kimisi her an imtihandadır, kimisi arasıra, kimisi de pek seyrek imtihana tâbi tutulur. Her an imtihana tâbi tutulanların Allah-u Teâlâ ile her ânının ipi gergindir, diğerlerinin gevşektir, bazılarının daha gevşektir.

Terazinin kefesine ağır birşey koyarsan çok ağır basar, hafif birşey koyarsan hafif basar. Allah-u Teâlâ'nın ibtilâ yüklediği kimse ağırdır, o kendi katında da çok kıymetlidir. Hafif olanlar ise O'nun katında da hafiftir. Bunu böyle bilin.

 

Göklerdeki Âhenk:

Allah-u Teâlâ gök kubbede üst üste, ardarda gelen katları ne kadar muazzam bir surette vücuda getirmiştir.

Hususi bir şekilde göklerin yaratılmasına, umumi bir şekilde de bütün yaratıklara dikkatleri çevirerek şöyle buyuruyor:

"O ki, yedi göğü birbiri üzerinde kat kat yarattı." (Mülk: 3)

Her gök diğerinin kubbesi gibidir.

"Rahman'ın yaratmasında hiçbir uyumsuzluk göremezsin." (Mülk: 3)

Allah-u Teâlâ bütün bu gökleri hikmetinin eseri olarak, hepsinin de üstünde Zât-ı akdes'inin Ehadiyet'ini ve Samediyet'ini tanıtmak üzere yaratmıştır.

Âyet-i kerime'de "Rahman" ism-i şerif'inin zikredilmesi ile göklerin yaratılışı tâzim edilmekte, onların düzensiz ve ahenksizlikten, eksiklik ve bozukluktan, kopukluktan uzak oluşlarının sebebi açıklanmaktadır. Bu sebep ise, onların Rahman olan Allah tarafından yaratılmış olmalarıdır.

"Gözünü çevir de bir bak! Bir bozukluk görüyor musun?" (Mülk: 3)

Yarattığı her şey gayet düzenli, ahenk ve uyum içindedir. Ne kadar bakılırsa bakılsın, yine de bir eksiklik ve kusur bulunamaz.

"Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak! Göz (aradığı bozukluğu bulamayıp) bitkin ve yorgun olarak sana döner." (Mülk: 4)

Maksat sadece iki defa bakmakla yetinmek değildir. "Defalarca bak ve bütün inceliklere dikkat et!" demektir. İnsan bir şeye bir kere baktığında, tekrar bakmadıkça kusurunu göremez. Bakışlar ne kadar genişletilirse genişletilsin, gözünü ne kadar çevirirse çevirsin, gözü eksiklik görmekten ümitsiz ve bitkin olarak geri döner. Hiçbir eksiklik görememenin yorgunluğundan bitip tükenir. Varılacak sonuç da budur.

Bu Âyet-i kerime aynı zamanda diğer bazı mânâlara işaret etmekten uzak değildir.

Şöyle ki;

Ufuklarda dolaşan bakışın, yaratılış nizamında bir çatlak bulmaktan körleşmiş olarak nefse dönüşünde mârifet sırrının nefiste tecellî edeceğine dair bir tembih vardır. En derin bakışlarda bile O'nun Vahdâniyet'ini bozacak bir kusur bulmak ihtimali olmadığı ve bu hakikati kâinattan nefislerine geçerek içlerinde bulabilecekleri işaret edilmektedir.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyurmuşlardır. (Keşfü'l-Hafâ)

Allah-u Teâlâ dış âlemdeki iman delillerini gözler önüne sererek şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki biz sizin üstünüzde yedi yol yarattık." (Müminun: 17)

Allah-u Teâlâ'nın mülkünün genişlik ve büyüklüğü, yaratılışlarındaki düzen ve intizam, akılları hayrette bırakacak mükemmelliktedir.

"Onlar üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, donatmışız bir bakmazlar mı?" (Kâff: 6)

Burada gökyüzünün gözlerimize olan tecellisine dikkat çekilmiştir. Onu yapan Yaratıcı'nın ilim ve kudretindeki yücelik ve azamet gözlerde ve gönüllerde derhal kendini gösterir.

"Onda hiçbir çatlak da yok!" (Kâff: 6)

Herhangi bir çatlaklık ve dengesizlik bulunmadığı gibi, her türlü kusurlardan da uzaktır. En üstün bir incelikle ve akıllara durgunluk veren bir kudretle yükseltilmiştir.

"Üstünüzde yedi sağlam gök bina ettik." (Nebe: 12)

İnsanların yaptıkları binalar gibi zamanla yıpranmazlar. Binlerce asırlardan beri bozulmaktan korunmuşlardır. Sayısız yıldızlar dolaşıyor, her biri kendi yolunu takip ediyor, buna rağmen birbirleriyle çarpışmıyorlar.

"Gökleri ve yeri hak olarak yarattı." (Teğabün: 3)

Tabii güzellikleri seyretmek hususunda bıkma bilmeyen gözler, kâinattaki akıllar durdurucu incelik ve güzellik karşısında hayran kalır.

Bu ise bütün bu kâinatın yaratıcısının, yaşatıcısının, yöneticisinin, sahibinin, hâkiminin bir tek Allah olduğunu bize ispat etmektedir.

Şuurun kavradığı her zerre ve her cisim hak bir delildir. Allah-u Teâlâ'nın ululuğunu ve azametini kavrayan şuur ise daha büyük bir Allah vergisidir.

Yeryüzü de aynı gökyüzü gibidir. Göz alıcı mükemmelliklerle ve güzelliklerle doludur, açık bir kitap sayfası gibi gözler önünde durmaktadır.

"Yeryüzünü de döşedik ve oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her güzel türden çift çift bitirdik." (Kâff: 7)

Her türlü ekin, meyve, bitki ve çeşitleri yaratılmış; her birinin manzarası seyredenlere sevinç ve ferahlık vermekte, kudret-i ilâhî'nin azametini göstermektedir.

Dünya semâsını süsleyen bütün yıldızlar görünürde birer ışık olarak göz alıcı güzellikleriyle Allah-u Teâlâ'nın yaratıcı kudretini, rahmetinin genişliğini gösterecek mânevî birer kandil oldukları gibi; aynı zamanda şeytanlara karşı fırlatılarak, onların azdırma ve saptırmalarını def etmeye sebep olacak mânevî mermilerdir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Andolsun ki biz dünya göğünü kandilerle donattık." (Mülk: 5)

Yıldızlar geceleyin kandil gibi ışık saçtıkları için onlara "Kandiller" mânâsına gelen "Mesâbih" denilmiştir.

"Onları şeytanlar için taşlamalar yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık." (Mülk: 5)

O şeytanları dünyada alevlerle yaktıktan sonra, ahirette de onlar için alevli bir azap hazırlamıştır.

Nitekim Hicr Sûre-i şerif'inde şöyle buyurulmaktadır:

"Onları taşlanmış her şeytandan koruduk." (Hicr: 17)

Onlara şeytanın şerrinden ve hilesinden hiçbirisi ulaşamaz.

"Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak bir ateş şûlesi yetişip yakar." (Hicr: 18)

Allah-u Teâlâ gökleri şeytanlardan korumuş, halkı saptırmaya kalkışan insan ve cin şeytanlarını taşlamak için parlak kandiller, ateşli ve kıvılcımlı engeller yaratmıştır.

 

Cehennem

Cehennem; dünya hayatında ömrünü inkârlarla, isyanlarla, günahlar ve sapıklıklarla geçirenler için hazırlanmış korkunç bir azap yeridir.

Küfür en büyük bir suç olduğundan, cezası da o kadar büyüktür.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Rabb'lerini inkâr edenler için cehennem azabı vardır. Ne kötü gidilecek yerdir o!" (Mülk: 6)

Ebedî olarak cehennemde kalmayı mucip olan küfrü irtikap ettikleri için cehennemden aslâ ayrılmazlar.

Kim Rabb'ini inkâr ederse âkıbeti işte böyle olacaktır.

Cehennem kâfirleri son derece bir öfke ile ve uğultulu sesler çıkararak karşılar:

"Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı korkunç uğultusunu işitirler." (Mülk: 7)

Eşeğin arpayı görünce anırması gibi, cehennem de onları gördüğünde öyle korkunç bir ses çıkarır ki, korkmayan kimse kalmaz. Cehennemin bu kükremesi azap üzerine azaptır ve bu hırlayış hep devam eder.

Cehennem onları az tanenin çok su içinde kaynadığı gibi kaynatır.

Çünkü kâfirlere son derece kızmakta ve nefret etmektedir. Şiddetli öfkesinden ötürü çatlayacak dereceye gelir:

"Cehennem neredeyse öfkesinden çatlayacak!" (Mülk: 8)

Öyle şiddetli ateşler püskürür ki, onlardan ayrılan ateş parçaları, sanki ayrı ayrı birer cehennem olurlar. Cehennem işte öyle çılgın, öyle kızgındır.

