Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbü'l-Fukûk" isimli eserinde Hâtem'ül-evliyâ ile Hâtem'ül-enbiyâ arasındaki şer'î bağlılığın mâhiyetini beyan etmek üzere şöyle buyurmuşlardır:
"Hâtem'ül-evliyâ, Hâtem'ür-rusül'ün şeriatına tâbi olduğu için şeriatı zâhirde ondan alır. Bâtında ise vahiy meleğinin Hâtem'ür-Rusül'e onu aksettirdiği yerden, aynı kaynaktan alarak, şeriat hususunda Hâtem'ür-rusül ile denkleşir." (Kitâbü'l-Fukûk fî Müste'nedâti Hikemü'l-Fusûs, sh. 31)
Size bunun sırrını açayım: Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a varıldığı zamanı, kişinin kaybolduğu zamanı size arzetmiştik. Ne lütfederse, ne ihsan ederse ve ne murad ederse orada veriyor. O oradan alıyor. Çekecek ki söyleyecek, söylediğini sana bildirecek. Amma sana söylerken de kimse duymayacak, kimse bilmeyecek. Bu ise harfsiz hurufatsız olur. Onun için yanyana olacak ki, O buyuracak, sen anlayacaksın. Bu makam o makamdır, mukarreb meleğin dahi sokulamayacağı makamdır. O anda arada hiçbir vasıta yoktur.
Elhamdülillâh... Allah-u Teâlâ bir nohut kabuğu kadar değer verdirmediği için, hepsi O'nun ve O'ndan... Söyleyen O, maskeyi söylüyor gibi gösteriyor. Nur'u koyan O, ışığı koyan O, tecelliyat O'nun, ihsan ve ikram O'nun, hepsi O'nun... Ben hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum.
İşte bu sır bundan ibarettir. O akış olmasa bu kitaplar olur mu? O ihsan ediyor, O ikram ediyor, O veriyor, şahıs arada sadece bir kabuk kalıyor.
•
Bin küsür sene evvel Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-Evliyâ" adlı kitabında Allah-u Teâlâ'nın bu fakire ihsan ve ikram edeceği lütufları izah ve ifşâ ettiği için: "Sen onu peygamberden üstün yaptın." diyerek, o zamanın ulemâsı onu memleketinden sürdüler. İşte bu sırra vâkıf olamadıkları için sürdüler. Allah-u Teâlâ onu mazhar etmişti, diğerlerinin ise akılları ve ilimleri yetmedi.
Ben de diyorum ki: "Eğer size birçok şeyleri ifşâ edip açıklasaydık, bu zamandaki âlim diye geçinen câhil kimseler, bizi dünyanın dışına atmaya kalkarlardı."
Çok ince bir sır. Bu noktayı kavradığınız zaman, Cenâb-ı Hakk murad ederse, birçok sırrı kavramış olursunuz. Zira bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır.
Onun ne kadar büyük bir zât-ı muhterem olduğunu diğer evliyâullahın ifşaatlarından anlıyoruz. Onlar da aynı noktaya temas etmekle izah ediyorlar.
•
"Câmî" adlı eserde Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, Hakîm-i Tirmizi -kuddise sırruh- Hazretleri'ni büyük bir veli olarak tanıdığı ve zaman zaman onun ruhâniyetine teveccüh ettiği nakledilmektedir. Öyle âlî bir zât idi ki Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri dahi ondan istimdat ediyordu.
Allah-u Teâlâ'nın bir sevgilisiydi. Esrâr-ı ilâhînin mazharı idi. Onun o günkü ifşaatlarından bugün hakikatı anlıyoruz. Allah onun ruhunu şâd etsin. Bu Zât-ı muhterem'in ve ifşaatlarda bulunan bütün Zevât-i kiram'ın ruh-u şerif'lerine Fâtiha-i şerif okunmasını istirham ediyorum.
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin memleketinden sürülmesi; ona Allah-u Teâlâ'nın duyurmasından, halkın da ilminin ve aklının yetmemesinden ötürüdür. Fakat diğer velilerin ifşaatlarına baktığımız zaman, aynı noktaya geldiği görülür. Bu zât-ı muhteremin büyüklüğünü idrâk ediyoruz ve böyle olduğunu da teyid ediyoruz. Bin küsür sene önce söylemiş, ne kadar büyük bir zât olduğu bugün meydana çıkmış oluyor...