"Her topluluk onun içine atıldıkça, onun bekçileri onlara: 'Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?' diye sorarlar." (Mülk: 8)

Bu soru hasret üstüne hasret duymaları, azap üstüne azap çekmeleri için, elemlerini artırmak ve bu cezâyı onlara açıkça itiraf ettirmek için sorulmaktadır. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki, zamanında çok uyarılmışlardı. Sözlerin en güzeli söylenmiş, Hakk ve hakikat ayan-beyan duyurulmuş, gözler önüne serilmişti. Fakat onların o tarakta bezleri yoktu. Geçici dünyanın lezzet ve şehvetlerine dalarak ebedi âhiretin muhasebesini unutmuşlardı. Fâni olanı bâki olana tercih etmişlerdi. İnkâr ve isyanlarını bir ömür boyu sürdürdükten sonra nihayet şirk ve nifak içinde dünyadan ayrılmışlar, belâ ve musibet yurdu olan cehenneme yuvarlanmışlardı.

"Onlar şöyle derler:

Evet, bize bir uyarıcı geldi amma, biz onu yalanladık ve 'Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz.' dedik." (Mülk: 9)

Böylece küfürlerini, sapıklıklarını, nankörlüklerini ve asıl büyük sapıklık ve azgınlığa kendilerinin düşmüş bulunduğunu kabul ederler.

Pişmanlığın fayda vermediği bir yerde, yine de pişmanlıklar ve hasretler içinde kendilerini kınamaya devam ederler.

"Ve derler ki:

'Eğer biz kulak vermiş olsaydık veya düşünüp anlasaydık, şu çılgın alevli cehennemliklerin arasında bulunmazdık!'" (Mülk: 10)

İşitmişlerse de kabul etmek için işitmemiş olduklarından dolayı: "Kulak vermiş olsaydık!" diyorlar. Çünkü işittiler, düşündüler; fakat tasdik etmedikleri için hiç işitmemiş ve düşünmemiş gibi oldular.

İlâhî bir lütuf olan aklını, vicdanını suistimal ederek Hakk'tan ayrılan, Hakk'ı ve hakikati kabul etmeyen, bâtıl peşinde koşup duran kimseler, ceza günü geldiğinde işte böyle pişmanlıklara mübtelâ olacaklar.

"Ve böylece günahlarını itiraf ederler." (Mülk: 11)

Cehennemde cezalarını çekerken pişmanlıklarına pişmanlık katanların durumlarını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber vermektedir:

"Onlar orada 'Ey Rabb'imiz! Bizi çıkar! Yaptıklarımızdan daha hayırlı işler yapalım.' diye bağrışırlar." (Fâtır: 37)

İnkârlarına karşılık iman etmeyi, isyanlarına karşılık da itaat etmeyi gönülden arzu ederler. Bunun için de kendilerine bir defacık olsun fırsat tanınmasını isterler.

Halbuki Allah-u Teâlâ çok iyi biliyor ki, onları dünyaya göndermiş olsaydı; yine yasakladıkları şeyleri yaparlar ve muhakkak ki yine gerçekleri yalanlarlardı. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetine çağrıldıklarında, O'nu inkâr ettiler ve şirk koştular.

Bu sebeple Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:

"O zaman onlara şöyle deriz:

Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmişti." (Fâtır: 37)

Hakikati görüp ondan istifade edecek kadar belirli bir ömürle insanları dünyada yaşattığı halde, onlar Hakk'tan yüz çevirdiler. Daha sonra da başlarına gelen bu felâketlere maruz kaldılar.

"Öyleyse tadın azabı! Zâlimlerin yardımcısı yoktur." (Fâtır: 37)

Ki, içinde bulunduğu azabı, cezayı ve zincirleri kurtarsın!

Onlara ne yazık ki, bu itirafları kendilerine hiçbir fayda vermez. Çünkü bu itiraf ve pişmanlığın zamanı geçmiştir.

"Çılgınca yanan ateş halkı (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun!" (Mülk: 11)

Onların kazançları ve son hakları işte budur!

 

Ebedîlik:

Cennetlikler cennette nasıl ki ebedileşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere ölen azgınların cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.

Âyet-i kerime'de:

"Onlar orada sonsuz çağlar boyunca kalacaklardır." buyuruluyor. (Nebe: 23)

Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer, ne de biter.

Böyle ebedi bir azap ancak kâfirlere mahsustur.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Bilmiyorlar mı ki, Allah ve Resul'üne karşı koyan bir kimseye, elbette içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır.

İşte bu büyük rüsvaylıktır." (Tevbe: 63)

Onlar bütün insanların gözü önünde rezil edileceklerdir.

Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır, ne de azaplarında bir gevşeme ve hafifleme söz konusudur.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Suçlular cehennem azabında ebedi kalacaklardır." (Zuhruf: 74)

Adı geçen suçlar, küfürle birleşip bütünleşen suç ve günahlardır. Günahların en büyüğü olan küfrü irtikap eden kâfirler cehennem azabında ebedi kalıcıdırlar.

"Kendilerinden (azap) hiç hafifletilmeyecektir. Onlar orada tamamen ümitsizdirler." (Zuhruf: 75)

"O zâlimler azabı gördüklerinde, artık onlardan azap hafifletilmez, kendilerine mühlet de verilmez." (Nahl: 85)

Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez.

Hiç ara verilmeden devam edecek azaplar karşısında kurtuluşa ermeyi istemeye mecalleri kalmayacaktır.

"Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlim idiler." (Zuhruf: 76)

Çünkü onlar âlemlerin Rabb'i olan Allah'a şirk koşup isyanda bulundular. Allah-u Teâlâ'nın dinini bir kenara bırakıp kendi kanaatlerinde ısrar edip durdular. Böylece nefislerine zulmetmiş oldular.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"İnkâr edenleri ve zâlimleri Allah bağışlamaz. Onları (doğru) bir yola da iletmez." (Nisâ: 168)

Çünkü onlar saâdet yoluna sülûk istidadını kaybetmişlerdir. Onlar için cennet yolu kapanmıştır.

"(Gidecekleri yol) cehennem yolundan başka bir yol değildir. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.

Bu da Allah'a çok kolaydır." (Nisâ: 169)

Allah-u Teâlâ kâfirlere lânet etmiş, onları rahmetinden tardetmiş, onlar için içinde ebedi kalacakları çılgın ateşli cehennem azabı hazırlamıştır.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki Allah kâfirlere lânet etmiş ve onlar için çılgın bir ateş hazırlamıştır." (Ahzâb: 64)

"Şüphesiz ki suçlular bir sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler." (Kamer: 47)

"Orada ebedi olarak kalacaklar, hiçbir dost ve hiçbir yardımcı bulamayacaklardır." (Ahzab: 65)

Onların azaplar içinde kıvranmaları cidden çok acı bir manzara arzedecek, ne bir yardımcı bulabilecekler, ne de azaptan kurtulabilecekler, çılgın ateşin içinde, hafsalanın alamayacağı sıkıntılar karşısında göğüsleri daralacak, içlerini çekip şiddetle soluyacaklar, yüksek bir yere çıkıp nefes alıp vermek isteyecekler, yürekleri dışarı fırlayacak gibi olacak.

Ãyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Bedbaht olanlar cehennemdedirler. Onların orada bir soluk alış-verişleri vardır ki!" (Hud: 106)

Solukları aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı inip çıktıkça çirkin sesler çıkarırlar, merkepler gibi anırırlar.

"Rabb'inin dilediği hariç, diğerleri gökler ve yer durdukça orada ebedi kalacaklardır.

Muhakkak ki Rabb'in dilediğini yapandır." (Hud: 107)

Dilediği zaman kahrını izhar eder, âsileri cehenneme sokar, dilediği zaman lütfunu izhar eder, dilediğini cennete koyar. Dilediğini affeder, dilediğine azabeder. Dilediği kimsenin azap süresini değiştirebilir. O dilediği takdirde O'na engel olabilecek, O'nun gücünü sınırlayabilecek bir güç yoktur. Hüküm koyan O'dur, O bu hükümlere bağlı değildir. Dilerse dilediği şekilde değiştirebilir. Her şey O'nun tasarrufu altındadır.

Gökler ve yer durdukça onlar cehennemde ebedi kalacaklardır. Kıyamet kopunca göklerin ve yerin düzeni bozulduğuna göre, Allah-u Teâlâ'nın bildiği başka bir şekil ve vaziyette kalırlar.

Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"O gün yer başka bir yerle, gökler de başka göklerle değiştirilir." (İbrahim: 48)

Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları miktarı cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cehennemden çıkıp cennete gireceklerdir.

Kâfirler ise ebediyyen çıkamayacaklar, cennet yüzü göremeyeceklerdir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Onlar, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete giremezler." buyuruyor. (A'raf: 40)

Bu, iri cüsseli bir devenin küçücük bir iğne deliğine girmesi imkansız olduğu gibi, kâfirlerin cennete girmelerinin imkansız olduğunu gösteren bir temsildir.

Ateş kendilerini berhava ettikçe cehennem haricine atılacaklarını ümit eder dururlar veya cehennemden bir gün çıkarılacaklarını kalben arzuda bulunurlar. Fakat bunun imkânı yoktur.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Yoldan çıkanların barınacakları yer ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isteseler, yine oraya döndürülürler." (Secde: 20)

Zebaniler demir balyozlarla başlarına vururlar ve onları tekrar cehennemin dibine indirirler.

Azaptan kaçıp kurtulacakları yerde:

"Onlara: 'Yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın!' denir." (Secde: 20)

Dünyada iken kendilerine bu azabı haber veren zatları tekzib ediyorlardı. Böyle uhrevî bir hayatın olacağını, başlarına böyle bir felâketin geleceğini hiç hesaba katmıyorlardı.

Allah-u Teâlâ şöyle hitap eder:

"Bu gününüzle karşılaşmayı unutmanızın cezasını tadın! Doğrusu biz de sizi unuttuk." (Secde: 14)

Tabii ki Allah-u Teâlâ hiç kimseyi unutmaz. Fakat onlar unutulmuş muamelesi görerek cehennemde terkolunacaklardır.

"Yaptıklarınızdan ötürü ebedi azabı tadın!" (Secde: 14)

Bu hitap, onların azaplarını şiddetlendirir, hasretlerini arttırır, yaralarının üzerine tuz biber eker.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde ahireti ve haşrı inkâr eden kâfirlerin Rabb'lerini de inkar ettiklerini, bu yaptıklarının cezasının cehennem olduğunu ve orada ebedî kalacaklarını beyan buyurmaktadır.

"Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların şu sözleridir. 'Biz toprak olduğumuz zaman mı, biz mi yeniden yaratılacağız?'

İşte onlar Rabb'lerini inkâr edenlerdir. Onlar boyunlarına demir halkalar vurulanlardır. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedi kalacaklardır." (Ra'd: 5)

Orada ne ölecekler, ne de oradan çıkarılacaklar.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Sizden her birinizin mutlaka bir cennette bir de cehennemde yeri vardır. Kâfir cehenneme girince, müminin cehennemdeki yerine varis olur. Mümin de kâfirin cennetteki yerine varis olur." (İbn-i Mâce. Zühd: 39)

Bu açık beyandan kâfirin cehennemden, müminin de cennetten hiç çıkmayacağı anlaşılmış oluyor.

 

Bahtiyar Müminler:

Allah-u Teâlâ bedbaht kâfirlerin âkıbetlerini anlattıktan sonra bahtiyar müminlerin saâdetini anlatmak üzere şöyle buyurdu:

"Görmedikleri halde Rabb'lerinden korkanlar var ya! İşte onlar için mağfiret ve büyük mükâfat vardır." (Mülk: 12)

Allah korkusu bütün iyiliklerin başı olduğu gibi, bu ilâhî korku sinelerinde mevcut bulunan kimseler, gizli ve açık günahlardan kaçınırlar. Böylece de büyük mükâfatlara ve bağışlanmaya nâil olurlar.

Bu ilâhî lütuf, azabı görünceye kadar korkmayanlar veya kalplerinde korku olmadığı halde varmış gibi gösterenler için değildir.

"Sen ancak Zikr'e uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini bir mağfiret ve güzel bir mükâfat ile müjdele!" (Yâsin: 11)

Görmediği halde Allah-u Teâlâ'dan korkanlar, af ve mağfirete nail, cennet ve Cemâlullah'a mazhar olacaktır.

Cennet Allah-u Teâlâ'nın mümin kullarına, bir imtihan sahnesi olan dünyada samimiyetle inanıp salih ameller yapmaları, haram ve günahlardan sakınmaları karşılığında vâadettiği zevk ve sefâ yeridir, mükâfat yeridir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"İman edip de salih ameller yapanlar, Rabb'lerinin izniyle içinde ebedî kalacakları ve altlarından ırmaklar akan cennetlere sokuldular." (İbrahim: 23)

Cennetin genişliği yerle göğün genişliği kadardır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Rabb'inizin bağışına ve Allah'tan korkanlar için hazırlanmış, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! " (Âl-i imran: 133)

Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir. Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur. Binaenaleyh yeri ve göğü yaratan Allah-u Teâlâ onların genişliğinde veya daha geniş cennetleri yaratmaya elbette kadirdir.

Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.

Rum kralı Herakl'in elçisi "Sen genişliği yer ve gökler kadar olan bir cennete çağırıyorsun. O halde cehennem nerede?" diye Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e sorduğunda şöyle buyurmuşlar:

"Sübhânellah!.. Gündüz olduğu zaman gece nerede olur?"

Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanları ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Orada her nereye baksan, bir nimet ve pek büyük bir saltanat görürsün." (İnsan: 20)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır." (Tirmizî: 2525)

Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimet görür. Her kim nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen nimetleri seyreder. Hiç kimse hiçbir şeye hasret kalmaz.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Cennete giren nimet görür, fakirlik görmez; elbisesi eskimez, gençliği de tükenmez." (Müslim: 2836)

Sonsuz lüks ve konfor, sürekli sulh ve huzur, cennet sakinlerini her yönden kuşatmıştır.

Hem bedenî hem de rûhî bakımdan son derece güçlü ve kabiliyetli olacaklardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde cennete giren her müminin, ataları Âdem Aleyhisselâm'ınki gibi bir bünyeye sahip olacaklarını, hatta altmış zira' (yaklaşık kırk metre) boyunda olacaklarını beyan buyurmuştur.

Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Bir kimse cennetlik olarak ölünce, büyük veya küçük, yaşı ne olursa olsun, otuz yaşında bir kimse olarak cennete girer ve artık bu yaş ebediyen değişmez.

Cehennemlikler için de durum böyledir." (Tirmizî: 2565)

Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise erkeklerin, bıyıkları yeni terlemiş gençler görünümünde olacaklarını, kadınların ise çok güzel tenli ve çok değerli elbiselere bürünmüş halde bulunacaklarını, onların da onaltı yaşlarında olacaklarını beyan buyurmuşlardır.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Cennette fazlalık devam edecek. Hatta Allah onun için yeni halk yaratacak ve onları cennetin fazlasına iskân edecektir." (Müslim: 2848)

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Çalışanlar böyle ebedî bir saâdet için çalışsınlar." (Saffat: 61)

 

Her Şeyi Bilen O'dur:

Allah-u Teâlâ kalplere ve gizliliklere muttali olduğunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Sözünüzü ister gizleyin ister açığa vurun. Şüphesiz ki O, göğüslerin özünü bilendir." (Mülk: 13)

Kendi yaratılışlarında kendilerinin bile vâkıf olamadıkları gizliliklerin hepsini bütün yönleri ile bilir. Haklarındaki mükâfat veya mücâzât ona göre tecelli eder. Çünkü göğüsleri yaratan O olduğu gibi, göğüslerin içinden geçeni de yaratan O'dur.

"Yaratan bilmez olur mu hiç!" (Mülk: 14)

Elbetteki tamamiyle ve kemâliyle bilir. Yaratıkların Yaratıcı'dan bir şey gizlemesine imkân yoktur. Kullarının bütün sırlarına vâkıftır. Hiçbir şey O'nun ilminden uzak kalmaz.

"O Lâtif'tir, her şeyden haberdardır." (Mülk: 14)

Nasıl yapıldığı gizli olan en güzel şeyleri yapar ve yaratıkların muhtaç oldukları faydalı şeyleri ulaştırır. O lütufkâr yaratıcı, her şeyden haberdâr olan lâtif ve mükemmel bir Zât-ı kibriyâ'dır.

"Şüphesiz ki O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir." (Tâhâ: 7)

Her şeyi hakkıyla bilir, görür, işitir.

Zât-ı Ehadiyet'ine hiçbir şey gizli değil, her şey apaşikârdır.

"Allah, gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir." (Nahl: 19)

Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. O'nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.

"O, kullarının işlediklerini ve işleyeceklerini bilir." (Bakara: 255)

Allah-u Teâlâ daha ruh verilmeden önce, cenin halinde iken kişinin bütün mukadderatını biliyordu. Çünkü O yazdırıyor, nasıl bilmesin?

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. Kulların ilmi ise bunu kavrayamaz." (Tâhâ: 110)

Allah-u Teâlâ Alîm'dir, her şeyi bilir. Ezelî ilminde kişinin dünyada neler yapacağını, neler söyleyeceğini, ahiretteki yerini biliyordu ve takdir filminde beyan etmişti. Hiçbir şey O'nun bilgisinin dışında değildir.

Zerreden kürreye kadar her şey böyledir. Kâinat da böyledir, insan da böyledir.

Bir insanın yüz sene ömrü olsa, en son nefesinde söyleyeceği sözden, yapacağı işten, son lokmasına kadar yiyeceğinden, içecek suyundan haberi vardır. Yalnız insan değil, yarattığı bütün mevcûdat zerreden kürreye kadar böyledir. Kâinat da böyledir, insan da böyledir. Bu hükmü O tayin ve takdir ettiği için her şeyi biliyor. Bu bilgi O'na mahsustur. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın ezelî kudretinin tezahürleridir.

Bir tek yaprak karşısında bütün yarattıkları âciz kalır. O ise o yaprağın ne zaman yaratılacağını, o yaprağın vazifesini, yapacağı zikrini, ömrünü bilmektedir. O'nun izni olmadan o yaprak düşmez.

Âyet-i kerime'sinde:

"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." buyuruyor. (En'am: 59)

Ezelî ilmi her şeye şâmildir. Her nerede ve her ne zaman bir ağaçtan bir yaprak düşerse, Allah-u Teâlâ onun yerini de zamanını da en ince teferruâtı ile bilir.

En küçük misal olan "Yaprak düşmesi" misali ile bütün hâl ve ahvale işaret edilmiştir.

Büyük ve küçük, gizli ve açık, görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, hayat ve ölüm, olmuş ve olacak her şey bütün genişliği ve inceliğiyle Allah-u Teâlâ'nın ilmindedir.

"Gizlediklerinizi de açığa çıkardıklarınızı da bilir." (Teğâbün: 4)

Allah-u Teâlâ kalplere ve gizliliklere muttali olduğunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah göğüslerin özünü bilendir." (Teğâbün: 4)

O öyle bir Allah'tır ki kâinatın bütün sırlarını bilendir. O öyle ilim ve kudret sahibidir. O kalplerdekini bilen, görülen görülmeyen her şeyi bilendir.

"De ki: 'Göğüslerinizde olanı gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir.'" (Âl-i imrân: 29)

 

Lütuf Alâmetleri:

Yeryüzünde Allah-u Teâlâ'nın nimet ve rızıklarından faydalanan insanlar, gün gelecek huzura çıkacaklar, kendilerine verilen nimetler karşısında hesaba çekileceklerdir.

Allah-u Teâlâ kudret ve azâmetinin delillerini ve kullarına olan lütuf ve ihsanının alâmetlerini anlatmak üzere şöyle buyurmaktadır:

"Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur." (Mülk: 15)

Her yaratık için değil ancak siz insanlara, hususiyetle bu söze muhatap olan akıl sahibi kimselere boyun eğdirmiştir.

"Öyleyse yeryüzünde dolaşın, Allah'ın rızkından yiyin." (Mülk: 15)

Rabb'inizin size ihsan ettiği çeşitli kazanç ve rızıklardan faydalanın.

İnsanın ondan yararlanmasını elverişli kılmış, onun her bölgesine her tarafına çeşitli kazanç yolları aramak ve ticaret yapmak üzere gidip gelmelerini tavsiye buyurmuş, rızkını elde etmek için gerek duyacağı her şeyi yeryüzünde var etmiştir.

"Dönüş ancak O'nadır." (Mülk: 15)

İnsanların sonu yine o başlangıca dönecek, sonunda O'na varacaklardır.

Kötü iş ve icraatlarıyla ateşi körükleyenler cehennemi boylayacaklar, esfel-i sâfiline düşecekler, güzel amelleriyle cenneti süslemeye çalışanlar ise Allah-u Teâlâ'nın geniş mağfiretine ve Cennet-i âlâ'ya ulaşacaklar, ebedî saâdet ve selâmete nâil ve dahil olacaklardır.

Öyleyse;

"Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz." (Beyhakî)

Hadis-i şerif'i mucibince, huzur-u ilâhîye varıp hesap verileceği düşünülerek, hudutları muhafaza etmeye çalışılmalıdır.

"Nihayet o gün dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz." (Tekâsür: 8)

Büyük nimetlerden suâl olunacağı gibi, en küçük nimetlerden dahi suâl olunacaktır. Emniyet ve asayişten, sıhhat ve âfiyetten, mevki ve servetten, ikbal ve itibardan, yenilen, içilen, giyilen şeylerden, koyu gölgeden, soğuk bir sudan muhasebeye tutulacaklardır.

O nimetleri nereden alıp nereye harcadıkları, helâlinden kazanıp helâlinden mi harcadıkları, haramdan kazanıp haram mı harcadıkları, şükrünü yapıp yapmadıkları bir bir sorulacaktır.

Bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Sizden her kim kendi evinde ve yurdunda emniyetle, vücudu âfiyetle olarak sabaha çıkarsa ve yanında günlük yiyeceği bulunursa, sanki dünya bütünüyle ona ayrılıp verilmiş gibi olur." (Tirmizi: 2449)

 

Tehdid-i İlâhî:

Allah-u Teâlâ din-i mübin'i hafife alan, isyan ve tuğyanda alabildiğine koşuşan isyankârların her an için cezâlarını vermeye ve kahretmeye hazır olduğunu beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"Gökte olanın sizi yere batırıvermeyeceğinden emin mi oldunuz?" (Mülk: 16)

O'nun sizi ve yeri, hep bulunduğunuz halde tutup duracağını ve isyanınızdan dolayı sizi cezalandırmayacağını garanti ettiniz de hiç korkunuz kalmadı mı? O korkunç âkıbeti hiç düşünmez misiniz?

"O zaman yer sarsıldıkça sarsılır." (Mülk: 16)

İsyanınıza karşılık bir ceza olmak üzere çalkalanır, zelzeleler olur. Sizin için yeri boyun eğdiren O değil midir? Onu bu haliyle yaratmaya kâdir olduğu gibi, bunu da yapmaya kâdir değil midir?

"Gökte olanın üzerinize taş yağdırmasından emin mi oldunuz?" (Mülk: 17)

Böyle bir felâkete uğrayacağınızı hiç düşünmez misiniz?

"Siz benim tehdidimin nasıl olduğunu yakında bileceksiniz." (Mülk: 17)

Ey o dönüşe, bu tehdit ve uyarıya inanmayanlar! "Gökten taş mı yağarmış?", "Tabii âfetlerin bizimle ilgisi neymiş?" diyenler! Haber verdiğim uyarı ve tehdidin ne olduğunu, şimdi uyanmazsanız ileride fiilen göreceksiniz.

Geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün. Bugünkü felâketi düşünün.

"Biz onların her birini günahı ile yakaladık. Kiminin tepesine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç bir ses, bir çığlık yakalayıverdi. Kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." (Ankebut: 40)

Allah-u Teâlâ azgınlardan mutlaka intikam alacağını haber vererek;

"Yoksa bütün kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar." buyuruyor. (Ankebut: 4)

Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle beyan buyurmaktadır:

"Doğrusu o, onlara ansızın gelecek ve onları şaşkına çevirecek. Artık onu ne geri çevirmeye güçleri yeter, ne de kendilerine mühlet verilir. Andolsun ki senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Onları alaya alanları, o alay ettikleri şey kuşatıverdi." (Enbiyâ: 40-41)

Bu onların, peygamberleri ile alay etmeleri ve o alaya aldıkları şeyin onları kuşattığı gibi, müşrikleri de kuşatacağı hususunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için bir vaaddir.

"De ki: Sizi gece ve gündüz Rahman'dan kim koruyabilir? Buna rağmen onlar Rabb'lerinin zikrinden yüz çevirmektedirler. Yoksa kendilerini bize karşı koruyacak ilâhları mı var? Onlar kendilerine bile yardım edemezler. Onlar bizden de dostluk görmezler." (Enbiyâ: 42-43)

Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'sinde buyurur ki:

"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberâni)

Ne kadar câhil olduğumuz ve kendimize ne kadar zulmettiğimiz anlaşılıyor. Allah-u Teâlâ'ya nasıl sığınmamız gerekiyor?

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr: 18)

Âyet-i kerime'lerde geçen "Gök"; cisim olarak bildiğimiz gökten ibaret değil, mutlak yükseklik ve üstünlük işaretidir. Maddî ve mânevî bütün yaratıkların üstü demek olan mutlak yükseklik mânâsınadır. Her şeyin üzerinde ve her şeyden üstün olan ancak Allah-u Teâlâ'dır. İnsanların nazarında yüceliğin en yüksek numunesi gök olduğu için, Allah-u Teâlâ'nın mutlak yüceliği de onunla ifade edilmiştir.

Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurmaktadır:

"Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur." (Zuhruf: 84)

Meleklerin kendisine ibadet ettiği, göğün O'nunla ayakta durduğu, kendisi ise o göğün içinde bir mekânda bulunmayan ilâh O'dur. İnsanların ve cinlerin yeryüzünde kendisine ibadet ettiği ilâh da O'dur.

"Göklerde de yerde de Allah O'dur. Gizlinizi ve açığınızı bilir, ne kazandığınızı da bilir." (En'am: 3)

Her şeyden mutlak bir üstünlükle üstün olan ancak O'dur. Çünkü O her şeyin yaratıcısıdır.

 

Tarihten İbret Almak:

Tarihin geçmiş dönemlerinde din-i mübin'i yalanlayıp; sapıklık ve azgınlığı, rezillik ve ahlâksızlığı inatla sürdürdükleri için Allah-u Teâlâ'nın gazabına ve azabına maruz kalan topluluklar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Fakat benim intikamım nasıl oldu?" (Mülk: 18)

Bir bak! Onları cezalandırmam son derece korkunç, ne kadar şiddetli ve acıklı değil miydi?

"Zira onların hepsi memleketlerinde azgınlık ettiler.

Bulundukları yerlerde bozgunculuğu çoğalttılar.

Bundan dolayı Rabb'in de üzerlerine azab kırbacını çarpıverdi." (Fecr: 11-13)

Geçmişte yaşamış topluluklar yoldan çıkmaları sebebiyle dünyevî ve uhrevî cezalara çarptırıldıkları gibi, sonraki asırlarda yaşayan ve azgınlık yapan toplulukların da aynı âkıbete uğrayacakları açık bir gerçektir.

Sen ki Yaratan'a, nimetlerle donatana isyan edeceksin de O seni cezasız bırakacak, bu mümkün değildir. Muhakkak cezalandırır.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde, kendilerinden çok daha kuvvet ve satvete sahip iken isyanları ve günahları yüzünden helâk olup gitmiş bulunan kavimlerin tarihi hayatlarını hatırlatarak ve ibret almaya teşvik ederek şöyle buyurmaktadır:

"Görmediler mi ki, biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik. Yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları onlara vermiş, gökten üzerlerine bol yağmurlar indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık.

Günahlarından ötürü onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil vârettik." (En'am: 6)

Allah-u Teâlâ sizden önceki Âd, Semud ve benzeri kavimleri, günahları yüzünden helâk edip ecellerini yetirmeye ve yerlerine başkalarını koyup onlarla yeryüzünü düzeltmeye ve imar etmeye kâdir olduğu gibi, size de böyle yapmaya kâdirdir. Buradan anlaşılıyor ki, ümmetlerin ecellerinin gelmesinde günahlarının ve hatalarının sebep oluşu mühimdir.

Bu Âyet-i kerime'de öncekilerin helâk edildiği gibi, isyan ettikleri takdirde sonrakilerin de helâk edileceğine işaret edilmektedir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Eğer seni yalanlarlarsa de ki: Rabb'iniz geniş rahmet sahibidir. Fakat O'nun azabı da günahkârlar güruhundan geri çevrilmez." (En'am: 147)

Günahkâr ve isyankârlara ne kadar zaman tanınırsa tanınsın, günahta devam ettikleri halde, sonunda o geniş rahmetten yoksun ve bir azaba mahkûm olurlar.

 

Geçmiş Kavimler ve Günümüz:

Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ibret nazarlarımıza sunulan Peygamber kıssaları da bu kavimlerin başlarına birer kabahatlerinden ötürü felaketlerin geldiğini bize göstermektedir.

Eski ümmetler de bugünkü gibi azmışlar, Allah'ın hükmünü hiçe saymışlardı. Allah'ın azabı gelince birden taş kesiliverdiler veya başka türlü cezalara çarptırıldılar. Bugün ise bu seyyiat zamanı olan âhir zamanda o eski kavimlerin yaptıklarının hepsi fazlası ile yapılıyor, âkıbetimiz ne olur? Bugün yaşananlar hep ihtar-ı ilâhidir. Mutlaka kötünün arasında iyi, kurunun yanında yaş da yanar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine nimet ve zevklerden her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenlerle şımarıp ferahlandıkları sırada da ansızın onları yakaladık. Birdenbire bütün umutlarını yitirdiler." (En'am: 44)

Nuh Aleyhisselâm'ın kavmi putperestlikte inat ettikleri için tufanla yok oldular.

Ad kavmi, Hud Aleyhisselâm'ı beyinsizlikle, yalancılıkla suçladıkları için şiddetli rüzgârla helâk oldular.

Salih Aleyhisselâm'ın kavmi Semud, mucize deveyi öldürdükleri için yürekleri yerinden oynatan korkunç bir sesle cezalandırıldılar.

Lut Aleyhisselâm'ın kavmi helal olan eşlerini bırakıp erkeklere gittikleri için, Allah-u Teâlâ memleketlerini alt üst etti ve üzerlerine taş yağdırdı.

Şuayib Aleyhisselâm'ın kavmi olan Medyen ve Eyke halkı; ticaret ahlakını bozdukları, ölçü ve tartıda hile yaptıkları için buluttan inen ateşle cezalandırıldılar.

Yahudiler de itaatsizlikleri sebebiyle yoldan çıktıkları için maymun, domuz ve fare suretine çevrilmişlerdir.

"Böylece onlar kibirlerinden dolayı kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince kendilerine 'Aşağılık birer maymun olunuz!' demiştik." (A'raf: 166)

Hazret-i Allah'ın onları lânetlediğini, azabına müstehak kıldığına dair kıssalar Kur'an-ı kerim'in çeşitli yerlerinde beyan edilmektedir.

Muhammed Aleyhisselâm ise kendisine zulmeden, eziyet eden, iftira eden, Allah'a ve elçisine inanmayan kavmine rahmet ve merhamet etmiş ve niyaz etmesi sebebiyle kavmi toptan eski kavimler gibi helâk olmamıştır. Ancak uyarılarını dinlemeyen, tebliğ ettiği İslâm'ı yaşamayan, getirdiği Allah kelâmını tasdik ve tatbik etmeyip, dinini unutan kavmi ve isyan edenler birçok afat ve felaketlere müstehak olmuşlardır. Bugün olduğu gibi.

"Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler." (Nahl: 61)

Eski kavimler böyle oldu. Bizim âkıbetimizin ne olacağı belli değil.

Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ:

"İşte biz günahkârları böyle yaparız." buyuruyor. (Mürselât: 18)

Eskiler hakkında da sonrakiler hakkında da ilâhi takdir böyle tecelli eder. Bundan önce hiçbir kavim bu âkıbetten kurtulamamış, şimdi olduğu gibi ve ileride de bu gibi kimselerin lâyık oldukları cezalara kavuşacakları şüphesizdir.

"O gün, (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!" (Mürselât: 19)

Dünya saadetine âhiret selâmetine kavuşmaları için Allah-u Teâlâ'nın kelâmını önlerine koyuyoruz, "Bu bir hakikattir." diyoruz, onlar ise tiksiniyorlar, yalanlıyorlardı.

Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette vuku bulacaktır.

"Bütün yüzler Hayy ve Kayyum olan Allah'a zelil olarak boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen ise gerçekten perişan olmuştur." (Tâhâ: 111)

Geçmiş kavimlerin büyük çoğunluğu yalanlamışlardı. Yalanlayanların sonuna bir bakın!

"Resul'üm! Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, bil ki onlardan önce Nuh, Âd ve Semud kavimleri de yalanlamışlardı.

İbrahim kavmi de, Lut kavmi de yalanlamıştı.

Medyen halkı da (yalanlamıştı), Musa da yalanlanmıştı. Ben de kâfirlere önce mühlet verdim, sonra onları yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış görsünler!" (Hacc: 42-43-44)

Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış peygamberlerinden Nuh Aleyhisselâm'ın, Hud Aleyhisselâm'ın, Sâlih Aleyhisselâm'ın, Lut Aleyhisselâm'ın ve Şuayb Aleyhisselâm'ın kavimlerinin haberlerini; küfürlerinde inat edenlerin helâk olmalarını, inananların rahmetinin bir eseri olarak kurtulmalarını anlattıktan sonra Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"İşte o ülkeler!.. Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz.

Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıklarından ötürü inanmadılar.

İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler." (A'raf: 101)

Dünyanın aldatıcı, gelip geçici zevklerine, muvakkat bir zaman geçerli olan itibar ve saltanata aldanıp, şeytan ve nefsinin arzularına dalıp Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı unutan insan, Hazret-i Allah'ın buyurduğu; "Elestü birabbiküm = Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" hitabına cevaben verdiği "Kâlû belâ = Evet. Rabb'imizsin." (A'raf: 172) cevabını unuttu. Böylece Hazret-i Allah'a hasım kesildi.

"Onların çoğunda sözünde durma diye bir şey bulamadık, onların çoğunu yoldan çıkmış fâsık kimseler olarak bulduk." (A'raf: 102)

Küfür ve nifak iliklerine işlemiş. Hakikati gözleri ile de görseler kastî olarak reddediyorlar. Kendilerinin iyiliğini isteyenlerin ikazlarına kulak asmıyorlar. Burunlarının doğrultusunda, günahlarında ısrar ede ede ömürlerini tüketiyorlar.

Nitekim diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Yine O'na inanmadıkları ilk durumdaki gibi, onların kalplerini ve gözlerini ters çeviririz.

Ve bırakırız onları, şaşkın olarak azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar." (En'am: 110)

Onların bu iğrenç halleri, süfli hayatları, öldürülüp cezalarına kavuşacakları bir zamana kadar devam eder.

"Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileri ile konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu bunu bilmezler." (En'am: 111)

Çünkü onlar iradelerini iyiye, doğruya ve güzele sarfetmediler, hidayete yönelmediler. Kendi sapıklıkları içinde kaldılar.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Nice şehirlerin halkını, zulmederken helâk edip yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları körelmiş, sarayları yıkılmıştır." (Hacc: 45)

Bütün bunlar hep birer ibret levhasıdır.

"Bizim onlardan önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız, kendilerini hâlâ yola getirmedi mi? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar.

Bunda elbette ki akıl sahipleri için ibretler vardır." (Tâhâ: 128)

 

Varlığının Delilleri:

Allah-u Teâlâ beşeriyete ilâhî ihtardan ve tehditten sonra düşünce ve tefekküre dâvet etmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"Üzerlerinde kanat çırpıp duran kuşları görmüyorlar mı?" (Mülk: 19)

Kuşu uçabilecek kabiliyette yaratan Allah-u Teâlâ, havayı da kuşları taşımaya musahhar kılmıştır.

"Onları havada tutan Rahman'dan başkası değildir." (Mülk: 19)

Uçarken kolaylık için kanatlarını açıp örtmeyi ilham eden, uçan her kuşu havada tutan, onları iri cüsselerine rağmen yere düşmekten koruyan, rahmeti bütün kâinatı kaplamış olan yaratıcı Rahman'dan başkası değildir.

"O her şeyi görmektedir." (Mülk: 19)

Sadece kuşlar değil, kâinattaki her şey O'nun murakabası altındadır ve her şeyin sebebini O yaratmıştır.

Bu durum insanın kendisini Allah'ın azabından güvenlik içinde görmesi değil, O'ndan korkması ve yolunda bulunmasını gerektirir.

Nitekim Allah-u Teâlâ onların güvenlik duyuşlarını reddederek şöyle buyurmaktadır:

"Rahman olan Allah'a karşı size yardım edecek askerleriniz kimdir?" (Mülk: 20)

Elbette ki böyle bir orduya, bir kuvvete sahip değilsiniz.

"Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah Azîz'dir, hükmünde hikmet sahibidir." (Fetih: 7)

O korumayınca, O'nun rahmeti size ulaşmayınca ne yapsanız, ne kadar çabalasanız kendinizi koruyamazsınız. Böyleyken niçin yolunuzu değiştiriyorsunuz, kendinize gelmiyorsunuz, Hakk'a yönelmiyor, hakikate sarılmıyorsunuz?

"Kâfirler ancak aldanış içindedirler." (Mülk: 20)

Onları şeytan aldatmaktadır. O Rahman'ı ve O'nun emirlerini, uyarılarını tanımayıp da yalnız hayatta kalmak için boğuşan kimseler, aldanmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.

 

Yaratan, Yaşatan ve Yöneten Hazret-i Allah'tır:

Yaratan O olduğu gibi, yaşatan da O'dur.

Âyet-i kerime'sinde:

"Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık." buyuruyor. (Meâric: 39)

Sen hiçbir şey değilken O seni bir damla kerih sudan yaratmadı mı? Sana hayat vermedi mi? O'nun sana verdiği hayat ile yaşıyorsun. Hayatı çektiği zaman yoksun. Ruhun da gider, vücudun da gider. Ruhunu çektiği zaman toprakta çürüyorsun. Çünkü vücudun zaten bir elbiseden ibaret. Elbiseyi gösteren de O, seni tutan da O, seni yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda yoksun. İnsan hep O'nunla kâim de bilmiyor.

O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.

"Gökten yere kadar her işi O düzenler." (Secde: 5)

O'nun düzenlemesi, hikmetine göre dilemesidir.

O yaratıyor, O yönetiyor. Meselâ gökten yağdırıyor, yağdıran O'dur. Yerden fışkırtıyor, fışkırtan O'dur. Sonsuz nimetleri ihsan ve ikrâm eden yine O. Hazine-i ilâhî'den durmadan akıyor.

Âyet-i kerime'sinde:

"Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz." buyuruyor. (Hicr: 21)

Zerreden kürreye kadar her yaratık O'na muhtaçtır.

Allah-u Teâlâ iradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etmiştir. Yoksa ihtiyacı için değil. O Samed'dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O'na muhtaçtır.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnîdir." (Âl-i imran: 97 - Ankebut: 6)

Kim iman ederse kendi lehine, kim de inkâr ederse yine kendi aleyhinedir. Ne itaat edenlerin itaatı O'na fayda verir, ne de âsilerin isyanı zarar verir.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." (Nisâ: 126-131-132)

Yalnız gökler ve yerdekiler değil, onların ötesinde, gerek âfâkta gerek enfüste hiçbir varlık yoktur ki, başlangıcından ve sonundan, görünen ve görünmeyeninden, Allah-u Teâlâ'nın kudreti ve azameti ile, ilâhî hükmü ile kuşatılmış olmasın. Şu halde zâhirde ve bâtında, yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve mânâlarda, dünyada ve âhirette ilâhî kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.

Uludağ bir karıncaya göre çok büyüktür. Fakat güneşin büyüklüğü karşısında karınca gibi küçük kalır. Güneş de Arş-ı Rahman'ın yanında karınca gibidir.

Allah öyle bir Allah'tır ki, O'nun varlığı ve azamet-i ilâhîsi karşısında bütün kâinat bir karınca mesabesindedir. Her şeyi O kuşatmıştır.

"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisâ: 126)

Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile... Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yerler de böyledir, gökler de böyledir. Arş-ı Rahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. O ise her şeyi kuşatmıştır.

"Doğu da batı da Allah'ındır. Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır. Şüphesiz ki Allah Vâsi'dir, O her şeyi bilendir." (Bakara: 115)

Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"İşte Rabb'iniz Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratır." (En'am: 102)

Bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, gelecekte de her şeyin yaratıcısı O'dur.

O'nun "Ol!.." emri ile her şey hayat bulur. "Öl!.." demesiyle de ölür.

"Bak! Onlar iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz." (En'am: 65)

Nitekim aklını kullanan kimseler, O'nun âyetlerinden pek çok istifade etmekte ve kendilerine yön vermektedirler.

Her neyin yaratılmasını veya yok edilmesini dilerse, derhal dilediği şekilde vâki olur. Bir anda bir değil, sayılamayacak ve hesap edilemeyecek şeyler yaratıp yok edebilir.

Bütün bu âlemler kendiliğinden değil, O'nun yaratması ve varlık âlemine çıkarması ile meydana gelir. O'nun terbiyesi ile olgunlaşır ve yine O'nun dilemesi ile yok olurlar. Hiçbir şey O'nun mülkünden dışarı çıkamaz.

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." (Tevbe: 116)

Kullar da O'nun mülkünün ve taatinin ehlidirler. Emir ve yasaklarını dinleyip bunlara boyun eğmeleri gerekir.

"Diriltir ve öldürür." (Tevbe: 116)

Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat verir.

"Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur." (Tevbe: 116)

Velâyet hakkı ancak O'nun, inayet ve yardım yalnızca O'ndandır. İşte bundan dolayıdır ki O'na teslim olmalı, özünü O'na vermeli, gözünü O'nun hoşnutluğuna dikmeli, mâsivâya iltifat etmemelidir.

Allah-u Teâlâ'nın bir ism-i şerif'i de "Velî" dir. "Salih kullarına dost olan demektir." Sevdiği ve seçtiği kullarının yakın dostudur, onları hususi himayesine alır. Onlara yardımda bulunup başarıya erdirir, hayırlı işlere muvaffak kılar. Karanlıklardan kurtarıp nûrlara çıkarır, gönüllerini nûrlandırır. Onları gören Allah'ı hatırlar.

Onlar da Allah'tan başka dost tanımazlar. O'ndan başka hiç kimseden korkuları veya bekledikleri olmadığı için; herkes korktuğu zaman onlar korkmazlar, herkes tasalandığı zaman onlar tasalanmazlar.

Dostluğu kazanılmaya yegane lâyık varlık Allah'tır.

 

Nankör İnsan:

Kâinatta dilediği gibi tasarrufta bulunmak hakkı, Allah-u Teâlâ'nın Zât-ı ehadiyet'ine mahsustur. Bir kimseye vermek istiyorsa, vermesine hiç kimse mâni olamaz, vermek istemiyorsa hiç kimse verdiremez.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Eğer O, rızkınızı kesiverecek olsa, size rızık verecek kimdir?" (Mülk: 21)

Meselâ su ve havanızı kesiverse; bir damla suyu, bir soluk havayı size kim sunabilir? Bol rızık bulunsa, alınması da çok kolay olsa, fakat Allah-u Teâlâ size hazım gücü vermese, bir yudum su içebilir misiniz?

"Hayır! Onlar azgınlık ve nefret içinde direnip durmaktadırlar." (Mülk: 21)

Bu halleri şeytanın bir aldatmasıdır, onlar Hakk'a teslim olmuş değillerdir. Aksine nankörlüklerinde devam edip durmaktadırlar. Bir türlü yola gelmezler.

Allah-u Teâlâ daha sonra, nereye gittiğini, hangi yolu takip edeceğini bilmeyen şaşırmış kimselerle, apaçık nurlu bir yolda bulunan ve o yolda ilerlemekte olan kimseler için misal getirerek şöyle buyurmaktadır:

"Yüzüstü tökezleyerek yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa dosdoğru yolda düzgün yürüyen mi?" (Mülk: 22)

Bu onların dünyadaki misalleridir. Ahirette de durumları böyle olur.

Bu bakımdan insan bir düşünmelidir: Hangi taraftan olmalı, hangisinin ardından gitmelidir?

Doğru yola çağırıldıkları halde yüz çevirenlerin, kendilerine merhamet edilip de uğradıkları felâketler kaldırılacak olsa, onların yine de sapıklıklarında ısrar edecekleri Âyet-i kerime'lerde beyan buyurulmaktadır:

"Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun, ahirete inanmayanlar ise, ısrarla yoldan sapıyorlar." (Müminun: 73-74)

Ahirete inanmış olsalardı, dünyada yaptıklarının hesabının kendilerine sorulacağını düşünürler, doğru yolu bulurlardı.

"Eğer biz onlara merhamet edip de başlarındaki sıkıntıyı giderseydik, şaşkınlık içinde azgınlıklarına devam eder dururlardı." (Müminun: 75)

Azgınlıklarında şaşkın şaşkın direnirlerdi.

"Andolsun ki biz onları azapla yakaladık. Yine de Rabb'lerine boyun eğmediler, yalvarıp yakarmadılar." (Müminun: 76)

Kibir ve gururlarında devam edip durdular.

"Nihayet üzerlerine şiddetli bir azap kapısı açtığımızda, birden ümitsizliğe kapıldılar." (Müminun: 77)

Her türlü hayırdan, kurtuluş ümidinden mahrum kalmış, lâyık oldukları cezaya kavuşmuş bulunurlar.

 

Üç Büyük Nimet:

İnsanları yoktan var eden ve onlara kulak, göz ve akıl gibi birbirini tamamlayan üç büyük nimeti ikram eden Allah'ın şânı ne yücedir!

"De ki: Sizi yaratan, size kulaklar, gözler, gönüller veren O'dur." (Mülk: 23)

Allah-u Teâlâ kulakları, gözleri ve kalbi tertip üzere zikretmiştir ki; önce Hakk'ı işitsin, sonra işittiğini gözüyle görsün, gördüğü şeyleri kalbiyle tefekkür etsin.

Şuurluca ve akıllıca tefekkür yapanlar, dünya saâdetine, ahiret selâmetine erdirecek sağlam bir inanca ve sâlih amellere yönelirler.

Bunların her biri ne büyük birer ihsan-ı ilâhîdir!

Buna rağmen insanlar faydalanmasını bilememiş ve şükredenlerden olmamışlardır.

"Ne de az şükrediyorsunuz?" (Mülk: 23 - A'râf: 10 - Hacc: 36 - Secde: 9)

Yeryüzünün imarında ve geçim sebeplerinin elde edilmesinde, bu güç ve kuvveti vereni ve O'nun buyruklarını tanıyarak küfür ve taşkınlıklardan sakınanlar az olduğu gibi; şükredenlerin bile şükür ve ibadetlere ayırdıkları zamanlar ne kadar azdır.

Halbuki nimete şükretmek, nimetin devamına ve daha çok artmasına vesile olur. Küfrân-ı nimet ise, nimetin elden çıkmasına sebebiyet verir.

Nimetlere şükretmek; Allah-u Teâlâ'yı tam olarak tanımak, lâyık olduğu şekilde O'na hamd ve senâda bulunmak, onları yaratılış biçimlerine uygun biçimde kullanmakla olur.

Daha sonra Allah-u Teâlâ insanları başıboş yaratmadığını ve bu nimetleri maksatsız olarak vermediğini, bunun bir imtihan olduğunu, bu imtihanın sonucunda ceza gününün gelip çatacağını beyan buyuruyor:

"De ki: Sizi yeryüzünde yaratıp öteye beriye yayan O'dur." (Mülk: 24)

Neslinizi çoğalttı, büyük büyük topluluklara ayırdı, yeryüzünün dört bir tarafına, köşe ve bucaklarına yaydı. Yoksa ne gelişir, ne çoğalır, ne de dağılırdınız.

Fakat bu dünya hayatı böyle devam etmeyecektir.

"Ve siz O'nun huzurunda toplanacaksınız." (Mülk: 24)

Ceza veya mükâfat için diriltileceksiniz, mahşere sevkedileceksiniz. Bu muhasebe ve muhakemenin sonucunda ya mükâfata erecek ya da cezaya çarptırılacaksınız.

O halde ne diye başkalarına kulluk ediyor, başkalarından korkuyor, nankörlük ediyorsunuz? O'na gideceğinize iman ederek her hareketinizde O'nun rızâsını gözetip şükretmiyorsunuz?

Kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanları sonsuzdur. Zâhirî ve bâtınî nimetleri o kadar engindir ki; bir damla kerih su iken insanı en güzel bir biçimde yaratıyor, vücuttaki âzâ nimetlerini yerli yerine koyuyor ve donatıyor, bir de suretini veriyor.

Bir taraftan vücudunla seni var ediyor, diğer taraftan seni en güzel nimetlerle rızıklandırıyor ve mülkünde yaşatıyor.

Sonsuz ihsan ve ikramların sahibi Allah-u Teâlâ'dır. Bu nâmütenahi nimetleri ihsan ve ikram eden Allah-u Teâlâ kullarını birtakım emir ve nehiylerle mükellef kılmıştır.

Âyet-i kerime'sinde:

"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor. (Zâriyat: 56)

Kullarına iman etmeleri için emir vermiş, şartlarını koymuş, hudutlarını çizmiştir.

Âyet-i kerime'sinde:

"Bunlar Allah'ın hudududur, sakın onlara yaklaşmayın!" buyurmuştur. (Bakara: 187)

Allah-u Teâlâ'nın bu hududu; O'nun tahdit ve takdir ettiği hükümler, insanların onları geçmesi câiz olmayan hususlar demektir. Haram kıldığı, yasakladığı şeylere "Hududullah" denir.

Diğer taraftan namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetleri de İslâm'ın şartlarından kılmış, hudud-u ilâhi'yi koruyanları da cennetle müjdelemiştir.

"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)

 

Azâmet-i İlâhi Saltanat ve İktidarların Üstündedir:

Yaratan O olduğu gibi yaşatan da, donatan da O'dur. O yaratıyor, O yönetiyor. Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur.

Arş-ı Rahman'dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Sonra Arş'ı istivâ etti. (Oturdu, oradan mülkünü yönetmektedir.)" (Furkan: 59)

Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.

O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.

Diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"Buyruğunu icrâ eder." (Yunus: 3)

Arş'ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O'nun hiçbir tedbirine mâni olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsız ve devamlıdır.

"Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah'tır." (Talâk: 12)

Bu ise O'nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.

O'nun bir İsm-i şerif'i de "Vâli"dir. O öyle bir Vâlî-i âzam'dır ki, mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.

Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.

Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedirdir. Hiçbir güç ve kudret O'na muhalefet edemez.

Mukaddes şânına saldırıda bulunanların cezasını verir, şiddetli intikamı ile perişan eder. Her şeye hükmünü geçirir. Zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.

Kâfirleri inkârları ve azgınlıkları sebebiyle lânetle alçaltır, düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırarak esfel-i sâfiline indirir. Şan ve şeref sahibi iken bir anda rezil ve rüsvay eder.

İtaat edenleri aziz kıldığı gibi, isyan edenleri de zelil kılar. O'nun zillete düşürüp hakir kıldığı kimseler şereflerini yitirirler.

Kendisinden hiçbir şey gizlenmez, bütün işleri murakabası altında tutar.

İntikamı çok elemli ve pek şiddetlidir. Kâfirleri, zâlimleri, fâsık ve fâcirleri yaptıkları isyanlardan dolayı hemen kahredivermez, bir zaman mühlet verir, bu mühletin arkası çok korkunçtur. Kötü ve isyana yönelen milletler ve cemiyetler de böyledir.

Sultan Alparslan Malazgirt savaşının başında askerlerine yaptığı konuşmasında:

"Burada Allah'tan başka sultan yoktur." dedi.

Sultan Murad da Kosova'da aynı şeyi söyledi. "Mülk ve kul senindir, sen kime dilersen ona verirsin." diyerek acziyetini itiraf etti.

Allah-u Teâlâ da onlara büyük muzafferiyetler bahşetti.

Hakikati bilen kumandanlar böyle söyledi.

Kendisini bir şey zannedenleri Kahhar olan Allah-u Teâlâ kahretti.

 

Apaçık Uyarıcılar:

Allah-u Teâlâ müşriklerin yalanlamalarından, inat ve inkârlarından dolayı azabın kendilerine gelmesini uzak görerek, alay ve eğlence yollu, başlarına azabın hemen gelmesini istediklerini haber vererek şöyle buyuruyor:

"Diyorlar ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, vâdettiğiniz kıyamet günü ne zaman?'" (Mülk: 25 - Enbiyâ: 38 - Sebe: 29 - Yâsin: 48)

Gerçekte onlar kıyametin gelişini imkansız sanıyorlardı. Halbuki onun geleceği muhakkaktır ve herhangi bir kimse istemediği için geri kalmaz, herhangi bir kimsenin istemesiyle de vaktinden önce gelmez.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"De ki: Size vâdolunan bir gün vardır ki, siz ondan ne bir saat geri kalırsınız, ne de ileri geçebilirsiniz." (Sebe: 30)

Kıyamet, insanların ecelleri gibidir. İnsanın eceli geldiğinde, bir göz açıp kapatıncaya kadar ileri veya geri alınmadığı gibi, kıyamet zamanı geldiğinde de bir saniye olsun ileri veya geri alınmaz.

İnanmayanlar, azap her taraftan kendilerini kuşattığı zamanki durumlarının korkunçluğunu eğer bilselerdi, elbette onu acele istemezlerdi. Fakat kalplerinin körlüğü bu tehdidi onlara basit gösterdi, uyanıp da Hakk'a yönelmediler.

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'a bu toplanmanın muhakkak olacağını ve kaçınılmasının imkânsız olduğunun bildirmesini emretmiş, görevinin sadece tebliğ olduğunu beyan buyurmuştur:

"Resul'üm! De ki: O bilgi ancak Allah katındadır. Ben ise apaçık bir uyarıcıyım." (Mülk: 26)

Sadece günü geldiği zaman kıyametin kopacağını açıkça haber vererek sakındırıcı bir haberciyim, yoksa yapacak olan ben değilim. Ben sizi imana dâvet ediyorum, iman etmediğiniz takdirde başınıza gelecek olanları şimdiden ihtar ediyorum.

Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin ve peygamber vekili olan Mürşid-i kâmillerin görevi, ilâhî buyrukları apaçık tebliğ etmektir.

Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.

Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan "Ahiret inancı"nın bir bölümüdür. Ahiret hayatı kıyametle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip eder.

Kıyametin kopmasının yakın olduğunu gösteren birçok Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler vardır:

Nitekim mühim bir ihtar mahiyetinde bir Âyet-i kerime'de:

"Kıyamet yaklaştıkça yaklaşmıştır." buyuruluyor. (Necm: 57)

Kâinatın ömrüne nispetle kıyametin kopması çok yakın sayılır. Bu sebeple bu hadiseye "Âzife" denilmiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında şehâdet parmağı ile orta parmağını yanyana göstererek:

"Ben, kıyamet şöyle yakın olduğu halde gönderildim." buyurmuşlardır. (Buhârî - Müslim)

Allah-u Teâlâ o günü daha önce hükmettiği belirli bir zaman için ertelemektedir. Bu süre ne artar ne de eksilir.

Kıyamet, olanca şiddet ve sıkıntıları ile insanları kuşattığında onu Allah-u Teâlâ'dan başka kimse açamaz ve geri çeviremez.

İnsanlar dünyaya ve dünyanın imarına kendilerini kaptırmış oldukları bir halde, hiç umulmadık bir anda geliverecektir.

İlâhî mahkemenin kurulup amellerin ölçüleceği, hesabın görüleceği o kıyamet günü gelmek üzeredir. Çok yakınlarında olmasına rağmen insanlar ondan gafil bulunuyorlar. O korkunç gün, takdir edilen vakti gelince ansızın gelecektir.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar kıyamet zamanının ansızın başlarına gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?" (Muhammed: 18)

Kıyametin kopacağına dâir bunca Âyet ve alâmetler varken, inkârcılar yine de küfür ve isyanlarında devam edip dururlar.

 

Ceza Zamanı:

Allah-u Teâlâ bâtıla uyanların, sapıklık yolunu tercih edenlerin, tehdit olundukları o zor gündeki durumlarının nasıl olacağını bildirerek şöyle buyurmaktadır:

"Onu (azabı) yaklaşmış gördükleri zaman, kâfirlerin yüzleri karardı." (Mülk: 27)

Olmuş gibi haber verilmesi, olacağı kesin olduğu içindir. Çünkü gelecek olan zaman uzasa dahi mutlaka gelecektir. O anda öyle bir hâle düşerler ki, tehdit olundukları azabı görmekten hoşlanmadıkları yüzlerinden okunur, ölüme götürülen kişinin yüzü gibi olur. Hiç hesaba katmadıkları ve ummadıkları bir zamanda ve şekilde yakalandıklarından dolayı böyle olurlar. Başlarına neler geleceğini pek yakından görürler, o andaki pişmanlıklarının hiç de faydası olmaz.

"Kendilerine şöyle denilir: İşte sizin isteyip durduğunuz şey budur!" (Mülk: 27)

Artık, şimdi bunu inkâr edebilecek misiniz?

Bu söz onları azarlamak, susturmak ve başlarına kakmak için söylenir. Bu ise yaralarına tuz biber ekmek kabilinden olup, azap üstüne azaptır.

"Görmediler mi ki, biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik. Yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları onlara vermiş, gökten üzerlerine bol yağmurlar indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Günahlarından ötürü onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil vârettik." (En'âm: 6)

Ve fakat bunca ihsan ve ikramların sahibi olan Allah-u Teâlâ'ya karşı alenen isyan edip hasım kesilen, Allah'lık dâvâsında bulunan kimselere gelince; O bu zâlimlere karşı Kahhar'dır. Onlara bir müddet için fırsat verir fakat ruhsat vermez, hepsini kahreder, yerlere serer ve cehennemine atar.

O her şeye kâdirdir, O'nun hükmünden kurtulmak mümkün değildir. O nasıl cezalandırmayı murad ederse öyle cezalandırır, azabı çok şiddetlidir.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.

Kesin gerçek budur işte!" (Vâkıa: 92-95)

Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.

Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir." (Hacc: 19-20)

"Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.

Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır." (En'am: 70)

Bunlar Allah'ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mümin: 71-72)

Önce Hamîm'e sürüklenirler, sonra Cahîm'e atılırlar.

"Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman: 44)

Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:

"Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!" (Duhan: 47-48)

Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:

"Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin." (Duhan: 49)

Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı. Kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.

 

Ehl-i Küfrün Vehimleri:

Mekkeli müşrikler Resulullah Aleyhisselâm'ın ve beraberindeki çok az sayıdaki müminlerin yok olmalarını gözlüyorlardı.

"Muhammed'in işi sonuna kadar gitmez, yakında son bulur." diyorlardı.

Böylece dâvâsının ortadan kalkacağını ve rahatlayacaklarını, kafalarının sakinleşeceğini sanıyorlardı. Bu yüzden bedduâ etmeye başlamışlar, hatta sihir yapmaya bile yeltenmişlerdi.

Allah-u Teâlâ onların bu vehim ve hayallerini reddederek kendilerine şöyle söylemesini emir buyurdu:

"De ki: 'Söyler misiniz? Eğer Allah beni ve benimle beraber olanları öldürürse veya bize merhamet ederse, kâfirleri acı azaptan kim kurtarabilir?'" (Mülk: 28)

Bütün o azap, bu dünyada kalmak sevdasıyla Allah-u Teâlâ'ya olan nankörlüğünüzden dolayı geliyor. İşte sizin hakkınız böyle yakıcı bir azaptır.

Hayatını da ölümünü de Cenâb-ı Hakk'tan bilen ve yalnız O'na kulluk eden müminlerin ise, fani hayattan dâr-ı bekâya iman-ı kâmil ile gitmekten başka bir gayeleri yoktur.

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve müminlere, Allah'a olan imanlarını ve yalnızca O'na güvendiklerini açıkça ilân etmelerini emir buyurdu:

"De ki: O Rahman'dır. Biz O'na inandık ve O'na tevekkül ettik." (Mülk: 29)

İşlerimizi O'na havale ettik, hakkımızda ne takdir ederse biz ona râzıyız, çünkü biz O'na gönülden teslim olmuşuz. O'ndan başka hiçbir kimse, hiçbir zarar ve fayda verme gücüne sahip değildir.

"Kimin apaçık sapıklık içinde olduğunu yakında bileceksiniz." (Mülk: 29)

O Rahman'a iman edip, O'na güvenen ve O'nun yolunda giden bizler mi? Yoksa geçici dünyaya aldanıp O'nun uyarı ve rahmetine nankörlük eden sizler mi? Sonunda hangisi kaybedecekmiş anlayacaksınız.

Hangi tarafın yanıldığını anlamak için şu gerçeği düşünmek yeterlidir:

"De ki: Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" (Mülk: 30)

Su, Allah-u Teâlâ'nın kulları için yarattığı nimetlerin en büyüklerindendir. İnsan susuz kaldığı zaman, bir yudum su için dünyanın bütün hazinelerini vermekten çekinmez. Bu büyük nimeti Allah-u Teâlâ kulları için ne kadar bol ihsan etmiştir.

Yeryüzünün de yeryüzünde yaşayan canlıların da hayat mayası sudur. Kullarının ihtiyaçlarına göre yeryüzünün dört bir tarafında az ya da çok fışkırtmış ve akıtmış olması, Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve kereminden başka bir şey değildir. Su eğer insanların çıkaramayacağı şekilde yerin derinliklerine sızıp gitmiş olsa, onu Allah'tan başka kim çıkarabilir? Hiç kimse çıkaramaz! Mülk O'nun kudret elindedir ve O her şeye kâdirdir. O Rahman'dan başka hayat verecek ve tevekkül edecek hiçbir varlık yoktur.

Demek oluyor ki O'nun rahmet ve merhametinden başkasına dayananlar ve O'ndan tarafa olmayanlar, dünya ve ahirette apaçık bir sapıklık içindedirler. Onlar öyle olduklarını, o hayat suyu kesiliverdiği zaman anlayacaklardır.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mülk Sûre-i şerif'inin 30. Âyet-i kerime'si hakkında şöyle buyurmuşlardır:


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR